Fikriye Yücesoy, İletişim Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de İslâmcılar ve Hilafet kitabını Ruşen Çakır’a anlattı.
Türkiye’deki İslâmcı dergiler üzerinden farklı İslâmcı çevrelerin hilafet söylemlerinin nasıl bir tarihyazımı ürettiğine ve neleri unutturduğuna odaklanan Yücesoy, Türkiye’de hilafet tartışmalarını anlattı.
“Hilafetin kaldırılmasının ve Müslümanların birlik halinde olmamasının İslâmcı dergilerde zaman zaman ‘imamesi kopmuş tesbih tanesi gibi dağınık’ ifadesiyle tarif edildiğine rastlarız. Sık başvurulmasa da, zamanı aşıp gelen güçlü bir ifade olduğunu düşünüyorum; 1970’lerde de günümüzde de -mesela TRT’deki Payitaht Abdülhamid dizisinde- karşımıza çıkıyor. Sünni-Müslümanların yaşadıkları şiddet olaylarına karşı verdikleri tepkilerde bu dağınık oluşun güçsüzlük olarak yorumlanması ve hilafetin onları koruyacak bir güç gibi sunulması yaygın bir anlatıdır.”
Fikriye Yücesoy, Türkiye’de İslâmcılığın sihirli bir konusunu ele alıyor; İslâmcıların bu kavrama yükledikleri anlamları, onu araçsallaştırma biçimlerini, hilafet sembolizminin tezahürlerini inceliyor.
Türkiye’de İslâmcılar ve Hilafet, radikal İslâmcılık ile ana akım İslâmcılığı (kuşkusuz etkileşimsiz olmayan) iki spektrum olarak ele alıyor ve her iki spektrumun dergilerinde gezintiye çıkıyor. Hilafet söyleminin, kolektif hafıza kurma işlevine eğiliyor. Hilafet söyleminin AKP döneminde ve Yeni Osmanlıcılık bağlamında aktığı mecra, yine bu dönemde Kürt sorununa yaklaşımda hilafet kavramının kullanımları da, çalışmanın odakları içinde bulunuyor.
(Kitap tanıtım bülteninden)
Fikriye Yücesoy kimdir?
Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladığı yüksek lisans tezinde, İstanbul’daki iki cemevi üzerine yürüttüğü etnografik araştırma ile Henri Lefebvre’in mekân kuramı çerçevesinde Türkiye’de dinî aidiyet ve kent ilişkisini ele aldı. 2012-2013 yılları arasında IMC Tv’de Devran adlı programın eş sunuculuğunu ve editörlüğünü üstlendi. 2024 yılında MSGSÜ Sosyoloji Bölümü’nde, “Türkiye’de İslâmcı Dergilerde Hilafet Söylemleri” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. Çeşitli üniversitelerde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak Kültür Tarihi ve Dünya Tarihi derslerini vermektedir. Başlıca akademik ilgi alanları kent ve mekân sosyolojisi, din sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, kültürel tarih çalışmalarıdır.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Hilafet meselesi Türkiye’de aslında çok fazla konuşulan bir husus değil. Arada sırada gündemimize girer çıkar ama bir süredir özellikle İslami kesimlerde hilafet meselesinin daha fazla gündemde olduğunu görüyoruz. Özellikle sosyal medyada birçok kullanıcı hilafet sembollerini profillerine falan koyarak bunu dillendiriyorlar. Birtakım padişahlar üzerinden bir hilafet propagandası da yapılıyor, ama bu konuda pek bir araştırma yok. İşte bu bağlamda Fikriye Yücesoy’un ‘‘Türkiye’de İslamcılar ve Hilafet’’ kitabı İletişim Yayınları‘ndan yeni çıktı, aslında bir doktora tezi. Bunu konuşacağız Fikriye Yücesoy’la. Merhaba Fikri Hanım.
Fikriye Yücesoy: Merhaba.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Evet, hilafet… Ben İslamcılık çalışan birisi olarak yıllardır, hilafet meselesi tahminimden çok az gündeme geldi, yani 80’li yılların ortalarındaki İslamcı dergilerde vesaire çok fazla konuşulan bir şey değildi. Sanki şöyle bir hava vardı: “Ya konuşmuyoruz ama istiyoruz” gibi bir hava vardı. Sizin bu araştırmanızda Türkiye’deki İslamcıların hilafete ilgisinde nasıl bir gözleminiz var?
