ABD Başkanı Donald Trump, ikinci başkanlık döneminin ilk 100 gününü Michigan’daki bir mitingle kutladı. Amazon’un ürün fiyatlarının yanına ABD Başkanı Donald Trump’ın gümrük tarifeleri nedeniyle artan maliyeti eklemeyi planladığı haberi üzerine Beyaz Saray’dan sert bir açıklama geldi. New York Times gazetesi, Türkiye’deki demokrasi mücadelesini ele aldığı makalesinde dünya liderlerinin sessizliğini eleştirdi. Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar Trump’ın ilk 100 günü | Amazon isyan ediyor | NY Times’ın Türkiye makalesi başlıklı videoda yorumluyor.
ABD Başkanı Donald Trump, görevdeki ikinci döneminin 100. gününü Detroit yakınlarındaki kalabalık bir mitingde kutladı. “Tarihin en başarılı ilk 100 günü” olarak nitelendirdiği süreci anlatan Trump, destekçilerine hitaben “Henüz hiçbir şey görmediniz” dedi.
Konuşmasında başta eski Başkan Joe Biden olmak üzere siyasi rakiplerini hedef alan Trump, ABD Merkez Bankası Başkanı Jerome Powell’a da sert eleştiriler yöneltti.
Ekonomik tabloya dair yaptığı açıklamalarda Trump, başta enflasyon ve enerji fiyatları olmak üzere birçok kalemde düşüş sağlandığını öne sürdü. Yumurta fiyatlarının yüzde 87 oranında azaldığını iddia eden Trump’ın bu söylemi ise resmi hükümet verileriyle örtüşmüyor. Öte yandan işsizlikte hafif bir artış yaşanırken, gümrük tarifeleri nedeniyle borsada dalgalanmaların arttığı da not edildi.
Amazon’un tarife tehdidine Beyaz Saray’dan tepki
ABD Başkanı Donald Trump’ın uygulamaya koyduğu yeni gümrük tarifelerinin etkisi, Amerikan iç politikasında yeni bir cephe açtı.
Punchbowl News’ün aktardığına göre dünyanın en büyük e-ticaret şirketlerinden Amazon, çok yakında ürünlerin toplam fiyatının yanında bu fiyatlara Trump’ın tarifelerinin ne kadar etkisi olduğunu da gösterecek.
Amazon’un hamlesi, Trump ile Jeff Bezos arasındaki uzun yıllara dayanan karmaşık ilişkiyi yeniden gündeme taşıdı. 2024 seçimlerini kazandıktan sonra teknoloji dünyasının birçok ismi gibi Bezos da Trump’a yakın durmaya çalışmıştı. Hatta geçtiğimiz aylarda Amazon, Trump’ın yemin törenine 1 milyon dolarlık bağış yapmış; Bezos da törene katılmıştı.
New York Times: “Türkiye’de sokağa çıkanlar küresel sessizlikten daha fazlasını hak ediyor”
ABD merkezli New York Times gazetesi, Türkiye’deki siyasi gelişmeleri değerlendirdiği makalesinde dünya liderlerinin tutumunu eleştirdi. “Türkiye Halkı Otokrasiye Direniyor. Sessizlikten Daha Fazlasını Hak Ediyorlar” başlıklı yazıda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası sokağa dökülen yüzbinlerce vatandaşın cesaretine dikkat çekildi.
Makale, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 22 yıllık iktidarını eleştirdi. NYT, “Erdoğan’ın yönetiminin yıllar içinde otoriterleştiği, yargı bağımsızlığını zayıflattığı ve muhalefeti bastırdığı” değerlendirmesinde bulundu. Gazete, bu gelişmelere karşın dünya liderlerinin sessiz kalmasını sert bir dille eleştirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler, ‘Transatlantik’le karşınızdayız. Gönül Tol İki hafta aradan sonra nihayet aramıza katıldı. Ömer Taşpınar ile de birlikteyiz. Tam kadro olarak konuşuyoruz. Merhaba arkadaşlar. Gönül, özlettin kendini, onun için seninle başlayalım. New York Times‘da Türkiye’deki olaylar ve protestolar hakkında çıkan bir başmakale var. Mealen “Küresel Sessizliği Hak Etmiyorlar” gibi bir başlığı vardı. Ama bu küresel sessizlik de sürüyor galiba. Ne dersin Gönül? Türkiye’de olan bitenler dünyanın umurunda değil mi? Zaten başlangıçta pek değildi, zamanla iyice unuttular mı?
Gönül Tol: Aslında halen bununla ilgili yazılar çıkıyor. Zannediyorum Özgür Özel CNN International‘a bir röportaj verdi. Dünya hâlâ bir miktar ilgileniyor tabii, ama bu bahsettiğin New York Times başyazısı gibi bence problemli olan yazılar da çıkıyor. Başlığına baktığınızda, Türkiye’deki demokrasi hareketini desteklediğini düşünüyorsunuz ve bu bence pozitif bir şey. Çünkü bunun dünyanın gündeminde olması olumlu. Fakat makalenin devamını okuduğunuzda çok problemli. Ne diyor makale, isterseniz oradan başlayalım. Birkaç argümanı var. Birincisi, “Erdoğan radikal bir İslamcıdır. İslamcı bir dış politika izliyor. Bu nedenle de Hamas’ı savunuyor ve İsrail’in çıkarlarına ters düşüyor. Ama diğer taraftan, Ekrem İmamoğlu’nun İsrail-Filistin konusunda daha ılımlı bir tutumu var. Bu nedenle Amerika, Türk demokrasisinin, Türk demokratlarının yanında durmalı” diyor. Ben bunu çok son derece problemli bir argüman olarak görüyorum. Neden problemli, bunu açayım. Üç dört tane argümanı sıraladım, onlardan başlayalım. Birincisi, Erdoğan’ın bir radikal İslamcı olduğu fikri. Erdoğan’ın İslamcı bir gündemi yok bir kere, bunu söylemek gerekiyor. Ne iç politikada ne de dış politikada böyle bir gündemi var. Erdoğan’ın gündemi gücü elinde toplayıp, sandığın anlamını yitirdiği bir Türkiye yaratmak ve asıl sorun da bu. Yani asıl sorun, Erdoğan’ın herhangi bir ideolojiyi savunmasından ziyade, Erdoğan’ın bir otokrat olması, ülkede yıllardır demokrasinin altını oyması ve nihayetinde İmamoğlu’nu tutuklamasıyla, Türkiye’yi Rusya tipi bir otokrasiye evirme yönünde çok büyük bir adım atmış olması. Temel problem bu. Fakat makale bunu söylemiyor.
