Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kültürel çölleşme devam ediyor: Prof. Mustafa Öztürk olayı

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi, tefsirci Prof. Dr. Mustafa Öztürk bazı görüşleri nedeniyle kimi cemaatler ve kişiler tarafından hedef gösterildi. Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu da, adını vermeden Öztürk’ün görüşlerinin doğru olmadığı yönünde bir açıklama yaptı. Ülkeyi terk etmeyi düşünen Prof. Öztürk’ün başına gelenler, Türkiye’deki kültürel çölleşmenin yeni bir örneği olarak kayıtlara geçti.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bu sabah sosyal medyada karşıma Prof. Mustafa Öztürk’ün bir açıklaması çıktı. Kendisi Türkiye’nin gerçekten en parlak ilâhiyatçılarından birisi. Genç diyeceğim; çünkü benden en az üç yaş küçük, benden genç, ama çok parlak… maalesef ben kendisini çok yakın bir zamanda keşfettim. Benim İslamcılık üzerine yoğun çalıştığım dönemlerde pek ortaya çıkmıyordu belli ki, sadece ilâhiyat camiasında yani akademisyenler çevresindeydi. Ama daha sonra kendisinin medyada da yer bulduğunu gördük, Medyascope’ta da Yurttaş Postası’na konuk olmuştu. Bu arada kendisini sürekli yayına çıkarmak istedim, ama bir türlü denk getiremedik; belki bundan sonra olur. 

Şimdi Mustafa Hoca kendi hesabından duyuru yapmış, bu duyuru acı bir duyuru. Sonu şöyle bitiyor — sondan başlayayım: “İlmî çalışmalara devam etme ve farklı bir fikir görüş beyan etmenin tek yolu yurtdışındaki bir üniversitede çalışmak gibi görünüyor”.

İyiler cezasız kalmıyor

Belli ki hoca yolcu, gidiyor ve muhtemelen Almanya’ya gidecek. Kendisi halihazırda Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde profesör ve esas alanı da Tefsir. Tefsir’de farklı, değişik, daha özgürlükçü bakış açısına sahip ve bu bakış açısıyla kimi kesimler tarafından takdir edilirken kimi kesimler tarafından da çok sevilmiyor, hatta nefret ediliyor. Bu doğaldır, bu tür konular tarih boyunca her dinde, her düşüncede, İslam dininde de hep dönem dönem farklı düşünenler olmuştur ve kimi zamanlarda egemen görüş farklı olana tahammül edemediği için bunları zorla bastırmışlardır. Değişik dönemlerde değişik örneklerini yaşadık. Bugün de günümüzde AKP iktidarında sadece iktidara muhalif olan seküler eğilimli ya da Kürt hareketinden insanlar, akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler de değil; İslâmî câmianın içerisinde yer almasına karşın egemen görüşten farklı birtakım açılımlara sahip olanlar da başlarına iş alabiliyorlar. 

En son bir yayın yapmıştım, Teyit.org sitesiyle ilgili, onun başlığını “Burası Türkiye, farklı ve iyi olan hiçbir şey cezasız kalmıyor” diye koymuştum; bu aslında bunun bir devamı. Mustafa Öztürk linç ediliyor ve illallah demiş durumda belli ki. Kendisiyle bu sabah telefonda biraz sohbet etme imkânı buldum; pes etmiş gibi değil, ama illallah demiş. Yani bu ülkede kendisinin ilâhiyat alanındaki çalışmalarını özgürce, rahat bir şekilde yürütme imkânının giderek azaldığı düşüncesine varmış. Neden böyle bir düşünceye varmış? Çünkü onun değişik zamanlarda söylediği, özellikle Kur’an-ı Kerim hakkında söyledikleri, bazı çevreler tarafından tekrar ve tabii ki eğip bükülerek ortaya döküldü ve Mustafa Öztürk Hoca bir nevi düşman ilan edildi. 

Cemaatlerin verdiği ayar

Bazı cemaatler –okuyayım bunu, açıklamasında söylüyor isim vermeden: “Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca dinî grup ve cemaatlerin Diyanet ve İlâhiyat gibi kurumlara –İlâhiyat dediği fakülteler tabii– ayar verme cesaretlerinin belki ilk defa bu kadar yüksek trende ulaştığına şahitlik ediyoruz” diyor. Kendisi bu câmianın içerisinde birisi olarak Cumhuriyet tarihinde, cemaatlerin ve bazı grupların bu kadar ayar vermesine tanık olmadığını söylüyor — ki bunu önemli bir tanıklık olarak not düşmek lazım. 

