Tarık Çelenk yazdı: İran’da dokuz gün

Uzun zamandır İran’ı merak ediyordum. Batı ile ilgili ciddi deneyimlerim vardı; ancak dünya tarihi, toplumsal, siyasal ve kültürel açıdan İran olmadan doğru okunamazdı. Çok yönlü bir gezi için dokuz gün elbette yeterli değildi; belki otuz güne ihtiyaç vardı. Ancak fiziksel koşullar ve diğer imkânlar bize yalnızca dokuz gün izin verdi. Bu dokuz günü, bugünkü Türkiye topraklarının tarihsel şekillenmesinde İran’ın etkisini anlamaya adamak istedik.

Tarık Çelenk yazdı: İran'da dokuz gün
Tarık Çelenk yazdı: İran’da dokuz gün

Gezimizde kadim Fars kültürünün Anadolu toplumu, kültürü ve siyaseti üzerindeki etkilerine odaklandık. Çalışmamızın temel özneleri, İran coğrafyasındaki Türklük ve Kürtlük kimlikleriydi. Bu çerçevede; Doğu Azerbaycan, Batı Azerbaycan ve Erdebil eyaletlerini kapsayan ve başkentleri sırasıyla Tebriz, Urmiye ve Erdebil olan Azerbaycan bölgesi ile Senendec, Kirmanşah, Hamedan, Mahabad ve Bukan şehirlerini içeren Kürdistan, Kirmanşah, Hamedan, Batı Azerbaycan ve İlam eyaletlerini ziyaret ettik.

Rehberimiz Kürt edebiyatçısı seyyah Halit Yalçın’dı. Yol arkadaşlarım ise Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi’nden Kürt tarihi araştırmacısı Prof. Dr. Bekir Biçer ve parlamenter M. Emin Ekmen idi. Kapıköy sınır kapısından girip 4000 km yol kat ettikten sonra Esendere sınır kapısından çıktık. T.C. Urmiye Konsolosluğu gezimiz boyunca bizimle ilgilendi; kendimizi yalnız hissetmedik.

Sınırı geçer geçmez, ciddi bir devlet yapısından adeta devletsiz bir düzene geçilmiş hissine kapıldık. Hiçbir yerde görünür bir devletle karşılaşmadık. Bu devletsizlik, Britanya’daki gibi güçlü bir hukuki yapı ve temel güven duygusuyla mı, yoksa güven duygusunun oluşmadığı bir istihbarat devletinin görünmezliğiyle mi ilgiliydi; tartışmalıydı.

Bekir Hoca ile sohbetlerimizde, Azeri, Kürt ve Fars bölgelerini karşılaştırma imkânı bulduk. Tüm bu etnik çeşitliliğe rağmen birlikte yaşama becerisinin sürmesini sağlayan şey belki de hâlâ varlığını sürdüren görünmez bir imparatorluk yapısıydı. Bu yapının arkasındaki dini otorite, bir tür “sivil düzeni” destekliyordu. Genelde geçtiğimiz yerlerde, Araplar, Türkler ve Kürtlerin İslam’la tanıştıktan sonra diğer kültürlerle alışverişe girmeleri, medeniyet yaratmalarını sağlamış. Farslar ise zaten “tamamlanmış bir toplum” olarak böyle bir ihtiyaca gerek duymamış gibi.

Tarık Çelenk yazdı: İran'da dokuz gün
Tarık Çelenk yazdı: İran’da dokuz gün

İran’ı ayakta tutan üç temel sütundan söz edebiliriz: şiir, dil ve devlet otoritesi. Çok etnili ve geniş bir coğrafyada, Türkler, Kürtler ve Beluciler arasında etnik bilinç ve milliyetçilik güçlü olsa da, bu farklılıklar ciddi siyasal çekişmelere dönüşmemekte; hatta İranlılık bilincine zarar vermemektedir. Bu, İran’ın gerçek bir emperyal gelenek sürdüğünün işareti olabilir. Buna karşın, anadilde eğitimin olmaması, İran’ın emperyal iddialarıyla çelişen yönlerinden biri olarak dikkat çekmektedir.