Bunu daha evvel de konuştuk. Ben Erdoğan’ın her şeyden önce bir popülist olduğunu düşünüyorum. Hangi ideolojik kılıf otokratik emellerine hizmet ediyorsa o kılıfa bürünüyor. Kitabımda da bunu söylüyorum. Erdoğan ilk seçildiğinde nasıldı? İç siyasete, kimlerle ve hangi toplum kesimleriyle ittifak kurması gerektiğine bakıyor ve o toplum kesimlerini içine alabilecek bir ideolojik kılıfa bürünüyor. İlk seçildiğinde, bu, muhafazakâr demokrasiydi, öyle değil mi? Kendisini ve AK Parti’yi ‘’muhafazakâr demokrat’’ olarak tanımlamıştı. Çünkü o dönemde seçimleri kazanmış olmasına rağmen, sosyal demokratlar, liberaller, Türkler, Kürtlerin de olduğu geniş toplum kesimlerini altında birleştirebileceği bir şemsiye ideolojiye ihtiyacı vardı ve bunu ‘’muhafazakâr demokrasi’’ olarak tanımladı. Sonra 2011’de, medyayı, mahkemeleri, yargıyı ve bütün bürokrasiyi eline geçirdikten sonra, artık muhafazakâr demokrasi kılıfına ihtiyaç duymadı. Amacı, başkanlık sistemini, tek adamlık rejimini kurmaktı ve bunun için tabii daha evvel güvendiği, desteğine dayandığı demokrasi taraftarı kesimlerin, bu tek adamlık projesini desteklemeyeceğini anlayınca, bu sefer bir İslamcı kılıfa büründü. 2011 seçimlerinden sonra yaptığı zafer konuşmasını ve sonrasında hem içeride hem dışarıda yürüttüğü siyaseti hatırlayalım, gerçekten İslamcı bir ajandası vardı. Çünkü başkanlık sistemine geçmek için toplumun muhafazakâr kesimlerinin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Fakat bu olmadı. Kürtler desteklemedi, Gülencilerle aralarında çatlak oluştu, İslamcı ittifakın içerisinde ayrılıklar oluştu ve nihayetinde 2015 seçimleri oldu. İslamcılıkla da istediğini elde edemediğini anlayınca, Türk milliyetçiliğini savundu. Bunun hem içeride hem dışarıda sonuçları oldu.
Bütün bunlara baktığımızda Erdoğan’ın temel meselesinin bu olduğunu görüyoruz. Her üç dönemde de ideolojik kılıf değişiyor. Değişmeyen şey, Erdoğan’ın mutlak güç istemi ve asıl problem bu olmalı. Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasi isteyen vatandaşlar için de asıl gündem ve önemli olan şey bu olmalı. ‘’Dış dünyada demokrasiyi savunuyoruz, Türk demokrasisini desteklemeliyiz’’ diyenlerin de asıl derdi bu olmalı. New York Times makalesinde asıl dert bu değil. Bundan nereye atlıyor? “Erdoğan İslamcıdır. İslamcı olduğu için de Filistin meselesinde çok sert bir tutum takınıyor. Biz de bu nedenle onu değil, İmamoğlu’nu desteklemeliyiz” diyor. Yani kendi gündemi var. Erdoğan’ın İslamcı olmadığına dair de bir şey yazmak istiyorum. Çünkü sadece New York Times makalesi değil, geçen hafta The Atlantic dergisinde de böyle bir yazı çıktı. Makale, “Erdoğan Neo-Osmanlıcı bir politika izliyor, o nedenle durdurulmalıdır” diyor. Neo-Osmanlıcılık mı kaldı artık?
Erdoğan’ın dış politikasına bakalım. Dış politikasında, İslamcılığın küçücük parçaları kalan yerler neresiydi? Mesela Libya’ydı. Erdoğan Libya’da ne yapıyordu? İhvan’ın da içinde olduğu Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti vardı, Türkiye orayı destekliyordu. Karşı tarafta da Halife Hafter’in güçleri vardı ve Türkiye, İhvan’ın da içinde olduğu koalisyonu desteklediği için, Washington gibi yerlerde İslamcı bir dış politika izlediği söyleniyordu. Oysa Türkiye daha bu ay Halife Hafter’in oğlunu misafir etti, Savunma Bakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakan Yardımcısı’yla görüştü. Neden bunu yapıyor? Çünkü artık Türkiye’nin dış politikasının ne ideolojik bir motivasyonu var ne ideolojik bir gündemi var ne de Neo-Osmanlıcılık gibi hegemonya peşinde koşan bir yapısı var. Bugün Erdoğan’ın dış siyasetteki hamlelerini tanımlayan ana güdü, para kazanmak. Bunları enerji ve savunma alanında yapıyor. Yine bu Libya konusuna dönelim. Hafter’in oğlu Saddam Hafter’i misafir etti. Çünkü burada açık kaynaklardan öğrendiğimize göre, konuşulan şeyler arasında bir enerji ve savunma alanında iş birliği var. Libya’da petrol üretiminin büyük kısmı Libya’nın doğusundaki Sirte’de yapılıyor ve buradaki bütün bu petrol limanları Hafter’in elinde. Bu görüşmede konuşulan şeylerden bir tanesi, ‘’enerji konusunda iş birliği yapalım, siz de bizden savunma ürünleri alın ve savunma konusunda da iş birliğine gidelim’’ tartışması.
Bir diğer konu Sudan. Sudan’da bir iç savaş devam ediyor. Savaşan taraflara baktığınızda, bir tarafta Abdülfettah el-Burhan, diğer tarafta da Muhammed Hamdan var. İslamcı Ömer el-Beşir’in ekibi devrildi biliyorsunuz. Bir tarafta, onun içerisindeki İslamcı güçler var, diğer tarafta ona karşı savaşan güçler var. Türkiye, Sudan İç Savaşı’nda her iki tarafa da silah satıyor. Yani ideolojik bir motivasyonu olsa, diğer tarafa karşı İslamcıları destekler. Ama böyle bir şey yok, her iki tarafa da silah satıyor. Birkaç hafta önce, Türkiye’nin Somali’ye 400 asker gönderdiği söyleniyor. Orada Turksom Askeri Üssü var, Türkiye’nin yurtdışındaki en büyük askeri üslerinden bir tanesi. Oraya 400 asker gönderdi, ki bu, 2,500 askerlik daha büyük bir gücün sadece bir parçası. Oradaki Türk askerlerinin görevlerinden bir tanesi, enerji arama faaliyetlerine destek olmak.
Şununla bitireyim. Bu, Neo-Osmanlıcılık, İslamcılık filan değil. Onu denedi, Türkiye, Arap ayaklanmaları başladıktan sonra, Ahmet Davutoğlu etkisiyle Neo-Osmanlıcı bir bölgesel hegemonya arayışına girdi. Fakat başarılı olamadı. Bugün geldiğimiz noktada, Suriye’de bile Suudi Arabistan’a bakıyor kendi çıkarlarını gerçekleştirebilmek için. Çünkü parası yok. Bu arada, Batı medyasında, Türkiye’yi, Erdoğan’ın dış politikasını Neo-Osmanlıcı çerçeveden tanımlayan yazılar çok sık çıkıyor. Bunlar bana çok problemli geliyor ama bir taraftan da anlaşılır. Çünkü bu The Atlantic’in ve New York Times‘ın yazısı şaşırtıcı değil. Bunlar, İsrail konusunda son derece şahin bakış açısına sahip insanlar. Bütünüyle Erdoğan’ın İsrail-Filistin meselesindeki tutumuna bakıp, kendi tabanlarını mobilize etmeye yönelik yazılar, ama bence gerçeği yansıtmıyor. Ama tabii “Erdoğan, İsrail çıkarlarının altını oyuyor, o yüzden ben bir Amerikan vatandaşı olarak Amerika’nın Erdoğan’ı desteklemesini istemiyorum” diye bir yazı yazabilirsiniz. Fakat bunu demokrasi kılıfına oturttuğunuzda, samimiyetinizi kaybediyorsunuz. Eğer New York Times yazısının içerisinde Ekrem İmamoğlu’na ya da protestolara hiç değinilmeseydi, yine itirazım olurdu, fakat beni bu kadar büyük rahatsız etmezdi. Beni çok rahatsız eden şey, Türkiye’deki demokrasi hareketini, kendi ideolojik körlüklerine alet ederek kendilerini meşrulaştırmaya çalışmaları.
