Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Rockhill: “CIA’in tüm dünyada uzantıları olduğunu bugün açık bir şekilde biliyoruz”

İlker Kocael geçtiğimiz günlerde Gabriel Rockhill’in “Sartre’a karşı Foucault: Fransa’da radikal solun CIA destekli tasfiyesi” başlıklı yazısını Medyascope için çevirmişti. Makalenin yoğun ilgi görmesi üzerine Rockhill ile yazısı hakkında konuştu:

Merhaba, Medyascope’a hoşgeldiniz. Bugün, makalesi yakın zamanda Medyascope web sitesinde yayımlanan Fransız-Amerikalı filozof Gabriel Rockhill ile röportaj yapacağız. Merhaba Profesör Rockhill.

Merhaba.

Öncelikle davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizi tanımayanlar için; Villanova Üniversitesi’nde öğretim üyesisiniz, aynı zamanda Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde Eleştirel Teori Çalıştayı’nın direktörüsünüz. Şu soruyla başlamak istiyorum; sizin makaleniz Türkiye’de çok fazla ilgi topladı, yalnızca Medyascope’un sitesinde on iki bin kişiden fazla kullanıcı tarafından okundu. Makalenizin ana teması genel olarak entelijansiyanın gücü, özel olarak da Soğuk Savaş döneminde CIA’in Fransız kültür çevresine müdahalesiydi. Öncelikle sizin akademik ilgi alanlarınız nelerdir, genel olarak ne tür yayınlar yapıyorsunuz? İkinci olarak da, sizin makalenizin İngilizce ve Fransızca versiyonlarını gördüm; makaleniz başka ülkelerde de Türkiye’de olduğu kadar bir ilgi uyandırdı mı?

Çok teşekkürler. Felsefe alanında geniş bir ilgi alanım var, ancak son yıllardaki araştırmalarımda daha çok siyaset ve kültür arasındaki ilişkiye yoğunlaştım. Özellikle –zaman zaman suiistimal amacıyla- kullanılan tarihsel anlatıları inceliyorum. Bahsettiğiniz son makaleyi; Radikal Tarih ve Sanat Siyaseti kitabım için yaptığım araştırma çerçevesinde yazdım. Bu kitabın bir bölümünü –finansal ve kurumsal müdahale şeklinde ortaya çıkan-  gizli operasyonlara ayırdım; bu operasyonlar savaş sonrasında Amerikan sanatı ve kültürünün dünya çapında yaygınlaştırılmasını amaçlıyordu. Psikolojik savaş programının bir parçası olarak; 1985’te yayımlanan bir belgeye rastladım. Bu belgeye göre Paris’te Fransız filozoflarını okuyan ve onlar hakkında rapor yazan gizli ajanlar vardı. Bunun benim ilgi alanım dahilinde olan yirminci yüzyıl tarihi ve kültür/siyaset savaşları için önemli olduğunu anladım. Bu noktada kültürün; siyasetin yalnızca küçük bir veçhesi değil, güçlü yönetimlerde siyasetin en önemli parçası olduğunu söylemek gerek. Özellikle Amerikan hegemonyasının çok yoğun yaşandığı yirminci yüzyılda bu durum çok açık; göz boyamak için kültürü kullanan Amerika, siyasetini gerektiğinde mermilerle de destekliyor. Tabii eğer kültürle göz boyama politikası işe yararsa; bu, küresel hegemonyanın kurulmasını ve devam ettirilmesini çok daha zahmetsiz ve kusursuz hâle getiriyor. Makalenin çok fazla ilgi uyandırması konusuna gelirsek, ben de buna şaşırdım. Bunun önemli bir sebebi birlikte çalıştığım Jennifer Ponce de León’un yerinde tavsiyeleri; bu sayede 1985’te oluşturulan bu belgeden yola çıkarak yazıyı bu hâliyle yazabildim. Yazı, Philosophical Salon sitesinde hızla en fazla okunan yazılar arasına girdi. Sonrasında İspanyolca, Portekizce, Arapça, Fransızca ve belki birkaç dile daha çevrildi. Evet, diyebilirim ki tahmin ettiğimden çok daha fazla okundu.

Makalenizin detaylarına gelmeden önce, eleştirel okuma ile ilgili temel bir soru sormak istiyorum. Çünkü biliyorsunuz internette CIA, diğer kurumlar ve kişilerle ilgili birçok komplo teorisi bulmak mümkün. Sizin makalenizi bu komplo teorilerinden ayıran nedir? Ve daha genel olarak bu tür metinleri birbirinden ayırmak için ne tür araçlar kullanabiliriz?