Avrupa’daki 500–1000 yıllık şehir izleri İran’da pek yok. Tarih, sadece isimler ve yeni yapılmış anıtlardan ibaret kalmış. Yollar, şehir yapısı ve sosyal yaşam en az 30 yıl öncesini andırıyor; bu his kimi yerde 50 yıla kadar çıkıyor. Kapıköy’den Tebriz’e dört saatte ulaştık. Yol boyunca karşılaştığımız tren köprülerinin Alman yapımı olduğu açıktı. Yollara konulan görünmeyen, işaretsiz engeller hem aracımızın hem de bedenlerimizin adeta iskelet sistemini zorladı.

İran’daki bu geri kalmışlık görünümünü kimi kapitalizmin yokluğu ile açıklasa da, asıl etkenin Batı ambargosu olduğu çok açık. Türkiye’nin sınır kapıları ise bu bölgenin ticaret potansiyelini emmekte yetersiz ve ideolojik önyargılardan etkilenmiş durumda. Oysa Türkiye’nin modernleştirici gücü, bölgedeki doğal kaynaklarla birleştiğinde büyük bir ekonomik ve kültürel sinerji yaratabilir. Van ve çevresindeki sınır kapıları daha etkin hâle getirilirse Türkiye’nin bölgedeki etkisi artar; bu fakir coğrafya da canlanabilir.

İran genelinde anıt ve heykel yapımı yaygın. Özellikle 1979 Devrimi’nden sonra bu eğilim artmış. Camiler adeta kiliseleri andırıyor: çiçekler, kişi resimleri, semboller ve sıra düzeniyle süslenmiş yapılar. Bu, oldukça dikkat çekici. Mezarlık ve şehir merkezlerinde kitap okur halde tasvir edilen şair, edip ve mütercim heykelleri sıkça karşınıza çıkıyor. Ancak bu şair ve ediplere rağmen, neden aynı yoğunlukta bilim insanı yetişmediği sorusu insanın aklını kurcalıyor.

Şehir merkezleri şehit resimleriyle dolu. İran–Irak Savaşı’ndan günümüze kadar süren bir “şehadet kültü” hâkim. İran adeta bir yas toplumu; zaman sürekli anma ve matemle geçiyor.

Tebriz, güçlü bir Türk şehri. Osmanlı ve Safeviler arasında sıkça el değiştirmiş. Gençlerle sohbet ettiğimizde, Türk olmaktan gurur duyduklarını ifade ettiler. Traktör Futbol Takımı onlar için Türklüğün sembolü. Azeri Türkleri, Şiiliği Türklüğün ayrılmaz bir parçası olarak görüyorlar. Hatta Şii olmayanları Türk olarak görmeyenler bile var. Bu, 1970’lerde Erzincan’daki Alevi = Kürt, Sünni = Türk algısını hatırlatıyor. İran’da da genellikle Şii = Türk, Sünni = Kürt eşlemesi geçerli.

Tarık Çelenk yazdı: İran'da dokuz gün
Tarık Çelenk yazdı: İran’da dokuz gün

Tebriz’de Kaçar Hanedanı’na ait konakları gezdik. Estetik ve temizlik dikkat çekiciydi; insanlar oldukça yardımseverdi. İran’daki modernleşme süreci, Kavala’nın Mısır’ı, Osmanlı reformları ve Kemalist modernleşme ile paralellik gösteriyor. Bu, Türkiye’nin modernleşme tarihini İran üzerinden de okumanın önemini ortaya koyuyor.

Tebriz’de güçlü bir gayrı resmi ekonomi dikkat çekiyor. Bankalar işlevsiz; döviz ticareti, bankaların önünde sokakta yapılıyor. Bir Azeri, “Türk’e kanun işlemez” diyerek bu durumu meşrulaştırıyordu.

Kadınlar ne Türkiye’deki gibi süslü ne de Suudi Arabistan’daki gibi sıkı örtülü. Başörtüleri gevşek, kıyafetleri sade; sosyal iletişimleri ise çok güçlü. Hayatın her alanında varlar ve yardımseverlikleri dikkat çekici.

