Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bekir Ağırdır ile söyleşi: 23 Haziran’a kadar neler değişebilir, neler değişmez?

Ruşen Çakır, Bekir Ağırdır ile 23 Haziran’a kadar İstanbul’da nelerin değişip değişemeyeceğini; özellikle 31 Mart’ta sandığa gitmemiş AKP seçmeninin ne yapabileceğini konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. 31 Mart seçiminin öncesi ve sonrasını Bekir Ağırdır ile burada konuşmuştuk. Ama burası öyle bir ülke ki seçimler bitmiyor. 23 Haziran’ın öncesini ve tabii ki sonrasını konuşacağız. Şimdiden bunun sözünü alayım.

Bekir Ağırdır: Seçim rallisi bitmiyor.

Bekir, hoşgeldin. Seninle son konuştuğumuzda, ikimiz de“Bu seçim galiba iptal olmaz”demiştik ve yanıldık. 

Evet, yanıldık. Ben şöyle bir şey bekliyordum doğrusunu istersen: YSK’nın üzerinde nasıl bir baskı oluşturulduğu açık; YSK’nın en azından topu ortaya atıp kucağında tutmamak amacıyla,“Yeniden bütün İstanbul sayımı”yani“Ne yapacaksanız orada halledin”diyeceği beklentisi içindeydim. Çünkü evet, iktidar için kazanmak gibi bir fırsat olabilir, ama bir yandan da,“yeniden kaybederse”nin üreteceği siyasî ve moral sonuç çok daha büyük. Böyle bir yerden, yani“Yeniden sayım”gibi topu ortaya yuvarlamak hem AK Parti’yi, hem YSK’yı rahatlatabilirdi. Ama anlaşılan öyle istenmedi. 

Yaptığımız o yayında da, benim de ayrıca yaptığım değerlendirmede, genellikle Erdoğan’a belli bir rasyonalite atfediyoruz — ki karar veren Erdoğan, YSK’nın böyle bir otoritesi yok belli ki. Ama sonuçta, normal şartlarda bu seçimi tekrarlatması,“Türkiye için ayrı, ama kendisi için de kötü olur”diye rasyonel bir bakış. Ama sonuçta irrasyonel bir…

Hem irrasyonel, hem de Tayyip Bey’in tarzı, sürekli olarak dövüşerek ütmek. Uzlaşmak, makûlü aramaktan çok, hep 0 veya 1 diye oyunu kuruyor. Kaldı ki bu, sadece seçimle ilgili değil. Dış siyasette de, Amerika’dan Rusya’ya kadar bütün ilişkilerinde hep böyle. Evet, biz zaman zaman mâkul bir yerden senaryo düşünüyoruz, ama Türkiye’de hayat böyle çalışmıyor. Dolayısıyla benim şöyle bir cümlem var, izin verirsen bunu söyleyeyim:“Post-truth”(hakikat-sonrası) kavramı Oxford sözlüğü tarafından 2016’da yılın kelimesi seçildi, “Amerikalılar keşfetti’’ vs. deniyor. Ben hep sunumlarında“Post-truth Türkiye’dir”diyorum. Sadece bu konuda değil, hemen her konuda. 

Biliyorum. Benim başıma da bu konuyla ilgili çok yeni bir şey geldi, orada da görüyorum. Şimdi 23 Haziran’a bakalım: Değişecek olanlar ve değişmez olanlar. Bir kere, adaylar değişmedi. 

Öyle görünüyor, evet. 

Binali Yıldırım’ın değişeceği konusuyla ilgili bir spekülasyon oldu, ama öyle olmadı. Adaylar aynı. Saadet Partisi, yine kendi adayı ile girecek gibi, ama son anda değişebilir. Şu haliyle baktığımız zaman, buradaki temel değişmez nedir? Yine başa baş mı olur?

Temel değişmez olan birkaç şey var. Sayılardan bakalım: İstanbul Belediye Başkanlığında –katılmayanlar dahil toplam seçmeni 100 sayarsak– Ekrem Bey’in oyu %39,5, Binali Bey’in oyu %39,2. Yani 16,1 insan katılmamış. 3 insanın oyu geçersiz, 2,2 de“diğer”olarak dağılanlar var. 

Meclis oylarında durum biraz farklı; Ekrem Bey’in oyu %39,5, ama Meclis oylarına geldiğimizde, CHP-İYİ Parti ittifakının oyu 33,95. Aradaki 6 puan fark HDP’nin ve diğer partilerin oyu. Çünkü diğer partilerin meclis oyları %5,1. Halbuki başkanlığa gelince 2,2. Yani 2,9 puan, artı 3,2 de HDP puanı, Ekrem Bey’e eklenmiş. Sabit olan, değişmeyecek şeylerden biri Ekrem Bey’in %39,5 buçuk oyu. Değişebilir ama en azından sabit başlangıç noktası bu. Binali Bey’in oyundaki eksilme potansiyeli ise, seçim kararına“Adaletsizlik”diye tepki verecek AK Parti veya MHP seçmeninden eksilmeler ya da o geçersiz oylardan katılmayanlardan gelip eklenecekler — ki bu Ekrem Bey için de geçerli. Ama başlangıç noktasında, en azından sabit olacak şeylerden bir tanesi, Ekrem Bey’in %39,5 oyu,“sandıkta başlangıç noktasında başlıyor”diye bakılabilir. 

Ama artma potansiyeli var. 

Tabii. Asıl hikâye ne kadar artıp atmayacağı. 

İstanbul özelinde soruyorum, diğerleri bitti zaten: 31 Mart’la ilgili şu âna kadar yapılan analizlere göre bu seçimin kaderini, normal olarak AK Parti’ye oy vermesi beklenirken sandığa gitmemiş insanlar mı belirledi gerçekten?

Evet.

Onun rakamını biliyor muyuz?

