Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kerem Naşar: “Suriye Devrimi’nin Tunus ve Mısır’dan farkı ordunun halka ateş açmaya hazır olmasıydı”

Suriye’de halkın hükümeti protesto etmek için sokağa çıkmasının üzerinden altı sene geçti. Bu süre zarfında barışçıl başlayan protestolar, birçok farklı aktörün dahil olduğu kanlı bir iç savaşa evrildi. Geçtiğimiz Cuma günü, Işık Üniversitesi’nde okutmanlık yapan ve Al-Jumhuriya medya kolektifinin yöneticisi olan Kerem Naşar ile 2011’den bugüne Suriye’de neler olduğunu konuştuk. Böyle karmaşık bir konuyu ve altı yılı yarım saate sığdırmak mümkün olmasa da Kerem Naşar, Suriye’de olanları böyle anlattı:

Bize, 2011 yılında Suriye’de sokağa çıkanların sosyolojisini anlatabilir misin? Protestolar ilk başladığında sokağa kimler çıktı?

2011’den beri Suriye’de ve tüm dünyada olan kötü şeyleri düşününce, geriye dönüp Mart 2011’de, bundan altı yıl önce, neler olduğunu tekrar düşünmek çok kolay değil. Geriye dönüp, bu devrimci umut anını; halk hareketini, halkın kendi gücünü hissettiği anı yeniden düşünmek… Unutmamalıyız ki Suriye Devrimi, kendinden önceki beş devrimin üzerine geldi. Şu anda neredeyse herkesin unuttuğu Arap Baharı’ndan bahsediyorum: Tunus Devrimi, Mısır Devrimi, Libya Devrimi, Yemen Devrimi ve tabii ki yapmak istediklerini tam başaramayan bir diğer devrim olan Bahreyn Devrimi’nden… Suriyeliler, Arap dünyasında yayılmakta olan bu umut duygusundan güç aldılar. Olaylar ilk başta, ülkenin güneyinde, Ürdün-Suriye sınırına yakın Dera şehrinde halkla rejimin karşı karşıya gelmesiyle başladı. Suriye rejimi, Suriye istihbaratı ve Suriye güvenlik güçleri buradaki halkın protestolarına şiddetle karşılık verdiler. Bu, insanların daha da fazla mobilize olmasına neden oldu.

Bunun ardından olaylar, kontrolden çıktı ve tüm ülkede insanların örgütlenmesine neden oldu. Her yerde yerel koordinasyon komiteleri kuruldu; insanlar protestolara katılmak için sokaklara çıkmaya, bu protestoları kayıt altına almaya, çektikleri videoları uluslararası medyaya göndermeye başladılar. İnsanlar, sosyal medyada, Facebook’ta, Twitter’da, kapalı çevrelerde siyaset konuşmaya başladılar. Değişim ihtimalini, gelecekte Suriye’nin, diktatörlük sonrası Suriyesinin nasıl olması gerektiğini konuşmaya başladılar.

Gösterilerin sosyolojik arka planına ilişkin olarak, protestolara katılımın iki boyutu olduğu söylenebilir: Halk ve elitler. Halkın katılımına baktığımızda, devrimin büyük ölçüde Suriye kırsalından ve özellikle Müslüman, Sünni halkın yaşadığı kırsal bölgelerden destek aldığını görüyoruz. Suriye nüfusunun çoğunluğunu oluşturan, Sünni, Müslüman, kırsal bölgelerden… Elitlere yani entelektüellere ve aktivistlere baktığımızdaysa, çok farklı grupların desteğinden söz etmek mümkündü. Özellikle de şehirlerde; Şam’da, Halep’te, Humus’ta, büyük şehirlerde, devrime tüm kesimlerden ve farklı arka planlara sahip herkesten büyük bir destek vardı. Ama Şam ve Halep’teki yüksek burjuvazi devrime karşıydı.

Hem Sünni ve hem Nusayri yüksek burjuvazi değil mi?

Kesinlikle. Mezhepsel bölünmeyle ilgili olarak şöyle bir şey vardı: Değişimle ilgili heyecanlı olanların içinde genel olarak -burada sokağa çıkan halktan, sıradan insanlardan bahsediyorum- azınlıklar yoktu. Sınıfsal olaraksa şu söylenebilir: Şehirli yüksek burjuvazi de değişime, rejimin devrilmesine, olayların büyümesine karşıydı.

Peki sokağa çıkan insanların temel siyasi talepleri nelerdi?

