Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (191): Her şey çok mu güzel olacak, daha mı güzel olacak?

Kadri Gürsel, Kemal Can ve Can Selçuki, iktidarın ve muhalefetin 23 Haziran stratejilerini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Medyascope’un 191. açık oturumunda karşınızdayız. Bugün stüdyomuzda üç konuğumuz var: Gazeteci Kemal Can, gazeteci Kadri Gürsel ve İstanbul Ekonomi Araştırma Genel Müdürü Can Selçuki. Hepiniz hoş geldiniz. Konumuz ‘’Her şey çok mu güzel olacak, daha mı güzel olacak?’’ Açık oturumun başlığı neden bu? İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı ve 18 günlük belediye başkanı Ekrem İmamoğlu ile AK Parti’nin Genel Başkanı, ayrı zamanlarda konuştular. İmamoğlu’nun 6 Mayıs gecesi, yani YSK’nın İstanbul Belediye Başkanlığı seçimini iptal ettiğini ve 23 Haziran’da yenileyeceğini duyurduğu günün gecesi Beylikdüzü’nde yaptığı konuşmayı, Recep Tayyip Erdoğan’ın da 12 Mayıs Pazar günü Taksim’de, İstiklal Caddesi üzerinde tramvayla dolaşırken kendisine seslenen bir vatandaşa verdiği cevapları arka arkaya izleyelim. Önce Ekrem İmamoğlu’nu, ardından Recep Tayyip Erdoğan’ı izleyelim ve sonra da konunun üzerinden değerlendirmeye başlayalım. Videoları görelim lütfen.

Ekrem İmamoğlu: ‘’Son olarak, güzel kardeşim! Burada kesinlikle her şey çok güzel olacak. Çok güzel olacak. Çok güzel olacak. Sakın güler yüzünüzü kaybetmeyin. Sakın yüreğinizdeki umudu kaybetmeyin. Umut burada. Umut burada. ’’

Vatandaş: ‘’Başkanım, ‘’Her şey çok güzel olacak.’’

Recep Tayyip Erdoğan: ‘’Daha güzel olacak. Daha güzel olacak.’’

Pişirici: Videoları açıklamaya gerek yok aslında ama izlediğiniz ilk videoda Ekrem İmamoğlu 6 Mayıs gecesi Beylikdüzü’nde yaptığı konuşmasında ‘’Her şey çok güzel olacak’’ diyor. Bu ‘’Her şey çok güzel olacak’’ söylemi özellikle sosyal medyada birdenbire yaygın bir slogana dönüştü. Pek çok insan, hatta pek çok ünlü bu etiketle paylaşımda bulundu. Hatta bunların bir bölümü, hem AK Partililer’in hem doğrudan Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisini çekti. Recep Tayyip Erdoğan ise biraz önce videoda izlediğiniz gibi 12 Mayıs Pazar günü Taksim İstiklal Caddesi üzerinde tramvayla dolaşırken, ses tonundan anladığım kadarıyla zannederim bir hanımefendi ‘’Başkanım, her şey çok güzel olacak’’ diye kendisine sesleniyor. Erdoğan da ‘’Daha güzel olacak’’ cevabını veriyor. Sol taraftan, Kemal Can’dan başlayalım: Her şey çok mu güzel olacak yoksa daha mı güzel olacak?

Kemal Can: Belki henüz bilmiyoruz cevapları. Ama o cevapları, sloganların alacağı sonuçlar itibariyle düşünürsek, her şeyin başka türlü olacağı kesin. En azından bunu biliyoruz. 1 Nisan itibarıyla, Türkiye’de pek çok siyasi süreci başka parametrelerle okumaya başladık. Başka türlü düşünmeye ve tartışmaya başladık. Büyük bir ihtimalle 23 Haziran’da ‘’Her şey çok güzel olacak’’ da olsa, ‘’Daha güzel olacak’’ da olsa, bu, yeni parametrelerle konuşulacak bir sonuç olacak. 

Bu iki sloganın etrafında kurulan şeyde şöyle bir mesele daha çarpıcı görünüyor: 31 Mart’ta yapılan yerel seçimde, iktidar ve muhalefet arasında çok temel bir fark vardı. Aslında pek çok fark vardı ama en temel farklardan bir tanesi, iktidar, daha önceki seçimlerde olduğu gibi, meseleyi beka stratejisi üzerinden bir genel seçim hatta bir referandum havasında yürütmek istedi. Buna karşılık muhalefet ve özellikle İmamoğlu’nun kurduğu, daha yerel bir alandan daha ‘’pozitif,’’ daha ileriye konuşan bir dildi. Aslında bu sloganlar da, bu temel duruşları büyük ölçüde devam ettiren şeyler. Elinden galibiyeti alınmış, seçim sonucu iptal edilmiş, seçilmiş bir Belediye Başkanı olarak İmamoğlu, bir reaksiyonla değil, pozitif bir çağrıyla çıkış yaptı ve bununla ilgili bir karşılık aldı. Aslında, ‘’Daha güzel olacak’’ sloganı üretilmiş bir slogan değil, bir reaksiyon olarak, diğerinin peşine takılan bir şey. Tasarlanmış bir şey olarak değil, ‘’Her şey çok güzel olacak’’ cümlesi geldiği için ona cevap olarak ortaya çıktı. Erdoğan’ın sık sık söylediği bu ‘’Daha güzel olacak’’ cümlesi aslında yeterince güzel olmadığının bir itirafını da içeriyor. Bahse konu insan, 25 yıldır bu yerel yönetimin, yani İstanbul’un iktidarını temsil eden biri ve söylediği ‘’Daha güzel olacak’’ cümlesi aslında bir eksikliği işaret ediyor bu açıdan ve rakibinin, yani İmamoğlu’nun söylediği pozitif bir çağrının arkasında kalan bir söylem. Kampanya böyle giderse, ileriye doğru konuşanın, pozitif şey söyleyenin ve yerel alanda o referandum aklını değil de, memnuniyeti, talepleri, beklentileri oylatacak bir paradigmayı canlı tutabilenin avantajına olacak. Dolayısıyla, bu sloganların alacakları sonuçlar da, sloganların doğuş karakteri ile çok ilgili olacak diye düşünüyorum. 

Pişirici: Kadri Gürsel?

