Burak Cop “Demokrasiye son veren barış” yazısında son günlere damgasını vuran Lozan tartışmalarını ele alıyor.
David Fromkin, Ortadoğu’nun 1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında nasıl şekillendiğini, büyük güçlerin rekabeti ve anlaşması ile bölge haritasının nasıl oluştuğunu ele aldığı kitabına “Barışa Son Veren Barış” adını vermişti. 1990’larda Türkçeye de çevrilen kitap, Paris Barış Konferansı ile şekillendirilen Ortadoğu haritasının, bölgede o dönemden beri yaşanan çatışmaların zeminini oluşturduğunu ortaya koyuyordu. Kitabın adındaki ironi tam da bunu anlatıyordu.
Lozan nedir?
PKK’nın fesih açıklamasında eleştirilerek bir anda yeniden gündemimize gelen Lozan Antlaşması, esasen 1. Dünya Savaşı’nın devamı olan Türk Kurtuluş Savaşı’nı resmen sona erdiren, dolayısıyla Dünya Savaşı’nı da nihai olarak noktalayan antlaşmadır. Savaşın kaybedenleri olan İttifak Devletleri ile 1919’da ayrı ayrı barış antlaşmaları imza edilmiş, Osmanlı Devleti ile antlaşma çeşitli ertelemelerle Ağustos 1920’ye sarkmış (Sevr Ant.), ancak o da savaş meydanında kadük edilerek üç yıl sonra yerine yenisi yapılmıştır (Lozan Ant.).
Lozan’ı sorunsallaştırma, siyasal İslam ile Kürt siyasal hareketinin buluştuğu bir zemin teşkil ediyor. Siyasal İslamcıların derdi bizzat cumhuriyetledir, Lozan’ın da cumhuriyetin tapu senedi olmasından ötürü, doğrudan Atatürk’ü hedef almanın riskinden kaçınmak için İnönü’yü karalayarak Lozan’ın diplomatik bir başarısızlık olduğunu öne sürerler. Kürt milliyetçi tarih anlatısına göre ise 1. Dünya Savaşı sonrası Kürtler dört ayrı devlet arasında bölünerek kendi kaderlerini tayin hakkından yoksun kalmıştır, Lozan bu yüzden hedefe konur.
Kürt milliyetçi tarih anlatısını bilmeyenler PKK’nın son açıklamasıyla şoke olmuş olabilir ancak 2 yıl önce aralarında HDP’nin de olduğu Kürt siyasi kuruluşları “Kürtlerin, kendi kaderini tayin hakkını tanıyın, Lozan’ı aşma mücadelesine destek verin!” başlıklı ortak bir bildiri yayınlamıştı.
Lozan’a meydan okumak
Türk ulusal kimliği yerine Lübnan-tipi bir cemaatleşme öneren Kürt siyasal hareketi post-modern bir modeli savunmakta, merkezinde CHP’nin yer aldığı modernist sol bakış açışı ise, elbette Kürtlerin eşit yurttaşlığını gözeterek, Türkiye’de “halklar”ın değil halkın olduğunu savunmaktadır. Açık olan şu ki, Lozan’a meydan okumada bugün “süreç” masasında oturan her iki taraf da uzlaşıyor.
Bu uzlaşma tam da Ortadoğu’da haritaların yeniden çizildiği, söz gelimi Suriye’nin bütünlüğünün her halükârda zayıflayacağı (kuzeyde—şimdilik—federe bir YPG devletinin Türkiye tarafından da kabul edileceği ve fesh olmuş PKK’nın ona iltihak edeceği) bir tarihsel kesitte, mecliste en az 400 milletvekili bulunarak referanduma kalmadan kabul edilecek yeni anayasada da kendini gösterebilir.
Merhum Sırrı Süreyya Önder 2024’ün son günlerinde yazdığı yazıda şu cümlelere yer vermişti: “Bu ülkenin yenisi kurulurken şöyle olmuş: Allah, her alandan haşa silinirken, devlet kendisini Allah’ın yerine koymuş ve kendisine karşı işlenen suçlar için kendisini Allah ile bir tutup had çizmiştir. İşte bu çizgi, yani devletin çizgisi, İslam hukukundakinin aksine, önceden görülebilir, bilinebilir bir şey değildir”. O günlerde bunu DEM Parti’nin AKP’ye, ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyler elde etmek karşılığında, laikliğin anayasadan çıkartılması ya da sulandırılmasına destek teklifi olarak yorumlamıştım. Aradan geçen zamanda bu şüphemi yanlışlayacak bir gelişme olmadı.