Birçok kişi Suriye devrimini bir komplo olmakla itham etmişti; Suriye’nin istikrarını sarsmaya yönelik uluslararası bir komplo… Ama bunun neden böyle olmadığına dair öne sürülebilecek en güçlü sebeplerden biri, protestoların ilk haftalarında, dile getirilen taleplerin ve insanların beklentilerinin, oldukça makul ve mütevazi olduğuydu. En başta kullanılan sloganlarda “haysiyetten” bahsediliyordu. İnsanlar, attıkları sloganlarda, “Suriye halkı haysiyetine kavuşmalı” ya da “Suriye halkı güvenlik güçleri tarafından hakarete uğramamalı ve aşağılanmamalı” diyorlardı. İnsanlar, reform istiyorlardı, daha iyi yönetilmek istiyorlardı. Ama onlara verilen cevap şiddet olunca, dile getirilen talep hızlıca “Halk rejimin düşmesini istiyor”a dönüştü: “Ash-shaʻb yurīd isqāṭ an-niẓām.”

(2011 yılında Suriye’nin Hama şehrindeki gösteriler)

Bu, Tunus’tan Mısır’a, ayaklanma yaşanan tüm Arap ülkelerinde duyduğumuz, gösterilerin imzası haline gelmiş bir slogandı. İnsanlar rejimin değişmesini yani Esad ailesinin iktidardan inmesini ve ülkeye demokrasi gelmesini istiyorlardı. Bunların arkasında da şu hissiyat vardı: İnsanlar haysiyetlerini geri istiyorlar. Halkın egemenliğini kamusal alanda tekrar hakim kılmak istiyorlardı. Kendilerini yönetecekleri ve iktidara gelecekleri seçebilmek istiyorlardı. Ve son olarak, kamusal alanda saygı görmek istiyorlardı.

Bunlar tüm Arap ayaklanmalarında gördüğümüz, ortak taleplerdi.

Kesinlikle. Suriye Devrimi, ilk yılında “thawrat alkarama” yani “haysiyet devrimi” olarak adlandırılıyordu. Haysiyet, ilk zamanlarda çok önemli bir değerdi.

Suriye’de var olan siyasi partiler, bu gösterilere bir parçası oldular mı? Oldularsa ne ölçüde oldular?  

Türkiye gibi mükemmel bir demokrasi geçmişi olmayan bir ülkede bile insanların, 40-50 yıl boyunca otoriter bir rejimle yönetilmiş bir ülkenin nasıl olacağını, “var olan siyasi partilerin ve hareketlerin” ne durumda olacağını hayal etmeleri zor oluyor. Suriye’de hiçbir siyasi hareket yoktu. “Siyasi hareket” ifadesi, bu hareketi takip eden bir toplumsal taban ya da kitleler olduğunu varsayıyor. Belli siyasi partilerin parçası olan insanlar; solcular, İslamcılar, merkezdekiler olduğunu varsayıyor… Bunlar Suriye’de yoktu. Ben Esad rejimine muhalif bir aileden geliyorum. Benim tanıdığım birçok insan, bizim siyaset yaptığımız için tamamen çıldırdığımızı, deli olduğumuzu düşünüyorlardı. Suriye’de siyasi bir şeyler söylediğinizde, büyük ihtimalle, bundan bir süre sonra kaybolursunuz. Çok korkutucu bir hapishaneye götürülürsünüz ve bir daha kimse sizden haber alamaz. 40 yıl boyunca bu böyleydi. Yani, gerçek anlamıyla bir siyasi hareket yoktu.

Muhalif olan solcu, elitist çok küçük gruplar vardı. Bu gruplar, devrimden birkaç yıl önce, 2000’den 2005’e kadar, Şam Bildirgesi adı verilen bir çatı altında toplandılar. Birçok küçük parti vardı ama bunların 100-150 aktif üyesi vardı. Bazı bildirgeler yazan, değişim ve demokrasi için çağrı yapan birçok entelektüel, aktör, yazar, yönetmen vardı. Ve son olarak, yerel çalışmalar yapan birçok küçük aktör vardı. Bu farklı aktörler birbirlerini pek bilmezlerdi; çünkü bir süre öncesine kadar iletişim kurabilecekleri araçlar yoktu. Facebook yoktu, Twitter yoktu ve insanlar korkuyorlardı.