Bunu seçimden sonraki programda da konuşmuştuk; İstanbul ve Ankara’daki Belediye Başkanlığı seçimlerindeki muhalefet blokunun kazancının ürettiği duygusallık ve coşku içinde, genel kamuoyu ya da ilgili insanların çoğunluğu, serinkanlı olarak sayılara bakmayı ihmal etti. Biz sandık analizini web sitemizde de yayınladık, kamuoyuna da açıkladık. Bizim gördüğümüz şey şudur: 24 Haziran’dan bu yana olan önemli değişiklik: Birincisi %4 küsur mertebesinde seçime katılma olayı. İkincisi de, adayı olmadığı için HDP oyunun hesaplanamıyor olması. Ama İstanbul somutunda gördüğümüz gibi, en azından yine 3,5-4 puana yakın muhalefet blokunun oyunun içinde, batıdan ya da metropollerden gelen HDP oyları var. Ama asıl değişiklik, katılmayanların 5 puan civarında eksilmesi. Bizim tespitimiz de sayısal olarak analizleri yaptığınız zaman, iktidar blokunda bir eksilme olduğudur. Bu da çok doğal.  24 Haziran’dan bu yana yaşanan ekonomik kriz var. Dolayısıyla, temcit pilavı gibi olacak ama tekrarlamakta fayda var: Bloklar arasında geçiş neredeyse sıfıra yakındı, hâlâ da öyle. Bu sayılar da onu gösteriyor zaten. Biraz önce söylediğim oyların 24 Haziran’dan farkını söyleyeyim: İstanbul için, seçime katılmayanlarda 4,7 puan fark var. 1,7 puan da geçersiz oyda fark var, toplam 6,4 puan. AK Parti’nin ya da iktidar blokunun eksildiği oy 5,9.

Büyük ölçüde oradan gitmiş.

Öbür taraf ise 0. Yani 24 Haziran’la bu taraf arasında hemen hemen fark yok. Tabii ki sandık sandık, her bir sandıktaki 400 seçmen üzerinden bütün bu hesaplara yeniden bakmak lâzım, ama seçime katılmama oranındaki eksilme kabaca bu.

Binali Yıldırım YSK kararından sonra yaptığı açıklamada, seçmeni sandığa çağırdı. Geçen gün Abdülkadir Selvi de AK Parti’nin izleyeceği strateji ile ilgili bir yazı yazdı; oy vermemiş olan partiye yakın kesimlerin tek tek ikna edilmesi, onlara yakın markaj yapılması gibi. Tabii devletin imkânları da var ellerinde. Teknik olarak bunu aşağı yukarı saptayabilirler mi? 

Saptayabilirler. Hatırlarsan, daha önce konuşmuştuk;“AK Parti’nin 2 temel bacağı var, birisi örgütü, diğeri yerel yönetimler. Ve iki bacağı da kırıldı”demiştim. Unutmayalım ki 23 Haziran’a giderken, Tayyip Bey bütün devlet imkânı ile buraya ağırlığını koyacak. Bizzat, adeta zırhlarını kuşanmış, elinde kılıç, muharebe meydanında olacağı için de teşkilat bu 40 gün boyunca çalışacak. AK Parti’nin, mahalle temsilciliklerine kadar inen bir teşkilatlanma yapısı var. Bizdeki seçim usûlleri ya da seçim listeleri sandık tespitinde de maksimum 400 seçmen var. Dolayısıyla bu sokakta, bu sandıkta, aşağı yukarı 12 apartman var diyelim.  Mahalle temsilcilikleri ve şimdiye kadarki ev ziyaretlerinden gördüğümüz sonuçlara göre –gerçi sonuç dört yılda aksamış ve çuvallamış olsalar bile– %100’ünü değil ama her 400 oy üzerinden hata payları içinde olacak şekilde, %75-80 oranında tahmin ederler.“Ruşen muhalefete vermiştir, üst katındaki Ali bize vermiştir”diye bir tahmin yapabilirler. En azından dörtte üçünü yapabilecekleri tahmin ediyorum.

Peki, gittiklerinde seçmenlere ne diyecekler? 

Temel stratejilerinin ne olduğu açık. Muhalefet blokundan kimsenin oyunu alamayacaklarını biliyorlar. Zaten muhalefet blokundan oy çalmak gibi bir meselelerinin olduğunu sanmıyorum. Bütün stratejileri,“Seçime gitmeyen veya geçersiz oyların toplamı olan %19 oydan –yani 100 üzerinden 19 oy– maksimum ne kadar almaya çalışacaklar ve ne kadar insanı sandığa götürmeyi başaracaklar”meselesidir.  

Bu meselede 2-3 tane handikapları veya avantajları var. Handikapları nedir? 7 Haziran seçimi öncesinde, muhafazakâr seçmen, günah korkusunun bazı şeylere engel olmadığını, hukuk da gerektiğini, şeffaflık, denetim gerektiğini, siyasîlerin aldığı kararların da denetime tâbi olması gerektiğini anlamıştı ve onun bir tepkisiydi. Şimdi de, bütün bu İstanbul seçimi etrafındaki tartışmanın ve YSK kararının ürettiği bir adalet duygusu zedelenmesi olduğunu düşünüyorum. Seçimden önce“AK Parti sahicilik yitimi yaşıyor”demiştim. Şimdi de, AK Parti seçmeninde adalet duygusunda böyle bir zedelenme olduğunu sanıyorum. Birincisi, bunu tamir etmekle ilgili bir meseleleri var. Tabii ki“Bu kadar sandıkta şu olmuştur, bu kadar memur bunu yapmıştır”hikâyesi var. Dün,“Seçmene neler söyleyecekler, neden iptal oldu?” le ilgili hazırlanmış dosyayı gördüm. Tabii seçmen bütün o rasyonaliteyi, televizyon ekranlarındaki karikatür yandaşların“Sandıkta şu olmuş, bu olmuş”tartışmasından izliyor. Ama somutta gördüğümüz,  Büyükçekmece’de polis ev ev dolaştı. Somutta da tespit edilmiş ve delillendirilmiş bir mesele yok. YSK kararı ayrı. Seçmen o kadar matematik üzerinden bakmaz. Dolayısıyla, o duyguyu tamir etmek gibi bir meseleleri var. 