Lüks AVM’ler yok. Alışveriş genellikle semt pazarlarında yapılıyor. Fiyatlar ucuz ama kalite düşük. Eğitim ve sağlık hizmetleri yaygın fakat nitelik olarak zayıf. Yine de temel ihtiyaçlar karşılandığı için toplumsal bir gerginlik hissedilmiyor. Ambargo ve yabancı sermaye eksikliği ise her yerde hissediliyor.

Tebriz başta olmak üzere Kürt ve Fars bölgelerinde İstanbul Türkçesiyle karşılaşmak şaşırtıcıydı. Bu, Müge Anlı ve Türk dizilerinin etkisiyle açıklanıyor. Diziler, kültürel geçirgenlikte önemli bir rol oynuyor.

Erdebil’de bambaşka bir manzara ile karşılaştık: lüks arabalar, konforlu evler, güzel doğa. Şeyh Safiyüddin’in tekkesini ziyaret ettik. Burada Şah İsmail, Şeyh Haydar gibi Safevî önderleri de yatıyor. Türbenin tasarımı Şeyh Safi’nin Sünniliğini yansıtıyor; Şah İsmail’in kabri dahi dört halifenin isimlerini barındırıyor.

Tarık Çelenk yazdı: İran'da dokuz gün
Tarık Çelenk yazdı: İran’da dokuz gün

Şeyh Safi’nin Sünniliğinden, oğlu Cüneyt’in dönüşümüne ve Şah İsmail-Hatayi çizgisine uzanan süreci anlamak, Anadolu’daki Türk kimliğinin oluşumu açısından kritik. Sosyal medyada, İsmail’in kabrinde Yavuz ile barıştırma temalı paylaşımım, yoğun tepkiler alınca silmek zorunda kaldım. Üzüldüm de doğrusu.

Ziyaretimiz sırasında aydın bir kadın, “Bizim dine güvenimiz kalmadı” dedi. Dini otoritenin siyasetle ve adaletsizlikle iç içe geçmiş olması gençlerin dinden uzaklaşmasına neden olmuş. Teokratik devlet, yolsuzlukla iç içe dini araçsallaştırıyor. Ancak istihbarat ve askeri güçleriyle ayakta kalmayı başarıyor. Yine de özellikle Türkler açısından, inançlar zayıflasa da Şiilik ve İran kimliği bir merkez olmayı sürdürüyor.

Erdebil bir zamanlar tekke ve tarikatların merkezlerindendi. Ancak Kaçar döneminden sonra bu gelenek neredeyse ortadan kalkmış; 1979 Devrimi’nden sonra ise tasavvufi yapılar desteklenmemiş. İran’da tasavvuf, hikmet ve felsefenin merkezi Horasan olsa da Nadir Şah’tan itibaren tasfiyeye uğramış. Velayeti Fakih sistemi, bu mistik meşruiyeti kendi eline almış durumda.

Nakşibendî tarikatının doğduğu Süher bölgesine oldukça yakındık. Tarikatların büyük kısmı Horasan’da doğmuş ve Anadolu’ya buradan yayılmış. Safevîlerle birlikte Şii bölgelerde tarikatlar silinmiş; Sünni bölgelerde ise bir ölçüde varlıklarını sürdürmüşler. Günümüzde tarikatlar siyasi nedenlerle fiilen sona ermiş durumda. Büyük şeyhlerin torunları sadece soylarıyla övünüyor.

Astara’ya geçerken Karadeniz benzeri bir doğa manzarası, ardından Alanya’yı andıran bir sahil kasabası karşıladı bizi. İran’da dört mevsim bir arada yaşanıyor. Bu bölgede “Lori” adlı Kürt-Fars karışımı bir dil konuşuluyor.

Hamedan’da Baba Tahir’in kabrini ziyaret ettik. Hem mutasavvıf hem şair olan Tahir, Tuğrul Bey’e manevî önderlik etmiş ve Kürt edebiyatında ilk sözlü metin olarak kabul ediliyor. İbni Sina’nın kabrini ve müzesini de gezdik.

Kirmanşah’taki Şii Kürtler, Sünni Kürtlere göre daha pasif bir siyasi bilince sahip. İran edebiyatı genellikle ayrılık, hüzün ve kayıp temaları etrafında şekillenmiş. Kasr-ı Şirin yakınlarındaki Smach bölgesinde kurulmuş eski bir Kürt beyliği olduğunu öğrendik. Kürtler ve Türkler Türkiye’ye büyük bir sempati duyuyor.