Ruşen Çakır: Gönül iki haftadır yoktun, dönüşün muhteşem oldu. New York Times seni çok kızdırmış, ama hiç haksız değilsin. Bakalım Ömer New York Times‘ı koruyacak mı?
Ömer Taşpınar: Koruyacağım tabii. Gönül’ün söylediğine hak veriyorum ama bu tür yazılarda fazla derine inemiyorlar. Batı’nın gözünde ‘’Erdoğan İslamcı’’ kalıbı ilginç bir şekilde devam ediyor. Bunun temel nedeni de Erdoğan’ın Hamas’a özgürlük savaşçısı demesi, Hamas’ı kınamaması, Hamas’ı terör örgütü olarak görmemesi. Arap dünyasında Hamas’ı bu kadar savunan bir ülke yok gibi. Katar bile bu kadar savunmuyor. Türkiye Hamas konusunda, Erdoğan üzerinden çok sert bir söylem edindi. Bunun bir sürü nedeni var. Erdoğan içeride, belki de kendisinin de daha sağında olan Yeniden Refah gibi İslamcı gruplara ekmek kaptırmamak için yapıyor. Ama Amerika’nın gündeminde bir Hamas meselesi var. Hamas konusunda da Türkiye’den daha fazla Hamas’a destek veren, Hamas’ı terör örgütü olarak görmeyen başka bir ülke yok. Bu bir veri. Bu nedenle Erdoğan’a İslamcı deme hakları var. Erdoğan’ın Sudan’da, Libya’da yaptıkları şeylere böyle bir yazıda giremiyorlar. Ona dikkat de etmiyorlar. Dikkat ettikleri konu gündemde olan konu. Bir de tabii Türkiye Yeni Osmanlıcılık babında, aslında şu dönem ilk defa Arap dünyasında eskiden olmadığı kadar etkili bir yerde. O da Suriye sayesinde. Amerika’nın ve tabii ki New York Times‘ın gözünde Türkiye Suriye’yi ele geçiriliyor. Amerika’da böyle bakılıyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin Arap Baharı’ndan sonra Arap dünyasına geri dönüşü muhteşem oldu gibi. Arap dünyasının en kritik ve sonuçta neredeyse anahtar ülkesi, güç dengelerini İran aleyhine çevirebilecek, Türkiye lehine İsrail’e karşı da bir koz olarak kullanılabilecek, ki İsrail bunu çok kullanıyor, Amerikan basınında görüyoruz.
Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkisi, bir bakıma Yeni Osmanlıcı, İslamcı etkisi. Niye İslamcı etkisi? Çünkü Suriye’yi bugün, geçmişinde cihatçılık olan bir yönetim yönetiyor ve bu yönetimin en güçlü destekçisi Recep Tayyip Erdoğan. Bu da New York Times‘a “Erdoğan İslamcıdır, halen İslamcılık yapıyor” gibi bir söylem kullanma çerçevesini sağlıyor. Tabii Ahmet eş-Şara’nın söylemi artık cihatçılık üzerinden gitmiyor, ama herhalde, Ahmet eş-Şara’nın gündeminin ne olacağı, oradaki Alevilerin, Hristiyanların, kadınların ne olacağı konusunda hâlâ ciddi soru işaretleri var. Yakından izleyenler olarak biz biliyoruz ki Türkiye de Ahmet eş-Şara üzerinde ılımlaştırıcı bir etkide bulundu. Ahmet eş-Şara’nın Batı’yla yaptığı charm offensive dediğimiz, Batı’yı bir şekilde tavlaması ve “Ben değiştim artık İslamcı değilim” demesi, tabii ki biraz Erdoğan’ın da etkisiyle oluyor. New York Times‘taki yazı, bunları görebilecek sofistikasyonda bir yazı değildi. Bu eski “Türkiye İslamcıdır. Erdoğan da İslamcıdır. Hamas ve Suriye üzerinden Türkiye de, Ortadoğu’da Yeni Osmanlıcı ve son derece etkili politikalar izleyebiliyor” bakış açısı, Suriye nedeniyle de gündemde.
Ruşen Çakır: Evet, isterseniz biraz Trump’ı konuşalım. Dükkân sizin. Yüz günü atlatmış durumdasınız. Trump “Yapacaklarımı daha siz görmediniz” demiş. Herhalde büyük bir heyecanla ve hevesle bekliyorsunuz. Ne oldu 100 günde? Gönül, diğer başkanların ya da Trump’ın ilk dönemindeki 100 günüyle kıyaslarsak çok laf vardı. Gümrük tarifeleri herhalde domine etti olayı. Bir de Rusya’yla tam ne olduğu belli olmayan işler.
Gönül Tol: Aslında iki dosyayı da konuşalım: Bir, iç siyasette Trump’ın 100 günü ne anlama geliyor? Bir de dış siyasette ne anlama geliyor? İç siyasette bence en çarpıcı şey, Amerikan demokrasisinin, 100 gün gibi kısa bir sürede hızla erozyona uğramış olması. Bu çok dramatik. Dün bir arkadaşım akademik bir makale paylaştı. ‘’Amerika, darbe olmadan en hızlı otokratikleşen ülkelerden bir tanesi’’ diyor. Biz bunu Washington’da yaşayan insanlar olarak günlük yaşamımızda hissediyoruz. Ama gerçekten istatistiklere ve yapılan çalışmalara baktığınızda, Amerika’nın otokratikleşmesi çok gerçek. Mesela son 80 yılda, geçmiş Amerikan başkanlarının ilk 100 günde yaptığı şeylere bakılmış, Trump’ın, Obama’nın ilk döneminde çıkardığı kararname sayısından çok daha fazla kararnameyi ilk 100 günde çıkardığı söyleniyor. Bu tabii çok büyük bir problem. Çünkü kararnamelerle yasal süreçleri bypass ediyor, kongreyi bypass ediyor. Hatırlarsan, geçen yıl seçimlerden önce konuştuğumuz bir Heritage Foundation diye muhafazakâr bir düşünce kuruluşu vardı, “2025 Projesi” diye 900 sayfalık bir rapor yayınlamıştı. Amerikan medyasında çok konuşuldu bu. “Proje 2025” denilen proje, aslında Trump seçimleri kazanırsa Trump’ın politikalarının yönünü belirleyecek proje diye çok böyle didik didik edilmişti. Sonra kampanya sırasında Trump çıkıp “Hayır, ben bu insanlar kimler bilmiyorum, Heritage Foundation kim? Bu projenin, bu dokümanın benimle alâkası yok” demişti. Fakat bugün baktığımızda Trump’ın bu “Proje 2025”in önerdiğinden çok daha radikal, politikalar benimsediğini görüyorsunuz. Göçmen meselesinden tutun sınır güvenliğine, üniversitelerin özerkliğinden tutun mahkemelerin bağımsızlığına, Trump’ın, kendisini vaktiyle eleştiren siyasi rakiplerinin peşine mahkemeleri takmasından tutun, bakanlıkların, özellikle Adalet Bakanlığı’nın siyasileştirilmesine kadar, o projenin önermeye cesaret edemediği kadar radikal şeyleri 100 gün içerisinde hayata geçirdi ve bence bu çok dramatik bir şey.