Kadri Gürsel: Ben bu iki sloganın hikâyelerini karşılaştırmak istiyorum. ‘’Her şey çok güzel olacak’’ sloganının hikâyesi, YSK’nın iptal kararının çok öncesine gidiyor. Bu, gerçek bir hikâye. Tepki olarak çıkmış, düşünülmüş, tasarlanıp ortaya konmuş bir mizansen değil. Gerçekten bir çocuk var. Bu çocuk, Ekrem İmamoğlu’nun seçim çalışmaları için gittiği yerde onu görüyor ve seçim otobüsünün peşinde koşuyor, Ona ‘’ Ekrem abi, her şey çok güzel olacak’’ diyor. Başka bir sürü şey de söylüyor. Ekrem İmamoğlu ona muhabbet dolu bir cevap veriyor. Daha sonra o çocuğu bir şekilde bulduruyor ve otobüsün çatısına, konuşma yaptığı yere çıkartıyor. O çocukla yapılan söyleşiler var.Televizyona çıktı mı bilmiyorum ama ben You Tube’da izledim. Nereden, nasıl gelmiş aklına, onu nasıl heyecanlandırıyormuş anlatıyor. Burada gerçek bir hikâye var. Bu gerçek hikâye ‘’Her şey çok güzel olacak’’ sloganıyla 6 Mayıs akşamı YSK’nın seçim iptaline karşı, yeniden kampanyanın başlangıç sloganını oluşturdu ve hızla yayıldı. ‘’Her şey çok güzel olacak’’ sloganı çerçevesinde, öncelikle savuşturulan bireysel boykot eylemiydi. Ekrem İmamoğlu o akşam hem kendi siyasi kariyeri açısından, hem genel olarak partisinin ve daha geniş anlamda ‘’Millet İttifakı’nın İstanbul’daki kampanyasının istikbali açısından çok önemli bir iş başardı. Ve bu önemli işin merkezinde bu slogan vardı. Bayrak direğinde bu slogan yazıyordu. O pankartın altında konuştu diyebiliriz. 

O günden itibaren bu slogan çok tuttu. Çok tutmasının nedeni, sahici olması, bir hikâyesinin olması ve bir haksızlığa, bir adaletsizliğe, mağduriyete karşı olumlu bir tepkinin verilmesiydi. Kemal’in de söylediği gibi, bu slogan, geleceğe dönük iyimserlik içeren bir bakış, olumlu bir perspektif sunması açısından da sahiplenildi. Bu sloganın içinde bir rövanşizm yok, bir hesap sorma arayışı yok. ‘’Her şey’’ diyor. ‘’Her şey çok güzel olacak’’ dediğiniz zaman, bunu altını açıp doldurmanız lazım. Çünkü her şeyin herkes için iyi olması, güzel olmasıdır esas. Güzellik, iyilikle gelen bir şeydir. Boşuna ‘’Zolra güzellik olmaz’’ dememişler. 

Burada ‘’Zorla güzellik olsun’’ diye uğraşan, tam tersine iktidar. ‘’Daha da güzel olacak’’ şeklinde bir karşı sloganın türetilmesi, bence 2 açıdan çok başarısız. Birincisi, bir ‘’Peşine takılma,’’ ‘’Muhalefetin kuyruğuna takılma’’ hali var; bir söz üretememe, slogan geliştirememe, kendi sloganıyla yarışamama, takatsizlik, kifayetsizlik hali var. 

İkincisi, etkileşim açısından da o sloganın ortaya çıkışının hikâyesi inandırıcı değil. Bana öyle geliyor. Şu açıdan inandırıcı gelmiyor: 14-15 yaşlarında bir çocuk, geleceğe dönük bir iyimser tasavvur içinde. Çünkü Ekrem İmamoğlu ona bu tasavvuru yansıtmış. Çocuk da ona geri yansıtıyor ve ‘’Her şey çok güzel olacak’’ diyor. 

Buradaysa tam tersine, cumhurbaşkanı İstiklal Caddesi’nde, tramvayda, -dikkat edin, tramvayda- Tünel’den Taksim istikametine doğru gidiyor. Tramvayın içinde çekim yapılıyor. Galatasaray’dayken bir ses duyuluyor dışarıdan: ‘’Başkanım, ‘’Her şey çok güzel olacak.’’ Cumhurbaşkanı da ‘’Daha da güzel olacak’’ cevabını veriyor. Hitap tarzından, bir ihtiyat payı bırakıyorum, bir rezerv koyuyorum; ‘’Başkanım’’ diye sesleniyor. Cumhurbaşkanı ‘’Daha da güzel olacak’’ cümlesini iki kez söylüyor. Sloganı dillendiren kişi, bizatihi hadisenin sahibi, cumhurbaşkanı. İstanbul’da kampanyanın yürütücüsü. Ana figürü. Herkes onun yanında. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun rakibi olan Binali Yıldırım da onun yanında poz veriyor. Tabiri caizse Erdoğan’ın gölgesinde kalıyor. 

Bu bakımdan, ‘’Daha da güzel olacak’’ ifadesinin boşluğa düştüğünü düşünüyorum. Bir defa güzel değil. Güzel olsa zaten kaybetmezdi seçimi. Seçimi kaybetti. Güzel olmadığı da şuradan belli: Ülkede kriz var. Ülkede iki çeyrektir ekonomi küçülüyor. İşsizlik var, enflasyon var, hayat pahalılığı var. Gıda enflasyonu, ortalama enflasyonun 2-2,5 katı üzerinde. Ve güzel değil. Dolayısıyla, Ekrem İmamoğlu bugünle ilgili bir kıyaslama yapmıyor. ‘’Bugün berbat, her şey çok güzel olacak.’’ Evet, belki öyle düşünülebilir. Güzel olacaksa, demek ki kötü. Çok yüksek sesle dillendirilmiyor ama bazı iletişimciler tarafından ‘’Her şey çok güzel olacak’’ sloganına yönelik ‘’Çok birleştirici, bütünleştirici değil. Korkutucu. Çünkü ülke o kadar kutuplaştı ki birisi için güzel olan, ötekisi için güzel değil’’ şeklinde bazı eleştiriler var. Ben bu açıdan, altı doldurulduğu ve hikâyesi olduğu için, sadece lafız olarak tartışılabilir bu tarafı. Ama ‘’Daha da güzel olacak’’ dediğiniz zaman, ‘’Bir dakika! Sen seçimi kaybettin.’’ Ekonominin can damarı olan bütün büyük şehirlerde seçimi kaybetti. Bursa’da çok az bir farkla kazandı. İstanbul’da kaybetti. ‘’3000 oy farkla kazandık’’ dediği seçimi 13 bin farkla kaybedince, beğenmedi tekrar ettiriyor. Dolayısıyla, iki sloganı yumurta gibi tokuşturunca ‘’Daha da güzel olacak’’ kırılıyor bence.

