Ruşen Çakır, Said Nursi’nin mirası üzerinden yürütülen siyasi ve toplumsal tartışmaları değerlendirdi. “Birini sevmek neden suç olsun?” diye soran Çakır, Türkiye’de dinî figürlere yönelik yaklaşımların çelişkilerine dikkat çekti. İşte Said Nursi’yi sevmek suç mu? videomuz.
Ruşen Çakır, “Said Nursi’yi sevmek neden rahatsızlık uyandırsın ki? Eğer bu sevgi açık bir suç değilse, neden bu kadar tepki çekiyor?” diyerek, kamuoyunda süren tartışmaları anlamlandırmaya çalıştı.
Çakır’a göre Said Nursi gibi tarihsel öneme sahip figürlerin düşünceleriyle ilişki kurmak, onları sahiplenmek ya da eleştirmek, demokratik bir toplumda olağan olmalı:
“Bu kişilerin fikirleriyle hemhal olmak, onları yaşatmak ya da tartışmak kamusal suç haline getirilmemeli. Bir fikre, bir isme yakınlık duymanın suç sayıldığı bir yerde özgürlükten söz edemeyiz.”
Devletin Nurculukla imtihanı sürüyor mu?
Nurculuk hareketinin Türkiye’de geçirdiği evrime ve devletle kurduğu ilişkilere de değinen Çakır, hem sağ hem sol çevrelerde, hem laiklik savunucuları hem de bazı muhafazakârlar arasında Said Nursi’ye mesafeli durulmasının temelinde yatan tarihsel reflekslere dikkat çekti.
“Devletin uzun yıllar bu tür İslamî yapılarla kurduğu gerilimli ilişki, bugün de farklı biçimlerde devam ediyor” diyen Çakır, bu durumun sadece Nurculuk değil, genel olarak din-devlet ilişkileri açısından da belirleyici olduğunu vurguladı.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Bugün Said Nursi’den ve Nurculuk’tan biraz bahsetmek istiyorum. Geçenlerde, ‘‘Beni Süleymancı da yaptılar’’ diye bir yayında Said Nursi hakkındaki görüşlerimi tekrarladım ve yine birtakım sorular geldi. O da şu: Benim görüşüm çok açık, ben Said Nursi’nin Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli isimlerinden birisi olduğuna inanıyorum ve siyasi olarak ya da inanç olarak hiçbir alakam olmamasına rağmen onun mücadeleci kişiliğinin ve hayatının gerçekten çok ilginç, takdire şayan olduğunu düşünüyorum. Yani Said Nursi’ye karşı bir sempatim var ama Nurcu falan değilim tabii ki. Bunu, Said Nursi konusunu 1985’te gazeteciliğe başladığım andan itibaren gördüm. Yayınlar vardı, Nurcu yayınlar, onlara ulaştım, Nurcularla konuştum, çok sayıda kitap okudum, dergi takip ettim, hayatını okudum Said Nursi’nin ve 1990’da ‘‘Ayet ve Slogan’’da hem Said Nursi’nin hayatına hem de Nurculuğun değişik kollarına geniş yer ayırdım. Özellikle Yeni Asya Grubu, ki ana gövde olarak bilinirdi ama zamanla çok ciddi yara aldı, çok ayrılanlar oldu. Esas olarak da Fethullahçılar, tabii bir dönem Nurculuğu bir şekilde tekeline aldılar. Her ne kadar Fethullah Gülen Said Nursi’yi çok fazla öne çıkartmasa da ‘‘Yeni Nurcu Hareket’’ diye tanımlandı, hatta ‘‘Neo-Nurcu’’ dendi ama buna rağmen Yeni Asya hareketi hâlâ o klasik Said Nursi çizgisini sürdürür. Benim de en çok tanıdığım çevre onlardı çünkü onlar daha açık bir çevre, daha şeffaf bir çevre, konuşulabilen insanlardı. Said Nursi’nin hayatını size uzun uzun anlatacak değilim ama bir Kürt, Bitlis’te doğan bir Kürt ve küçük yaştan itibaren dini ilimler üzerinde çalışmış, Kürt kimliğini gizlememiş ve özellikle ilk yıllarında Osmanlı döneminde çok daha fazla eylem insanı olarak ortaya çıkmış, siyasi konularda görüş dile getirmiş, hapse girmiş, sürgün yaşamış ama mücadelesini bırakmamış. Daha sonra Cumhuriyet tarihinde cumhuriyet yönetimiyle de anlaşamamış