2011’den sonra, insanlar gerçekten birbirleriyle konuşmaya başladıklarında, şöyle şeyler demeye başladılar: “Siz Halep’te mi çalışıyordunuz, biz Şam’da şunları yapıyorduk”, “Biz Deraya’da küçük bir şeyler yapmaya çalışmıştık.” Bu ortaya çıkan ağlar, eskiden de vardı ama birbirleriyle iletişimleri yoktu. Ve yaptıklarının kesinlikle kitlesel bir boyutu yoktu. Bu gruplar, protestolarda nasıl temsil ediliyorlardı? Esad’a karşı çıkan insanların ve partilerin hepsi olmasa da çoğu, bu hareketin bir parçası olmak istediler. Ama sokaklara çıkan kitlelere liderlik yapmaya çalışmadılar, sadece bu hareketin bir parçası olmak istediler. Devrimin ilk günlerinde, Mısır’a hatta Tunus’a benzer bir şekilde, hareketin momentumu siyasi elitlerden değil sokağa çıkan kitlelerden, ülkenin her yerinde ortaya çıkan yerel koordinasyon komitelerinden yanaydı. Benim yaşımdaki, senin yaşındaki ya da biraz daha büyük insanlar, sorumluluk alıyorlardı ve bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Siyasi elitleri, eğer isterlerse, olanlardan haberdar ediyorlardı ama onların öncülüğünde bir şeyler yapmıyorlardı.

Rejimin bu protestolara nasıl cevap verdiğini anlatabilir misin, Esad rejimi protestolar karşısında ne yaptı?

Ölüm, ölüm ve daha fazla ölüm. Dürüst olmak gerekirse durum buydu. En büyük trajedi de buydu, çünkü ben, gerçekten, eğer ilk altı ayda başka bir cevap almış olsaydık; olayların oldukça farklı bir şekilde gelişmiş olabileceğini düşünüyorum. Rejim, ilk günden itibaren bunun bastırabilecekleri bir şey olduğuna inandı, bunu “siyasi bir çözüm”le değil; “güvenlikçi bir çözümle” , Arapça’da dediğimiz gibi “alhall al’amni” ile bitirebileceklerini düşündüler. Yüzlerce, binlerce kişiyi hapishanelere götürürüz, insanların bir şeyler yaptıklarını hissetmelerini ve protestoları engellemek için ağların içine sızarız ve protestocuların üzerlerine ateş açarız, böylece bu sorunu hallederiz diye düşündüler. Bu, Suriye Devrimi’ni Mısır ve Tunus’taki barışçıl devrimlerden ayıran en önemli etkenlerden biriydi ve Libya’dakine benzer bir durumdu. Rejim, iktidardakiler, barışçıl gösteriler karşısında şiddet kullanmaya en baştan hazırdılar. Protestoların daha ilk altı ayında, protestocuların üzerine ateş açıldığı için 10 binden fazla kişi ölmüştü.

Bu sormak istediğim bir şeydi. Senin de bahsettiğin gibi Arap ayaklanmaları birbirlerini etkilediler ve bir momentum yarattılar. Ama Suriye’deki ayaklanmalar bir silahlı çatışmaya dönüştü, Tunus ve Mısır’da bunu görmedik. Sence Suriye’deki ayaklanmaların silahlı bir çatışmaya dönüşmesine neden olan siyasi ve toplumsal sebepler nelerdi?

Bence buradaki kritik şey şu: Mısır ve Tunus ordusu, sokaklara çıkan sivillerin öldürülmesine dahil olmak istemediler. Ordu, toplu katliamlara dahil olmadığı için yönetimdeki seçkinlerin sivil kanadı teslim olmak ve işleri orduya bırakmak zorunda kaldı. Tunus’ta ordu iktidarı devrim sonrası siyasi seçkinlere bıraktı ama Mısır’da ordu, iktidarda kaldı, bir süreliğine iktidarı devretti ama sonra geri aldı. Suriye’de bu olmadı; ordu, çatışmaya dahil olmaya ve emirlere uyarak sivillere ateş etmeye hazır ve istekliydi. Peki bu niye böyleydi? Bununla ilgili bir tez yazabilirsiniz, çok karmaşık bir konu. Tunus’ta ve Mısır’da devletin gelişimi öyle olmuştu ki burada toplumun karşısında gerçek bir devletten bahsedebiliriz. Yani ordu, iktidardaki sivillerin kimliğinden bağımsız bir yapıya sahip. Suriye’de devletin hem sivil hem askeri kanadı, son 40 sene içerisinde öyle gelişti ki tek bir şey haline geldiler, yani ordu, ülkeyi yöneten Esad ailesinden ayrı gücü olan bağımsız bir kurum değil. Bunun en önemli nedenlerin biri, Hafız Esad’ın en başından itibaren, ordu ve sahip oldukları askeri güç açısından oldukça kudretli olan güvenlik güçleri içinde iktidarı elinde tutan kişilerin, genel olarak aynı mezhepten olmasına ve bu mezhebe mensup insanlar arasında, kendilerini korumak için sadece tek bir yol olduğu; yani Esad’ı savunmaları gerektiği fikrini pekiştirmeye özen göstermiş olması. Burada tabii Nusayrilerden bahsediyorum.