Devam ediyorum: “Kendilerini birer baskı grubu olarak konumlandıran bu odaklar, söz konusu kurumlara yönelik planlarını ve amaçlarını gerçekleştirmek için özellikle seçim sath-ı mâilinde siyasî iradeyi de etkilemeyi fırsat bilerek, sistematik karalama kampanyaları tezgâhlıyorlar. Son kampanyada konu mankeni olarak bizi seçmiş görünüyorlar”. Burada seçim “sath-ı mâili” sözü önemli; yerel seçimlere girdik ve bu gruplar, cemaatler, siyasî iktidara oy verdiklerini söyleyen yapılar ve birtakım icraatlarında, bu tür kampanyalarında, siyasî iktidarı yanlarında görmek istiyorlar. Aksi takdirde oylarının akıbeti belli olmayabilir, bir nevi oylarını bir tehdit unsuru olarak kullanıyorlar. “Bugün gelinen nokta” diyor Mustafa Öztürk, “dinî alanda kimin neye, nasıl inanması gerektiği konusunda mutlak yetkinin birtakım cemaatler ve şahıslara ait olduğunu; dolayısıyla cemaatlerden onay almamış farklı bir dinî görüşü savunma imkânının bu memlekette artık son bulduğunu gösteriyor”. Bu çok önemli bir saptama, sadece kızgınlıkla kendisine yönelik hareket nedeni ile yapılmış bir saptama gibi gözükmüyor; buna benzer şikâyetler uzun zamandır farklı farklı kişilerden geliyordu. Bu kadar serinkanlılığıyla bilinen bir ilâhiyatçı profesörden gelmiş olması çok önemli. 

Laiklik herkese lazım

Tekrar okumak istiyorum: “Dinî alanda kimin, neye, nasıl inanması gerektiği konusunda mutlak yetki”. Böyle bir yetki talebi var, “birtakım cemaatler ve şahıslara ait olduğunu”… hem bir mutlak yetki otoritesi hem de bu otoritelerin kim olduğu meselesi, “dolayısıyla cemaatlerden onay almamış farklı bir dinî görüşü savunma imkânının bu memlekette artık son bulduğunu gösteriyor”.

Çok alarm verici bir tespit bu. Türkiye laiklikle yönetildiği iddia edilen bir ülke –ne kadar laik olduğu tabii ki tartışılır, dün de öyleydi bugün de, bu tartışma ayrı– ama bugün görüyoruz ki İslam’ın içerisinden konuşma iddiasındaki insanlar arasında da çok ciddi görüş ayrılıkları var ve bu görüş ayrılıkları tartışma şeklinde değil; birinin diğerini tasfiye etmesi şeklinde yaşanıyor.

Buradan da aslında laikliğin herkes için ne kadar elzem olduğunu bir kez daha görüyoruz. Laiklik, her dinî inanışa ve inanmayışa, her türlü din yorumuna devletin eşit mesafede kalmasıdır ve bundan sadece dine inanmayanlar ya da dinî pratikleri yoğun olmayanlar değil; her türlü dindarların da istifade ettiği bir konumdur laiklik, duruştur. Burada görüyoruz, bir profesör, saygın bir ilâhiyatçı profesör, kendi din yorumunun başkaları tarafından bastırıldığını ve devletin de o başkalarına destek verdiğini, dolayısıyla kendisinin artık kendi dinî anlayışını savunma imkânının kalmadığını söylüyor. 

Diyanet devrede

Bunun haklı olduğunu şuradan da biliyoruz; Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki Din İşleri Yüksek Kurulu, hemen adını vermeden Mustafa Öztürk’ü tekzip eden bir açıklama yaptı, fetva gibi bir açıklama. Onun önermelerini, perspektiflerini kısaca anlatarak –tabii ona söz hakkı vermeyerek–, gıyabında onu yargılayıp mahkûm ettiler ve bunu da birtakım iktidara yakın yayın organları, “Diyanet son noktayı koydu” şeklinde verdi. Yani: “Olay kapandı, olay budur, Mustafa Öztürk gibiler yanlıştır, onların konuşması da yanlıştır. Aslında olay şudur, Kur’an-ı Kerim şöyledir”.