Trump’ın bugün yaptığı pek çok şey Anayasaya aykırı. Mesela en basiti vatandaşlık kanunu. Anayasada bellidir bu. Eğer Amerika’da doğmuşsanız, otomatik olarak Amerikan vatandaşı olursunuz. Şimdi buna karşı çıkıyor, bunu geri almaya çalışıyor Trump. Bu Anayasal bir şey değil. Bunun gibi Anayasayı ihlal eden onlarca şey hayata geçirdi. Bu, demokrasiyi savunan güçler ya da o denge ve denetleme mekanizmaları bütünüyle bypass edilmiş, işlevsizleştirilmiş anlamına gelmiyor. Hâlihazırda Trump’ın yaptığı, hayata geçirdiği politikalara karşı açılmış 200 tane dava var. Bir taraftan da gerçekten Amerika’nın demokratik ruhunun, Trump’a karşı bir savaş verdiğini görüyoruz. Fakat yine de Trump demokratik erozyon konusunda hiçbir Amerikan başkanının yapmayı tahayyül bile etmediği şeyleri yaptı. Bu bana çok önemli geliyor.
Peki buna Amerikan halkı ne tepki veriyor? Yine geçmiş başkanlara oranla, Trump, görev onayı en düşük başkan. Şu anda toplumun sadece %39’u destekliyor. Trump yönetiminin özellikle göçmenler konusunda attığı radikal adımlar çok ilginç. Mesela, insanları kolundan tutup sınır dışı ediyor. Bu arada sınır kapatıldı, gerçekten sınırdan insan geçişi çok çok güney sınırından çok kısıtlanmış durumda. O konuda başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Başarılı derken, bunun taahhüdünü vermişti, o anlamda başarılı. Fakat Biden yönetiminin sınır dışı etme rakamlarına baktığınızda, Biden yönetiminden çok daha hızlı sınır dışı edilemiyor. Üstelik, ellerine yüzlerine de bulaştırıyorlar. Mesela iki gün evvel, Amerikan vatandaşı olan, bu ülkede doğmuş ve kanser tedavisi gören çocuklar, aileleriyle birlikte sınır dışı edildi. Çok insanlık dışı şeyler yapıyorlar ve aslında buna verilen de ciddi tepki var. Bu %39 görev onayı o anlamda bence çok dramatik. İç siyasetteki resim bu. Bir de dış siyaseti konuşabiliriz istersen. Ömer iç siyasete dair söyleyecekleri varsa söylesin, sonra Trump’ın dış politikada 100 günde ne yaptığını konuşabiliriz.
Ruşen Çakır: Evet. Ömer ne diyorsun? İçeride ekonomi tıkırında mı mesela? Bayağı sorun var değil mi?
Ömer Taşpınar: Evet. Trump’ın, ikinci döneminde birinci dönemine oranla çok daha cüretkâr, sert adımlar attığı ve sistemi salladığı aşikâr. Birinci döneminde etrafında Cumhuriyetçi Partinin müesses nizamını temsil eden bazı isimler vardı ve fren denetleme mekanizmaları biraz daha işliyordu. Bugün, Gönül’ün anlattığı gibi, freni boşalmış bir Trump yönetimi var ve çok sert, çok da çabuk gidiyor. Ama burada iyi haber, ekonomide berbat bir gidişat var. Amerikan halkı için nihayetinde her şey ekonomiyle başlıyor, ekonomiyle bitiyor, bunu çok açıkça kabul etmek lazım. Kamala Harris seçimleri enflasyon nedeniyle kaybetti. Ekonomideki gidişat, enflasyonun devam ettiğini, hatta artacağını, iyi giden bir kalkınma hızının, bugün durgunluğa doğru gidişini gösteriyor. Çünkü bu gümrük vergileri nedeniyle bütün piyasalarda belirsizlik var. Borsanın tepetaklak aşağı inişi, Amerika’nın borçlanma şansı, bono fiyatlarının artması nedeniyle daha da zorlaşıyor. Amerika her ihtimalde borçlanacak, ama borcu çok artıyor ve genelde piyasalar ve dünya Amerika’nın gidişatına güvenle bakmıyor. Doların hali ortada. Dolar son 10 yılda ilk kez bu kadar ciddi değer kaybediyor. Dolayısıyla, bu gidişat, Trump’ın 2 yıl içinde ara seçimleri kaybetmesini de beraberinde getirecek. Trump, iki yıl içinde seçimleri kaybeder ama bir şekilde toparlayıp, hatalarından öğrenip, 2028’de ekonomiyi düzlüğe de çıkarabilir. O zaman tabii bana göre iç politika ile ilgili soracağımız soru şu olur, ki bu, Gönül’ün haklı olarak çizdiği karamsar çerçevenin en zirve noktası, Trump’ın “Ben görevden ayrılmayacağım ve üçüncü kez seçilmek istiyorum” demesi olur. Bu da Amerika’yı bildiğimiz diğer otoriter rejimler seviyesine getirir. Trump’ın seçimle iktidardan gitmeyeceği veya seçimlere tekrar gireceği, bu iktidarı bırakmayacağı yönünde bir kriz ortaya çıkar.
Bu kriz geçmişte nasıl yaşanmıştı? Franklin Roosevelt zamanında, üçüncü, hatta dördüncü kez de bu adaylık meselesi olmuştu, Amerika’da bu iki dönem kuralı ondan sonra getirildi. Trump’ın, iki dönem kuralını aşmak için neler yapabileceği üzerine formüller düşünülür. En kötü ihtimal, bir şekilde olağanüstü hâl ve savaş durumu olması. Diğer ihtimal, Başkan Trump’ın seçeceği kukla birisinin, başkan yardımcısı adayı olup bir şekilde kazandıktan sonra, Trump’ın tekrar başkanlığa çıkması gibi bir formül olabilir. Bunlar Amerikan demokrasisini bugünkü gidişattan çok daha negatif bir yere de getirebilir. Kanımca orada değiliz. Geçen hafta seninle konuştuğumuz Harvard Üniversitesi’nin direnişi, toplumda gördüğümüz direniş, mahkemelerin iyi kötü direnmesi ki artık yargıçları hapse atmaya doğru giden bir çatışma yaşanıyor orada. Bu çatışma önemli. Ama bana göre yargı, hukuk düzeni, üniversiteler, sivil toplum ve medya hâlâ ayakta; Trump’a karşı bir direniş var ve ekonomi de kötü giderse, Trump da gider gibi geliyor bana.