İkincisi, ekonomik sarsıntı hâlâ sürüyor. Sokaktaki fiyatlar belli. Evet, AK Parti temsilcisi seçmenin evine geldiğinde onu dinleyecek, belki seçmenin gönlü de çekilecek, ama ertesi sabah bakkala gittiğinde karşılaştığı fiyatlar var. Sokakta hissettiği bir gerilim var. Metroya, metrobüse bindiği zaman diğer insanların yüzünde hissettiği bir tedirginlik var. Dolayısıyla reel hayatın duygularıyla, AK Parti temsilcilerinin gelip ona söyledikleri arasındaki bir sahicilik yitimi problematiği hâlâ duruyor olacak. 

Ama buna karşılık, avantajları nedir? Negatif kimliklenme hâlâ etkin. Bu tarafın yanında olmaktan daha çok, ya kaybedecekleri üzerinden, ya da karşı tarafa karşıtlığı üzerinden o seçmeni yeniden sandığa götürebilirler.

Korkutarak…

Evet. İstanbul’da Belediye Başkanı değişirse, İstanbul Belediyesi üzerinden kaç haneye ne tür yardım yapılıyor, kaç hanede –diyelim İSPARK’ta– bankamatik memuru gibi dönen kaç insan var, bilmiyoruz. Bunlar tevatür mü, gerçek mi, değil mi, sayısal olarak bir bilgimiz yok; ama az buçuk gözlemlerimizden açıklamasını yapabildiğimiz bir durum var. Örneğin, Ekrem İmamoğlu seçilirse,“Belediye kaynaklarından gelen şunlar, bunlar kesilecek. Bu kursa artık gidemeyeceksin. Bu yardımı da alamayacaksın”gibi, kaybedecekleri üzerinden bir dil kuracaklarını sanıyorum. AK Parti’de vaat meselesi bitti. 5 yıldır bütün seçimlerde, zaten temel olarak da 3-4 yıldır, bir vaat yok. Temel argüman,“ülkenin bekası”ndan başlayarak, “Ülkeyi bölmek isteyenler iktidara gelirse şu olur, bu olur”diyerek bir korkutma, yani negatif kimliklenme.  

Yani yine bir beka meselesinin gelmesini bekliyoruz. 

Evet. Hem de bunu daha sert kullanacaklar.

Peki, 7 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki sürece gönderme yaparak, birtakım istikrarsızlık, terör eylemi, provokasyonlar bekliyor musun?

Bu, Türkiye’de her zaman mümkün. Ancak bunu sadece“İktidar bloku yapar, manipüle eder”demek de çok doğru değil. Ama bugün ülkenin geldiği bu karmaşa içinde“Herhangi bir gizli servis de bunları yapıyor”ya da“Herhangi bir örgüt de yapıyor”desek, herhalde hiçbirimiz şaşırmayacağız. Çünkü şu anda devletin bütün güvenlik güçlerinin odağı, muhalif kovalamak üzerine. Yani asayişi sağlamak üzerine olduğundan emin değilim. Muhalif kovalamak üzerine. Kaldı ki, güvenlik teşkilatını bu kadar partizanca çalıştırdığınız zaman, mutlaka başka zaafların olması, başka artniyetli insanlar için –bu, IŞİD de olabilir, başka terör örgütleri de olabilir– her türlü riske açık bir ortamın olduğu da açık. Kaldı ki Türkiye’deki bütün bu kaotik ortamın sürmesinden fayda uman bir sürü aktör olduğu da açık. O nedenle, bir komplo teorisi olarak ille de“Birileri bunu yapacak”anlamında söylemiyorum. Ama böyle bir ortamda bir şey olması hiçbirimizi şaşırtmayacak.

“Kurt puslu havayı sever”diyorsun. 

Evet. Her türlü kötücül dinamiğin de harekete geçtiği anlaşılıyor.  

Geçenlerde bir izleyici, askerden bana bir e-posta yollamış. AKP’li bir asker arkadaşı şöyle bir şey söylemiş:“Bu seçimde Tayyip Bey’e bir mesaj verildi. O da bu mesajı aldı. Şimdi o mesajı verenler, mesajın alındığını düşünerek tekrar oylarını verecek.”Tabii bu bir temenni içeriyor belli ki.

Evet. Bu“negatif kimlikleme”dediğim duygunun ürettiği bir potansiyel var. Hem kaybedecekleri üzerinden, yani İstanbul’da kaç haneye ne tür yardım yapılıyor, bilmiyoruz. Ama kabaca baktığınızda, devletin açıkladığı, Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın açıkladığı sayılardan baktığınız zaman, İstanbul’da da çok ciddi bu tür mekanizmalar olduğu açık. Bir de, İstanbul Belediyesi ve etrafındaki şirketler ve onlara bağlı taşeronluklar üzerinden ciddi bir istihdam potansiyeli olduğu da açık. Örneğin İSPARK zarar ediyor. Yani İSPARK’ın hiçbir üretim maliyeti yok, o elindeki aletle para tahsil eden insanlar dışında işletme maliyeti yok. Nasıl zarar edebilir? Bir tek sebebi olabilir; biz sadece sokakta para toplayan 2 insan görüyoruz. Ama muhtemelen, görevdeymiş gibi istihdam edilmiş belki 3 insan var, belki 12 insan var. Türkiye’deki usûllere baktığınız zaman alışılmış yöntemler de belli.“Bu da işin artı tarafı”dedim ya. O yüzden“Bu iş tamam, bitti”ya da“bitmedi”demek mümkün değil. Ama bu işe sonuna kadar asılacakları ve hangi argümanlarla asılacakları anlaşılıyor. Bu seçim neden iptal edildi? Hile hurda oldu vs.. Ama asıl önemlisi, korku politikası yaymak; yani“Kaybedeceklerim var”veya“Ülke bir istikrarsızlığa yuvarlanacak”meselesi var.  