Bu soru için çok teşekkürler. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü komplo teorisine yapılan göndermeler; psikolojik savaşın –bu terimi kullanıyorum, çünkü gizli servis de aynı terimi kullanıyor- belli açılardan ne derece başarılı olduğunu gösteriyor. Şunu demek istiyorum; ne zaman birisi devletin rolünden, gizli servislerin perde arkasındaki rolünden söz etmeye kalksa, hemen “komplo teorisi” yaftası yapıştırılıyor. Bu hızlı refleksin nedenini ve nereden geldiğini sorgulamamız gerek. Çünkü “komplo teorisi” sözünü kullanan iki tip insan var: birincisi “şüphe tacirleri.” Bu kişiler; kendi eylemlerine yönelik sistemli ve altı dolu eleştirileri meşru alanın dışına atma ve marjinalize etme çabasındalar. Bunu da mesajı getiren elçiye ateş ederek yapıyorlar. Argümanlara odaklanmak, kanıtlara bakmak ve bundan sonuçlar çıkarmak yerine komplo uydurduğunu iddia ettikleri teorisyenin şahsına yöneliyorlar. Bu şekilde tepki veren ikinci grup, tarihsel kayıtlarla ilgili herhangi bir bilgisi olmayan insanlar.             Bu kişiler kamuoyunu yönlendiren “şüphe tacirleri”nin o kadar etkisi altındalar ki, sunulan argümanlar ve kanıtlar üzerine düşünmeden hemen komplo teorisi yaftasını vuruyorlar. Bence bu noktada en önemli şey; CIA’ın yayımladığı belgeleri bizzat incelemek, CIA’in eski ve mevcut çalışanların tanıklıklarını dikkate almak ve yıllarca arşivlerde çalışarak neler olup bittiğini araştıran akademisyenlere kulak kabartmak. Eğer bu yöntemi benimsersek, inanıyorum ki komplo teorilerini ve komplo gerçekliklerini birbirinden ayırmamız mümkün olacaktır. Aslında son yetmiş yılın en büyük komplo teorisi şudur: ABD hükûmeti ve gizli servis, dünyada sistematik olarak demokrasinin ve özgürlüklerin pekişmesi için mücadele etmiştir, bunun için de iyi niyetle o ülkelerdeki kitleleri geri kalmışlıktan ilerlemeye doğru çekmeye çalışmıştır. Çağdaş sömürgeci anlatı bu yönde. Gerçeklere ve kanıtlara bakan herkes bunun bir komplo teorisi olduğunu anlar. Çünkü ABD bunun tam tersini yapıyor, en azından CIA’in önemli bir aktör olarak ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı’ndan beri. Bunu ortaya çıkarmanın bir yolu da tarih kayıtlarına bakmak ve ABD’nin düzenli olarak kamuoyuna nasıl yalan söylediğini gözlemlemek: Vietnam Savaşı sırasında gerçekleşen Tonkin Körfezi Olayı’nda ya da Saddam’ı El Kaide ile birlikte ABD’ye karşı hareket etmekle suçlayıp kitle imha silahlarını aramak için giriştiğimiz Irak’a müdahalede. İşte komplo budur. Komplonun yarattığı gerçeklik bir teorik çerçeve oluşturuyor, ve bu çerçeve de aslında gerçekliğin tam tersi. Bu anlamda, yapmamız gereken; kayıtları taramak, belli kelimeleri (Ç.N. “komplo teorisi”) kullanma tuzağına düşmemek, ne bildiğimizi ölçüp tartmak, ve bildiklerimizden ve arşiv taramalarımızdan yola çıkarak makul bir şekilde hangi iddialarda bulunabileceğimiz üzerine düşünmek.

İsterseniz makalenizde öne sürdüğünüz argümanların ayrıntılarını konuşalım. En önemli iddialarınızdan biri şu; CIA, Soğuk Savaş döneminde yalnızca fiziksel bir mücadele yürütmüyor, aynı zamanda insanların zihinlerini de şekillendirme çabasında. Argümanınızı desteklemek için de CIA’in 1985’te hazırladığı bir raporu sunuyorsunuz. Sizce CIA raporda bahsedilen filozofları yalnızca anlamaya mı çalışıyordu, yoksa onları aktif bir şekilde kendi amaçları doğrultusunda manipüle etme çabasında mıydı?