Pişirici: Can Selçuki, aynı yerden devam edelim. 

Can Selçuki: ‘’Her şey çok güzel olacak’’ sloganının daha organik bir şekilde ortaya çıktığına katılıyorum. O yüzden insanların aklında daha fazla kaldı. Genç bir çocuk geldi ve ‘’Ekrem abi, her şey çok güzel olacak’’ dedi. Şöyle de bir avantajı var; gerçi o kardeşimizin yaşı genç, izlemiş midir o filmi bilmiyorum ama o kelime bizim kolektif hafızamızda popüler kültürde çok karşılığı olan bir tümce. Hatırlarsınız, Cem Yılmaz’ın o meşhur filminde, hepimizin kolektif hafızasında olan bir slogan bu. Çok organik, doğal bir şekilde çıktı. Dolayısıyla kalıcı oldu. 

Diğer slogan, açıkçası sloganlaşacak mı çok emin değilim. Sahaya çıkıldığında bir takım başka sloganların AK Parti tarafından öne sürüleceğini düşünüyorum. Çünkü bu sloganın akıllarda kalması mümkün değil. 

Bir yandan da şöyle bir şey var: Ekrem İmamoğlu’nun ‘’Her şey çok güzel olacak’’ sloganı biraz da şundan dolayı akıllarda kalıyor: Bu seçimlerde alışık olmadığımız bir şeyi gördük. Belki bana kızanlar olacak ama CHP örgütü ilk defa örgütlü bir şekilde seçim gecesi hazırdı. Son 17 yıldır görmediğimiz bir şey gördük. O hazırlık tesadüf değil. Kampanyanın pazarlamasında da aynı hazırlık vardı. Gönüllülerin örgütlenmesinde de aynı şey vardı. Slogan bulunduktan sonra yayılmasında da aynı profesyonellik vardı. Uzun zamandır görmediğimiz bir şey gördük. Birçok dinamiğin farklı tezahür etmesinin sebebi bence o. Normalde her seçimde görmemiz gereken bir şey. O yüzden bize farklı geliyor. Aslında olması gereken buydu. Fark şu: CHP son 17 yıldır ilk defa doğru bir organizasyon yaptı. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bunu da İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu ve Başkan adayı Ekrem İmamoğlu hep birlikte örgütlediler, kurguladılar. O yüzden de sloganlar daha rahat bulunuyor, daha güzel yayılıyor, daha iyi tutuyor. O ıslak imzalı tutanakları toplayabilme kapasitesiyle, o sloganları bulup yayabilme kapasitesi, aynı profesyonel makinenin işidir. Bir işi doğru yapınca böyle oluyor. Ama biz muhalefetten bunu görmeye alışık değildik. Her zaman böyle olmalı aslında. 2019 yılında siyaset yapıyorlar sonuçta.

Pişirici: Arkadaşların izniyle yine sizinle devam edelim. Ayağınızın tozuyla Ankara’dan geldiniz. Ankara’dan aktaracağınız bir şey var mı?

Selçuki: Şöyle bir kaygı var ama açıkçası ben bunu çok gerçekçi bulmuyorum: 7 Haziran-1 Kasım sürecinin mukayesesi yapılıyor: ‘’Öyle bir iklim gelişir mi? Bir güvenlik endişesi olur mu’’ düşüncesi var. Ama ben bunu çok temelli bulmuyorum. Onun dışında herkes merak ediyor. Bir taraf ‘’Ekrem İmamoğlu mağdurdur, bu sefer 500 bin oyla kazanacak’’ diyor. Diğer taraf da ‘’Reisin bir bildiği olmasa bu işe girmezdi. O kazanıyordur kesin’’ diyor. Kafalar karışık henüz. 

Pişirici: Bundan sonraki değerlendirmeye de temel olması açısından, İstanbul’a özgü bir çalışmanız oldu. Bize o çalışmadan söz eder misiniz?

Selçuki: Memnuniyetle. İstanbul’a dair şöyle bir çalışma yaptık: Bu seçimde iki taraf için de esas strateji, aldığını koruma, üzerine de sandığa gitmeyenleri sandığa götürme. Bu, Binali Yıldırım için de geçerli, Ekrem İmamoğlu için de geçerli. Çünkü 24 Haziran’dan 31 Mart’a en büyük değişiklik, katılım oranında. 24 Haziran’da İstanbul’da katılım oranı %88,1 iken, 31 Mart’ta bu oran %83’e kadar indi. O dört puan işi bayağı değiştiriyor. Şimdi iki senaryo var: Bir %17’lik katılmayan var. Bu orana baktığınız zaman Binali Yıldırım’ın şansı daha yüksek görünüyor. Ama Tabii ki o %17’nin tamamının sandığa gideceğini düşünmek boş bir iş. Çünkü %100 katılım diye bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla başka bir senaryo çalıştık: 31 Mart’taki katılım oranı, 24 Haziran’ın altında kalan mahallelerde, katılım oranı 24 Haziran seviyesine gelirse ne olur? Oy potansiyellerine baktık. Orada şöyle bir şey gördük: Bu senaryoya göre Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım’ın yeni oy potansiyeli birbirine çok yakın. Birinin 297 bin civarındaydı, diğerinde 295 bin. Böyle bir durumda genel katılım %89-%90 seviyelerine çıkıyor. Tabii buraya TKP ve üç bağımsız adayın oylarının bir kısmını da Ekrem İmamoğlu’na eklemek lazım. Bugün enteresan bir şey oldu biliyorsunuz. DSP ‘’Biz desteklemeyeceğiz’’ diyordu ama sonra adayları çıkıp ‘’Aday olmayacağım’’ açıklamasını yaptı. DSP aday gösterse bile ben o seçmenin ekseriyetinin son karar olarak Ekrem İmamoğlu’nda vereceğini düşünüyorum. Böyle bakınca çok başa baş bir durum var. Yeni oy potansiyeli bakımından, sanki İmamoğlu biraz daha önde gibi duruyor. Ama çok yakın bir yarış olacağını görebiliyorum. 