Fikriye Yücesoy: Şöyle, şimdi öncelikle şunu belirtmem gerekiyor tabii ki; ben sizin kadar alanın içerisinden biri değilim. İslamcı geleneğe de çok aşina birisi değilim. O yüzden çalışmayı tamamen bu konumlanmanın dışında birisi olarak yaptım. Bu da çalışmada benim için epeyce zorluk yarattı. 80’li ve 90’lı yıllarda çok fazla tartışılmadığına katılıyorum çünkü zaten o kadar çok yazı da çıkmadı benim de karşıma. Ama 2000’lerden sonra bir artış var. Bunları birkaç nedene bağlıyorum ben, 2000’lerden sonra artış olmasını. Bir tanesi bence 90’lı yıllarda Müslüman coğrafyalarda yaşanan şiddet olayları. Yani 90’lı yıllarda da çok yazı yok dedim ama 80’e göre ve öncesine göre tabii ki daha fazla yazı var. Ve birkaç tane kapağında hilafet çağrısı yapan ana akım İslamcı dergi de var. Bunları biraz işte bu Müslüman coğrafyalarda yaşanan çeşitli şiddet olayları karşısında yaşadıkları çaresizliğe de bağlıyorum. Yani etkin olmanın aracı olarak hilafet hatırlarına geldi bence. 2000’lerdeki artışın da bir diğer gerekçesi bu. Bir de bir diğer yandan bence görece daha rahat hissettikleri bir ortama eriştiler 2000’lerde Türkiye’de diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Peki burada şimdi baktığımız zaman mesela yakın dönemde iki tane dergi örneği var elimizde, hilafet isteyen, kapaktan duyuran. AK Parti döneminde oluyor bu. Birkaç sene önceki olay. Ve ikisinin de başına çok kötü şeyler geliyor, değil mi? Birisinin yayın yönetmeni değişiyor, dergiler raflardan indiriliyor ya da hatta galiba online olarak ulaşılamıyor. Orada ne oldu tam olarak? Yani çünkü AK Parti yönetiminde bir İslamcı derginin, iktidarı destekleyen bir derginin hilafet istemesinde nasıl bir arıza çıkabilir? Ne yaşandı orada?
Fikriye Yücesoy: 2020’de Ayasofya’nın açılışından, yani ibadete açık olmayan kısımların ibadete açılmasından sonra, Gerçek Hayat dergisinin bir kapağı var ve hilafet özel sayısı var. Ama ilginçtir ki derginin içindeki bütün yazılar da hilafetle ilgili değil, aslında birkaç yazı var sadece. 2021’de de Derin Tarih dergisi, bu iki dergi de Albayrak Medya Grubu’na ait bu arada, 2021’de de Derin Tarih dergisinin hilafet özel sayısı var. Bu dergi içindeki bütün yazılar hilafet yazıları, hilafetle ilgili. Gerçek Hayat dergisi ses getiriyor, biraz daha tartışılıyor ve o toplatılıyor. Derin Tarih dergisi bence Gerçek Hayat‘takine göre daha az ses getiriyor ve tartışma yaratıyor, onun da o sayısı piyasadan çekiliyor ve derginin internet sitesinde de satışı bulunmuyor. Ve Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan da, ki bu konu üzerine en çok kalem oynatan insanlardan birisi, ana akım İslamcı söylemleri tekrar tekrar dile getiren ve üreten bir İslamcı yazar, Mustafa Armağan da o zamana kadar Derin Tarih‘in kuruluşundan itibaren genel yayın yönetmeni ve o değiştiriliyor. ‘‘Bu neden böyle oluyor?’’ derseniz, yani bence hilafet çok devlet söyleminde sahiplenilebilecek bir söylem değil; çünkü aşırı aşırılık içeren bir söylem, yani cumhuriyetin tam olarak karşı yönetimi hilafet. Bu nedenle de sahiplenmesi çok kolay olmuyor herkes için. Siz de dediniz ya hani konuşmanın başında, ‘‘Ben İslamcılarla çalıştım’’ diye ve İslamcıların böyle ‘‘gelse fena olmaz’’ deyip ama çok da böyle üzerine eğilmedikleri, çok da gündemde tutmadıkları bir konu. Bu nedenle de bence biraz da söylem düzeyinde sahiplenmek zor, dediğim gibi cumhuriyetin tam olarak karşı tezi olduğu için, tam olarak karşı yönetimi olduğu için. Bir nevi karşı devrim gibi bir şey aslında cumhuriyete karşı.