Ruşen Çakır: Peki, dünyayla ilişkiler konusuna gelelim ama dünya faslını da hızlıca geçelim. En son şu Amazon meselesini de konuşmak istiyorum. Çünkü Amazon’un sahibi Jeff Bezos, Trump’a destek vermişti diye hatırlıyorum. Biraz ‘’kendi düşen ağlamaz’’ gibi bir şey olmuş galiba. Ama şu dünya meselesinde Trump Filistin’le bir şekilde ilgilendi, Rusya’yla bir şekilde ilgilendi. Ama dünyaya bakışında en önemli şey, gümrük tarifeleri meselesiyle dünyadaki bütün o serbest ticaret düzenini altüst etmesi ve ‘’öngörülemez ve güvenilmez’’ bir Amerikan Başkanı olduğunu bir kere daha kanıtlaması herhalde.
Gönül Tol: Evet, ondan önce Ömer’in söylediğine bir şey ekleyeyim. Ömer, “Bir sonraki ara seçimler çok önemli. Eğer Cumhuriyetçiler seçimlerde mevzi kaybederlerse, bu Trump’ı frenleyen bir mekanizma haline gelebilir” dedi. Ondan önce, bu yılın sonunda New Jersey ve Virginia’da valilik seçimleri var. Onlar da önemli indikatörler olacak bence, onlara da dikkat etmek gerekiyor. Dış politikada Trump nasıl bir profil çizdi? Trump kampanya sırasında söyledikleriyle, pek çok insanda izolasyonist bir dış politika izleyecek beklentisi vardı. Neo-conservatism (Yeni muhafazakârlık), Amerika’nın biricikliğini, biricik kimliğini savunur ve dış politikada da dünyanın özellikle demokratik değerlerini koruma konusunda aktif ve aktivist bir politika izlemesini, şahin bir politika izlemesini öngörür. Bu Neo-con’culuk, aslında Cumhuriyetçi Parti’nin dış politika duruşunu kaç jenerasyondur şekillendirmişti. Bu Neo-con kanat, Trump’ın kampanyası sırasında söylediklerini aslında bir tehdit olarak da görüyordu. Yani izolasyonist bir Amerikan başkanının, Amerikan çıkarlarının altını oyacağını düşünen bir ekol. O yüzden Trump’ın kurduğu bu sağ koalisyon içerisinde “Önce Amerika/ America First” diyenler ve Neo-conlar arasında dış politika konusunda bir çatışma vardı. Şimdi 100 gün geçti. Eğer Trump’ın dış politikasını tanımlamamız gerekirse, bunu izolasyonist olarak mı tanımlarız sorusuna ben kesinlikle hayır diyorum. İzolasyonist bir politika olmanın çok ötesinde, hatta hegemonya arayışı içerisinde olan bir dış politika izledi Trump. Grönland’ı işgal etmekten, Kanada’yı 51. eyalet yapmaktan, Panama Kanalı’ndan bahsetti, ‘’Gazze’yi satın alacağız ve Riviera’ya çevireceğiz’’ türü şeyler söyledi. Dolayısıyla, izolasyonist bir politika gütmedi. Ama bu yine de o sağ koalisyonun içerisinde Trump’ın dış politika performansı bütünüyle benimsenmiş, takdir ediliyor anlamına da gelmiyor.
Trump’ın kendi koalisyonu içerisinde dış politika konusunda yaşadığı en büyük ayrışmalardan bir tanesi, Ukrayna meselesi. Bir taraftan, ‘’Ukrayna’yı savunmamız gerekiyor’’ diyen bir Neo-con taban var. Diğer taraftan, Trump, “Ben 24 saatte Ukrayna savaşını bitireceğim” demişti. Geçen hafta Marco Rubio “Önümüzdeki hafta çok önemli bir hafta bizim için. Bu meseleyi çözebilecek miyiz çözemeyecek miyiz, bu meselenin içinde olmalı mıyız olmamalı mıyız diye karar vereceğiz” dedi. Amerika 24 saat içerisinde, ‘’bu işi çözerim’’den, “Bu bizi ilgilendiren bir mesele değil”e gelebilir. Bu da bir kırılma yaratıyor, bu bir. İkincisi, o kırılmanın ötesinde, Amerika’nın dünya üzerindeki etkisinin de diğer ülkelerin davranışlarını şekillendirme gücünün de ne kadar azaldığını gösteriyor. Mesela, Trump Putin’i durduramadı, öyle değil mi? Elinde pek çok araç vardı. Tabii ‘’bunu durdurmak istedi mi?’’ meselesi de var. Ama Trump Putin’i ne korkutabildi ne davranışını değiştirebildi. Bu da Amerika’nın gücünün aslında ne kadar azaldığına bir işaret. Bence baş sorunlardan bir tanesi, Trump’ın politikaları.
Trump’ın kendi koalisyonu içerisinde rahatsızlık yaratan bir diğer dosya, İran meselesi. Bu arada, ben Trump’ın İran politikasını destekliyorum. Çünkü İsrail’in, Netanyahu’nun tüm ısrarlarına rağmen, şimdilik diplomatik çözümü benimsiyor. Netanyahu, Trump’la buradaki görüşmesinde net olarak “Bunu diplomatik yolla çözmenin imkânı yok, İran’ın nükleer programını bütünüyle bitirmek için ve bölgedeki problemli dış politika hamlelerini sınırlandırabilmek için bir askeri operasyon gerekiyor. Bu askeri operasyonu Amerika olmadan yapamayız. Bizi destekleyin. Mayıs ayında böyle bir saldırı gerçekleştirelim” diyor. Trump ise buna çok net bir şekilde “Hayır, şu anda ben müzakerelere öncelik vermek istiyorum” diyor. Müzakereler çökerse askeri opsiyon çok ciddi bir alternatif, ama şu anda orada değil.
Şimdi Trump ne yapmak istiyor? Bir kere İran konusunda bir kafa karışıklığı var. 2015’teki ‘’The Joint Comprehensive Plan of Action (JCPOA), yani ‘’İran Nükleer Anlaşması’nı çok başarısız buluyordu ve çok daha iyi bir anlaşmayla geleceğini söylüyordu. Anladığımız kadarıyla ondan çok daha farklı bir anlaşma peşinde değil. İran’ın diğer sorunlu politikalarına değil, bütünüyle nükleer meseleye odaklanmış bir müzakere süreci gidiyor. Kafa karışıklığı şurada: Trump, İran’ın barışçıl nükleer programını sürdürmesine müsaade edecek mi yoksa tamamen bitirmesini mi talep edecek? Hem İran rejimi hem Trump, her iki taraf da anlaşmaya varmak istiyor. Fakat önemli problemler var. Kendi koalisyonundaki çatlak sesler “Kesinlikle İran’la bir müzakere masasına oturulmamalıydı. İran, Trump’ı manipüle ediyor ve askeri opsiyona gidilmeli” diyor. Bu da bir hayâl kırıklığı yaratıyor.