Bir şey daha ekleyeyim müsaadenizle: Kuvvetli oldukları mahallelerde katılım ne kadar düşmüş ona baktık. Tayyip Erdoğan’ın 24 Haziran’da %55 ve üzeri oy aldığı mahallelere baktık. Oralarda katılımda 6-8 puan arası bir düşüş olmuş. Bu ciddi bir rakam. Aynısını İmamoğlu için de yaptık. 24 Haziran’da Muharrem İnce, Meral Akşener ve Selahattin Demirtaş’ın %55 ve üzeri oy aldığı mahallelerde katılım ne kadar düşmüş diye baktık. Orada da benzer şekilde katılımda 6-8 puan arası bir düşüş var. Kuvvetli oldukları mahallelerde, onları desteklemeye yakın olması beklenen mahallelerde bir ihtar var. 

Fakat burada sanki İmamoğlu lehine bir durum var gibi gözüküyor. Muhalefette, özellikle CHP tarafında sandığa gitmemek ne demektir? Birincisi, CHP’li seçmen hareketlendirmek adına her zaman biraz daha zor bir seçmen, bunu kabul etmek lazım. Bu biraz gelir durumuyla alakalı bir durum. İkincisi de, 24 Haziran seçim akşamının verdiği bir kızgınlık vardı. Bu ikisi de geri döndürmesi daha kolay duruşlar. Herkes o kızgınlığı unuttu artık. Ekrem İmamoğlu geldi ve bütün tabanı, seçmeni heyecanlandırdı. 31 Mart’ta yarış birbirine çok yakın bitince, sandığa gitmek konusunda çok ciddi bir farkındalık oluştu. Ama iktidar tarafında, kuvvetli oldukları mahallelerde seçmenin katılmama sebebine baktığınızda, bunun çok büyük bir kısmı ekonomiden kaynaklanıyor. Onu çevirmek pek kolay değil açıkçası. Çünkü ekonomi daha kötüye gidiyor. Biz bu işe Ekim ayında gıda enflasyonu üzerinden başladık. Hatta burada birlikte konuşmuştuk hatırlarsanız; Hane halkının canı yanmaya başlamıştı. Ocak ayıyla birlikte bu işsizliğe döndü. Sizin çocuğunuz işini kaybetmişti, artık benim çocuğum da işini kaybediyor. Yani, ekonominin sert vurduğu hane sayısı artıyor. Böyle olunca onu çevirmek biraz daha zor. 

Toparlayayım: 31 Mart’ta sandığa gitmeyen seçmeni hareketlendirmek ve sandığa götürmek açısından potansiyel oylara bakıldığında, Ekrem İmamoğlu biraz daha avantajlı gözüküyor. Çok büyük ir avantaj değil ama dinamikler biraz daha onun lehine gibi duruyor. 

Pişirici: Can Selçuki’nin verdiği bilgiler ışığında şuradan devam edelim: Demin Kemal söyledi; 31 Mart propaganda döneminde Ekrem İmamoğlu’nun karşısında Recep Tayyip Erdoğan vardı. Binali Yıldırım’ı görmedik. Ekrem İmamoğlu’nun arkasında da Kemal Kılıçdaroğlu’nu görmedik. Bize, medyaya ulaşan bilgiler neydi? Tayyip Erdoğan, İstanbul’da 23 Haziran’a kadar 39 tane miting yapacak. Gerçi şu ana kadar bir şey yok. Dün, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu basınla buluştu. Toplantıda ‘’Biz miting yapmayacağız. Çalışmalarımızı daha çok mahalle toplantılarına odaklanarak yürüteceğiz’’ dedi. Miting yapmak, miting yapmamak bir fark yaratır mı? Buna bağlı olarak ikinci sorum, seçmen nasıl algılayacak? Binali Bey biraz çıkış yapıyor gibi görünse de seçmen yine ‘’İmamoğlu ile Erdoğan yarışıyor’’ diye mi algılayacak? Eğer seçmen böyle algılarsa, bu, seçimin sonunu nasıl etkileyecek?

Can: Erdoğan’ın 39 miting yapacağı bilgisi, İstanbul teşkilatı ve kendi genel merkez teşkilatı ile yapılan seçim toplantılarını bizzat organize ediyor olması, temel stratejilerini belirliyor olması, Bahçeli’nin yine 31 Mart’ta olduğu gibi, hem söylem düzeyinde, hem temel seçim stratejisi açısından belirleyici bir rolde olacağı, bunların dışında da başka bir seçenek olmadığı için, iktidarı 31 Mart’ın eksiğini gediğini tamamlayarak almaya çalışacaklarını gösteriyor. Çünkü Erdoğan seçim yenilgisine siyasi bir mesele olarak değil, teknik bir sorun olarak yaklaşıyor ve bunu teknik olarak çözmek istiyor. Yani, ‘’Sandığa gitmeyeni halledelim, sandıkları doğru tutalım, seçim kurullarının kontrolünü yapalım’’ gibi tamamen teknik önlemler. Hatta bugün Abdulkadir Selvi’nin yazısında vardı: Bir milletvekilinin ‘’Hatalarımızı görelim, seçimi neden kazanamadığımızın analizini yapalım’’ cümlesine, Erdoğan’ın ‘’İşimiz zor, daha sana anlatamamışız ki… Biz kazanamadık değil, biz haksızlığa uğradık’’ cevabını vermesi… Bu, şu demek: ‘’Bu teknik bir mesele. Kayıp, bir siyasi mesele değil. Siyasi alanda bir şey kaybetmedik. Teknik kaybımızı telafi edersek bu meseleyi çözeriz’’ yaklaşımı var. Bu da, benzer bir kampanyayı, o eksiğini gediğini tamamlayarak tekrar edeceklerini gösteriyor. Bu, o zaman ne kadar işlediyse yine o kadar işleyecektir. 31 Mart’ta işlemeyen, 23 Haziran’da niye işlesin? Bunu işletebilecek birkaç şey var: 31 Mart’ta becerilememiş ve iktidarın teknik mesele olarak baktığı şeylerden biri muhalefeti çatlatmak. Muhalefet blokundaki bir grubu, grupları, birbiriyle birlikte davranmak konusunda zorlayacak şeyler yapmak. İkincisi de, biraz önce bahsedilen, 31 Mart’ta muhalefetin iyi çalıştırdığı makine meselesi var ya, öbür taraftaki makine de kötü çalıştı. Şimdi Erdoğan, devlet imkânlarını da maksimize ederek, en yüksek seviyede kullanarak, merkezi iktidar olmanın avantajını seçime maksimum biçimde taşıyarak makineyi çalıştırmak niyetinde. Çünkü itiraz sürecinde de gördük; itiraz delillerinin neredeyse tamamını da devlet görevlilerine toplattılar. O 3 bavulu bakanlar topladı, AK Parti teşkilatı toplamadı. Dolayısıyla ben iktidar cephesinden siyasi bir manevra beklemiyorum. 