Biz AK Parti’yi hep seçmen üzerinden konuşuyoruz; ama sayısal olarak sandık sayıları ya da seçim sayıları üzerinden söylemek mümkün değilse de, bizim araştırmalarımız üzerinden şunu söylemek mümkün: Ayrıca, İstanbul’daki MHP seçmeni de görece az, evet. Ama 2 puan mertebesinde bir MHP seçmeni de zaten ikna olmadı ve sandığa gitmedi. Dolayısıyla, bu 6 puan eksilmenin, katılmayan ve geçersiz olan oylarla beraber, o 19’un hepsi birden AK Partili değil potansiyel olarak. Ama çoğunluğu AK Parti’ye yakın. Bu tespiti yapalım. İkincisi, bunların içinde önemli miktarda MHP seçmeni de var. Devlet Bey de“40 gün boyunca burada kamp kuracağım”diyor. Dolayısıyla, MHP’li seçmenin de ne yapacağı, nasıl ikna olacağını meselesi var.

Ama buna karşılık handikapları ise, zedelenen adalet duygusu ve insanların reel hayatta karşılaştıkları mesele. Türkiye‘de insanların hepsi de vicdanı ve adalet duygularını bir kenara bırakmış durumda değil. Siyasetin ürettiği bir rahatsızlık hali de var. Onun için zorlanacaklar. Mesele o kadar kolay değil. 

YSK kararının açıklandığı gün, Öcalan’ın avukatlarıyla görüştüğü açıklaması da kamuoyuna duyuruldu. Daha önce yapılmış bir görüşme o gün açıklandı ve hemen“23 Haziran için anlaştılar”spekülasyonları oldu. Ama HDP bunu çok net bir şekilde yalanladı. Orada bir değişiklik bekliyor musun?  

Hayır.“İstanbul’daki Kürtler ne yapacak?”meselesi. Senin sorduğun yerden başlayalım.“AK Parti, HDP ile yeniden bir çözüm süreci başlatma vaadi mi verdi?”Ben kısa vadede, hükümetin ya da devletin böyle bir politikası ya da açılım hazırlığı olduğu kanaatinde değilim. Bu konuda hiçbir emare yok. Temenniler var, evet, ama hiçbir emare yok. 

İkincisi, böyle bir şeyin yapılması, açıklamayı o güne ya da o haftaya denk getirmek düşüncesinin,“İktidar bütün hayatı saniye saniye kurgulayabiliyor”gibi bir kanaatin de doğru olmadığı kanaatindeyim. Çünkü her şeyi bu kadar kontrol edebiliyor ve kurguluyor olsaydı, 31 Mart gecesi, diğerlerini yapmış olan iktidar bloku Ekrem İmamoğlu’na da kazandırmazdı. Hayat o kadar kurgular içinde yürümüyor bir kere. O nedenle hepimiz bu kadar komplonun şehvetine kapılmayalım derim. Ama şu hesap yapılmış olabilir: O açıklama sonradan avukatlara verildiğine göre, iktidar blokunda net bir ittifak var. Yani sadece partilerin kararlılığı değil, fikren de, sosyolojik olarak da kültürel olarak da dokunun birbiriyle iç içe olduğu ve onun ürettiği bir siyasî ittifak var.

Halbuki bu tarafta, hem sosyolojik, kültürel dokular farklı, hem siyasî tercihler farklı. Üstelik bir parçasında, yani CHP ile İYİ Parti arasında formel bir kurumsal el sıkışma var. Ama bir kesimin partisi olarak HDP ile de hiçbir formel ilişki yok. Hatta hâlâ “Öcü”muamelesi yapılıyor. O zaman, sen de iktidar blokunda strateji kuruyor olsan“Bunu çatlatacak ne yapılır?”diye bakarsın. Dolayısıyla bu, HDP’linin veya Kürt seçmenin oyunu almak için yapılmış bir hamle değil, bana sorarsan.  Bu tarafta, CHP ya da İYİ Parti’nin entelektüel veya siyasî kapasitesi içinden nasıl olsa birileri saçmalayacak ve bu komploların peşine düşecek. Nitekim aklı başında sandığımız insanların bile neler söylediğini duyduk, gördük. Dolayısıyla, burada bir çatlak oluşturma hamlesi bu. Yoksa açılıma dair bir imâ değil. Kürt oylarını ekstradan almak. İstanbul’daki Kürt oylarının kabaca üçte birini zaten AK Parti alıyor. Üçte ikisini HDP alıyor. O üçte ikisinin de –yine kabaca söylersek– %80’i sandığa gitti ve Ekrem İmamoğlu’na oy verdi. %20’si zaten duygusal olarak yaşadıkları kayıpları, şunları bunları ve duygusal kırılganlıkları içinde, bütün o yaşananlar yokmuş gibi sandığa gidip oy verir miydi? Vermeyecek insanlar da vardı. 

Saadet Partisi hususunda benim gördüğüm –dün bu konuda bir yayın da yaptım– Saadet yönetimi Ekrem İmamoğlu’nun kazanmasını istiyor. Ama hangi yöntemle buna daha fazla katkıda bulunabilecekleri konusunda kafaları biraz karışık. Adaylarının 103 bin oyu var yanılmıyorsam. 

Katılıma bağlı olarak %1-1,5 arasında bir oy demek bu. 

Evet. Bu oran, başa baş giden bir seçimde çok değerli. Ve tabii bir yığın spekülasyon var. Sana nasıl geliyor?