Son olarak da şunu söyleyeyim: Trump için bir profil çıkarmamız gerekirse, ilk dış ziyaretini gelecek hafta Körfez ülkelerine yapacak. Ömer geçenlerde bu konuyu Şirin Payzın’la konuştu. Bu aslında gerçekten hem Türkiye’ye bakış açısı açısından da çok şey söylüyor, genel olarak dış politikaya bakış açısı açısından da çok şey söylüyor. Mesela gazeteciler “Neden Suudi Arabistan’a, neden Körfez ülkelerine gidiyorsunuz diye sordu. “Bana milyarlarca dolar yatırım sözü verdiler. Hatta ‘600 milyar dolar dediler. Ben onu ‘Bir trilyon dolara tamamlayalım’ dedim. Eğer tamamlarsanız, ben ilk sizi ziyaret ederim dedim’’ açıklamasını yaptı. Dış politikaya böyle bir iş adamı perspektifinden bakıyor. Mesela dış politika konusunda ‘’Trump doktrini var mı?’’ diye BURDA çok konuşuluyor. Öyle bir doktrin yok. Tıpkı, Erdoğan’ın bir ideolojisi olmadığı gibi. Mesele tamamen para kazanmak üzerine kurulmuş durumda.
Ruşen Çakır: Ömer Bey siz ne diyorsunuz? Trump dünyayı kurtarıyor değil mi?
Ömer Taşpınar: Tabii. Her zaman olduğu gibi. Gönül çok güzel toparladı, benim fazla söyleyecek bir şeyim yok. Sadece Türkiye meselesine geleyim. Türkiye açısından Trump’ın gelişi büyük bir heyecanla karşılandı. Çünkü Biden’la ilişkiler iyi gitmiyordu. Şimdi işte bir S-400’leri Suriye’ye verip vermeme durumu var. O olursa F-35’leri alabilir miyiz heyecanı oluşacak. Ama Türk kamuoyunun şunu bilmesinde yarar var: Amerika’nın gündeminde Türkiye ciddi olarak yok. Gönül New York Times’ın yaptığı hatayla başladı, değil mi? New York Times gibi buranın en kaliteli gazetesi bile Türkiye’yi doğru dürüst takip edemiyor. Yani Türkiye gündemde değil. Türkiye’de ne olup ne bittiği, bu son tutuklama ve toplumsal tepki nedeniyle birkaç yazı çıktı. Ama ben medyada genel tarama yaptığımda, Türkiye kendi suyunda giden bir ülke olarak gözüküyor ve Amerika açısından ne büyük fırsatlar ne de büyük sorunlar yaratan bir ülke halinde. Biz buna İngilizce’de “relevant” değil diyoruz. Yani Türkiye Amerika’nın büyük stratejik hesapları içinde büyük rol oynayan bir ülke konumunda değil. Biz ise Türkiye’de tam tersini düşünüyoruz. Türkiye ile ilgili bütün gelişmelerde bir Amerikan parmağı arama, komplocu, Amerika’yı olduğundan daha güçlü görme alışkanlıklarımız var. Nihayetinde Trump da dünyada Amerika’nın gücünün zannettiği kadar fazla olmadığını görecek.
Tabii Çin açısından görüyor. Çin’i yerinden fazla oynatamadı bu tarifelerle. Birkaç günden beri “Çin’le görüşüyoruz” diyen utanmaz bir Amerikan yönetimi var. Çin “Hayır, öyle görüşmeler yapmıyoruz” diyor. Bu, Amerika açısından utanç verici. ‘’Biz Çin’le görüşüyoruz, pazarlık içindeyiz” diyorlar. Çin sözcüsü çıkıyor, “Hayır, Amerika’yla konuştuğumuz, ettiğimiz yok’’ diyor. Yalan söyleyen, kendi yaptıklarını kaotik, profesyonel olmayan, amatör bir şekilde, sanki dünya üzerinde çok etkiliymiş gibi gözüken bir Amerikan yönetimi var. Putin üzerindeki etkisini görüyoruz, sıfıra yakın. Putin bildiğini yapıyor yine; Trump’a istediklerini dayattı. İran’la ilişkiler bakıyoruz, İran’la, Obama’nın yaptığı anlaşmanın aynısını yapacaklar neredeyse ve bunu dönüp dolaşıp büyük bir başarı olarak sunacaklar. Trump ne yaptı? NAFTA’yı (Kuzey Amerika Ticaret Anlaşması) birinci döneminde feshetti. Sonra “Çok daha güzel bir anlaşma yaptım” dedi, aynı NAFTA’yı getirdi, koydu.
Dolayısıyla, Trump’a baktığımızda, bir amatör, kaotik dış politika meselesi var. Farklı farklı kafalardan farklı farklı sesler çıkıyor. Bana göre çok kötü yönetiyor, dış politikadaki gidiş hattında hiçbir kaale alınacak bir tarafı yok. Bütünüyle ticaret, bütünüyle para kazanmak üstüne. Suudi Arabistan’dan 1 trilyon gelecek. Birleşik Arap Emirlikleri de “Bir dakika biz de 1,4 trilyon harcayacağız. Bize de uğra” dedi. Oraya da uğrayacak. Katar zaten orada bir sürü iş kotarıyor, onların da dünya kadar parası var. Ne kadar ekmek o kadar köfte. Oralara gidip Amerikan ekonomisi için birazcık para toplamaya çalışacak. O nedenle, şu ortamda Türkiye’ye gelmesi için ciddi bir sebep yok. Suriye geçici yönetimin yeni başkanı Ahmet şl-Şara ile görüşürse, Riyad’da görüşür. Sisi ile de orada görüşür. Normal şartlarda yüzü olsa Erdoğan’a bile “Riyad’a gel, Riyad’da görüşelim, Arap ligine sen de gir, sen de gel konuş, şurada beraber toplanalım” der. Onu da Erdoğan kendine yediremeyeceği için yapmayacak. Ama bana göre Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir şey beklemek gerçekçi değil.