Bunları tartışmanın, aslında tartışmanın özünün ne olduğunun hiçbir anlamı yok benim açımdan, aslında birçok kişi açısından. Burada önemli olan düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü meselesi. Mustafa Öztürk, Kur’an-ı Kerim üzerinden kendi görüşlerini dile getiriyor, yıllardan beri dile getiriyor. Kendisini sabah bana söylediğine göre, dört beş yıl önce yazdığı bir yazının tekrar gündeme getirilmesiyle yapılan bir iş söz konusu. Ve şöyle bitirmiş: “Bu yüzden ilmî çalışmalara devam etme ve farklı bir fikir görüş beyan etmenin tek yolu yurtdışındaki bir üniversitede çalışmak gibi görünüyor”. Muhtemelen Almanya olacak diye biliyorum. Yani Türkiye, İslam dünyasına liderlik iddiasındaki bir ülke; sadece Türkiye için değil İslam dünyası için de değerli bir akademisyenini, bir ilâhiyatçısını, tefsir uzmanını Almanya’ya kaptırıyor. O zaman da bugünkü başlığımıza geliyoruz: Kültürel çölleşme, aynen devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan her vesileyle Türkiye’de kültür sanatta bir tekelleşme olduğunu, ülkenin değerlerine aykırı olan –yani onun deyimiyle “yerli ve milli” olmayanların– haksız bir şekilde bir tekel elde ettiğini iddia edip duruyor ve bununla mücadele çağrısı yapıyor, yıllardır bu çağrıyı yapıyor. 

Çölleşme

Ve geldiğimiz nokta; Türkiye’de en değerli akademisyenler işlerinden oluyor, gazeteciler işlerinden oluyor, hapislere giriyor; yazarların, dün Hacettepe Üniversitesi’nde Şair Ahmet Telli’nin başına geldiği gibi konuşmasına izin verilmiyor ve onun yerine kendi destekledikleri, paralar akıttıkları insanlar Türkiye’ye kültürel anlamda bir çöl sunuyorlar. Yani kendi destekledikleri insanlar kalite yükseltemeyince, varolan kaliteli kültür-sanat-düşünce alanındaki insanların önü kesiliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin zaten pek de yüksek olmayan kültür-sanat-düşünce hayatının seviyesi aşağı çekilerek aşağıda bir yerde çölümsü bir ortamda bir eşitlenme sağlanmaya çalışılıyor. Burada da görüyoruz; Mustafa Öztürk yıllardır bu konuya emek veren, çok ciddi bir şekilde araştırmalar yapmış, çok sayıda kitabı makalesi olan ve bütün tezlerini çok ayrıntılı bir şekilde savunabilen özgür düşünceli birisi; ama onun karşısında birileri istemezüklerle çıkıp onun pekâlâ ülkede yaşama arzusunu yok edebiliyor, bu da beyin göçüne bir başka örnek. 

Bu tür muhafazakâr-dindar bilinen insanların –hepsinin ilâhiyatçı olması gerekmez–, bu insanların da son dönemde sözünü ettiğimiz beyin göçünün etkisinde kaldıklarını, Türkiye’ye orta ve uzun vadede güvenmediklerini görüyoruz — hatta kısa vadede de. Güvenmediklerini duyuyorum — birbirinden farklı çok sayıda insandan. Daha önce yaptığım yayınlara tepki veren, bu konuda beyin göçü konusunda ülkeyi terk eden insanlar konusunda yaptığım yayınlardan sonra gelen birtakım elektronik postalarda, mesajlarda, kendilerinin aslında AKP ve Erdoğan’a oy verdiğini, ama yaptıkları iş için, kendi kariyerleri için Türkiye’yi öngörülebilir bir ülke olarak görmediklerini, kendilerini özgür hissetmediklerini beyan eden insanlar var. Dolayısıyla bu olay, Türkiye’deki çölleşme olayı, sadece ve sadece bir kutuplaşma ve ülkenin ikiye bölünmüş halinde karşı mahalleyi ilgilendirmiyor; aynı zamanda kendi mahallesindeki yüksek nitelikli kişilere ve kurumlara da tahammülsüzlük şeklinde kendini gösteriyor. 

Bu gidiş hiç iyi bir gidiş değil, Türkiye eğer bunca değerli akademisyenini, düşünce insanını, aydınını kaybetmiş, ülkeyi terk etmişler, gönüllü sürgünü tercih etmişler, hatta yazarı gazetecisi cezaevinde… Bu kuyruk uzayıp duruyor, bir kervana dönüşmüş durumda ve Türkiye’ye gerçekten yazık oluyor. Mustafa Hoca için herhalde yurtdışına gitmek, onun için verilmiş –ya da tam verdi mi emin değilim, ama galiba buraya doğru gidiyor– buruk bir karar olduğunu tahmin ediyorum. Ama her şart altında şöyle demiş zaten: “Görelim Mevla neyler diyelim, Mevla’dan hayırlısını dileyerek biz yolumuza devam edelim”. Evet, durmak yok yola devam! Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.