Ruşen Çakır: Şimdi cumhuriyet dönemine baktığımız zaman, hilafet meselesine baktığımız zaman, siz de kitapta yazmışsınız zaten, insanlar bu konuda çok da bilgili değil, isteyenler de çok bilgili değil. Mesela hilafetin ne zaman başladığından, neyi kapsadığına kadar ya da Kurtuluş Savaşı, cumhuriyetin ilk yıllarında hâlâ bir halife olduğuna kadar birçok ayrıntının bilinmediğini ya da yanlış bilindiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açalım ve neden böyle bir şey var? Yani bu kadar önemli olduğunu varsayacağımız, çünkü tüm İslam dünyasının birliği gibi çok kapsayıcı bir şey ama isteyenler bile aslında bunun ne olduğunu çok da fazla bilmiyorlar sanki.
Fikriye Yücesoy: Orası şöyle, tabii benim için de kitapta şöyle başlıyor zaten; ben de cumhuriyet kurulurken, cumhuriyetin başında bir halife olduğu bilgisine sahip değilmişim mesela. Böyle bir bilgiye belki de sahiptim ama unuttum, çok da hatırlamıyordum ve nitekim bu çalışmayı yapmıyor olsam, 3 Mart 2024 yılının hilafetin ilgasının 100. yılı olduğunu dahi hatırlamazdım. Yani bu haliyle Kemalist çevrelerin de çok böyle sıkça hatırlattığı bir tarih değil ve bu hafızayı onlar da çok sık gündeme getirmiyor. Hilafet isteyenlerin bu konuya dair bilgisi şöyle aslında, yani ben tam da böyle ne oldu, nerede başladı, nerede bittiğini bilmediklerini düşünmüyorum; ama tarihten sadece belli başlı kendi istedikleri kısımları çekip çıkarıp bunun bilgisini üretiyorlar ve dolaşıma sokuyorlar. Burada da İslamcı hareketlerin kendi içerisinde çeşitli farklılıkları elbette var. Fakat şu bilgiye sıklıkla haizler: ‘‘Evet, cumhuriyet ilan edilirken başta bir halife vardı’’ bilgisine haizler. Her ne kadar Abdülmecid Efendi’den çok bahsetmeseler, Abdülhamit kadar çok yer ayırmasalar da ona, ismini de sıklıkla anmasalar bile yine de bu bilgiyi dolaşıma sokuyorlar mesela. Bir diğer yandan da tabii ki Büyük Millet Meclisi açılırken de, Milli Mücadele örgütlenirken de hilafetin ve saltanatın kurtarılmak üzere örgütlendiğinden de sıklıkla bahsediyorlar. Bu bilgiler var. Fakat sadece dediğim gibi, yani tarihten çeşitli olguları ve bazı anları getirseler de, bunun etrafını ördükleri anlatı biraz tercih ettikleri anlatılar oluyor. Her bilgiyi de benimseyip kabul etmiyorlar, her bilgiyi üretmiyorlar diyebilirim. Yoksa tamamen, ‘‘Bu konuya dair bilgi sahibi değiller’’ gibi bir şey pek söyleyemem.