Selencan’da, akrabalarımızdan biri olan Şeyh Nevit ile tanıştık. İran’da devlet geleneğinin edebiyat temelli olduğunu vurguladı. Mahsa Amini’nin memleketi Sakız’dan geçtik. Güvenlik gerekçesiyle kabrinde bir Fatiha okuyamadık. Mahabat’a doğru ilerledikçe gelişmişlik düzeyinde bariz farklar gördük. İran Kürdistanı’ndan Azerbaycan’a geçtikçe toprak kalitesi, bitki örtüsü ve emeğin niteliği artıyordu. Bu farkların ardında siyasi, etnik ve ekonomik motivasyonlar olduğu açıktı.

Mahabat’ta, ev sahiplerinin hassasiyetine dikkat ederek, Kadı Muhammed Gazi Bey’in ve akrabalarının kabirlerini ziyaret ettik. Urmiye, zengin bir şehir. Görünmeyen tenis kortları ve yüzme havuzlarıyla şaşırtıcıydı. Türk Lirası burada oldukça değerliydi.

Gözlemlerim, Kürt tarihsel varlığının temel merkezinin İran olduğunu netleştirdi. “Kürt” kelimesi, M.Ö. 2500 yıllarına tarihlenen Bisutun yazıtlarında geçiyor. Sözlü geleneğin temsilcisi Baba Tahir iken, yazılı metinler İslamiyet sonrası döneme ait. Kürt beyleri Müslümanlık sonrası dönemde etkili olmuş; ancak kendi iç mücadeleleri uluslaşmayı engellemiş. Bu durum dezavantaj gibi görünse de bazı yönlerden avantaj yaratmış olabilir.

Sonuç

İran’ın coğrafyası, kültürü ve siyasal yapısı, geçmişten bugüne Sabatay Sevi’ye atfedilen “benzeme benzet” ilkesine dayanarak şekillenmiştir. Müslüman Arapların fetihleriyle birlikte, bölgede Arapça değil, Farsça edebiyat ve tefsirde asli uygulama dili olmuştur. Başlangıçta kutsal son dinin temsilcisi olan Arap kabilelerine, bu topraklar Selefilik yerine hikmeti, felsefeyi, hermetizmi ve ezoterik yaklaşımları öğretmiş; İranlılar İslam’ı Araplardan alıp kendi kadim geçmişleriyle yeniden yorumlamıştır.

Kadim yerleşik Pers-Fars geleneği, Sasani, Abbasi ve Safevi dönemleri boyunca sürmüştür. Maniheizm ve Zerdüştlük gibi kadim dinlerin ontolojisi, devlet anlayışını dönüştürücü biçimde etkilemiştir. Günümüzdeki teokratik monarşi dahil olmak üzere, bu topraklarda hemen her şey siyasal meşruiyetin parçası haline gelmiştir.

İran’da merkezi iktidarın belirleyiciliği iki temel esas üzerinde yükselir: devletin görünmezliği ve bu görünmezliğin ardında konumlanan derin devletin gücü. Devletin görünmezliği, özellikle mollalar döneminin vazgeçilmez ilkesine dönüşmüştür. Humeyni’nin yorumuyla Velayet-i Fakih anlayışı, devleti yalnızca bu dünya için değil, öte dünya için de kutsayan bir rejime dönüştürmüştür. Devlet artık seküler bir yapı değil, metafizik bir düzenin koruyucusu ve bekçisidir. Bu anlayış, çok katmanlı, sistematik ve şeffaf olmayan bir derin devlet yapısını da beraberinde getirmiştir. Bu yapı, Zerdüşt krallarındaki “yaratıcı kral” anlayışını da andırmaktadır. Şii inancındaki 12. İmam’ın hâlâ ortaya çıkmamış olmasıyla devletin görünmezliği arasında ontolojik bir paralellik kurulabilir. Bu görünmez imamın vekâletini üstlenen fakih, inanca göre bugünkü İran devletinin siyasal sorumluluğunu geçici olarak taşımaktadır.