Eğer oranlara bakarsak, Nusayriler bu savaşın en büyük kaybedenleri. Çok fazla genci, önce devrimcilere ardından da muhalefeti temsil eden farklı silahlı örgütlere karşı savaşmak, rejimi ve Esad ailesini korumak uğruna feda ettiler. Bu da mezhepsel dayanışma, mezhepsel sadakat ve Esad iktidarda olmazsa baba Esad ve oğul Esad döneminde olan her şey için intikam alınacağını düşünmeleriyle ilgiliydi. Yani ülkedeki mezhepsel bölünme ve mezhepsel dayanışma kilit bir öneme sahip. Tabii Esad yönetiminde, devletin, bu mezhepsel kimliği sahiplenecek şekilde gelişmesi, ordunun her zaman rejime sahip çıkacağı ve insanların buna bir şekilde cevap vereceği anlamına geliyordu.

İnsanlar sokaklara çıkıyordu ve direnç gösteriyordu. Gösterilerin Mısır’a ve Tunus’a benzeyen döneminde, ben buna devrimin “Tahrir anı” diyorum, insanlar aylar boyunca, Şam ve Halep’te bir Tahrir anı olması için uğraştılar. Aslına bakarsan, Hama ve Humus’ta bunu bir süreliğine başarmıştık, 100 binlerce kişi sokaklarda barışçıl bir şekilde slogan atıyor ve yürüyorlardı. Peki sonra ne oldu? Sokağa tanklar çıktı. Şu anda 2011 Temmuz’u ve Ağustos’undan bahsediyorum… Bu tepkinin ardından insanlar işleri kendi ellerine almaları ve bir cevap vermeleri gerektiğini hissetmeye başladılar.

Silahlı çatışmanın başlamasının ardından, taraflar nasıl oluşmaya başladı, baş aktörler kimlerdi? Ve bir sene önce sokaklara çıkan insanların talepleri ne şekilde evrildi?

Genel olarak silahlı çatışmayı tek bir bütün olarak düşünme eğilimi var. Ama silahlı çatışmanın da kendi safhaları, bir tarihsel gelişimi vardı. Tabii ondan önce, az önce de konuştuğumuz gibi, 2011’in büyük bir kısmında barışçıl protestolar, Tahrir anı vardı. Temmuz’un sonunda Özgür Suriye Ordusu kuruldu. Ekim’de çatışmalar başladı. Şubat 2012’de Humus Savaşı oldu, bu çatışmanın en önemli askeri olaylarından biriydi. O zaman, silahlı çatışmanın ilk senesinde, 2012’de hatta belki de 2013’ün ortalarına kadar, savaşanlarla protestolara katılanlar aynı kişilerdi; Suriye kırsalında ve şehirlerin fakir bölgelerinde yaşayanlardı. Mesela, Humus’tan, Şam’ın El Midan mahallesinden, Şam’ın doğu ve batısındaki banliyölerinden gelenler…

homs şehri
(Çatışmalardan sonra Humus şehri)

Yani bu, net bir ideolojik kimliği olmayan, silahlı bir halk direnişiydi. Genel olarak ılımlı… Ilımlı lafını hiç sevmiyorum çünkü Suriye’deki grupların aynı radikal arka plandan geldiğini ama aralarındaki farkın radikallik derecesi olduğunu varsayıyor. Ama aslında tamamen farklılar. Şu an bahsettiğim grupları oluşturanlar Suriyeli, barışçıl protestolara ciddi bir şekilde dahil olmuş ve bu protestoların silahlı bir direnişe dönüşmesi gerektiğine karar vermiş insanlardı. Ben o zaman Suriye’de değildim ama olanları çok yakından takip etmeye çalışıyordum. Toplumun tüm kesimlerinden bu direnişe katıldığını bildiğim insanlar vardı. Senin benim gibi Batı’da iyi okullarda okumuş insanlar, savaşmak – ki bu insanların silahlı çatışmaya dahil olduğundan pek bahsedilmiyor – ya da olanları belgelemek, böylece Özgür Suriye Ordusu’nu desteklemek için ülkelerine döndüler. O zamanlar ÖSO gerçekti, tam olarak organize, belli bir yapısı olan bir örgüt olmasından bahsetmiyorum, ama insanların sadakati en nihayetinde ÖSO’dan yanaydı. Yani, bu Suriyelilerin bir projesiydi, insanlar Esad’dan kurtulmak istiyordu ve Esadların yarattığı rejimden kurtulmanın silahlı mücadeleden başka bir yolu olmadığını düşünüyorlardı. Başta olaylar böyle gelişti.