Muhalefet tarafına bakarsak; 31 Mart’ta İmamoğlu’nun aldığı oy sayısından, hangi nedenle eksilme olabilir diye bakıyorlar. Biraz önce Can Selçuki ‘’Olanı korumak, üstüne koymak’’ stratejisinden bahsetti. İktidar muhalefette bir çatlatmayı başaramazsa, aslında muhalefetin kaybedeceği bir şey yok. 1 Nisan’dan bugüne, İmamoğlu’na oy verenlerin bu kararını değiştirmesini gerektirecek bir gelişme yaşamadık. Hatta AK Parti’nin ‘’Çaldılar’’ söylemleri de bu tarafa işlemez. İmamoğlu’na oy verenler üzerinde bir etkisi olmayacak. Tam tersine, onlar kazandıkları seçimin ellerinden alındığını düşünüyorlar. Hatta daha da konsolide olacaklar. Çünkü bir avantaj daha var: Muhalefet tarafında, zor motive olan kesimlerde, kazanma şansını görmüş olmanın motivasyonu var… Çok açık, kazanılmış bir seçim var. Kazanma ihtimali değil, kazanılmış bir seçim var. 

Selçuki: Yapılmışı var. 

Can: Evet. Dolayısıyla bunun sağlayacağı motivasyon çok yüksek. İktidarın oynayacağı şey, dediğim gibi ‘’muhalefeti çatlatmak.’’ İkincisi de, yine 31 Mart’ta kullandığı temayı biraz daha özelleştirerek, İstanbul’da seçim kazanmanın, iktidarı ve Erdoğan’ı düşürmenin aracı haline getirileceği endişesini yeniden zorlamak. Kendisine ders vermiş seçmeni, kimlik alanında tekrar motive etmek ve bir tür ‘’Reisi savunma’’ hattına çağırmak. Çünkü İmamoğlu İstanbul’u yeniden kazanırsa, bu başka bir sorun yaratacak. Bunu 31 Mart’ta da kullandılar. Ama Erdoğan ve AK Parti, 31 Mart’ta ders verecek seçmenin bir kısmının, ‘’Biz dersimizi verelim ama zaten çok önemli bir değişiklik olmayacak’a inandığını, ciddi değişiklik olacağını ve iktidarın ciddi zafiyete düşeceğini düşünebilen bir kesimin, tekrar iktidarda konsolide olup onu koruma refleksi gösterebileceğine inanıyor. Bunu kullanmayı deneyecek. Bu temel meseleden dolayı, bir tarafın 39 miting yaparken, diğer tarafın miting yapmamasının çok doğru bir strateji olduğunu düşünüyorum. Çünkü muhalefetin, iktidarın oynayacağı endişeyi kışkırtacak hamlelerden uzak durması ve pozitif alanda duruşunu bozmaması gerekiyor. Yani Muharrem İnce’nin yaptığı gibi, iktidarın kendi seçmeni üzerindeki endişe havasını besleyecek, o ‘’Her şey güzel olacak’’ sloganını ‘’Birileri için güzel olacak’’ sınırına itme riskini azaltmış oluyor.

Selçuki: Bir ekleme yapabilir miyim hızlıca. Söylediğinize çok katılıyorum. Hatırlarsanız, Muharrem İnce’nin Cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyası sırasında en son İzmir’de, İstanbul’da ve Ankara’da yaptığı çok büyük 3 miting vardı. Hiçbir Muharrem İnce haberine yer vermeyen bir kısım medya, oradaki fotoğrafları birinci sayfadan, boy boy bastı. Orada bir şey vardı çünkü. Tam da bu dediğinizi anlatıyor. Oradan alınan bir ders var yani. 

Can: Evet. Çünkü defalarca gördük bunu seçimde. 24 Haziran’da da gördük. Sanılanın aksine, muhalefetteki yüksek aktivasyon iktidar seçmenini bozmuyor, kilitliyor. Çünkü iktidar söyleminin bunu çok başarılı bir şekilde kullanabilen bir mekanizması var. Zaten endişe üzerine kurduğu için, o endişeyi büyütebilecek her şeyi bir tehlike işareti olarak kolaylıkla kampanyasına ekleyebiliyor. Dolayısıyla, muhalefetin, iktidarın bu tür kullanımlarına alan açmayan bir kampanya yürütmesi doğru bir strateji bence.

Pişirici: Kadri?

Gürsel: Ben meseleye şu son üç miting konusundan hareketle gireyim. Bir kere, 2018’le 2019’u kıyaslamayalım. Kıyaslarsak hata yaparız bence.. Arada çok fazla bir zaman yok ama Türkiye için büyük zaman, 2018’de cumhurbaşkanlığı seçimi idi. zaten Muharrem İnce uzun zamandır hırsları büyük olan bir politikacı, onu biliyoruz. Ve bir boşluğu doldurmaya oynuyordu. O boşluk iktidarda değildi, muhalefetteki boşluğu doldurmaya oynuyordu. Liderlik kapasitesinin kifayet etmediğini gördük. Fakat kifayet edebileceğine dair insanlara büyük bir güven verdi. Ve sonra o güvenin altında kaldı. O 3 büyük mitingin yapılması gerekiyordu. Türkiye siyasi tarihinin o dönemeci geçmesi gerekiyordu. Muhalefetin, miting yapamama, iktidar partisinin, devlet imkânlarını azami ölçüde kullanarak toparladığı kalabalıkların karşısına daha büyük kalabalıklar çıkarmak şöyle dursun, hiç çıkamama gibi bir kompleksi vardı. Bu kompleksin aşılmasında tarihsel bir rol oynamıştır o üç miting. İktidarı da korkutmuşsa, korkutmuştur. İktidar seçmenini de korkutmuş olabilir evet, korkutur. Ama zaten o dönemde, bugünkü ekonomik krizin yıpratıcı, çözücü etkisi altında bir dağılma, çözülme emareleri gösteren bir iktidar tabanı yoktu zaten. O mitingleri yaptı diye iktidar konsolide olmadı, zaten konsolide bir iktidar tabanı vardı o zaman da. 