Genişletilmiş diktatörlük arayışı
İçinden geçtiğimiz tarihi günlerin toplumsal bir barıştan ziyade iktidar bakımından “genişletilmiş diktatörlük” arayışının ifadesi olduğundan şüphelenenler arasındayım. Laiklik ve demokrasiden yana toplum kesimlerinin CHP’nin şahsında itilip kakıldığı bir yeni “çoğunluk koalisyonu” oluşturma çabası da diyebiliriz.
Suriye’deki Baas rejiminin cihatçı HTŞ tarafından devrilmesinin ardından 1-2 ay boyunca, dizginlenemez bir zafer sarhoşluğunun da etkisiyle, iktidar çevreleri ve trollerinden Alevi yurttaşları hedef alan açıklamalar ve sosyal medya paylaşımlarının ardı ardına gelmesi, yeni çoğunluk koalisyonunun çimentosu olmak üzere Alevilerin “iç düşman” seçildiğine dair kaygı verici işaretlerdi. Bereket sonradan frene basıldı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Yaygın kanının aksine, barış ve demokrasi her zaman el ele gitmez. Siyasi yönelimi ne olursa olsun, nesnel ölçütlere göre değerlendirme yaptığı için güvenilir bir kuruluş olan Freedom House, sokaklarında kan gövdeyi götürse de 12 Eylül öncesinde (1970’li yıllarda) Türkiye’yi “özgür” ülke statüsünde sayıyordu. Ülkemiz bir daha bu statüyü hiç elde edemedi, 2018’e kadar “kısmen özgür”, o yıldan beri de “özgür olmayan” ülke kategorisindeyiz.
Benzer şekilde, bir diğer saygın kuruluş olan İsveç merkezli V-Dem Institute da 1983-2002 arasında Türkiye’nin görece demokratikleştiğini, 2003’ten itibarense demokrasimizin baş aşağı bir seyir izlediğini not eder. Demokratikleşilen yıllar Kürt sorununun kanlı bir çatışma sarmalına girdiği, faili meçhuller ve insan hakları ihlallerinin yaygın olduğu yıllardır, dolayısıyla demokratikleşme tespiti ilk bakışta şaşırtıcıdır. Ancak nesnel değerlendirme şu somut başlıkları dikkate alır: ifade, örgütlenme ve basın özgürlükleri, adil ve serbest seçimler, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, adil yargılama vs.
Macun tüpe döner mi?
Şunu söylemek mümkündür; eğer devlet ile PKK arasındaki, on binlerce cana mal olan çatışmalar olmasaydı Türkiye daha demokratik bir ülke olacaktı. Gerçekten de süregiden bu silahlı ihtilaf nedeniyle temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış, işkence ve faili meçhuller yaygınlaşmış, pek çok kişi düşüncelerinden ötürü hapse girmiştir. Ama bu, çatışmalar nihai olarak son bulursa Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olacağı anlamına gelmez. Siyasal şiddet ve demokrasi arasındaki ilişkinin böylesine mekanik biçimde işlemesi ancak macunun tüpe geri girmesi kadar olanaklıdır.
Türkiye’de iktidar, kaybedeceğini anladığında siyasi rekabeti ortadan kaldırmaya çalışıyor. Seçimi kazanacağı için İmamoğlu’nun, kurmay heyetiyle beraber hapse atılması bundandır. Türkiye’deki toplumsal değişimden ötürü AKP’nin artık metropol belediyelerini kazanamayacağını, muhtemelen elindekileri de kaybedeceğini gören Erdoğan’ın belediyeleri merkezi idare karşısında zayıflatacak, merkeziyetçi bir idari “reform” arzusunu dile getirmesi de bundandır.
CHP listelerinde bol keseden meclise sokulan kimi tabela partisi milletvekilleri ve DEM’in olası işbirliğinden ötürü referandum eşiğini aşması muhtemel anayasa değişiklik paketi meclise geldiği zaman, bunun geri çekilmesi için toplumsal seferberlik ruhuyla kitlesel bir ekonomik boykot yürütme seçeneği muhalefetin masasında mutlaka olmalıdır.