Önce şu tespiti yapalım: Saadet Partisi“Kurumsal aday göstermiyorum ve Ekrem İmamoğlu’nun arkasında duracağım”deseydi bu 100 bin oyun hepsi birden kategorik olarak Ekrem İmamoğlu’na gelmezdi. Yarısı civarında bir oy gelirdi. Yarısı da iyimser hesap –ya da Ekrem İmamoğlu lehine iyimser hesap– sandığa gitmezdi. Binali Yıldırım lehine iyimser hesap da, o yarısı da gelip AK Parti’ye oy verebilirdi. Çünkü sosyolojik ve kültürel olarak o dünyaya daha aitler. Saadet Partisi’nin problematiği; Temel Bey’in bütün o çabalamaları, son 2 yıldır demokratikleşme ya da demokrasi konusundaki çabası ve ilkeli duruşunun, tek başına bütün tabanını da o duygu haline getirdiğini söylemek zor. Çünkü seçim eninde sonunda“Solcular ve dindarlar”diye bir ikilemin içine sokulacak olursa –ki bence iktidar bu seçimde yine hikâyeyi buraya bağlayacak– o 100 bin seçmenin yarısı, muhafazakâr kanaat olarak gidip Binali Yıldırım’a oy verir. O nedenle kendi adaylarını çıkarmaları belki de doğrudur, kestiremiyorum. Bu kadar minik sayılar içinde çok yorum yapmanın imkânı yok. Ama sosyolojik olarak o küme, kategorik olarak bir sol adaya ya da bu tür bir“muhafazakârlar-sekülerler”bloklaşmasında, hepsi birden seküler bir adayın yanında durmaz.

Peki, CHP ve İmamoğlu, yeni dönemde daha önce oy kullanmamış potansiyel AKP seçmenine, artı, oy kullanmış olup, oyunu Binali Yıldırım’a vermiş olan o kesimlere yönelik olarak –sen %39’u cepte olarak kabul ediyorsun– oyunu artırabilmek için bir şeyler yapabilir mi, yapıyor mu?

Daha önceki programda yaptığım tespitten başlayalım: 31 Mart sonucunda Ekrem Bey’in veya kampanyasının etkisi çok düşük bana sorarsan. Asıl başarı Tayyip Bey’in. Tayyip Bey’in ve Devlet Bey’in kurduğu dil, bu tarafı konsolide etti. Ama 31 Mart akşamından itibaren gösterilen performans, Ekrem Bey’in, Canan Hanım’ın ve tabii Kemal Bey’in de –onlara müdahale etmeyerek, hiçbir parti yetkilisinin de rol çalmaya kalkmayarak– onların önünü açarak ürettiği bir başarı ya da“sükûnetle mücadele etmek”gibi bir şey var ve onun ürettiği bir heyecan dalgası var. Ama şimdi artık başka bir stratejiye geçmeleri gerekiyor. Hükümetin ya da iktidar blokunun stratejisi belli. O %39,5 oyda“Ne yapsak kazanamayacağız”gibi bir yeise kapılmanın önüne geçmek ve“Yeniden kazanabiliriz”duygusunu gerçekten buraya taşımak meselesi var. Asıl dikkat edecekleri şey, karşı blokun oyunu almaktan çok, karşı blokun konsolide olmasına neden olacak tavır ve söylemden kaçınmak olacaktır.  Bu tavır ve söylemden kaçınmak, sadece Ekrem Bey’in, Canan Hanım’ın ve Kemal Bey’in rolü de değil. Bunun öncülüğünü yaptığını varsayan ya da gerçekten bunun için iyi niyetle çırpınan insanların bile dilinin… Hatırla, Muharrem İnce’nin İstanbul mitinginden ya da İzmir mitinginden sonra kurulan hava, son bir haftada AK Parti lehine 1 puan yazdı. Çünkü şikâyetçi olan ve sandığa gitmeyecek insanlarda,“Bir dakika! O kadar uzun boylu değil”tepkisini doğurdu. Burada da böyle bir hata yapmaktan kaçınmak gerek. 

Üçüncüsü, soğukkanlılığı ve sükûneti korumak. Parti yönetiminin genel söylemi çok daha kavgacı, başka bir şey. Ekrem Bey’in söylemi ise daha sükûnetli. Dolayısıyla Ekrem Bey iki arada bir derede gibi kalıyor. Birileri ona“Sen de Muharrem Bey gibi polemiklere gir”diye bir sürü tavsiyede bulunuyor muhtemelen. 

Bugün Muharrem İnce’yle Cuma namazı kılmış Beylikdüzü’nde.

Ama burada işin özü sahiciliğini korumak. Yani gerçekten hep Cuma’ya gidiyorsa mesele yok. Ama gitmiyorsa, seçim öncesi gitmek inandırıcı olmuyor.

Aday olduğundan beri her Cuma’ya gittiğini gördük. 

E, tamam. O zaman mesele yok. Ama mesele şu: Hem “Dini siyasete alet etmeyin” diyeceksin, hem de “Onların oyunu alıyorum” diye Kur’an dağıtmaya kalkışmak gibi sahicilik dışı işler yaptığın zaman, insanlar bunu fark ediyor. Burada asıl önemlisi, Türkiye insanına, İstanbul seçmenine güvenmek. Adalet duygusu dediğim mesele de bu. “Türk insanı mağduru sever” efsanesi üzerinden bakmıyorum. Bunun mağduriyetle ilgisi olduğunu da sanmıyorum. Benim daha başka bir yerden bakışım var.