Ruşen Çakır: Şimdi bir de şu var sanki birçok kişide; adı konmasa da Recep Tayyip Erdoğan’a bir tür halife muamelesi yapanlar, kitapta da birtakım örneklerden bahsediyorsunuz. Mesela bir İslam ülkesine giden birisi Erdoğan’ın orada halife gibi görüldüğünü söylüyor, şu oluyor bu oluyor. Aslında bu, Milli Görüş hareketinin temel önermelerinden birisidir. ‘‘Hilafet’’ diye değil ama ‘‘Dünya İslam Birliği’’ diye bir şey vardır ve Türkiye’nin liderliğinde olarak tanımlardı Necmettin Erbakan; ama adı hilafet olarak konulmamıştı. Şimdi onu Erdoğan’ın gerçekleştirdiğini savunanlar ve Erdoğan’ın da, ne denir, de facto mu, bir halife olduğunu düşünenler var, değil mi, yanılıyor muyum?
Fikriye Yücesoy: Evet, var. Kitabın hemen giriş kısmında zaten çeşitli haberlerden örnekler verdim, çeşitli yıllardan. Bu şekilde ifade edenler ve adlandıranlar var. Bir yanıyla da özellikle Arap Baharı döneminde Gerçek Hayat dergisinin yayınladığı birtakım röportajlar ve haberler var. Bunlarda da Ortadoğu’da Erdoğan’ın bu şekilde görüldüğü ve Ortadoğu’nun lideri şeklinde, bir halife gibi karşılandığından da bahsediliyor. Bu da aktarılıyor. Şimdi sizin de dediğiniz gibi, yani “İslam birliği” ifadesi hilafete göre çok daha yumuşak bir ifade çünkü yatay bir örgütlenmeyi de içerebilir; ama hilafet çok da böyle bir yatay örgütlenmeyi içermiyor ve eğer bir hilafet iddiasında bulunacaksa bir ülke ya da bir lider, mutlaka buna biat edilmesi ve bunun tanınması gerekiyor. Bu dolayısıyla bir yandan çok büyük bir yük ve büyük bir sorumluluk. Tanınmadığınız durumda da mevcut gücünüzü bile kaybetme riskiniz var. O yüzden de bu iddiada bulunmak pek de politik olarak tercih edilen bir durum olmayabilir. Ama bir yanıyla tabii ki AKP döneminde “ümmetin reisi Erdoğan”, “ümmetin lideri Erdoğan” sloganlarının da fazla dolaşıma sokulduğunu biliyoruz. Dediğiniz gibi bu, bir şekilde de facto olarak aslında bir Erdoğan üzerinde hilafet iddiasında bulunmayı getirdi bence. Bir taraftan da tabii ki ana akım İslamcıların, biraz da zaten çalışmanın iddialarından biri de buydu, Türkiye’deki ana akım İslamcı hareketin yani Türk İslamcı olarak da tabir edilen grubun daha çok bir hilafet arzusu ve isteği var. Bu grubun kolektif hafızasını da oluşturuyor, kolektif hafızasının tam ortasında bir hilafet tahayyülü bulunuyor; ama Türklerin yönetici olacağı, bütün İslam âlemi üzerinde Türklerin bir yönetici konumunda olacağı bir hilafet tahayyülüdür bu. Dolayısıyla bunun hafızaya seslenen bir tarafı da var elbette, ‘‘ümmetin reisi Erdoğan’’ sloganlarının. Bunu da unutmamak lazım.
Ruşen Çakır: Burada bir şeyi sorabilir miyim? Şimdi bu çok önemli bir tartışma ve dünyada yapılan bir tartışma. İslamcı… Kitapta da ‘‘Türkiye’de İslamcılar ve Hilafet’’ diyoruz. ‘‘İslamcı derken neyi kastediyoruz?’’ meselesi öteden beri var. Benim de bizzat yaşadığım, tanık olduğum şeyler var. Bazı dindarlar ‘‘İslamcı’’ tabirini sevmez. ‘‘Ne yani, biz İslam mı satıyoruz?’’ anlamında böyle hatta küçümserler. Bazıları kendilerine ‘‘İslamcı’’ der; ama bazı araştırmacılar bazı yapılara ‘‘İslamcı’’ derken bazılarına ‘‘İslami’’ der. Yani böyle bir şey… Sizin kitapta, bu çalışmada ‘‘İslamcı’’ derken neyi kastediyorsunuz tam olarak? Mesela tarikatlar bunun içine giriyor mu? Mesela daha radikal gruplar var, daha mesela devlet yanlısı olanlar var, devlet karşıtı olanlar var. İslamcılığı değerlendirirken sizin kriterleriniz nedir?