CIA’in yürüttüğü psikolojik operasyonların birçok boyutu vardı; bu da çoğu zaman bağlama göre değişiyordu. Bunun bir boyutu analiz. Çok açıktır ki bahsettiğim CIA belgesi; -kültürel mücadelelerde ön saflarda bulunan- Fransa’daki entelijansiyanın haritasını çıkarma amacıyla yürütülen bir görevin ürünüydü. Bu da şöyle bir bağlam içerisinde gerçekleşti: ABD, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin komünist rejimi ile ittifak kurdu. Savaşın hemen sonrasında –hatta belki hemen öncesinde- kendisini komünizmden ayrıştırma çabası içine girdi; daha radikal, eşitlikçi sola karşı kültürel bir savaş açtı. Bu anlamda Fransa özellikle çok önemliydi, çünkü Nazi rejimine karşı içeride yürütülen mücadelede başı komünistler çekmişti. Yapılan analiz daha geniş bir programın bir parçası; nasıl olup da Fransız entelijansiyasının daha genel anlamda Batı entelijansiyasının küçük dokunuşlar yoluyla –bazen zor kullanarak- sağa çekilebileceğini anlamaya dayalı bir program. Bunu da görünmez bir zincir yoluyla yapıyorlardı. Düşündüğünüz zaman gayet makul, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası bağlamında. İdeal bir durumda yapılacak olan şudur: belli tür çalışmaları öne çıkaracak maddi altyapıyı hazırlarsınız, bu türden çalışmalara muazzam bir görünürlük ve prestij sağlarsınız. Bu esnada bu eserleri yaratanlar, zaten her zaman sahip oldukları kendi fikirlerini ifade ettiklerini düşünürler. 1985’teki belgede; CIA’in entelijansiya üyeleriyle doğrudan çalıştığıyla ilgili bir bilgi yok, yani Foucault CIA için çalışıyordu gibi bir durum yok. Ancak belgenin sonunda “Yeni Filozoflar” denilen André Glucksmann ve Bernard-Henri Lévy’nin biyografileri veriliyor ve “doğru” mücadeleyi yürüttükleri vurgulanıyor. Çünkü Marksizme karşı savaşıyorlardı. Bu anlamda; CIA’in Yeni Filozoflar’ın yaptığı türden çalışmaları desteklemek için medyayla, gazetecilerle çalıştığını öğrenmek pek şaşırtıcı olmazdı, hatta bu gayet makul olurdu. Şunu hatırlatmama izin verin, teşkilatın kendisi 1973’te önde gelen gazetelere otuzdan fazla elemanını yerleştirdiğini kabul etti. 1976’da Kongre’de yürütülen bir soruşturmada bu sayının yaklaşık elli olduğu açıklandı. Daha sonrasında Carl Bernstein 1952’den beri yaklaşık dört yüz gazetecinin CIA için çalıştığını gösterdi. Ayrıca biliyoruz ki İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Simone de Beauvoir savaşın ardında bıraktığı yıkımın izini sürmek için Almanya’ya gittiğinde, CIA büyük gazetelerde eleştiri yazıları yayımlatarak solda net bir pozisyon alan Sartre ve Beauvoir gibi kişileri karalamayı amaçladı. New York Times, en azından on gizli görevliyi muhabir ve ofis görevlisi olarak dış temsilciliklerinde istihdam ettiğini kabul etti. Bunun belgeleri mevcut. Bu yüzden bu operasyonların nasıl işlediğini anlamak zorundayız. Amaç, gizli hareket etmek ve belli çalışmaların öne çıkmasını kolaylaştırmak. Bazı zamanlarda entelijansiyanın bazı üyeleri bunu gayet bilinçli bir şekilde yapıyor. Gloria Steinem  bunun en meşhur örneklerinden biri, çünkü o CIA tarafından finanse edilen ve üçüncü dünya öğrencilerini sözde komünizmin pençesinden kurtarma amacını taşıyan öğrenci girişimi için çalıştı. New York Üniversitesinde felsefe hocası olan Sidney Hook ve James Burnham kendi istekleriyle CIA ile işbirliğine girdiler ve Kültürel Özgürlük Kongresi’nin kurulmasını sağladılar. Dolayısıyla bu operasyonlar farklı düzeylerde yürütülüyor. Yapmamız gereken arşivlere dayalı olarak nelerden şüphelenebileceğimizi ve neleri kanıtlayabileceğimizi görmek.