Sana bazı şeyler hatırlatayım, sen de biliyorsundur: 1950 seçimleri. Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş, Cumhuriyet’i kurmuş, Devlet’i kurmuş ve yeni bir hayatı inşa etmeye çalışmış kadrolara rağmen, insanlar, Demokrat Parti’ye oy verdi. Sonra 60 ihtilali oldu, 3 lideri asıldı. 61 seçimlerinde ve 65 seçimlerinde geldiler ve insanlar o astıkları insanların devamı olan partiye oy verdi. Geldik 1973’e. Darbe oldu, 12 Mart muhtırası vs.. Ecevit çıktı ve bu kadar sola düşman olduğunu bugün hâlâ konuştuğumuz bir ülkede bile, “Toprak işleyenin, su kullananın” dedi. Öyleyken Ecevit’e %41 oy verdi insanlar. 80 darbesi oldu; yaşananlar meydanda. Hâlâ hafızamızda taze. Ve Özal’a oy verdiler.  Şimdi bütün bunlara baktığın zaman, benim okumam –bunu sol-sağ diye okuyabilirsin, “mağduriyeti seviyor” diye okuyabilirsin– Türkiye insanı, “Düzeni ve var olan bu rahatsızlıkları, bu problemleri üreten yapıyı değiştireceğim” diyenin yanında tavır alıyor. Türkiye insanı sokağa çıkıp “Değişim” diye mücadele etmiyor olabilir, ama değişim arzusu son derece güçlü. Kim ne anlatırsa anlatsın, ben buna yürekten inanıyorum. Bütün sayılarımız ve araştırmalarımız da böyle. Bunu sokağa çıkıp iyi ifade edemiyorsa, bunun başka sebepleri var. Başka bir zamanda bunu ayrıca konuşup, tartışırız.

Ben de o konuda sana katılıyorum. Israrla, seçmene, özellikle de AK Parti seçmenine atfedilen bir irrasyonellik, şu bu var. Ama benim vereceğim en çarpıcı örnek –gençler pek bilmeyebilir–, 12 Eylül’den sonra Kenan Evren, Turgut Sunalp’e Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni kurdurdu. Biz, “Anayasaya %90 küsur oy vermiş millet, herhalde bunu tek başına iktidara getirir” dedik, ama Sunalp’in partisi üçüncü parti çıktı. 

Aynen öyle. Dolayısıyla, şunu ıskalamayalım: Tayyip Erdoğan’ın bir sürü şeyini eleştirebiliriz, eleştirmeyiz o ayrı bir tartışma. Ama ince bir strateji var. Tayyip Bey şu anda ülkenin tek yetkilisi –diyelim– olduğu halde, hâlâ sistemle kavga eden ve sistemi değiştirmeye çabalayan insan pozisyonunu ve dilini korumaya çalışıyor. Bu öyle, “AK Parti sadece yardımlarla oy alıyor, sadece dindarlıkla bilmem ne yapıyor” değil. Tabii ki başka kimlik duyguları da var ama bu çalışmıyor. Dolayısıyla, muhalefet bloku veya Ekrem Bey, bunu insanlara doğru anlatabilirse; “Bu yerel yönetim düzeni katılımcı değil, şeffaf değil. Hak ettiğimiz düzen bu değil. Hak ettiğimiz kaldırımlar, içme suyu, temiz hava, bu değil. Onurlu yaşam hakkı için başka bir İstanbul mümkün” konusunu doğru anlatabilirse, ancak oradan kazanabilir. Ama kimlik üzerinden yürüyecek veya sadece “biz ve onlar” diye bir gerilim üzerinden yürüyecek bir seçim kampanyasına dönerse iş, o zaman iktidar blokunun şansı daha fazla.

Bu noktada, “Biz ve onlar” kırılmasında, Abdullah Gül ve kısmen Davutoğlu’nun, o çevrenin bilinen yazar-çizer isimlerinden birçoğunun, bayağı açık bir şekilde tavır aldıklarını gördük. Çok net bir şekilde. Davutoğlu’nunki biraz daha dolaylıydı ama onun dışında… Mesela, dün Mustafa Karaalioğlu’nun “Hata” başlıklı bir yazısı vardı, görmüşsündür. Bu YSK kararı nedeniyle diyor ki: “Gün gelecek, birisi, muhafazakâr-dindar siyasî geleneği bu ağır yükten kurtarmak için bizler adına özür dilemek zorunda kalacak.’’ Abdullah Gül de “Bir arpa boyu yol gitmişiz” diyerek 367’yle benzeştiriyor. 

Parti kapatma davası vs. bir sürü şey sayabiliriz. YSK olsun, Anayasa Mahkemesi olsun, Danıştay olsun, Türkiye’de Yüksek Yargı hukuka göre değil, siyasî konjonktüre göre davranıyor. AK Parti’nin bu argümanına bu çerçeveden bakınca, evet. Ama insanlar da, böyle diye hep güçlüye boyun eğiyor değil ki. İnsanlardaki adalet duygusunun zedelenmiş olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama burada “Adaleti ben tesis edeceğim” diyen yeni projenin, bu insanlara doğru anlatılması lâzım. Bu hikâye, bunu anlatmadan, sadece sen-ben ve kutuplaşma üzerinden yürüdüğü zaman, kabul edelim ki bu 16 sandığa gitmeyen seçmen, şimdi gidecek olan –diyelim ki 10’u– AK Parti’ye daha yakın durabilir. 

Sonuçta her hâlükarda bu seçime katılım herhalde daha yüksek olacak değil mi?

Herhalde %90’lara yakın olacak. Tarihimizde %92 olan bir yerel seçim var. Onun için bence %90-%92’lere kadar çıkabilir. Hatta o gün iki taraf da hastaları bile taşıyacağına göre, katılımın yüksek olacağını sanıyorum. 

Rakam düşük olabilir ama 24 Haziran’ın moral bozukluğuyla “Nasıl olsa bir şey değişmiyor. Tayyip Erdoğan ne yapar eder, İstanbul’u alır” diyerek sandığa gitmemiş belli bir seçmen de vardır herhalde. 

Var tabii. Bu 16’nın hepsi AK Partili değil. Bir kısmı AK Partili. Son 3-4 yıldır Türkiye’de seçim ve siyaset gerilimi özellikle korku üretmek üzerine ve hiç umut, neşe yok. Yarını konuşmuyoruz. Korkular, bölünmeler, “O gelecek, bizim hayat hakkımızı elimizden alacak” kaygıları üzerine. Ben şu anekdotu sıkça anlatıyorum: Boksör Muhammed Ali’ye sormuşlar: “Her ringe çıkışında böyle güle oynaya çıkıyorsun.” Hani bir lafı vardı: “Kelebek gibi uçarım arı gibi sokarım” diyordu. “Karşındaki de senin gibi, vurunca 300 kg’luk bir boğayı deviriyor. Hiç mi korkmuyorsun?” Demiş ki: “Çok korkuyorum, ama bir şey biliyorum: Karşımdaki benden daha çok korkuyor”. Benim gözlediğim şey, iktidar bloku kaybetmekten daha çok korkuyor. Muhalefet bloku ise zaten uzun süredir korkuya teslim. Gardroblara saklanmış durumda. Dolayısıyla, korkuyu aşan, yenen ve öbür tarafa da bir umut ve ortak hayat vaadinde bulunan kazanacak Yoksa şimdiden “şu olur, bu olur” demek, tabii ki bu kadar başa baş gelmiş bir noktada mümkün değil.

