Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ron Rosenbaum: “Trump ile Hitler’i karşılaştırmaya medyadan başlamalıyız”

1998’de yazdığı Explaining Hitler (Hitler’i Açıklamak) kitabıyla tanınan ABD’li edebiyat eleştirmeni, gazeteci ve roman yazarı Ron Rosenbaum Los Angeles Review of Books’ta 5 Şubat 2017’de çıkan yazısını İlker Kocael çevirdi.

Ron Rosenbaum
Ron Rosenbaum

TRUMP HİTLER KARŞILAŞTIRMASI. Herhangi türden bir karşılaştırma mümkün mü? Mesela Donald Trump ile Adolf Hitler’in kampanyalarının medya ve kültür tarafından ele alınma biçimleri arasında? Medyanın şimdi ne şekilde davranması gerektiği yönünden? Normalleştirme açısından?
Şunun için söylüyorum; Hitler’i Açıklamak diye bir kitap yazmış olduğum için, seçim kampanyası sürecinde birçok editör bu konular hakkında neler söyleyebileceğimi bana sordu.
Seçimin ertesi sabahına kadar konuşmayı reddettim. Trump’ın şiddetli mücadelesi zaman zaman kötücülleşse ve onun gürültücü destekçileri de bu kötücüllüğün girdabına girse de; o ve destekçileri bir soykırıma meyilli görünmediler. Korkunç ve yıkıcı bir vasatlıktan başka bir şey değildi meylettiği; çocukça kin tutan bir soytarı, ırkçı takipçilerini peşine taktı ve onların varlığını ana akım haline getirdi. Takipçiler derken; New York Magazine’de de bahsedildiği gibi, kadınların yüzüne yumruk atıp ırkçı hakaretlerde bulunarak onlara şiddet uygulayanları kastediyorum. Bu türden takipçiler. Trump bu türden insanları ana akımlaştırdı ve arkadaşım Michael Hirschorn’un da dediği gibi, bu tür nefret suçlarının karşısında artık Obama’nın Adalet Bakanlığını göremeyeceğiz.
Söylediklerim yeterince kötü ama soykırım neredeyse tanım itibariyle “normal” siyasetle ve her gün karşılaştığımız kabadayıca tavırlarla karşılaştırılabilir bir şey değil. Dolayısıyla Trump’ın kifayetsiz ırkçılığını ve takıntılı yalancılığını soykırımla karşılaştırmak; Hitler’in suçlarını ve soykırım kurbanlarını önemsizleştirmek anlamına gelebilir.
Ama seçimden sonra işler değişti. Şimdi Trump ve etrafındaki dalkavuklar şoför koltuğunda Amerikan siyasetine katkı veren saygıdeğer kişiler gibi görünmeye çalışıyorlar, ama Almanca yazılmış kara kitaptan devşirdikleri fikirler bir bir ortaya çıkıyor. Şimdi Amerikan değerlerini göstere göstere tahrip etme başarısını hangi taktik ve stratejilerle elde ettiklerini yakından incelemenin tam sırası.