Bugün ise tam tersi. Bugün artık yıpranmışlık, çözüm üretememe hali, kifayetsizlik, dağılma ve makinenin çalışmaması nedeniyle, bağların yıpranarak, giderek zayıflaması, çözülmesi istidadı içinde olan bir taban söz konusu. Böyle mitingler yaparsanız, Muharrem İnce gibi çıkarsanız ortaya, evet, teslim edersiniz. Korkutursunuz. Dolayısıyla, şartlar farklıdır. Muharrem İnce, 24 Haziran akşamı, 6 Mayıs akşamında Ekrem İmamoğlu gibi bir varlık gösterseydi, -‘’Ekrem İmamoğlu gibi’’ derken, Ekrem İmamoğlu’nun varoluşundaki gibi ortaya çıksaydı- bunu tasarlamış olsaydı, ne yapacağını bilen biri olsaydı, aynı zamanda, cebinde, o dinamizmi, o umudu, yenilgi sonrasına taşıyacak bir konuşma olan bir siyasetçi olsaydı, liderlik iddiasını büyüterek sürdürürdü. Ama yine de, o söylemle, o duruşla bugünün çözümü olamazdı. 

Pişirici: Ama yine de, CHP açısından 31 Mart’taki sonuca bakarak, ‘’Muharrem İnce silkeledi, Ekrem İmamoğlu düşürdü’’ denilemez mi?

Gürsel: Genel olarak söylemek gerekirse, Muharrem İnce kampanyasının CHP’ye, muhalefete çok büyük bir katkısı olmuştur. Bu çok büyük bir katkıdır. Küçümsenecek bir durum yok ortada. Bunu dört kelimeyle ifade etmek gerekirse, bu önermenin olumlu anlamda tartışılabileceğini düşünüyorum açıkçası. 

Bugüne gelecek olursak; ben, iktidarın kendisini, ekonomi, dış politika başta olmak üzere her alanda olduğu gibi bu alanda da, kendi diline, duruşuna ve çaresizliğine mahkûm ettiği kanaatindeyim. Bu iktidar, 31 Mart’a kadar kutuplaştırıcı bir dille gitti. Türkiye siyasi tarihinde böyle bir kutuplaştırıcı dil, böyle bir çirkin kampanya görmedik. Bundan sonra, bir sevgi kelebeği gibi herkesi kucaklayıp, herkesi yanağından öpmeye, herkese çiçek atmaya kalkarsa ne gibi bir sonuç alır? Bu ‘’herkes’’ kimlerdir? Ben, bunu yapamayacağı kanaatindeyim. Aynı dilin aynı eksende, karşıtlaşma noktalarında vazgeçilmez şekilde devam edeceğini görüyorum. İki nedenden dolayı görüyorum: Birincisi, kutuplaştırıcı, sert kampanyadan vazgeçtiği taktirde, kendisi çözülür. Çözülme devam eder, daha da büyür. Bir nokta geçildikten sonra, sevgi kelebeği şeklinde bir iktidar kampanyası kendisine zarar verir. O zaman, tamamen ‘’muhalefetin peşine takılmış gidiyor’’ havası doğar. Bir de, zaten sertlikten, kutuplaşmadan beslenen bir tabanı var; iktidarın, küçük ama güçlü ortağı MHP. Şimdi karşı tarafta kime çiçek atıyorsunuz? Güzellik yapmanız gereken kesimler belli. O kesimlere güzel mesajlar verdiğiniz zaman, önce kaçacak olanlar da MHP tabanıdır. Tabii Bahçeli kaçmaz, o ayrı mesele. Mesela, Bahçeli ilk görüşme olduğunda ‘’Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinde bence bir sakınca yoktur’’ mealinde bir demeç vermişti. Sanıyorum, 2 Mayıs’ta görüştüler, 6 Mayıs’ta açıklama yaptılar. ‘’Bizim için bir sakınca yoktur’’ denildi. Ama ortaya bu bir politikaya dönüşüyormuş gibi bir eğilim çıkarsa, Millet İttifakı’nı ayrıştırıcı bir etkisi olacağı kanaatinde değilim, o ayrı mesele. Sanıyorum Kemal’in de ima ettiği oydu. Ama bunun Cumhur İttifakı tabanına daha büyük bir zarar vereceği kanaatindeyim. İktidar şu an, 1 Haziran-7 Kasım 2015 tarihleri arasındaki farkı üretecek politika araçlarından mahrum. Alet çantasında bu büyüyü yaratacak alet kalmadı. Tabii büyük konuşmamak lazım, ayrı mesele. 

Mesela bir sınır ötesinden bahsedelim; Suriye’de fevkalade daralmış durumda alan. Ancak mevcudu koruyarak, işlerin daha da kötüye gitmemesini sağlayarak, pozisyonunda durarak iç siyasette bir savunma hattı teşkil edebilir. Çünkü daha da kötüye gidebilir. O yüzden de iktidarın Rusya nezdinde İdlib’de girişimleri oluyor. ABD, Suriye’de, Fırat’ın doğusunda sürekli oyalıyor. Ankara ‘’Güvenlikli Bölge’’ diyor, ABD’nin kastettiği ‘’Tampon Bölge’’ aslında. YPG ile Türkiye Cumhuriyeti arasında tampon. 

Toparlayarak bitireyim: Stratejik oydan bahsediyoruz. Muhalefet seçmeninin de epey bir tecrübesi oldu. 2015’ten beri, CHP seçmeninin bir kısmı ve sol seçmen, kararlı bir şekilde stratejik oy kullandı. Daha çok CHP seçmeni için diyeyim, sol seçmen stratejik oyun ötesinde, destekledi. 2015’teki 2 seçimde ve 2018’de, CHP’nin içinden %2,5-%3 gidip HDP’ye verdi. HDP’den teşekkür gelmişse de, bu biraz adet yerini bulsun kabilinden bir teşekkürdür. Doğrudan adrese teslim bir teşekkür duyduğumu hatırlamıyorum 2015’te. Selahattin Demirtaş ‘’Bize inananlara, güvenenlere teşekkür ediyoruz’’ demişti o zaman. Konu neydi? ‘’Bunlar bizi satarlar, gider AK Parti ile işbirliği yaparlar’’ şüphesi vardı. Dolayısıyla Demirtaş’ın ‘’Bize inananlar’’ diye kastettiği CHP seçmeniydi. 2018’de de, yine bir kısım CHP seçmeni, bütün propagandalara, bütün kutuplaştırmalara rağmen, HDP parlamentoya girebilsin diye HDP’ye oy verdi. Bunu HDP’den teşekkür beklemek için yapmadı; iktidarı zor durumda bırakmak için yaptı. İktidar kazanamasın, Meclis’te azınlığa düşsün diye yaptı. Dolayısıyla şimdi Millet İttifakı’nı meydana getiren tabandaki stratejik ittifak yahut stratejik oy verme eğilimi de yine böyle çalışıyor. Ben bunun güçlü bir dinamik olduğu kanaatindeyim. Küçük jestlerle büyük kazanım elde etmenin zamanı geçti. Çünkü 2015’ten bu yana, hem 1 Haziran- 7 Kasım arası, hem 7 Kasım sonrası 2016’da yaşananlar, hem de 31 Mart sonrasında yaşananları gördük; Güneydoğu’da KHK’lı olduğu için mazbataları verilmeyen belediye başkanları, AK Parti’nin 1 oy farkla kazandığı yerlerde HDP’nin itirazlarının reddedilmesi gibi mağduriyetler var. Bu tür mağduriyetler Batı’da CHP seçmeninde yaşanmaz. Ateş düştüğü yeri yakar. Ama burada ciddi bir mağduriyet var. HDP sempatik bir yaklaşımla ‘’Siz bu mağduriyette niye bize destek vermediniz?’’ diye bir serzenişte bulunuyorsa da -bunda haklıdır, haksızdır, ayrı mesele- ne yapacağı bellidir. İktidar HDP’ye ve Kürt seçmenine karşı yumuşamak zorunda kalmışsa, bu tutum sayesindedir. Demek ki bu doğru bir tutumdur. 