ve onu protesto etmiş, fakat hiçbir zaman bir silahlı harekete falan girişmemiş. Bunun yerine etrafında bir halka oluşturuyor, aslında büyük bir şebeke zamanla oluşuyor. Bunu da nasıl yapıyor? ‘‘Nur Risaleleri’’ dediği, Kur’an’ın yorumlanması olarak özetleyebileceğimiz metinler kaleme alıyor ve bunlar elden ele çoğaltılarak dolaştırılıyor. Bu da bir gelenek zaten, yazma geleneği, risaleleri yazma geleneği. Burada tek parti döneminden sonra çok parti döneminde daha rahatlıyor ama tek parti döneminde esas olarak cezaevleri ve sürgünler söz konusu. Burada hem İslam’ı günün şartlarına göre yeniden yorumlama iddiası var. Kimileri bunu çok başarılı buluyor, kimileri çok zayıf buluyor. Tarikatlara karşı mesafe var, diyor ki “Din tarikat değil, imanın yeniden ihdası, yeniden inşasıdır.” Ve özellikle modern fen bilimleriyle beraber insanların dinden uzaklaştığını düşünerek bu konulara el atmaya çalışıyor ve risalelerde de bu var büyük ölçüde. Bir yanıyla İslam’ı yeniden yorumlamak; ama bir diğer yanıyla Cumhuriyet tarihinde o modern zamanın yeni bir İslami yapılanmasını oluşturuyor. Kendisi merkezde ama kendisi kadar yazıp ettikleri merkezde ve örtülü, kısmen gizli ya da yarı gizli bir şebeke halinde Nurculuk tüm Türkiye’de örgütleniyor. Daha sonra 1960’ta öldüğünde mezarını gizliyorlar, hala bu tartışma sürer. Her neyse. Burada sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde değişik dönemlerde değişik fikirlerden insanlar devletle sorun yaşamışlar, İslami hareket içerisinde de var böyle birileri ama bence bunların en başarılısı, en dikkat çekicisi Said Nursi’dir. Ama daha sonra onun çok parti döneminde Demokrat Parti ile uzlaşmış olduğunu da bir yere yazmakta yarar var. Tabii ki Cumhuriyet tarihinde sol çok sayıda böyle isim çıkardı, tabii ilk akla gelen Deniz Gezmiş ve arkadaşları, bir ölçüde Mahir Çayan ve belki de işkencede ölen İbrahim Kaypakkaya gibi isimler. Ama onun dışında da tabii ki kültür sanat alanında özellikle bir Nazım Hikmet mesela başlı başına çok önemli bir isim. Yasal siyaset alanında da mesela ilk aklıma gelen Mehmet Ali Aybar gibi isimler de çıkmış. Şimdi bir solcu olarak Said Nursi’yi takdir etmenin neresi yanlış? Siz şimdi solcu olunca sadece solcuları mı takdir edeceksiniz ya da diyelim ki Deniz Gezmiş’i seven birtakım dindarlara “Hayır, sen sevemezsin” mi diyeceksiniz? Bu anlamda dünya çapındaki en büyük örnek Che Guevara’dır. Che, dünyada bir idol haline geldi, özellikle gençler için. Hâlâ günümüzde de yansıması var ama bir zamanlar çok daha fazlaydı. Ama onu seven herkesin onun fikirlerine inandığını, onun yoluna inandığını söylemek mümkün değil. Fakat onun mücadelesine insanlar saygı duyar. Ben de Said Nursi konusunda böyle düşünüyorum, bunu açık açık söyledim ve bu yıllardır peşimi bırakmaz. Şöyle söyleyeceğim; birtakım ünlülerin zamanında çektirmiş oldukları fotoğraflar vardır, hani açık saçık fotoğraflar, onlar daha sonra çıkartılıp önlerine konulur, onlar rezil edilir. Şimdi birileri, özellikle kendilerini solda tanımlayan birileri bana zaman zaman bunu yaptılar, özellikle sosyal medya olayı çıktıktan sonra fazlasıyla yaptılar. Benim Said Nursi üzerine söylediğim bazı sözleri sürekli dolaşıma soktular ve benim aslında solcu olmadığımı, Nurcu olduğumu göstermeye çalıştılar. Ben de her seferinde dedim ki, ‘‘Ben hâlâ aynı görüşteyim.’’ Ha, şöyle bir şey de yaptılar tabii, bunu çıkartarak benim utanacağımı ya da tevil etmeye çalışacağımı sandılar. Hatta bir keresinde dedim ki, ‘‘Hâlâ aynı görüşteyim ve elhamdülillah solcuyum.’’ Evet, hâlâ bunu söylüyorum; hâlâ aynı görüşteyim ve elhamdülillah solcuyum. Ama bu benim Said Nursi’yi beğenmem ya da takdir etmem, sevmem, Nurcu olduğum, İslamcı olduğum falan anlamına gelmez. Tıpkı Ahmet Kaya dinleyen herkesin solcu olmadığı gibi ya da Yılmaz Güney seven ya da Nazım Hikmet okuyan… Düşünün, Devlet Bahçeli de okuyor artık Nazım Hikmet’i. Bir ara Alparslan Türkeş de okumuştu Nazım Hikmet’i ama Nazım Hikmet her şeyden önce bir komünisttir, bunu biliriz ama herkesin takdir ettiği bir şairdir. Siz tamamen farklı görüşte olan birtakım edebiyatçıları da sevebilirsiniz. Ya da bunu futbola taşıyalım. Yani burada aslında bir tür fanatizm yapılmak isteniyor: ‘‘Sen solcusun, soldan insan seveceksin’’ ya da ‘‘Sen Galatasaraylısın, Fenerbahçeli hiçbir futbolcuyu ya da Beşiktaşlı hiçbir futbolcuyu takdir etmeyeceksin, görmezden geleceksin, hatta en ufak bir açığını arayacaksın’’ filan. Bunlar artık çoktan aşmamız gereken hususlar. Benim toplumun her kesiminden, siyasetin her alanından çok sayıda tanıdığım var, arkadaşım, dostum var. Burada önemli olan kurduğunuz ilişkinin onun içerisinde olup olmaması. Yoksa sizin siyasi olarak sadece siyaseten kendiniz gibi düşünen insanlarla arkadaşlık yapmanız kadar sıkıcı bir dünya olamaz. Bir de ben kutuplar üstü bir Türkiye’yi arzulayan birisiyim ve solun en büyük sorunlarından birisinin kendisi gibi olmayanlara karşı oluşturduğu mesafe olduğunu düşünenlerden birisiyim. Özellikle gazeteciliğe başladığımdan itibaren bu mesafelerin azalmasını… Mesafelerin azalmasını konuşmak demek, birlikte hareket etmek demek değil, iş birliği yapmak demek değil. İş birliği de olabilir anlaşılan konularda. Ama herkesin bir şekilde birbirini tanımasında, bilmesinde yarar var. Bir tarafın iyi yönlerini bilmesinde, onlardan belki de etkilenmesinde, onların bazılarını sahiplenmesinde de bir sakınca yok. Ama önemli olan sizin kendi doğrultunuzdur. Bu bağlamda tekrar tekrar söylüyorum, kimse kusura bakmasın, ‘‘Gomaşinen’’de de yapmıştım bu konuyu, Nurculuk konusunu, tekrar söylüyorum; benim Nurcu arkadaşlarım da var, Nakşibendi arkadaşlarım da var, değişik yerlerden, değişik kesimlerden arkadaşlarım da var. Kimi zaman son Akşam Gazetesi olayında olduğu gibi arkadaş sandıklarımız kötü şeyler de yapabiliyorlar. O zaman da o yol, arkadaşlıklar bitiyor, sorun değil. Ama böyle olmak kötü bir şey değil. Ve Said Nursi gibi hayatı dolu dolu yaşamış, söylemiştim, bir daha söylüyorum, hani yeni tabirle, hayatı pekala Netflix dizisi olabilecek bir insandan bahsediyoruz. Siz bunu ‘‘gerici, yobaz, şudur budur’’ diye yaftalayıp bir kenara attığınızı sandığınız anda kaybedersiniz. Birazcık okuyun, araştırın, bakın derim böyle bakanlara. Ve her yayını olduğu gibi bu yayını da tabii ki Mehmet Kutlular’a ithaf ediyorum. Mehmet Kutlular, Yeni Asya Gazetesi‘nin imtiyaz sahibiydi. 1985 yılında tanışmıştık. Yakınlarda hayatını kaybetti. Çok güvendiğim bir isimdi. Yani yaşça benden büyüktü. Tabii ki bir mesafe vardı ama birbirimizi severdik diye biliyorum. Benim ona hiçbir yanlışım olmamıştır. O da bana her zaman kapısını açmıştı. Tekrar kendisini hayırla ve rahmetle anmak istiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.