Fikriye Yücesoy: Bu benim de zorlandığım bir kısımdı, İslamcılığa dair bir tanım yapmak. Aslında İslamcı hareketler dışında çok da bir tanımlama ben düşünmedim. Yani ‘‘İslami’’ demek de bir seçenek olabilirdi ama biraz da literatürde daha çok kullanılan bir tabirdir İslamcılık. Fakat ben sadece bunu daha kapsayıcı bir hale nasıl getirebilirim, onu düşündüm. Çünkü benim incelediğim dergilerin birbirinden çok söylem farklılıkları da olabiliyordu. Dolayısıyla onların hepsini kuşatacak birtakım daha kapsayıcı bir tanımlama yapmam gerekiyordu. Ben burada şöyle bir tanımlama yaptım, dedim ki, yani onların deyimiyle; ‘‘İslam’ın öz kaynakları olan Kur’an ve hadisleri baz alarak toplumsal hayatın kısmen ya da bütünüyle dönüşümünü hedef alan grupların hepsini bunun içerisine katıyorum’’ dedim. Bunun içerisinde tarikatlar da var, cemaatler de var, birtakım İslamcı örgütler de var, siyasi partiler de var. Çok daha geniş bir tanımlamayı tercih ettim. Yani mevcut İslamcı hareketleri uzlaştıran bir şeyden ziyade, bütün farklılıklarıyla içerisinde yer alabilecekleri şemsiye bir kavram olarak kullandım aslında. Bunu da daha sonra kendi içerisinde iki gruba ayırdım. Daha doğrusu ben ayırmadım; Bayram Koca’nın çalışmasında ayrılmıştı bu şekilde, ‘‘Kürtler Aslında…’’ kitabında ‘‘ana akım İslamcılık’’ ve ‘‘radikal İslamcılık’’ ayrımı vardı. Çünkü beni bir diğer yandan da çok zorlayan kısım, bu söylem farklılığını ve çeşitliliğini nasıl konumlandıracağımı, yani dergileri nasıl konumlandıracağımı bilemiyordum. Çünkü hiçbir dergi de kendisini ‘‘biz ana akımız, biz radikaliz’’ vesaire diye özel bir sıfatla tanımlamıyor elbette. Ama dergilerin özellikle birinci sayılarında, ilk kendilerini tanıttıkları sayılarında nasıl ifade ettiklerine de baktım tabii ki, buna göre konumlarını belirledim. Ve buna bağlı olarak da Bayram Koca’nın yaptığı ‘‘ana akım’’ ve ‘‘radikal İslamcılık’’ ayrımına bu analiz çerçevesinde şöyle bir ekleme yaptım ben: Bunları da sabitlemeyelim ve söyleme odaklanarak bu konumların değişebileceğini görelim ve bunları birer spektrum olarak düşünelim. Çünkü şimdi baktığımızda aslında Haksöz, İktibas bunları da radikal İslamcılık içerisinde ele alıyoruz. Ama tabii ki IŞİD de buraya girer, Hizb ut-Tahrir de buraya girer; ama aynı değil, bunları bu kadar da yan yana koyamayız, elbette aynı kefede olamazlar. Bu nedenle bir spektrum olarak düşünmek bence işimizi daha kolaylaştırır. Araçları, yöntemleri farklı olabilir. Belki toplumsal hayatın bütününü dönüştürmek, İslami kaideye göre bütünü dönüştürmek istemeyebilirler, mevcut sistemde biraz İslamcı tonu artırmak ve mevcut sistemde kendilerine yer açmak gibi hedefleri olabilir; ama nihayetinde hepsini İslamcılık şemsiye kavramı altında değerlendirmek şimdilik en azından bana daha doğru geldi, anlatımı kolaylaştırdığı ve analizi kolaylaştırdığı için tercih edilebilir geldi.