Pişirici: Can Selçuki, bir ekonomik kriz içinde olduğumuz açık. İktidar, her ne kadar veriler dâhil baskılamaya çalışsa da, örneğin, bu ay itibariyle enflasyon %20, gıda %32 enflasyon var, işsizlik %15. 4milyon 700 bin resmi işsizimiz var. Dolar 6 TL’nin üzerinde, euro 7 TL’yi gördü ve geri geldi. Bir tarafta böyle bir ekonomik krizimiz var. Diğer tarafta, 31 Mart seçimlerine kadar sürdürülen beka meselesi söylemi fos çıktı. Şimdi 23 Haziran’da yapılacak olan şey, sadece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçimi. Çok daraltılmış bir seçim aslında. Sizin izleniminiz nedir? Araştırmalarınız ne gösteriyor? İktidar açısından, gerek AK Parti’nin, gerek MHP’nin, bu seçimde ortaya koyacağı yeni bir argüman var mıdır? Ne beklenebilir? 

İkinci sorum, demin Kemal Can’a ve Kadri Gürsel’e de sorduğum soru; Bu seçim, İmamoğlu ile Erdoğan arasında geçecek bir seçim haline bürünürse, -31 Mart’ta da öyleydi ama şimdi bu daha net görünüyor. Erdoğan’ın İstanbul’da 39 miting yapacağı söyleniyor-  bunun, hem muhalefet hem AK Parti seçmeni üzerindeki etkisi ne olur?

Selçuki: Belli ki bu seçim İmamoğlu ve Erdoğan arasında olacak. Binali Yıldırım’ın açıklamalarına baktığımızda, aklından sanki ‘’Yahu, neler geldi başımıza, Meclis’te ne güzel oturuyorduk’’ düşüncesi geçiyormuş gibi geliyor bana. Dili başka bir şey söylüyor ama hakikaten aklından bu geçiyormuş gibi duruyor. Bu, her şekilde İmamoğlu ve Erdoğan arasında olacak bir seçim diye düşünüyorum. Bunun böyle olmasının sebebi de şu: Erdoğan’la AK Parti arasındaki makas açılıyor. Anketler bunu gösteriyor. Erdoğan yukarı gitmiyor ama olduğu yeri koruyabiliyor. Fakat AK Parti’nin aşağıya gittiğini görüyoruz. O makas açıldıkça, zaten Erdoğan kolları sıvayıp sahaya inmek durumunda kalıyor. 39 mitingin rasyoneli budur. AK Parti’li seçmene yeni bir enerji verme, tekrar heyecanlandırma konusunda bir katkısı olacaktır. Ama yeni bir argüman gelir mi, çok emin değilim açıkçası. Kadri Beyin de söylediği gibi, hem böyle küçük jestler yaparak büyük getiriler elde etme fırsatı yok artık. İkincisi de, iktidar kendi tarafını konsolide ederse, kendi tarafındaki pastanın yeteceğini düşünüyor. Kemal Beyin dediği çok doğru, siyasi bir şey değil bu. ‘’Sandığa gitmeyenler vardı, şimdi onları getiririz. Zaten bu pasta bize yeter. 50+1’i alır, geçeriz’’ mantığı var. Dolayısıyla, kendi kitlesinin etrafındaki o sınırı daha belli edecek şeyin devam edeceğini düşünüyorum. Diğer taraftan, getiri gelecek bir yer yok. Kadri Bey tarihsel olarak da çok güzel anlattı. İkincisi de, iktidar şunu düşünüyor: ‘’Benim elimdeki oy zaten bana yetiyor. Tek yapmam gereken, sandığa gitmeyenleri geri getirmek. O kadar.’’ 

Pişirici: Bu ekonomik kriz ortamında o sandığa gitmeyenler geri gelecek mi?

Selçuki: İşte onu bilmiyoruz. Çünkü 31 Mart’ta şunu gördük: Hatta araştırmacılar arasında ciddi fikir ayrılıkları da oldu. Ben hep şunu söylüyordum: Elle tutulamayan bir beka sorunu ile patatesin 8 TL olmasını koyduğunuzda, patates ağır basıyor diyordum. 

Gürsel: Beka sorunu, patatestir.

Selçuki: Aslında öyle. Ama daha güvenlik temelli bir beka portresi çizilmeye çalışılıyordu. Bunun ne kadar soyut olduğunu, diğerinin ne kadar somut olduğunu… Hatta hatırlarsanız, 16 yıldır belki de ilk defa, muhalefetin somut bir söylemle bir kampanya yaptığını, iktidarın da soyut bir vaat üzerinden kampanya yaptığını söylüyorduk. Şimdi 23 Haziran’a giderken de yine öyle olacak. 40 milyar TL’nin Merkez Bankası’ndan Hazine’ye transferi de şuna benziyor: ‘’Buzdolabını sattık, tatile çıktık. Tatilden dönünce evde yiyecek bir şey yok çünkü buzdolabı yok.’’ Dolayısıyla, bir taraftan Erdoğan çekerken, ekonomi de diğer taraftan çekiyor olacak. Kolay bir iş değil, onu söyleyeyim. 