Bu noktada CIA’in çabalarının kapsamına gelmek istiyorum. Çünkü siz Fransa’yı ele alıyorsunuz ama bu çabalar zannediyorum Fransa ile sınırlı değil, öyle değil mi? Diğer taraftan Soğuk Savaş dönemine odaklanıyorsunuz, CIA’in bu çabalarının bugüne kadar devam ettiğini düşünüyor musunuz?

Tabii ki, kesinlikle. Bunun altını çizdiğiniz için teşekkürler. Bu makale belirli bir bağlamla ilgili. “French Theory” küresel bir teori olduğu için öne çıkan bu oldu; çünkü yirminci yüzyılın en önemli entelektüel ürünlerinden biri. CIA’in buna ilgi duyması pek şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak sizin vurguladığınız iki noktaya dikkat etmeliyiz: birincisi bahsettiğimiz kültürel savaş uluslararası çapta bir mesele. İkincisi, çok açık ki günümüzde de devam ediyor. CIA’in tarihine baktığınızda; onun İkinci Dünya Savaşı döneminde hizmet veren Stratejik Hizmetler Ofisi’nden evrildiğini görürsünüz. Ve bunu kuran insanlar doğrudan Wall Street’ten gelme. CIA kendini bir şirket gibi görüyor. Bu terminolojinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. “Şirketin” amacı dünyada her ne pahasına olsun küresel kapitalizmi dikte etmektir; bunu da “şirketin” çıkarlarını izleyerek yapar. Bu çıkarlar da neoliberal kapitalist hegemonya üzerinde yükselir. CIA’in tüm dünyada uzantıları olduğunu bugün açık bir şekilde biliyoruz. Savaş sonrasında kurulan ve merkezi Paris’te bulunan Kültürel Özgürlük Kongresi’nin otuz beş ülkede ofisi vardı. Onlarca prestijli dergi yayımladılar, kitap endüstrisine el attılar, yüksek profilli uluslararası kongreler, sanat sergileri düzenlediler, sahne sanatları alanında çalışmalar yaptılar, birçok kültürel çalışmaya maddi kaynak sağladılar, burslar verdiler, birçok kaynak sağlayan kuruluşla ortak çalışmalar yürüttüler. Bunun kapsamını anlamamız gerek. Bunun üzerine etraflıca düşündüğümüzde aslında çok da mantıksız değil; çünkü kapitalizm hayata ve dünyaya zararlıdır. Çoğu insana çoğu zaman şiddet gösterir, aynı zamanda biyosferi mahveder. Eğer dünyadaki insanların çoğunun istemediği şirketiniz el altından iş yapıyorsa, bu şirketin yedi yirmi dört çalışarak kendi gündemini dikte etmesi gerekir; çünkü bu kolaylıkla ve ilk elden kabul edilebilecek bir şey değildir. Bunları Karl Polanyi’nin düşüncelerine referansla söylüyorum.

Makalenizde vardığınız sonuçlara gelmeden, yazınıza Türkiye’den gelen bir eleştiri ile devam etmek istiyorum. Belki bu eleştirilere yanıt vermek istersiniz. Bazı kişiler bu türden yazıların araştırmacılar arasında güvensizlik yaratabileceğini ve örneğin Foucault araştırma programına dahil olan birinin kolaylıkla ABD’nin ya da CIA’in çıkarlarına hizmet etmekle suçlanabileceğini söylediler. Bu eleştirilere karşı yanıtınız nedir?