Ruşen Çakır: Peki, tekrar hilafete dönecek olursak, şimdi Arap Baharı’nın olduğu dönemde, Tunus’la başladı, başka yerlere sıçradı, Libya’ya, Mısır’a tabii ki ve birçok yerde, Suriye’de gecikmeli bir başarı ama ötekilerde başarı ama sonra yıkım yaşandı. Başarının ilk olduğu ve İslami hareketlerin öne çıktığı yerlerde bir hilafet düşüncesinin de sanki tekrar şekillenir gibi olduğunu gördük. Ama sonra gerek bu Müslüman Kardeşler ve benzer hareketler yıkım yaşadı, daha sonra da yakın zamanda İran etkisindeki grupların çok ciddi bir kaybı ve dünyada sanki İslamcılığın bir geri çekilmesi gibi bir şey yaşıyoruz. Suriye garip bir istisna olarak duruyor ama orada da iş birliği yapan bir Şam yönetimi gibi bir hava var. Bu iniş çıkışlara baktığımız zaman an itibarıyla hilafet lafını etmenin pek bir — nasıl diyeyim, kaba tabirle — piyasası yok galiba, var mı?
Fikriye Yücesoy: Yani şöyle, aslında ben şeyi fark ettim çalışma çıktıktan sonra, birkaç böyle sosyal medyadaki yorumlardan falan; insanların zihninde hilafet daha çok bu Ortadoğu’daki cihatçı hareketlerle özdeşleşmiş ve bunun bir Türkiye geçmişi olduğu, bunun Türkiye’de de konuşulabilecek olduğu, Türkiye’deki İslamcı yani Türkiyeli İslamcı hareketlerin de gündemde olabileceği pek akıllarında ve hafızalarında yok. Aslında doğrudan akla IŞİD geliyor, Hizb ut-Tahrir geliyor ve bu gruplar geliyor. Ama bundan ibaret değil öncelikle hilafet tartışmaları. ‘‘Bunun bir piyasası var mı?’’ derseniz, bilmiyorum, bunu cevaplamak tabii ki çok zor. Yani bir yanıyla bu post-İslamcılık tartışmalarıyla İslam’ın aslında geriye çekildiği ve sönümlendiği meselesi konuşuluyor. Ben dönüşüm üzerinden okuyorum daha çok, dönüşüyor, her dönemde dönüşüyor ve yine dönüşüyor, hâlâ da dönüşmeye devam edecek bence. Bu soruyu yanıtlamak zor, yani biraz Ortadoğu meselesi böyle çok fazla parametreyle birlikte okunması gereken bir yer. Ama Türkiye için söyleyecek olursak, Türkiye’de zaten çok benzer argümanlar ve çok benzer söylemler üzerinden en başından itibaren Osmanlı nostaljisi yapan ana akım İslamcıların gündeminde hilafet ve onların tekrar tekrar aslında ürettikleri bir hafıza söz konusu. Radikal İslamcılar için, ilginç olarak, Türkiye’deki radikal İslamcıların bir kısmı için çok da merkezde bir yerde durmuyor hilafet. Tam da onlar için bir hilafet piyasası yok, diyebiliriz kaba tabirle. Çünkü radikal İslamcılığı radikal kılan kısım, bütün hayatı dönüştürmek istemeleri; toplumsal hayatı bütünüyle İslami değerlere ve İslam’ın emirlerine göre dönüştürmeyi istiyorlar. Yani herhangi bir modern ya da Batılı rejimle uzlaşmak gibi bir niyetleri yok. Bu nedenle de tamamen İslam’ın öz kaynakları dedikleri, işte Kur’an ve hadisleri baz alıyorlar ve Kur’an ve hadislerde de hilafet şart koşulan bir yönetim biçimi değil. Önemli olan bireylerin daha çok İslami kaidelere göre yaşaması, bu aslolan. Yani buradan zaten bir İslami yönetimin çıkacağı düşünülüyor. Bu anlamda da aslında Türkiye’de, Türkiyeli radikal İslamcı dediğimiz grupla Ortadoğu’dakiler birbirinden tabii ki daha da farklılaşıyor.
Ruşen Çakır: Peki, son olarak şunu sormak istiyorum: Bu kapaktaki Ayasofya değil mi? Burası Ayasofya’nın ibadete yeniden açılması sonrası fotoğrafı ve hilafet bayrağı sallanıyor değil mi? Kapak fotoğrafı bu. Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasıyla hilafet söylemlerinin örtüşmesi gibi bir olay yaşandı değil mi Türkiye’de? Yani böyle bir “Ayasofya da açıldığına göre artık hilafeti de konuşmaya başlayabiliriz” mi dendi?