Hitler ve Trump’ın gizli tekniği

Benim önerim, Hitler’le bir karşılaştırma yapmak. İkisinin de sahip olduğu şeye gizli bir teknik diyebilirsiniz; Hitler ve Trump’ın muhalifleri üzerinde kullandıkları bir tür retorik kontrol, medyanın bu anlamda özel bir yeri var. Ayrıca onların şakası yok. Seçim kampanyası sırasında benim –benimle birlikte birçok Yahudi haberci ya da beyaz olmayanların- aldığım tehdit içerikli mesajları ve fotoğrafları (bir mesaj açıkça “Ben Yahudileri gazlarım” diyordu) siz alsaydınız, dehşet saçan, hastalıklı ve kana susamış ihtirasın ne denli samimi olduğunu anlardınız. Bahsettiğim kara kitap Mein Kampf (Kavgam).
Bu sonuca dolambaçlı yollardan ulaştım. Hitler’in medyayla ilişkileri, Hitler’in iktidara yükselişinin tuhaf bir döneminde başlıyor; basınla kavgası sanki siyasi kariyerinin altını oyuyormuş izlenimi veriyor. Fakat heyhat, işler hiç de öyle ilerlemedi. Aslında onu mücadeleye hazırladı; daha sonrasında iktidarın yolunu açan mücadeleye.
İkinci Dünya Savaşı öncesindeki karanlık on yıllarda yaşanan; çok önemli ancak unutulmuş olaylardan biriydi Kasım 1923 Münih “Birahane Darbesi”: Hitler’in Berlin’le çarpışmak için tüm güney Almanya’yı ele geçirme yolunda kanlı kalkışması.
Hitler ve onun yükselen Nazi partisi aylardan beri bir kalkışma yönünde gözdağı veriyordu. Önce şiddetle, sonrasında rakipleriyle ittifakla tehdit ediyordu. Hitler herkesin dengesini bozuyor, bir gruba asla şiddet uygulamayacağı sözü veriyor, diğer gruba uygulayacağının sinyallerini veriyor, en sonunda verdiği tüm sözlerden dönüyordu.
Birahane Darbesinin tam ortasında, onun milisleri ve Münih’in en büyük muhalif gazetesi Münih Postası arasında yaşanan çatışma tarihin seyrini değiştirebilirdi: Hitler’in o dönemde hiçbir Alman’ın hayal edemeyeceği denli kötücülleşme potansiyeli taşıdığının kanıtlarını ifşa etmesi kaydıyla. Yalnızca Hitler’i takip eden muhabirler bunu hayal edebiliyordu.
8 Kasım 1923 gecesi, Bürgerbräukeller’de gürültülü bir siyasi toplantının ortasında, genellikle siyasi toplantıların yapıldığı devasa birahanede, Hitler ayağa kalktı, havaya bir kurşun sıktı, milislerinin güney Almanya’nın Bavyera eyaletinin üst düzey üç yöneticisini kaçırdığını ve birahanenin arka odalarından birinde kelepçelediklerini duyurdu. Bir sonraki gün, Fırtına Birlikleri’nin meclisi ele geçirip Berlin’e yürüyeceğini söyledi.
Bunlar gerçekleşmedi. O sabah şehir merkezine uzanan köprüde Hitler’in adamları çıkan çatışmada başarılı olamadılar; Hitler kurşun sesleri arasında kendini yere atarak –ya da biri tarafından atılarak- yüz kızartıcı bir yenilgi aldı.
Yenilgiye sebep olan neydi? Bazıları (ben dahil), bunun sebebinin; Hitler’in, SS’lerin selefi özel elit milisini (Stoßtrupp-Hitler) görevlendirip onları (kendisine edilen hakaretlerin pişirildiği) “zehir mutfağı” diye adlandırdığı Münih Postası’nın ofisini yerle bir etmeye göndermesi olduğunu iddia ediyor.
Yerle bir ettiler. Münih Postası’na yapılan saldırı sonrası çekilmiş bir fotoğrafı solmuş bir gazetede gördüm; masalar ve sandalyeler kırılmış, kağıtlar darmadağın molozların arasında kaybolmuştu. Sanki binanın içinde bir bomba patlamış gibiydi.