S-400’ler meselesinde Türkiye bunu gerçekten Suriye’ye veriyorsa, orada bir gelişme yaşanabilir. Benim korkum, bu S-400’leri Suriye’ye verdiği anda Suriye bunu kullanamaz, çünkü İsrail vurur gibi geliyor bana. İsrail o S-400’leri neredeyse bulur ve ortadan kaldırır. Çünkü S-400’lerin kullanılması, eğer Suriye palazlanırsa, İsrail’in elindeki F-35’lere ve F-16’lara karşı olacak. İsrail, Suriye hava sahasını koruyacak olan bu S-400’ün orada mevcut olmasına izin vermez. Ama Türkiye bunları bir şekilde Suriye’ye vererek kendisi F-35 programına dönmek istiyor. Orada Putin’le bir sorun yaşayabilir. Putin bunları Suriye’nin kullanmasına ne tepki verir, bilmiyorum. Türkiye, Erdoğan, belki “Bunu veriyoruz, bu sayede senin de Şam’la görüşmelerine destekte bulunuyoruz. Şam, senin Lazkiye’deki ve Tartus’taki askeri üssünü kullanmana izin verecek. Bu da onun bir parçası” diyerek Putin’e bir parmak bal verebilir. Türkiye bunları yönetebilecek konumda. Bir şekilde bölgesel diplomaside bir şeyler yapıyor. Çok da kötü idare etmiyor gibi geliyor bana. Ukrayna meselesinde de Erdoğan’ın, ‘’Biz Ukrayna’yı NATO’da görmek istiyoruz’’ demesi önemliydi. NATO’da bu kadar net bir şekilde “Ukrayna NATO üyesi olmalıdır” diyen çok fazla ülke yok. Türkiye bunu söylüyor. Amerika Kırım’ın ilhakını kabul etti, Türkiye kabul etmiyor. Sonuçta Türkiye, Ukrayna ve Rusya konusunda bir denge politikası izliyor, Bu açılardan baktığımızda ille de ‘’Türk dış politikası başarısız’’ demenin bir anlamı yok, ama Amerika açısından bunlar nihayetinde çok fazla bir şey ifade etmiyor. Onu söylemeye çalışıyorum.
Gönül Tol: S-400’le ilgili ben de bir şey söyleyebilir miyim? Bu S-400 konusunu Amerikan Dışişleri’nden bir kontağıma sordum. ‘’Türkiye S-400’leri Suriye’ye bağışlayacak’’ konusunun aslında tartışılan bir şey olduğunu söyledi. ‘’Erdoğan bir sürü bir çözüm bulmaya çalışıyor. Bir ara Ukrayna’ya gönderilir mi, Azerbaycan’a bu gönderilir mi diye tartışıldı. “Suriye mevzusu da bu tartışmaların bir parçasıydı” dedi. Ama bu 2 yıl önce konuşulmaya başlandığında, Rusya buna çok net hayır diyordu. Sonuçta Türkiye ve Rusya arasında imzalanmış nihai kullanıcı sözleşmesi var ve dolayısıyla Türkiye’nin S-400’lerle ne yapacağı konusunda Rusya’nın bir söz hakkı var. “Rusya buna karşı çıkmıştı” diyor. Tabii 2 yıl öncesinden bahsediyor. Fakat bugün Suriye’de de Türk-Rus ilişkilerinde de farklı bir dinamik var. O yüzden ben şöyle bir akıl yürütmek istiyorum: Müzakereler yürüyor. Rusya, Suriye’deki üslerine erişebilmek, o üsleri korumak istiyor. Şam ne istiyor? Bence Şam da buna ‘’tamam’’ diyebilir. Çünkü Rusya sonuçta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi. Suriye’nin de yaptırımlardan tutun pek çok konuda Batı’nın iş birliğine ihtiyacı var. O yüzden Rusya’yı yanında görmek istiyor, Rusya’yla çalışmak zorunda. Ayrıca sadece o da değil. Savunma iş birliğinden hatırlayalım, Suriye Ordusu’nun silah ve mühimmatını onlarca yıl Rusya verdi. Bu konuda yardıma ihtiyacı var. Enerji konusunda da Rusya’nın yardımına ihtiyacı var. Mesela Suriye’nin taleplerinden bir tanesi, Ahmet eş-Şara “Siz bu iç savaşta Suriye’nin yerle bir edilmesinde bu kadar kilit bir rol oynadınız, finansal olarak kompanse edin” diyor. Putin ona karşı çıkıyor. Rus yetkililer de “Böyle bir finansal kompanse etme durumu olmaz ama orada üslerimiz var, o üstleri elimizde tutalım ve oradan insani yardım ulaştıralım” diyor.
Sonuç olarak, Şam ve Moskova arasında bir müzakere süreci devam ediyor ve üslerin Rusya’da kalması çok uçuk bir alternatif değil, bence olabilecek bir şey. Bu çerçevede Türkiye ile de görüşüldü, geçen hafta zannediyorum Türk ve Rus yetkililer bu üs meselesini de görüştüler. Şimdi şöyle bir akıl yürütmek istiyorum; Erdoğan gerçekten bu S-400 meselesini çözmek istiyor. Neden çözmek istiyor? Yeniden orijinal argümanıma dönelim: Erdoğan para kazanmak istiyor, değil mi? Savunma sektörü damadının elinde. Enerji meselesinde, yine kendisine yakın aile fertlerinin de dâhil olduğu bir şey söz konusu. Erdoğan açısından CAATSA yaptırımlarının kaldırılması çok önemli. Fakat bu yaptırım metni ne diyor? Çok net bir metin bu. Şunu da söyleyeyim: Marco Rubio’nun etrafındaki insanlar “Türk tarafına şunu söyledik: CAATSA yaptırımlarının metninde bizim düşündüğümüzden çok daha sınırlayıcı bir dil kullanılmış. S-400’ü hiç kutudan çıkarmayalım. Bu bununla CAATSA Yaptırımlarının kaldırılması mümkün değil” demişler. Dolayısıyla, Erdoğan’ın S-400 konusunda çok radikal bir adım atması gerekiyor. Ne yapabilir? Suriye’ye gönderebilir. Peki, iç siyasette bunu nasıl satar? “Orada İsrail var, İsrail bizi tehdit ediyor. S-400’leri oraya konuşlandırmamız” lazım diyebilir. Rusya’ya ne der? Normalde Rusya buna karşı çıkar fakat şimdi Rusya’ya ne der? “Eğer bunu kabul edersen, üs konusunda ben sana yardımcı olurum, arabuluculuk yaparım. Eş-Şara’yla konuşurum, sen de üslerini tutarsın” der.
Aslında Türkiye ne demişti? Biliyorsun Suriye’de Tiyas Askeri Üssü var ve Türkiye onu devralmak istiyor. Orası T-4 Hava Üssü olarak da biliniyor ve İsrail’in bombaladığı üs. Aslında Türkiye “Ben oraya kendi yaptığım Hisar hava savunma sistemini yollayacağım” demişti. Dolayısıyla Türkiye S-400’leri oraya yollayabilir. Rusya da buna tamam derse, Trump yönetimine de dönüp “Bakın ben S-400’ü kendi topraklarımdan çıkardım. Hadi siz de üzerinize düşeni yapın, CAATSA’yı kaldırın. Savunma konusunda daha yakın iş birliği yapalım” der. Herkes için böyle ‘’kazan-kazan-kazan’’ modeli önerebilir gibi geliyor bana.
Ruşen Çakır: Evet, şu Amazon’u bir konuşalım. Bir saate yaklaşıyoruz. Ömer, Bezos Trump’ı desteklememiş miydi, ben mi yanlış biliyorum?