Ama tabii ki işin içine silahlar girince, bu silahları almak için paraya ihtiyaç duyuyorsunuz. Yani bu elinde parası olan kişilerin elini güçlendiriyor. Parası olan kişilerin de kendi gündemleri var. 2012’in sonlarına geldiğimizde bu savaşı finanse etmeye hazır özellikle de körfez ülkelerindeki monarşilerden gelen bireysel destekçilerle ilgili, farklı hikayeler duymaya başladık. Bu kişiler, İslamcı bir karakteri olan grupları desteklemeyi tercih ediyorlardı. Ben o zaman Beyrut’taydım, özellikle de 2013’te Humus’tan, Deraya’dan, Dara’dan birçok kişiyle konuştum. Bu kişiler bir araya gelip savaşmak için küçük askeri birlikler kuruyorlardı ve bir sponsor arıyorlardı. Tabii bu birliklere bir de isim vermeleri gerekiyordu ve “Humus Şehitleri” gibi isimler veriyorlardı. Sonra Kuveyt ya da Katar’dan ya da Suudi Arabistan’dan… Özellikle bu ülkeleri kötülemek istemiyorum ya da gizli bir planları olduğunu da söylemiyorum. Ama o zaman olaylar böyle gelişti, bu ülkelerdeki birçok kişi para vermeye istekliydi ve şöyle şeyler diyorlardı: “Tamam biz para vereceğiz ama bu isim çok nötr duruyor” ve daha farklı, daha İslamcı isimler önermeye başladılar. Bu da ÖSO’nun pragmatik bir şekilde İslamcılaşmasına neden oldu. İnsanları para vermeye ikna edebilmek için taburların isimleri giderek İslamcılaşmaya ve insanlar giderek İslamcı bir görünüşe bürünmeye başladılar. Bu, silahlı çatışmanın ikinci dönemiydi.

Ardından başka bir şey oldu. ÖSO’nun parçası olmayan başka gruplar vardı, bunların özellikle de liderlerinin büyük bir kısmı, protesto eylemlerine katılmamıştı. Bir kısmı, protestolar olurken Esad’ın hapishanelerinde ya da başka hapishanelerdeydiler. Bu kişilerin bir kısmı, Esad ve rejim tarafından hapishanelerde bırakılmışlardı. Hızlıca, bazı silahlı grupların liderliğine yükseldiler. Bu grupların en baştan beri çok açıkça dile getirdikleri Selefi bir duruşları vardı; bunun en iyi örneği Ahrar’uş Şam ki hala savaşan gruplar arasında en büyüklerinden biri. Bir diğeri ise Jayş el İslam, o zamanki adıyla Liva el-İslam’dı, Guta’nın Doğu banliyölerinde Zehran Alluş tarafından kurulmuştu. Bu hareketlerin liderleri, 2011’deki protesto eylemlerinde yoktular. Hapisteydiler, daha sonra bırakıldılar. Ve zaten 2011 öncesinde Selefi, İslamcı hareketlerle ilişkileri vardı. Bırakıldıktan sonra hızlıca mobilize oldular ve bu grupları kurdular. Para bulmakta hiç zorlanmadılar. 2013 ve 2014 yılları boyunca ÖSO’nun yanında giderek güçlenmeye başladılar. ÖSO hâlâ ana gruptu ama Ahrar’uş Şam, Jayş el İslam gibi gruplar da onun kadar güçlenmeye başladılar.

Dördüncü aşama ise El Nusra ve El Kaide…

Evet, ben de bunu sormak istiyordum. Daha sonra El-Kaide, IŞİD gibi birçok ülkede yapılanmış örgütler bu çatışmaya dahil oldular. Bunların dahil olması, çatışmayı nasıl dönüştürdü ve onların varlığı Suriye’de zaten bir süredir savaşmakta olan gruplar tarafından nasıl karşılandı?