13172742

1990’ların ortalarında bu fotoğrafı ilk defa gördüğümde; Hitler’in Münih’ten Berlin’e iktidara yükselişi sırasında Hitler karşıtı en önemli gazetenin hatırası neredeyse tarihten silinmişti. Ancak kitabımla ilgili araştırmaları yürütürken, Münih kütüphanesinin bodrum katı arşivinde gazetenin artık dağılmaya yüz tutmuş eski nüshalarını buldum, belli ki yıllar boyunca kimse bu nüshalara el sürmemişti.
Raflar dolusu nüshalar Hitler ve gazetenin yaklaşık on iki yıllık mücadelesinin hikâyesini anlatıyordu; bu hikâye 1921 Avusturya doğumlu esrarengiz yabancının Münih sokaklarında ateşli konuşmaları ve başarılı örgütleme yeteneği ile öne çıkmasından hemen sonra başlıyordu.
Münih Postası Hitler’in kim olduğu ve ne istediği ile ilgili araştırmalarını hiç bırakmadı ve Hitler de bu yüzden onlardan sürekli nefret etti.
Hitler kendini şehrin yöneticilerine sevdirmeye çalışadursun (tabii şiddet tehdidini de bir yana bırakmadan), Münih Postası muhabirleri onun karanlık geçmişini araştırmaktan, onunla kıyasıya alay etmekten, partisinin içindeki ayrışmaları ifşa etmekten, siyasi muhaliflerini katleden ve Hitler’in başarısında onun çokça övülen hitabet yeteneği kadar rol oynamış ölüm mangasını (“G hücresi”) kamuoyuna duyurmaktan geri durmadı.
Yahudi Soykırımını haber veren atlatma haber
Ve en nihayetinde, 9 Aralık 1931’de Münih Postası’nda, kaale alınmayan atlatma bir haber yayımlandı: Münih Yahudilerine yönelik “Nihai Çözüm”ü ele alan bir Nazi partisi belgesi. Hitler’in verdiği anlamıyla “endlösung” sözcüğü böyle bir bağlamda ilk kez kullanılıyordu. Bu, imha planı yerine kullanılan bir hüsnütabir miydi? Hitler durumu örtbas etti, birçokları korkunç ihtimali görmezden geldi.

münchener

Münih Postası kaybetti ve Almanya, Nazi yönetimi altına girdi –ancak gazete de aslında kazanmıştı; Hitler ve Nazilerin ne kadar şeytani olabileceklerini öngörebilen bir tek onlar vardı. Bence Hitler bunu biliyordu. Bu yüzden 1923’te, Hitler muhalefeti düzensizliğe ve bölünmeye sürüklediğinde, Münih Postası’nın üstesinden gelebilme şansını gördü. Denedi, ancak bunda da başarılı olamadı.
1923’teki büyük başarısızlığın ertesinde; isyan suçu dolayısıyla Hitler beş yıllık hapis cezasına çaptırıldı, dokuz ay hapis yattı. Bu dönemde siyasetin dışında kalacağına dair söz verdi. Ancak onun parlamento grubu pes etmedi ve en nihayetinde Hitler yeterince yansız tavır takındığını herkese kanıtlayarak (ve doğrudan kendisine bağlı olmayan Nazi ölüm mangalarının işledikleri cinayetlerden sıyrılarak) siyasi kampanya yürütme hakkını geri aldı. Bu bir hata mıydı? Dersini almış mıydı? Daha sonra ortaya çıktığı gibi, Hitler blöf taktiğini kurnazca kullanmıştı; bazen Chaplin’vari beceriksiz bir palyaço gibi görünüyor, sonrasında uyuyan bir yılana dönüşüyor, diğer zamanlarda da güvenilir devlet adamı portresi çiziyordu. Weimar’ın ağır topları ne yapacaklarını bilemediler, bu yüzden bu durumu normalmiş gibi karşıladılar. Yani onu “normalleştirdiler”.
Dolayısıyla siyasete katılmasına izin verdiler ve Hitler’in partisi seçim listelerine geri döndü: bu sonun başlangıcıydı. Demokrasinin demokratik biçimde kendini yok etmesi. Kasım 1932’de onun partisi çoğunluğu sağlamasa da Reichstag’daki en kalabalık grup haline gelmişti. O seçimden sonra aslında eski şaşaalı günlerin sonuna geldikleri düşünülmüştü: toplam oylarında azalma vardı. Sağ partilerin onu tekrar siyasete dahil etmekle ve “normalleştirmekle” makul bir politika izledikleri; kendi çıkarları doğrultusunda ondan faydalandıkları düşünülüyordu.

