Sait Mürsel Çeşitcioğlu yazdı: “Yaşayan bir ölü”ye cevap hakkı vermek

İnsanların hayatlarına müdahale eden rejimlere otoriter denilir. Ölülerin hayatlarına karışabilmiş düzenlere ne isim verildiğini bilmiyoruz. Türkiye’nin bir asırlık tarihi dirilerin hayatları kadar ölülerin de hikâyesi. Çünkü insanlar ölmekle susmaz, otoriter devletler de susmayan ölüyü unutmaz.

Bazen bir mezar taşı, ölünün dilidir. İşte bu yazı, mezarı bile bilinmeyen ama fikirleri yaşayan bir ölünün pek hak etmediği ithamlara dair itirazdır: Said Nursi. (Mezar yerini bilen bir avukat olarak bu yazıyı yazma hakkını kendimde görüyorum. Bu imkanı tanıdığı için Medyascope’a teşekkürler.)

Tartışma şöyle başladı: İslami hareketleri öteden beri iyi bilen Ruşen Çakır, geçtiğimiz günlerdeki bir yayınında Nursi’nin hayatını kıymetli bulduğunu yineledi. Medyascope‘ta Doğan Göçmen de buna mukabil “Said Nursi, düşünce özgürlüğü ve sol” başlıklı yazısıyla çeşitli noktalarda itiraz etti. Ancak bu itirazların hakikatle ilişkisi çok zayıf.

Nursi’nin şahsi hayatındaki hataları ve zaafları bu yazının konusu değil. Mesela bir dindar, Nursi’nin sakal bırakmamasını ya da bir dönem sigara içmiş olmasını tutarsız ve hatalı görebilir, olağandır. Ancak Nursi’nin toplam hikayesi hafife alınmayacak büyüklükte.

Said Nursi’nin hayatından kalan iki miras

Nursi’den geriye iki şey kaldı. Bunlardan ilki, yaklaşık altmış dile çevrilmiş bir Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı. Diğeri, vefatında Urfa Tereke Hakimliği’nin 1960/1 esas sayılı dosyasına göre şunlar: Bir çift lastik ayakkabı ile tamamı bir sepet içine sığmış olarak sefer tası, bardak, kırık gözlük, iki adet kalem, çaydanlık vs. gibi kişisel eşyalar. Eserleriyle dini bir nüfuz sahibi olabilmiş Nursi’nin mülkiyetle kurduğu ilişki bundan ibaret. Türkiye gibi cemaat-ticaret birlikteliğine aşina olan bir ülkede, bu mirasın kıymetini anlaması gereken önyargısız solcular olabilir(di).

Sayın Göçmen tam da burada yanılıyor. Çünkü Nursi sui generis (kendine özgü) bir örnek. Hem Rus işgaline karşı at sırtında mücadele edip esir düşmüş hem de İngiliz işgalinin aleyhinde fetva yayınlamıştı. Milli Mücadele’ye katkıları vesilesiyle 1922’de Ankara’ya davet edilmişti. TBMM oturumunda kendisine karşılama merasimi yapılmış ve vekillere hitap etmiş biriydi (TBMM Zabıt Cerîdesi, 9.11.1338/1922, s.439). Tıpkı 1908’de meşrutiyet ve hatta cumhuriyet taraftarı alimlerden olduğu gibi, yeni cumhuriyetin de elitlerinden olabilirdi. Dolayısıyla hem II. Abdülhamid hem de Mustafa Kemal döneminde şahsiyetli bir muhalif figür olarak kalabilmek başlı başına kıymetlidir. Üstelik münzevi bir sofu gibi değil, 27 sene cezaevlerinde ve sürgünlerde ülkenin yazılı kültürüne kitaplarla katkı sunarak yaptı bunu. Şerif Mardin’in yıllar evvel akademik bedel ödemeyi göze alarak lakayd kalamadığı gerçek bu. Oxford Üniversitesi yayınevinin, Nursi’yi ele alan prestijli kitaplar basmasının bir sebebi de bu. Çünkü genç cumhuriyetin tek parti döneminde, Nursi’den başka İslami hareketi ayakta tutan ikinci bir gerçek örnek yok. Bunun ne anlama geldiğini, İnönü Cumhuriyet gazetesinin 8 Haziran 1966 tarihli manşetinde yer alan beyanatıyla itiraf etmiş ve CHP’nin çok partili hayatta süregiden başarısızlığının sebebini şu sözlerle ortaya koymuştu: “Nurcuların tesiri büyük olmuştur.”