Fikriye Yücesoy: Bence Türkiye’deki… Bu arada önce şunu belirteyim, kapak fotoğrafı için sevgili Murat Bergi’ye çok teşekkürler, onun fotoğrafıydı, kullanmamıza izin verdi. Ve evet, Ayasofya’nın ibadete açılışı sırasında, 2020’de çekilmiş bir fotoğraf. Ben de işte tam da onu söyledim zaten ilk girişte, yani belki Ayasofya’ya giden herkesin aklında bir hilafet tahayyülü yoktu ama kimileri için vardı ki bu bayrağı taşıyarak gitti oraya. En çok, Türkiye’deki gelişmelerden bence en çok Ayasofya’nın ibadete açılması hilafet tartışmalarını beraberinde getirdi ve bunun üzerine biraz daha konuşulup yazılıp çizildi. Hatta burada İktibas’ın, biz bu İslamcı dergilerin hepsinin Ayasofya’nın açılmasına aynı heyecanla yaklaşmadığını görüyoruz. Ana akım İslamcılar tabii ki çok heyecanlandılar ve büyük bir şevkle karşıladılar. Haksöz daha ılımlı bir yerden karşıladı. İktibas ise hiç, deyim yerindeyse, yine kabaca ifade edersem, hiç prim vermedi aslında bu duruma ve bunu kendi tabirlerine göre İslamizasyon politikası, yani İslamcı ya da İslami bir politika değil, İslamizasyon, yani mevcut düzenle uyum sağlayan İslamcı hareketmiş, işte İslamcı bir pratikmiş gibi gösterilen adımlardan biri olarak yorumladı. Ve bunun hemen arkasından hilafet tartışmalarının geleceğini de söyledi İktibas. Hatta devlet söyleminde, yani devletin öncülüğünde tartışılacağını iddia etmişti. Fakat böyle bir tartışma, yani devlet nezdinde böyle bir tartışmaya rastlamadık. Ama şu muhakkak ki Ayasofya’nın ibadete açılması, yine AKP’nin ana akım İslamcı kolektif hafızaya seslenen eylemlerinden birisiydi. Çünkü tıpkı hilafet gibi Ayasofya da değişmez bir biçimde aslında en büyük hasretlerinden ve en büyük belki rövanş mekanlarından birisiydi. Yani yeniden ibadete açılmasını dört gözle bekliyorlardı.
Ruşen Çakır: Evet, nasıl toparlayalım? Türkiye’de İslamcılar ve hilafet derken, bu hep böyle azar azar konuşulmaya devam edecek bir husus mu olacak, yoksa hakikaten bir hilafeti görecek miyiz?
Fikriye Yücesoy: Ben çok baskın bir yer tutacağını düşünmüyorum. Bence yine böyle kısmen çeşitli meselelerle konuşulacaktır. Ve değişmez bir şekilde, yani ne zaman böyle bir aşırılık içeren bir söylem ya da bir mesele gündeme gelse, Türkiye’nin seküler kesimleri için de bir irtica tehdidi gündeme gelir ve onlar da bu kanattan konuşmaya başlar. Bu nedenle de mesele biraz daha fazla konuşulur. Ama bence, “Hilafeti görecek miyiz?” kısmında şu soruyu cevaplamak lazım: ‘‘Kimin hilafetini göreceğiz; yani radikal İslamcıların mı, ana akım İslamcıların mı?’’ Kendi içerisinde çok tartışmalı bir konu bu. Herkesin aynı tahayyülü ve herkesin aynı hilafet anlatısı yok. Bu nedenle kendi içlerinde de tartışmalılar bu konuda. Ben çok böyle baskın bir yer tutacağını düşünmüyorum önümüzdeki yıllarda da.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Fikriye Yücesoy, yayınımıza katıldığınız için sağ olun.
Fikriye Yücesoy: Ben teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Evet, “Türkiye’de İslamcılar ve Hilafet” kitabını yazarıyla, Fikriye Yücesoy’la konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.