Normalleşme umutlarının sönmesi

Gerçek bambaşkaydı: bu, insanlığın hafızasında kayıtlı bulunan dünya siyasi tarihinde yapılmış en aptalca hamleydi. Normalleşme umutlarının sönmesi için birkaç ay yeterli oldu. Bu dönemi inceleyen önde gelen Britanyalı tarihçilerden Sir Richard Evans’ın kanıtladığı gibi; Reichstag Yangını, Hitler’in sıkıyönetim ilan edip devleti zaptetmeyi meşrulaştırmak için uyguladığı bir plan değildi. Bu aslında Hollandalı bir adamın, Marinus van der Lubbe’nin işiydi. Ancak Hitler; sıkıyönetim ilan ederek ve temsili demokrasiyi ezerek bu durumdan acımasızca ve hunharca faydalanmıştı. Belki başka bir bahane de bulabilirlerdi. Bir kere iktidarı ele geçirdiğinde Hitler “nihai çözüm”e varana kadar gücünü katlamaya çalışacaktı.
Münih Postası bu nihai hedefle ilgili haber yapmayı bir an bile aksatmadı; Hitler’in cinayetlerini ifşa etti ve tiranın “normalleştirilmesi” çabalarına karşı durdu. Ocak ayındaki el koymaya kadar mücadeleden vazgeçmediler. 1933 Mart’ında Naziler medyayı yönetmeye başladıklarında Posta “resmi olarak” kapatıldı. Gazetecilik yapma cesaretine sahip birkaç kişi daha vardı; Konrad Heiden, Fritz Gerlich. Ancak süratle, ah hem de ne süratle, “gleichschaltung” (yeniden pozisyon alma) diğer bir deyişle zorunlu uydumculuk, vahşi normalleşme gündeme geldi. Goebbels ve diğer Nazi propagandacıları Alman siyasi teşekkülünü yeni korku krallığına “uyarlamak” için mücadele verdiler. “Gleichschaltung”; ya normalleştir ya da sen bilirsin anlamına geliyordu.

İstediğini elde edene kadar yalan

Hitler’in metodu istediğini elde edene kadar yalan söylemekti; istediğini elde ettiğinde de diğerleri için iş işten geçmiş oluyordu. Önce herhangi bir toprak talebi olmadığına dair söz verdi. Sonrasında tanklarını sessizce Ren Bölgesi’ne sürdü. Çekoslovakya ile ilgili bir planı yoktu, yalnızca Südet’le ilgiliydi: birçok Almanya-doğumlu vatandaş zulümden kurtulmak için ona yalvarıyordu. Ancak sonrasında Çekoslovakya’nın geri kalanını da yuttu. Çekoslovakya ile tatmin olmuş olabilirdi. Avrupa normale dönebilirdi. Yalan!
Tabii işin boyutu açısından Trump’la yapılacak bir karşılaştırma abes kaçabilir. Trump’ın şimdiye kadar izlediği politika kabineye atadığı uygunsuz kişiler ve rezil başkanlık emirleri ile sınırlı. Ne var ki aslında bu da bir tür yıkım. Müslümanlara karşı uygulanacak yasağa karşı eylemciler ve yargı mücadeleye girişirken; her yeni adım, her yeni yalan biz onlara alıştıkça daha az korkunç görünüyor. Bunun adını koymak gerek: sahtekârlık eşiğini yükseltmek.
Ve bunun bize ne yaptığına bir bakın. Belki de bunu öngörmeliydik; Trump’ın kaba davranışları ve utanmazca söylediği yalanlar o kadar gülünç göründü ki onu ciddiye almamıza gerek yok diye düşündük. Ta ki onu ciddiye almak zorunda kalana kadar.
Ona çok istediği dikkatinizi verin, başınıza bela olmaktan çıkacaktır. Tüm bu olanlara deli saçması diyebilirdik, eğer geriye dönüp baktığımızda canımız acımasaydı. Bu bana Oxford Üniversitesi tarih hocası ve Hitler: Tiranlıkta bir Çalışma (1952) isimli diktatörün ilk kapsamlı biyografisinin yazarı Alan Bullock (1914-2004) ile yaptığımız bir sohbeti anımsattı.
O dönemde seksenlerine merdiven dayamış Bullock; Hitler çalışanların onun kötücül Yahudi karşıtlığına odaklanıp meselenin özünden nasıl uzaklaştığını anlatmıştı. Bullock’un en baştaki iddiası şuydu: aslında Hitler’in hiçbir şeye inanmıyor olması çok yüksek ihtimaldi ve Yahudi düşmanlığı temasını Alman halkının ipsiz sapsız tayfasını kendi saflarına katmak için kullanmıştı. Aynı Trump’ın ipsiz sapsız faşistleri, Yahudi düşmanı takipçileri kendine çektiği gibi. Hitler bir “şarlatandı”, diye haykırmıştı Bullock, Yahudi kartını öne süren, bunu gürültülü bir coşkunluğa devşirmek ve bir hareket görüntüsü vermek için kullanan bir üçkağıtçı. İşte aradığım karşılaştırma buydu.
Söylediğim gibi Bullock, sonrasında fikrini değiştirdi; Hugh Trevor-Roper’ın önerdiği gibi Hitler’in karmaşık beyninde Yahudi düşmanlığının eşitler arasında birinci ideoloji olduğunu düşünmeye başladı. Öyle olsa bile; deliyi, Chaplin’vari palyaçoyu oynama taktiğinin defalarca işe yaradığını, adeta halkı büyülediğini gördü. Bu Batı’nın dengesini bozdu. Onu istikrarlı bir biçimde küçümsediler ve planları ile ilgili fikir birliğine varamadılar (“Hitler tam olarak ne istiyor?”). Taktik en sonunda karşı konulamaz bir hal aldı.
Çok az kişi Hitler’i ciddiye aldı, ve kimse henüz neler olduğunun farkına varamadan, o Avrupa uluslarını iskambil kağıtları gibi topladı.