Nitekim bu mirası anlamaya çalışan sol siyasi örneklerden biri, cenazesiyle konuşan Sırrı Süreyya Önder’di. Adıyaman’ın en meşhur Nurcu ailesinin kızı olan Zeliha Hanım, Adıyaman’ın sosyalist bir ailesine gelin olmuş ve dünyaya Sırrı Süreyya Önder gelmişti. Çocukken ya dayısı hapse giriyor ya amcası hapse giriyor, ikisini beraber bir arada göremediğini anlatıyordu. 2010 yılında “Işık Doğu’dan Yükselir” adlı belgeseline katkı sunan Önder, hayatında Nursi’nin kitaplarının özel etkisi olduğunu da söylemekten çekinmedi. Bir Türk olan Sırrı Süreyya Önder’in adı ileride belki de toplumsal barışın mimarlarından biri olarak hatırlanacak.

Nursi’nin hikayesi, aslında Türklerin biraz Kürtleşmesi ve Kürtlerin de biraz Türkleşmesinin anahtarı oldu. Örneğin; Selahattin Demirtaş’ın babası vefat ettiğinde defnedilirken imamın okuduğu dua, Nursi’nin derlediği dua kitabı olan Münacaat’tan bir bölümdü. Çünkü bu inkar edilemez bir sosyolojik vaka propaganda değil. Diyarbakır merkezli Rawest Araştırma’ya göre, cumhuriyetin 100. yılında tüm Kürtler nezdinde Türkiye’deki en makbul dini figür Şeyh Said değil, Said Nursi. Bunun için de Kürtleri biraz detaylı tanımak yeterli. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde işkence görerek ölen Bedii Tan, bu ismini Nursi’nin lakabı olan Bediüzzaman’dan alıyordu ve Altan Tan’ın babasıydı.

Aynı kitabı Alparslan Türkeş de okudu

Okuyucuya tuhaf gelebilir, aynı dua kitabını Alparslan Türkeş’in de okuduğunu varsayabiliriz. Çünkü 12 Eylül’de işkence gören ülkücülerin mağdur ailelerine cesurca sahip çıkan Mehmed Feyzi Efendi, Türkeş’in önemli manevi rehberlerindendi ve Nursi’nin has bir talebesiydi. Hatta Türkeş 12 Eylül öncesinde de örneğin Mehmet Kayalar gibi Said Nursi’den bizzat ders alan talebeleri vekil yapmak için uğraştıysa da, bunlar aktif siyasi kariyere girmedi. Bu durum dini siyasete alet etmemek için, Risale-i Nur’dan gelen kıymetli bir mesafe ve tercihti. Çünkü nasıl ki bilim kimsenin tekeline alınamazsa, din de hiçbir siyasete alet ve bağlı olamazdı. Din herkesin ortak malıydı ve siyaset üstü tutulmalıydı. Nursi Kemalizm’e hayatı ve fikirleriyle direnirken, okuyucularına dini ve milliyeti istismar eden partiler yerine ilkesel olarak “demokrat olan”ı desteklemeyi tavsiye etmişti. Tıpkı Osmanlı’da meşrutiyeti İslami bulduğu gibi. Çünkü bunu söyleyebilecek bir hayatın verdiği özgüven ve tutarlılığa sahipti. Oysa grup menfaatini ya da siyasal İslamcılığı öncelik alabilirdi.

İşte bu yüzden günün sonunda 12 Eylül Anayasası 1982’de referandumla oylandığında, Türkiye’de “Hayır” oyu verebilen tek dini grup Nurcular olabildi. Tarikat olmadıkları için tepeden bir hiyerarşiyle değil doğal refleks verdiler. (Nurcularla gel-gitli ilişkisini 1971’de keserek ayrılan Fethullahçılar ise 1982 Anayasası’na hem “Evet” oyu verdi hem de yayın organlarında darbeyi selamladı. Çünkü Gülen hiçbir zaman Nursi’nin öğrencisi olmadı, “sağlığında bile Nursi’yi kıskandığı için ziyaret etmediğini” yazdı ve röportajlarında “Nurcu olmadığını” defalarca söyledi. Yakın tarih, Fethullahçıların Risale-i Nur hareketiyle doğrudan bağı olmadığını ancak Gülen’in Necip Fazıl Kısakürek ve onun özellikle bir ihtilal planı olan İdeolocya Örgüsü kitabının doğrudan etkisinde olduğunu gösteriyor. FETÖ’nün tepe yönetiminin, tıpkı Necip Fazıl’ın söz konusu ihtilal kitabında yer aldığı üzere “Başyücelik Heyeti” isminde olması buna örnektir.)