Kaçarlar ve mollalar döneminde, tasavvufi geleneğe dayalı bireysel ve evrensel hakikat anlayışı, yerini devlet merkezli, kolektivist bir siyasal kurtuluş ideolojisine bırakmıştır. Bu dönüşümde fıkıh temelli normatif Şiiliğin etkisi belirgindir.

Bugün Türkiye’deki Alevi yurttaşların önemli bir kesiminde Şah İsmail’in büyük etkisi vardır. Ancak benim gözlemim, Şah İsmail’in mezarının bulunduğu tekke ve türbenin tipik bir Sünni mimari ve anlayışına sahip olduğudur. Türkiye’deki Alevilerin zihnindeki Şah İsmail ile Erdebil Türklerinin Şah İsmail’i aynı değildir diyebilirim. İsmail’in döneminde Tebriz ve Erdebil şehirleri Sünni’ydi ve İsmail bu geleneğe saygı göstermek zorundaydı. Zaten tekke görevlileriyle yaptığım görüşmelerde “Bizde Kızılbaş demek er, asker demektir; sizde anlamı farklılaşmış” dediler. Ayrıca “Biz Yavuz’a da çok nefret duymayız” diye eklediler.

Şah İsmail, Sünni dedesinin adını taşıyan Safevi devletine Şiilik kisvesi giydirerek siyasi hedeflerine ulaşmak için mezhebi araçsallaştırdı. Anadolu Türkmenlerini — Karaman dâhil — devlet zulmüne karşı Kızılbaşlık üzerinden bir protesto ideolojisiyle cezbetti ya da tahrik etti. Özünde, İsmail Sünni doktrine; Yavuz Sultan Selim ve babası ise Bektaşi geleneğine daha yakındı. Ancak siyasal çıkarlar bu rollerin tersine dönmesine yol açtı.

Bugün Türk Alevilerinin İran’a oldukça mesafeli, Türk Şiilerinin ise Türkiye’ye temkinli yaklaştığı açıktır. Öte yandan, Sünni İran Kürtleri Türkiye’ye daha yakın durmaktadır. Oğuz Türkleri, İran’da Selçuklularla birlikte bir Pers-Fars geleneği, Osmanlılar aracılığıyla ise bir Roma geleneği kurdular. Selçuklu saraylarında diplomatik dil Farsça iken, Osmanlılarda Rumcaydı.

İran’daki Azeri Türklerinin önemli bir kısmı hâlâ “dünyadaki tek gerçek Türk devleti İran’dır” görüşünü taşımaktadır. Şiiliği Türk kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak görenler açısından bu yargı tamamen haksız sayılmaz. Kürtler ise daha içe dönük ve talepkârdır; onların arayışı esasen hukuk ve sınırlı özerklik talebidir. Bu bağlamda, İran’da bir bölünme tehlikesinden bahsetmek gerçekçi değildir. Bu gözlem beni Türkiye’deki Kürtler hakkında da düşündürdü. Gördüm ki, Türkiye Kürtleri için Suriye ya da Irak kuzeyinde bir Kürt devleti kurulsa bile yüzlerini yine İstanbul ve Ankara’ya dönecekleri gerçeği hâlâ geçerlidir. Kürtlerin farklı bölgelerdeki kültürel çeşitlilik ve zenginlikleri, ister istemez Türkiye ve İran gibi gerçek devletlerin dönüşümüne katkı sağlamaktadır.

İran’da yapılacak sınırlı ama etkili bir reform birçok sorunu çözebilir. Bu, mevcut dengeler ve tarihsel miras nedeniyle zor olsa da imkânsız değildir. Sonuç olarak İran, çürümekte olan bir devletin görünmez ve derin yapıları sayesinde nasıl dağılmadan ayakta kalabildiğini göstermektedir.


Gezilen yerler:

Hoy, Tebriz, Bostanabad, Çerlu, Serav, Serayn, Erdebil, Gerdana Hayrani, Astara, Taliş, Paresar, Reşt, Anzeli, Rudbar, Kazvin, Asadabad, Hemedan, Esadabad, Kengaver, Bisutun, Sermaç, Kermanşah, Rawensar, Civanrud, Paveh, Haciç, Hewreman, Senendec, Divandare, Sakız, Bukan, Mahabad, Urmiye.


Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.