Ömer Taşpınar: Doğru biliyorsun Ruşen, Jeff Bezos destekledi. Hatta Washington Post‘ta Kamala Harris’i destekleme yazısı yazdırtmadı, “Biz uzak kalalım” dedi. Bezos aynı zamanda Washington Post’un sahibi biliyorsun. Normalde Washington Post‘un bir geleneği var, bir başkan adayını destekliyor. Washington Post‘a Kamala Harris’i desteklettirmedi ve bildiğim kadarıyla, Jeff Bezos, Trump’ın göreve başladığı günkü büyük seremoniye de davetliydi. Yalnız şöyle bir sorun var: Eğer bu gümrük vergileri gelirse, Jeff Bezos Amazon’da ciddi kayıplar yaşayabilir. Amazon tarafından hafta sonu şöyle bir açıklama yapıldı: “Amazon’da iki türlü fiyatlama göreceksiniz, biri kendi fiyatı, diğeri, gümrük vergileri nedeniyle yeni fiyat. Dolayısıyla herkes, bu gümrük vergilerinde yeni fiyatı görünce Trump’ı suçlayacak. Bu açıklamaya dün Beyaz Saray büyük tepki gösterdi, Beyaz Saray Sözcüsü “Biz bunu savaş ilanı olarak algılıyoruz” dedi. Aslında çok ciddi bir kelime kullandı. Bunun üzerine Jeff Bezos hemen yelkenleri indirdi ve “Tamam, kaldırırım” dedi. Dolayısıyla Trump bir bakıma yine istediğini yaptırttı. Jeff Bezos böyle bir şeye girişmeyecek.
Zaten şu anda tarifeler ve gümrük vergileri konusunda beklentiler ve belirsizlik var. Ama Trump’ın arkasında duran Amazon veya Silikon Vadisi gibi teknoloji şirketlerinin, bu gümrük vergileri konusunda hiç memnun olmadıklarını gösteriyor. Trump’a karşı da bir baskı kurmak istiyorlar. Bu gümrük vergileri konusunda da Trump her gün kademe kademe geri adım atıyor. Amerika’da sistem direniyor mu? Sistem direndiği gibi, ekonomi direniyor. Ekonominin oligarşik yapısı, kapitalizm ve serbest ticaretten nemalanan Apple, Amazon gibi büyük teknoloji şirketleri de bu gümrük vergilerine karşı çıkıyor ve Trump üzerinde belirli bir baskı oluşturabiliyorlar. Ama Trump da serseri mayın olarak onlara karşı çıkıyor, bağırıyor, çağırıyor ve istediğini şu anda yaptırıyor. Yani bir kaotik gidişat var. Ben sonuçta Trump’ın aklın yolunu bulacağına inanıyorum. Çünkü piyasalar, özellikle bonodaki tepki, Trump’ı korkuttu ve Trump 2026’daki ara seçimleri ciddi olarak kaybetmekten ve ‘’topal ördek’’ durumuna düşmekten korkuyor. Ekonomideki bu gidişatı bir şekilde toparlamaya çalışacak gibi geliyor bana.
Ruşen Çakır: Gönül seninle bitirelim. Sonuçta Trump küreselleşmeye karşı birtakım çıkışlar yapmak istiyor. Ama içeriden, özellikle büyük şirketlerden çok büyük direnç var. Ne olacak sence? Orta yolu mu bulacaklar yoksa Trump pes mi edecek?
Gönül Tol: Aslında bunu bize hem Ömer’in bahsettiği ara seçimler söyleyecek hem de ondan önceki valilik seçimlerinde, Cumhuriyetçi Parti eğer zemin kaybederse, bence bu, Trump’ın üzerinde bir fren mekanizması oluşturacak. O yüzden seçim sonuçlarına bakmak lazım. Ama bu arada, konuşmanın başında da bahsettik; Trump’ın görev onayı %39. Bugüne kadar hiçbir Amerikan başkanının ilk 100 gününde bu kadar düşük bir görev onay oranı olmamış. Bu çok önemli bir analiz. Hatta dün Beyaz Saray’dan ‘’Kamuoyu araştırma şirketlerine soruşturma başlatacağız” açıklaması yapıldı. “Bu, Erdoğan’ın bu aklına gelmemişti” dedim. İlk kez Trump otokratikleşme konusunda öncü bir adım attı. Aslında Trump da kendi oligarşisini, kendi ‘’beşli çetesini’’ yaratma yolunda ilerliyor. O yemin töreninde, Trump yemin ederken hemen arkasında duran Facebook, Apple’dan iş adamları vardı, bu aslında çok önemli.
Aslında bir karşılaştırma yaparsak, Erdoğan’ın 10 yılda yaptığı şeydi bu. Erdoğan’ın, bürokrasiyi kontrolü altına alması, yargıyı kontrol altına alması, medyayı kontrol altına alması, yandaş iş adamlarının medyayı teker teker eline geçirmesi… Mesela Doğan Grubu’na yaptığını düşünelim. Büyük vergi cezalarıyla sindirdi. Erdoğan bütün bunları hemen ilk 100 günde yapmadı, yıllar aldı. Ama Trump 100 günde yapıyor. O anlamda, Jeff Bezos’un daha kampanya sırasında Kamala’ Harris’i desteklemeyerek, aslında diğer sektörlerdeki ekonomik çıkarlarını korumak için Trump’a yanaşması… Buna literatürde “state capture” deniyor. Yani, siyasetçinin, bir grup iş adamıyla birlikte koalisyon kurarak devleti kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesi demek bu. Jeff Bezos örneği o nedenle bana çok dramatik geliyor. Çünkü bu çok hızlı oldu. Bu iş adamlarının Trump’ın arkasında bu kadar çabuk hizalanması, Amerikan demokrasisi açısından da orta ve uzun vadede çok ciddi sorunlar doğurabilecek şeyler. Fakat Trump’ın tam da bu gümrük tarifeleri konusunda izlediği politika, bu adamların ceplerine dokunuyor. Bu da şu soruyu getiriyor: Trump’ın kurduğu bu koalisyon ne kadar devam ettirilebilir? Bu sorunun cevabını da bence öncelikle valilik seçimlerinde, -2026’da da bazı seçimler var- bu erken seçimlerde, ufak ufak toplumsal tepkinin boyutlarını göreceğiz. Bu arada Demokrat Parti de çok iyi bir iş yapıyor. Demokrat Parti pek çok konuda bence son derece başarısız, ama bu konuda iyi bir iş yapıyor. Özellikle üç kongre üyesi hep “Trump, ‘halkın adamıyım, ben herkesin unuttuğu Amerika’nın sesiyim’ diye göreve geldi. Ama bakın, milyarderlerle, milyarderlerin çıkarlarını korumak için uğraşıyor” diyorlar. Bu söylem, halkın bir kısmının nezdinde yanıt buluyor gibi. İşte bu yanıtın oya dönüşerek seçimlere etki etmesi, bence Trump’ın silkelenmesi açısından önemli olacak.
Ruşen Çakır: Arkadaşlar çok sağ olun, çok yoğun bir yayın oldu. İkinize de ayrı ayrı teşekkürler. Haftaya, eğer kızışırsa, Pakistan-Hindistan meselesine bakarız. Orada bir şeyler oluyor. Henüz olmadı ama olma ihtimali var, ona da hazırlıklı olalım derim. Çok teşekkürler, kendinize iyi bakın. Çünkü Trump “Daha esas yapacaklarımı yapmadım” dedi. Bakalım, Allah kolaylık versin. Transatlantik’e noktayı koyuyoruz. Ömer Taşpınar ve Gönül Tol’a teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.