Trump da Hitler gibi başta ciddiye alınmadı

Günümüzdeki seçimlere gelelim. Trump’ın Hitler’in konuşmalarını başucunda tuttuğu iddiaları kulağımıza gelmişti, ama bunu nasıl olduysa normalleştirdik. Tüm o rezil, palyaçovari davranışları ve gaflarının onu yarış dışında bırakacağını düşündüğümüz için onu ciddiye almadık. Halbuki bu gaflar dikkatimizi dağıtmak için bilerek yapılmıştı. Bu onun gizli stratejisi, başarısının özüydü. Trump’a cephe alamazsınız çünkü Trump’ın hangi cephede olduğu belli değildir. Onu şeytani eylemleri dolayısıyla suçlu bulamazsınız; hatta onu hiç bulamazsınız. İşte bu taktik işe yaradı. Trump ciddiye alınmadı; bu da onun Amerikan başkanlığında gözetilen standartlardan muaf tutulmasına neden oldu. Şarlatan kazandı. Yine.
Birden, akıl almaz (ve şimdi ayırdına varmaya başladığımız gibi, şüpheli) Trump zaferinden sonra ulus; “alt-right”ın (Ç.N. alternatif sağ) bir tehdit mi yoksa hoş görülmesi gereken bir şaka mı olduğu sorusuyla boğuşmaya zorlandı. Trump’ın ırkçı nefretin kapısını açması bir şey değiştirecek mi? Anahtar kelime bir kez daha normalleştirme.
Ve Weimar Almanyasını savunan Münih Postası aklıma geldi. Örgütlü nefret karşısında demokratik kurumların ne kadar kırılgan olabileceğini düşündüm. Hitler, planlarını hayata geçirecek pozisyona ve güce ulaşana dek renk vermedi. Aynı şekilde Trump da Ku Klux Klan lideri David Duke’un desteğini kabul ya da reddetmeyerek renk vermedi. David Duke! Ku Klux Klan! Hem de bu çağda! Onun kim olduğunu bilmediğini söyledi. Tanımadığı birinin desteği dolayısıyla karşısına bir engel konmamalıydı. İşte herşeyin ters gittiği nokta burası; Trump’ın bilinçli ve planlı davranıp basınla Paganini gibi oynadığını düşünmek yerine onun aptal ve rezil olduğunu düşündük. Seçimler bize demagoji ve seçmenleri sandıktan uzak tutma taktikleri yoluyla temel özgürlüklerin ilga edilebildiği zayıf bir demokrasinin ne denli zayıf olduğunu gösterdi.
Trump’ın zaferinden sonra, onun ne ölçüde bir saygıyı hak ettiği, alt-right moronlarının seslendirdiği nefret söylemlerinden ne ölçüde sorumlu olduğu üzerine yapılan tartışmaları takip ettim. Bazıları avuntuyu #notmypresident (Ç.N. “benim başkanım değil”) hashtag’inde bulmuştu. David Remnick ertesi sabah belli ki memnuniyetsiz bir halde uyanmıştı, şöyle yazıyordu: “Donald Trump’ı normalleştirme fantezisi –demagog bir adayın seçim günü sonrasında her nasılsa itidalli ve diyaloğa açık bir devlet adamı olacağı fikri- şimdi artık uzak bir hatıra, suya düşmüş bir hayal olmalı.”
The New York Times Magazine’den Teju Cole, Slate’ten Jamelle Bouie, The New York Review of Books’tan Masha Gessen, The New York Times’tan Charles M. Blow ve yakınlarda Esquire’dan Charles P. Pierce da aynı şekilde başkaldırı saflarına katıldılar.
Bir hareket ortaya çıkıyor gibi görünüyordu. Ancak hangi şekli alacağı belli değildi.
Şimdi birkaç ay sonrasında, bu ivme kayboldu. Ortalama tavır normalleştirme. Bundan memnunluk mu duymalıyız? Yoksa sokaklara çıkarak, ya da basitçe Katip Barteby gibi “yapmamayı tercih ederim” diyerek buna direnmeli miyiz?