Siyasetin nasıl işlediğini anlamalı ve bire bir basit korelasyonlar kurmaktan kaçınmalıyız.  Belirli bir kişi ya da grup üzerine çalışmalar yapmanın sembolik düzeyde sizi zorunlu olarak bir siyasetle bağladığını düşünmüyorum; bence bu entelektüel çalışmaları tüketici modeli üzerinden okumak olur. Bu modelle şunu kastediyorum: belli bir geleneği sahipleniyorsunuz, bu yüzden karşılığında da size belli bir siyaset etiketi veriliyor. Bunun benim için anlamı şu: her türlü altın buzağıdan kaçınmak ve entelektüellerin belirli siyasi ve tarihsel bağlamlarda nasıl hareket ettiğine bakmak gerek. Belgede Fransa’nın en önemli entelektüellerinden biri olarak bahsedilen Foucault’ya gelirsek, onun eleştirel tavrını olumluyorlar: gerçekten de Foucault’nun 1984 yılları civarı son dönemlerinde toplumsal ve siyasal sistemi yeniden düzenlemeyi amaçlayan büyük çaplı toplumsal hareketlere karşı tavrı eleştireldi. Bu yüzden çalışmalarında Avrupa merkezciydi; feminist harekete, eşcinsel haklarını savunan gruplara karşı da eleştireldi, hayatının son döneminde aktif olarak siyasi bir angajman içine girmedi. Bunu kendisi de söylüyordu: kendisinin sokaklara inen bir devrimci değil aktif olmayan bir asi olduğunu ifade ediyordu. O yüzden akademinin kutsal buzağısını kutsamak yerine insanların somut olarak neler yaptıklarına, hangi gruplarla hareket ettiklerine bakmak gerek. Daha da önemlisi sembolik değeri olan kişilerin ya da hareketlerin arkasına saklanmadan; entelijansiyanın üyeleri olarak biz ne yapıyoruz ve bizim politikamız nedir sorularını da kendimize sormak zorundayız. Bu konuda son olarak söyleyeceğim şey; ben tezimi Fransa’da yazdım ve French Theory denen akımın önde gelen kişileri ile çalıştım. Frech Theory özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde –tabii bunun küresel bir etkisi de var- kendine özgü bir imaja sahip. Bu imaj doğrultusunda 1960-70’lerde French Theory’nin şık bir radikal cilayla kaplı olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, bu kişilerin tek tek siyasi angajmanlarına bakarsak, çoğunun bir önceki kuşağın katı sol siyasetinden uzaklaştıklarını görürüz. Sartre, Barthes, Beauvoir, Fanon gibi insanlar katı bir şekilde sol siyaset içindelerdi. Derrida, Foucault -Deleuze’ün durumu biraz daha ayrı- gibi kişilere geldiğimizde bu türden siyasi angajmanlardan geri dönüş gözlemliyoruz. CIA de bunun izini sürüyordu; entelijansiyanın, ABD emperyalizmine karşı artık kararlı ve açık bir tutum almaması konusuyla yakından ilgiliydi. Olayların akışı da zaten bu yönde ilerliyordu. Bu noktada Edward Said’in Foucault’ya, ABD tarzı emperyalizme çok fazla dikkat kesilmeme ve sıklıkla diğer tür emperyalizmleri eleştirme konularında yaptığı eleştiriye katılıyorum.

Makalenizde vardığınız sonuçlara gelirsek; neoliberal politikaların dikte ettiği eğitim sistemini eleştiriyorsunuz. Bu tür politikaların eğitimi yalnızca meslek okullarına çevirmesinden yakınıyorsunuz. Bu da en nihayetinde pasif kalabalıklar yaratıyor. Sizin eğitimle ilgili düşünceleriniz nelerdir; kendi toplumlarını eleştirebilecek aletlere sahip birey ve grupları oluşturmak için ne türden bir eğitim politikası izlenmeli?