Filozofik tek boyutluluk ve bilimsel itiraz

Felsefe ve dinin ortak etkilerinden biri de bilginin, o bilgiye sahip olandaki dönüştürücülüğüdür. Ancak hiçbir filozof yeryüzünde ve insanlık tarihinde Hz. Muhammed (asm) kadar dönüştürücü olamadı. Nitekim felsefe tarihi giderek filozofların tarihine dönüşürken, semavi dinler bunu aşan bir derinlik ve boyutlulukta sürüyor. Dolayısıyla Göçmen bir felsefeci olarak, dini şahsiyetlerin kıymetini filozofik biçimde ama tekdüze tartıyor. (Bu konuda Mücahit Bilici’nin “Felsefe ile felsefe tarihi aynı şey midir?” başlıklı yazısı ufuk açıcı olabilir.)

Said Nursi’nin felsefi ve dini kavramlara katkısı: “İhlas” kavramı

Bir konuya daha değinmek gerekiyor. Tabii, Kant üzerine çalışmış biri olarak hadsizlik etmek istemem. Ancak mesela Kant’ın ahlaki temellendirmesi de tartışmalıdır. Zira insanlarla empatik ilişkiyi sonuç veren bir yaklaşım aslında diğer insanlardan beklenti üzerine kuruludur. Bu açıdan, bir davranışın nihai ve asıl karşılığını dünyadan ve insanlardan beklemek yerine, neticeyi ahirete havale etmenin daha ahlaksız olduğu iddia edilemez. Kaldı ki, Nursi’nin eserlerinin de rağbet görmesini sağlayan püf noktalardan biri, Kur’an’da bir sure adı da olan “ihlas” kavramını baz almasıdır. Nursi bu konuyu risalelerinde tartışır ve insanlardan beklentisiz olmak gerekliliğini sunar. Ancak cennete tâlip olmayı değil sadece Allah’ın rızasını esas almayı izah eder. Çünkü bir iyilik cennete gitmeye vesile olabilirse de, günün sonunda iyilik ancak Yaratıcı’nın o iyilikte saklı olan samimiyete razı olmasıyla anlam kazanır. Bu samimiyet, yaptığınız iyilik fiili bittikten sonra da bozulabilir. Mesela 90 yaşındaki biri gençliğinde yaptığı bir iyiliği ihtiyarlığında böbürlenerek anlattığında o iyilikteki ihlasını kaybedebilir. Dolayısıyla iddia edilenin aksine Nursi, ahiretten cennet neticesini kast etmez. Ancak bu hayatın neticesiz ve semeresiz olmadığını, özellikle cehenneme dair matematiksel ispat yöntemleriyle okuyucusuna sunar. İlgilisi bakabilir. Sonuç olarak Nursi, okuyucusunu bu dünyaya yabancılaştırmaz aksine bu hayatı belki fazla ciddiye aldırdığı için eleştirilebilir. Nursi için gelecek henüz gelmemiştir, elimizde değildir: “Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise, hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil.

Son husus ise bilimcilik ve bilimsellik çok farklı şeyler. Nursi’nin elbette bilimci olduğu iddia edilemez. Zira baskın olan materyalist görüşe göre pozitif bilimlerin varlık alanı, gözlemlenebilir olan fizik alemiyle sınırlıdır. Ancak Nursi’nin kitapları zaten materyalizme karşıdır. Ona göre fizik alemin dışında kalan matematik, tasarım, estetik, hayat vb. gibi gerçeklikler fiziki olarak var olmayan ancak mutlaka dikkate alınması gereken gerçeklerdir.

Nursi imanın esasları ile bilimin kaynağını aynı görüyordu. Bilimci değildi ama bilimsel “fact”lere lakayt kalmayan bir tutarlılıktaydı. Nitekim Göçmen’in verdiği örnekte olduğu gibi kesilen bir ineğin, kesim anında ve hemen sonrasında yüksek düzeyde beta-endorfin salgılaması Nursi’yi doğrulamadığı gibi yanlışlamıyor. (Bu konuda Harvard Üniversitesi’nden bilim tarihi profesörü Oreskes’in Scientific American’da 2021’de yayımlanan “Is Science Actually ‘Right’?” başlıklı makalesi güncel bir perspektif sunar. Oreskes, bilimsel teorilerin gerçeğin replikası olmadığını ve bilimin yanlışı da içinde barındıran bir keşif ve öğrenme süreci olduğunu hatırlatıyor.)

Yazı burada bitti. Başlığı ise mecaziydi, çünkü bir faniyi bütünüyle savunmak lüzumsuz ve yanlıştır. Emile Zola “J’accuse!” derken tarihe not düştü ama Alfred Dreyfus’a kefil değildi. Maksadım da kamusal alana bir katkıdır, kıyafeti ve anadili dahil önyargıların kurbanı olmuş bir ölüye cevap hakkı tanınmasıdır. Son sözü de kendi söylesin:

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar.”

  • Editör notu: Görsel, yapay zekâ ile çizilmiştir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.