Zaten biz demeyelim, çıkmıyor. 

Ama buradaki hikâyenin biraz dil ve tarzda döneceğini sanıyorum. İktidar blokunun dilinin ve tarzının ne olacağını aşağı yukarı kestirebiliyoruz Çünkü artık onu değiştirmeleri de çok kolay değil. Çünkü heybede top bitti. 

Şapkada tavşan kalmadı. 

Evet. Onun için seçmeni birebir marke etme yoluna gidebilirler. Şimdi yine bir başka metafor kullanayım; Evvelsi günkü Ajax-Tottenham maçını seyrettin mi?

Tabii. 

Ajax, maçın bitimine 20 saniye kala golü yedi ve elendi. Ama asıl bana ilginç gelen şey şu: Ajax santra yaparken ne yaptı? Maçın bitimine 20 saniye kalmış ve artık her şey bitmiş. 10 oyuncu birden çizgiye sıralandı. Santra yapan adam geriye doğru çıkardı. Kaleci de doldurdu. Ve onların 10’u birden hücuma geçti. Bu bir umut ve iddia demek. 

Dolayısıyla iki taraf da aslında daha çok korkuyor. O nedenle, daha neşeli olan, sükûnetini daha çok koruyan, toplumun veya İstanbul’un ihtiyaçlarını veya farklılıklarını, sosyolojisini, kültürel kimliklerini kavrayan ve buna uygun doğru bir dil tutturan kazanacak. 40 gün içinde yepyeni stratejiler üretmelerini beklemek mümkün değil. Bu kez, sadece “Binali Yıldırım’ın kampanya sloganı neydi? Ekrem İmamoğlu’nun kampanya sloganı neydi?” diye konuşmayacağız. 31 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’na oy vermiş 4 milyon insanın veya Binali Bey’e oy vermiş 4 milyon insanın, bu 40 günde ne yaptığını konuşacağız. O yüzden, hangi partiye oy vermiş olursa olsun, herkesin kendi sorumluluğunun farkına varması lâzım. Artık sadece klavyelerle, parmaklarla siyaset yapmak yok. 

Erdoğan İstanbul’u almayı çok istiyor, vermemek istiyor. Yeniden kazanması halinde, onun genel sıkıntılarına bir derman olabilir mi bu?

Hayır. Birincisi, moral üstünlüğü ele geçirecek. İkincisi, en son yaptığımız yayında da söylemiştim; ülkedeki bu göç öyle bir ekonomi ve rant üretiyor ki. 31 Mart’ta İstanbul’da oy kullanmış her 100 insanın 9’u, 2014’te İstanbul’da değilmiş.  9 insanın gelmesi demek, 9 insanın günde 3 öğün yemek ihtiyacından, konut ihtiyacına, iş ihtiyacından, su ihtiyacına çılgın bir ekonomi ve rant üretiyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ürettiği ekonomi ile kendi başına ülkenin en büyük holdinglerinden birisi. Belediyeye bağlı 30 küsur şirket var. Bunun rant hesabını, yolsuzluk hesabını söylemeden bile büyük bir ekonomiye sahip. Bir de bunu, şeffaf olmayan, keyfî biçimde ve de yolsuzluğa açık olarak kullanırsanız, bambaşka bir dünyası olduğu ortada. 

Ama asıl önemlisi, bundan sonraki siyasî gelecek için AK Parti’nin, ‘’seçimle yenilebiliyor’’ duygusunu yok etmek. Bence asıl, iktidar blokunun amacı ve hedefi, kitlelerdeki “Seçimle bu işi kazanabiliriz” duygusunu ve inancını yok etmek ve onları iyice gardroblarının altına, kendi korkularının içine kilitlemek. Ondan sonra daha rahat bir düzen kurabilir. 

 “Bu seçimi her halükârda kazanacak. Kazanacağını bilmese, bu seçimi tekrarlatmazdı’’ gibi düşünceler, beklentiler var.

Evet, ama bunu söyleyen arkadaşlar, şunun cevabını veremiyor: O zaman, 31 Mart’ta 13 bin oycuğu neden halledemedi? Bu öyle değil ki. Tabii ki her zaman birilerinin böyle senaryoları vardır. Tayyip Bey’in de, başkalarının da. Dış gücün de, iç gücün de. Ama mesele şu: Sen, ben bir senaryo yazıyoruz, oynayacak oyuncular da buluyoruz. Ama seyirci para verip bilet almazsa, oyun sahnelenemiyor. Burada seyirci dediğim, ülkenin 58 milyon yetişkin yurttaşı ya da İstanbul’daki 11 milyon yurttaş.  11 milyon insanı bir biçimde ikna edeceksiniz. “Her şeyi yapabiliyor” izlenimi verdiği halde, Tayyip Bey’in bile buna ihtiyacı var. Dolayısıyla hikâye bu kadar basit değil. Çabalayabilirler, niyetlenebilirler, şu olabilir, bu olabilir. O gün sandık başında ya da mekânlarda, güvenlik güçleri ile bile ürettikleri bir zihnî iklim olabilir. Ama bir yandan da şunu ıskalamayalım: 23 Haziran’da ne olursa olsun, 31 Mart’ın en büyük kazanımı –iktidar bloku ne kadar tersine bir oyun kurmaya çalışıyor olursa olsun– AK Parti’nin seçimle de yenilebileceğini görmüş olan kitleler ve insanlar var. Yani o korku duvarında bir çatlak oluştu. Yarın o çatlaktan hangi gün ışığının çıkıp çıkmayacağı ayrı mesele. Ama çatlak oluştu. İktidar bloku can havliyle o çatlağı anlaşılmayacak bir biçimde yamamaya çalışıyor. Bence asıl hikâye, 23 Haziran’da kimin kazanacağından daha çok, geleceğe yönelik umudu inşa etmek yolunda hangi potansiyellerin ya da umutların harekete geçip geçmeyeceği meselesi. Olay, “Tek başına şu kazandı, bu kazandı”dan ibaret değil. Önümüzde daha yıllar var, başka seçimler var. 