Münih Postası’nın son nüshaları

Muhtemel seçenekleri değerlendirirken, acı bir şeyi, hatta muhtemelen okuduğum en acı şeyi hatırladım: Münih Postası’nın son dönem nüshaları. Cesurca davranmışlardı. Her nasılsa, insanı derinden sarsan bir biçimde, Götterdämmerung öncesinde başlamış bir roman tefrikasını basmaya devam etmişlerdi; bir gazetenin normal zamanlarda yapacağı gibi. Roman pek ortalarda görünmeyen ve takma ad olarak B. Traven’ı kullanan biri tarafından yazılmıştı, adı da Beyaz Gül’dü. Konusu büyük şirketlerin aç gözlülüğü ve Meksika’nın petrol bölgelerinde yaşanan toprak kapma mücadelesiydi –belki de 1930’lar Almanyasındansa günümüzde yürütülen mücadeleler için daha anlamlı olabilecek muhalif bir metin.
Münih Postası’nın en son birkaç nüshasını bulmak için Münih’te başka bir arşivde araştırma yapmam gerekti, karşılaştıklarım yüreğimi tahmin ettiğimden daha fazla burktu. Gazete yalanlarla savaşırken, Nazi katilleriyle mücadele ederken ve Hitler rejimini normalleştirmeye direnirken bozguna uğramıştı.
Hitler 30 Ocak 1933’te iktidara geldikten bir hafta sonra, Münih Postası olağan olarak yaptıkları cinayet araştırmasına dayanan haberlerini “Ellerinden Kan Damlayan Nazi Partisi” başlığıyla vermişti; SA Fırtına Birlikleriyle sokakta mücadele eden 18 kişinin öldürüldüğünü ve 34 kişinin yaralandığını duyurmuşlardı.
Takip eden günlerde gazete şu manşetlerle çıkmıştı:
“Hitler Rejimi Altında Almanya: Siyasi Cinayetler ve Terör”
“Nazi Partisinin Katliamları”
“Almanya’da Bugün: Gün Geçmiyor ki Yeni Ölüm Haberleri Gelmesin”
“Münih Sokaklarında Vahşi Terör”
“Haydutlar ve Katiller İktidarda”
“Halk Yıldırma Politikasına Geçit Veriyor”
Normalleştirme dönemi her yerde başlamıştı ama Münih Postası buna direndi.

post

Münih Postası kaybetti, evet. Bürolarına süratle mühür vuruldu. Bazı gazeteciler kendilerini Dachau’da buldu, bazıları “ortadan kayboldu”. Ama doğruluk yolunda bir zafer kazandılar. Normalleştirmeye karşı bir zafer kazandılar. Küçük ya da büyük demeden yalanlara kafa tutmaktan hiçbir zaman vazgeçmediler; destansı ve ilham verici bir direnç hikâyesinin bir parçası oldular. “Endlösung”un arkasındaki gerçeği birçoklarından daha önce keşfettiler. Gerçek, daima öğrenilmeye değerdir. Yerel gazetecinize bir omuz da siz verin.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.