Öncelikle üniversitelerin fildişi kuleler olmadığını kabul etmemiz gerek. Üniversiteler, daha büyük bir güç matrisinin parçası olan çok güçlü kurumlar. Ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne söz konusu güç matrisi temel olarak fikirleri zapturapt altına alma ve yalnızca ve yalnızca belirli türden eserler için gereken maddi altyapıyı oluşturma üzerine kurulu. ABD üniversitesinin evrimi “şirketin” gündemi ile koşut şekilde ilerledi. Örneğin bu yüzden öğrenci hareketlerine sızdılar, kampüste sürekli var oldular ve üniversitelerin radikal sol siyasetin yuvası haline gelme ihtimalinden çok endişelendiler. Günümüze bakarsak, örnek olarak ABD’yi alırsam, “Kızıl Korku” ve üniversitelerde yaşanan tasfiyeler dolayısıyla, üniversite zaman içinde büyük bir değişim geçirdi –tabii değişim her zaman vardı ama bugün daha da yoğunlaştı- ve kapitalist sistemin çarklarını üreten meslek okullarına dönüştü. Bu uzun vadeli projenin temel amacı eleştirel entelijansiyayı yok etmek. Dolayısıyla yapmamız gereken şey, yalnızca bireysel açıdan düşünmek, solun öne çıkan isimlerine omuz vermek, retorik ya da sembolik düzeyde radikal bir tutum takınmak değil, sağa kayan kurumlara karşı koyma ve rakip olma gücüne sahip bir kültürel solu ortaya çıkarmanın nasıl olacağını kolektif olarak düşünmek. Bu işin kesinlikle kolektif bir biçimde yapılması ve somut bir şeyler ortaya koyması gerek. Alternatif kurumlar oluşturulmalı, bu çaba tabii ki şu anda da var. Ben de bu çabaların içindeyim ve diğer birçok önemli çabanın da tanığıyım. Eserlerin dolaşımı için farklı platformlar olmalı. Alternatif türden bir eğitim alanı oluşturulmalı, dolayısıyla eğitim yalnızca belirli kurumsal yapıların eline bırakılmamalı. Bu tür çalışmalar içinde bulunmaya çalışıyorum, bunu yapan başkaları da var. Entelektüeller kamusal alanda daha fazla bulunmalı; toplumun ve siyasetin kolektif dönüşümü için toplulukları örgütleme konusunda angaje bir tavır takınmalı. Bu yönde yapılan çalışmalar var ama kültürel solu teşvik edecek kurumsal ve maddi olanaklar yaratılarak bu çabalar daha ileriye taşınmalı.

Röportajımızı entelektüelin sorumluluğu ile bitirmek istiyorum, özellikle bu zor zamanlarda. Zor zamanlar diyorum, çünkü, biliyorsunuz son on yıllarda popülist sağın ve “post-truth” akıl yürütmenin yıkıcı etkisinin yükselişine tanık olduk, Trump da bunun örneklerinden yalnızca bir tanesi. Sizce bu zor dönemlerde entelektüelin sorumluluğu nedir?

İki şey söylemek istiyorum. Zor zamanlar; sağ siyasetin on yıllardır yürüttüğü kararlı mücadelenin bir sonucu. Sağ siyaset derken kapitalist müesses nizamdan bahsediyorum. ABD’de Demokrat Parti’yi de bu sağ siyasetin içinde değerlendiriyorum. Sol siyasetin ne olduğu konusunda da net olmak gerek: sol siyaset kapitalizm karşıtı, emperyalizm karşıtı, çevreci ve özerk bir siyasettir. Bu olanlar sistemli bir değişimin sonucudur. Bunu anlamak çok önemli, çünkü diğer şekilde güncel gelişmeleri yüzeysel biçimde okuruz ya da belirli kişilere ve onların palyaçovari hareketlerine takılı kaılırız. Şunu anlamamız gerek: günümüzde yaşananlar kapitalizm yanlısı emperyalist sağ saldırının yol açtığı derin, tarihsel ve sistemli değişimlerin bir sonucudur. Entelektüelin bugünkü rolüne gelirsek; iki tür entelektüelden bahsetmek mümkün. Bir tarafta Sartre’ın temsil ettiği müdahaleci entelektüel tipi var; bu tür entelektüel dünyanın gerçek doğası ya da tarihin akışı ile ilgili evrensel savlarda bulunur. Diğer tarafta da daha spesifik konularla ilgilenen entelektüel tipi var; bu tip de Foucault ve Deleuze tarafından olumlandı. Güç matrislerini ortaya koyan ama daha geniş anlamda radikal bir toplumsal dönüşümün peşinde olmayan bir entelektüel tipi. Müdahaleci entelektüel; kişinin kendi teorik etkinliklerinin siyasi ve maddi mücadelenin bir parçası olduğunun farkındadır. O yüzden bunun farkında olarak yalnızca entelektüel eserler vermekle kalmaz, farklı türden üretimleri kolaylaştıracak ve onların yolunu açacak maddi ağlar oluşturma peşine düşer. Bu anlamda, bana ulaşmış olmanız ilginç, çünkü alternatif medyayı yürekten destekliyorum. Bunun sebebi bu tür girişimlerin insanlığa yönelik kapitalist saldırının ön saflarında yer alan günümüz demagoglarının koyduğu kuralları gözetmek zorunda kalmayacak maddi platformlar yaratması.

Profesör Rockhill, bu değerli tartışma için çok teşekkür ederim.

Teşekkürler.

Bugün Profesör Rockhill ile Medyascope sitesinde de yayımlanan makalesi üzerine konuştuk. Bizi izlediğiniz için teşekkür ederiz. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.