Son olarak şu soruyla bitirelim. Erdoğan, 31 Mart seçim gününden önce cuma ve cumartesi günleri ilçelerde 10’u aşkın miting yaptı biliyorsun. Bu seçimde de yine miting yapacağı söyleniyor. 

Muhtemelen çok daha yoğun olacak. 

Bu mitingler hakikaten bir işe yarıyor mu?

Sanmıyorum. Mitinglerin en büyük faydası, örgütü ajite etmesi ve örgüt elemanlarına, “misyoner” diyebileceğimiz seçmenlerine, inançlı seçmenlerine ya da çekirdek seçmenlerine moral veriyor. Yeni Zelandalıların, gücü simgeleyen “Haka dansı” yapmaları gibi, gücün, öbür tarafa korku vermesi; “Aman bu nasıl bir miting, nasıl örgütleniyorlar, nasıl çalışıyorlar” filan dedirtmek için. Yoksa o mitinglere bakarak, oyunu, oy tercihini değiştiren herhangi bir insan olduğunu sanmıyorum. Herhalde hepimiz de bunun böyle olduğunu biliyoruz. Mesele o değil. 

Tabii bir de şöyle bir şey var: Erdoğan miting yaptığı zaman, bütün kanallar mecburen canlı yayın yapacak, değil mi?

Evet. Bütün haber kanallarının “prime time”ları, iftar yemeklerinin ardından Tayyip Bey’in konuşmalarına tahsis etmesi lâzım. Dizilerin de yayın programlarını değiştirmeleri lâzım. 

Zaten dizilerin içine de siyasî mesajlar konuyor.

Ama bu kadar şey ters tepebilir. İnsanların, YSK kararıyla zedelenmiş olan adalet duyguları ters tepebilir. Ve AK Parti’nin, iktidarın ya da devlet güçlerinin işe bu kadar müdahil olması, insanların adalet duygusuyla bir başka türden tepki almalarını da üretebilir. Ama hep diyorum ya, öbür tarafa geçmek konusunda hâlâ sıkıntı var. Fakat bugün böyle bir noktaya gelindi. Yine de bu 11 milyon seçmenin içinde konuşanı, yazanı, çizeni, herkes bilmelidir ki, ülkenin ve hepimizin karşı karşıya olduğu problemler, sadece İstanbul’u kimin kazanacağından ibaret değil. Tam tersine, bu, işin çok basit tarafı. Ülkenin dış politika krizi var, ülkenin Avrupa Birliği ile krizi var. Ülkenin Çin’le, ABD ile Rusya ile başka krizleri var. Suriye meselesi apayrı bir mesele. Ülkenin kendi devletini yeniden inşa etmek, “Başkanlık sistemi dendi ama hiçbir şey olmadığı gibi, var olan sistem de kırılmış durumda” diye bir meselesi var. Ülkenin hukuku, yargıyı yeniden inşa etme meselesi var. Ekonominin durumu zaten meydanda. Bu kadar karmaşıklığın içinden, ancak yeni bir umut ve yeni bir ütopya inşa ederek çıkabiliriz. Mesele Ekrem, Ahmet, Mehmet veya Binali meselesi değil. 

Benim genel kamuoyuna şöyle bir eleştirim var; buna burjuvazi, medya, entelektüel dünya da dahil. Bunu da her zaman söylüyorum: Sürekli olarak “Birtakım problemler var. Problemleri kim çözecek?” diye konuşuluyor ve aranıyor. Asıl mesele, problemleri kimin çözeceği değil. Asıl mesele problemleri nasıl çözeceğiz? Hangi yöntemlerle ve hangi ilkeleri referans alarak çözeceğiz? Bu tartışmayı yapmadan, yapay umutlarla, hakiki felaketler arasına sıkışmak gibi. Yani, “Birisi gelecek kurtaracak!” Ama böyle değil. Keşke bu kadar basit olsaydı. Veya “Bütün bu olanların tek bir müsebbibi var.” 

Tabii muhalefet açısından baktığımız zaman şöyle bir şey var: Felaketleri bir kişiye indirgediğiniz zaman, karşısında da, işleri çözecek bir başka kişi arıyor. 

Evet ama kime oy verirlerse versinler, herkesin kendine şunu sorması lâzım: “Kendimize hangi referansları ve ilkeleri baz alarak, hangi yöntemlerle sorunları çözeceğiz?” Bunu kimsenin konuştuğu yok. Yani “İBB’de yolsuzluk var!” Evet, İBB’de bir sürü uyduruk taşeron var. Peki, tamam. Ama şimdi ne yapacağız? Yani mesele sadece Belediye Meclisi’nden naklen yayın yapmak kadar basit olsaydı. Tabii ki çok önemli bir adım. Şunu demeye çalışıyorum: Hep böyle kısa yoldan bir kurtarıcı arayışı var. Hepimiz bilelim ki, İstanbul seçimlerini kim kazanırsa kazansın, o kısa yol yok. Asıl söylemeye çalıştığım şey bu.

Evet. Burada noktayı koyalım Bekir. Bekir Ağırdır ile 23 Haziran’a doğru İstanbul seçimlerinde nelerin değişip değişmeyeceğini konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.