Uluslararası Selefi gruplar Suriye’ye 2013 yılından itibaren, kuzeyden ve doğudan, girmeye başladılar. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama El Nusra, 2012 sonları, 2013 başlarında kuruldu. Nusra Cephesi, yani El-Kaide’nin Suriye kolu, ilk kurulduğunda çok küçüktü. İlk başta diğer gruplardan farklı teknikler kullanıyorlardı; mesela arabayla bombalı saldırılar yapıyorlardı. Bir tabur kurup savaşa gerçekten dahil olmak yerine, tüm dünyada yaptıklarına benzer tipte saldırılar gerçekleştirdiler. Ama bir süre sonra organize oldular ve tüm ülkede varlık göstermeye başladılar.

suriye

Şimdi, Suriye savaşıyla ilgili enteresan şeylerden biri de şu: Savaş esnasında bu aktörler de parçalandılar. Suriye El Kaide’si en nihayetinde kendi içindeki farklılıklar yüzünden bölündü. Suriye’ye o dönem birçok Selefi geliyordu, bunların bazıları Suriyeliydi ve El Kaide’yi desteklediler. Bazıları ise Iraklı ya da başka milletlere mensuptu, onlarsa kısa bir sürede IŞİD’e dönüşen, Irak El Kaide’sini destekledir. Kısa zamanda, IŞİD ve Suriyeli gruplar arasında büyük çatışmalara tanık olduk. 2014’e geldiğimizde, bu gruplar birbirleriyle açıkça savaşıyorlardı.

İlk başta insanlar böyle olacağının çok da farkında değildiler. Evet, insanlar geriye dönüp baktıklarında, ki benim gibi liberal ve seküler kişilerden bahsetmiyorum, Suriye’de yerelde savaşan muhafazakârlardan, Suriye’nin küçük köylerinde yaşayanlardan ve ÖSO için savaşanlardan bahsediyorum… Bu kişiler, birden Suudi Arabistan, Irak’tan, Tunus’tan kendilerine yardım etmek ve Suriye rejimine karşı savaşmak istediklerini söyleyen insanların geldiklerini gördüler. Ve ilk başta, bizimle savaşmak istiyorlar diye düşündüler ancak bir süre sonra, bu kişilerin tamamen ayrı bir ajandaları, farklı öncelikleri olduğunu fark ettiler. Esad’dan kurtulmak kadar onların üzerinde de iktidar kurmak istediklerini; hatta belki Esad’dan kurtulmanın umurlarında bile olmadığını, IŞİD gibi sadece kendi topraklarına sahip olup kendi egemenliklerini ilan etmek istediklerini fark ettiler.

2013’ten sonra, insanlar, ki burada savaşan İslamcı taburlar ve ÖSO’dan bahsediyorum, kendilerini Selefi-cihatçı gruplardan uzaklaştırmaya başladılar. İlk büyük karşılaşma Halep’te ve İdlib’de oldu. İnsanlar bunu sık sık unutuyor; 2014’ün başlarında IŞİD’le ilk savaşan Suriye rejim güçleri değil, muhaliflerdi. İdlib ve Halep’ten IŞİD’i çıkarıp, Rakka’ya sıkıştırdıkları ve ardından IŞİD’in bu grupları Rakka’dan çıkardığı ve kendi İslam Devleti’ni ilan ettiği çatışmalardan bahsediyorum. Bu, aynı cephede iki farklı gücün mevcut olduğu kaotik durumun çözüldüğü anlardan biriydi. Şimdi El Nusra ile ÖSO ve Ahrar’uş Şam gibi Selefi grupların dahil olduğu Suriyeli muhalifler arasında benzer bir çatışma görüyoruz. Suriyeli gruplar siyasi bir çözümden yanalar, müzakerelerin bir parçası oluyorlar, Astana’ya gidiyorlar… En azından kağıt üzerinde Cenevre Anlaşması’nı, Suriye sorunun nasıl çözüleceğine dair uluslararası bir referans noktası olarak tanıyorlar. El Nusra tabii ki bunların hiçbirini yapmıyor. Bu yüzden aralarında bir çatışma var.

Kerem, ne yazık ki vaktimiz doldu, umarım seni tekrar stüdyomuzda ağırlama ve kaldığımız yerden devam etme şansımız olur. Çok teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.