Pişirici: DSP’nin adayı seçimden çekildi. Lakin Saadet Partisi seçime katılacağını beyan etti. İki partinin bu açıklamaları nasıl bir etki yaratır? HDP, ‘’Bizim tutumumuzda bir değişiklik yok, tutumumuz aynı’’ diye açıkladı. Öcalan’la ilgili 6 Mayıs’taki mektup, bugün Adalet Bakanı’nın ‘’görüşmeler açıktır’’ demesi… Nedir niyetleri? Bunlar üzerinden Kürt oylarını mı almaya çalışıyorlar? Hedef böyle bir şey midir Kemal?

Can: Ben de biraz önce Kadri’nin söylediğine katılıyorum; böyle küçük, sembolik hamlelerle alınacak çok fazla bir sonuç olmadığı gibi, yine Can Beyin de söylediği gibi, bunu yapacak hamleleri ve niyetine ilişkin bir işaret de görmüyoruz. Burada en fazla, muhalefet içerisinde bunun bir rüzgâr ya da tartışma yaratmasını umabilir. Nedir bu? Özellikle CHP’nin ya da Millet İttifakı’nın diğer unsuru olan İYİ Parti’nin, bu tür hamleleri bir tür politik fırsat gibi görüp, AK Parti’yi ya da Erdoğan’ı bu yüzden sıkıştıracağını düşünerek Kürt seçmeni irite edecek şeyler yapması. Mesela, endişe üzerinden pompalanan ‘’Muhalefet Bloku çatlıyor mu?’’ ‘’Bir kısım Kürt oyu iktidar blokuna geçer mi?’’ şüphesiyle, gerçekte bunun olmasıyla değil, bunun lafının dolaşmasından bir şey umabilirler. O da, kendisine gelecek seçmenden değil, muhalefet içinde bunun bir tür enerji bozuşu veya sinerjiyi zehirlemesi etkisini umabilirler. Yoksa ben, hiçbir alanda, ekonomide de, dış politikada da, Türkiye’nin temel meselelerinde, Kürt meselesinde de, hayli deneyim biriktirmiş seçmenin, laflar ve geleceğe dair ucu açık ve belirsiz imalarla oy verme davranışını değiştireceğini düşünmüyorum. Tersinin de mümkün olduğunu düşünmüyorum. Mesela ekonomi meselesinde iktidar yine şunu yapacak: Merkez Bankası’nın ihtiyat parasını alıp harcamaktan, kamu bankalarına dolar sattırarak dövizi tutmaya çalıştırmak gibi birçok hamleyle, sorunu ileriye ötelemek. Şimdi siyasi kriz için de aynı şeyi yapıyor. Seçime kadar, yaşadığı krizi, Erdoğan’ın ‘’Sorun yok, biz teknik olarak çözeriz’’ meselesini, sahici sorununu kendisinin kabul etmesi ve kabul etmesinin gereğini yapması ile ilgili bir meselesi var. Ekonomide de, siyasette de böyle. Dolayısıyla burada bir hamlesizliği var aslında. Yani kendini tekrar edecek zorunda olması, başka bir hamle yapamayacak olmasından kaynaklanıyor. O dediğin türden meseleler küçük oylar ama etkili olacak. 

Saadet Partisi burada özel bir parantez açmayı hak ediyor. Çünkü Saadet Partisi’nin oyu da DSP’ye göre daha fazla. 

Selçuki: 130 bin oyu var.

Can: Acaba, Sadet Partisi’nin İmamoğlu’nu destekleyeceğini söyleyerek çekilmesi mi daha çok fayda sağlardı yoksa o oyun AK Parti’ye gitmesini engelleyerek bir kısmını tutması mı daha anlamlıdır, tartışmalı. Bunu iyi hesaplamak gerek. Çünkü Saadet Partisi kendi adayını göstermemiş olsa, o 130 bin oyun, İmamoğlu ve Binali Yıldırım arasında nasıl dağılacağını kestirmek o kadar garantili bir şey değil. Saadet Partisi ‘’İmamoğlu’nu destekliyoruz’’ diye açıklasa bile, tamamının oraya gideceğini düşünmek biraz zor. Tıpkı, Cumhur İttifakı’nın kendi içinde defalarca görüldüğü gibi, MHP’nin oyunun çok önemli bir kısmının, çok açık desteğe, hatta Bahçeli’nin kampanyanın yürütücüsü olmasına rağmen gitmiyor olmasında gördüğümüz gibi. 

Dolayısıyla, o konuyu daha ince bir araştırmayla ve eğilimleri görerek okumak lazım. Ben Saadet Partisi içerisinde de tartışıldığını duydum. Hangisinin daha doğru olduğu konusunda bir tereddüt de var. Sonuca da nasıl etki edeceğini bilmiyorum. DSP meselesi ise, şu anda aday çekildiği için ve YSK ölüm dışında yeni aday göstermeye izin vermediği için, zaten şu anda adayı yok. Destek açıklaması da yok. Bugün Genel Başkanın yaptığı açıklama ‘’Adayımız yok ama İmamoğlu’nu da desteklemiyoruz’’ oldu. Bu da ‘’Biz işaret etmiyoruz, seçmenlerimizi serbest bırakıyoruz’’ anlamına gelir. Ama doğal eğilim, o oyun önemli bir kısmının -eğer seçmen sandığa giderse- büyük ihtimalle İmamoğlu’na gitmesi beklenir. Bir ihtimal, bir kısmının o motivasyonu hissetmeyip seçime katılmaması ya da sandığa gitmemesi olur.

Ben bu ekonomik kriz meselesinde, evet, çok belirleyici etkilerden biriydi ama AK Parti seçmenin içerisinde ders verme meselesinin sadece ekonomi ile ilgili olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla yürütülecek kampanyanın da ekonomik krizi yok sayarak devam edecek gibi görünüyor. Çünkü şu anda gördüğümüz gene aynı mantık: ‘’Evet, problemi gördük, sizin için şöyle şöyle çözümler hazırlıyoruz’’ demek yerine, yine Berat Albayrak’ın ‘’Tünelin sonundaki ışık büyüyor. Kriz yok, her şey tamam, geçiyor, şikâyet etmeye gerek yok’’ cümleleriyle devam edecekleri anlaşılıyor. Yani ‘’Biz sahiden sizin derdinizi anladık. Derdinize de bir çaremiz var’’ diyeceklerini görmüyoruz. Bunu şimdiden yapmış olmaları gerekirdi. Onu yapmayacakları için ekonomi gene belirleyici olacak. Ama bu yok sayma tavrı, ekonomik sıkıntıdan daha fazla, bir ders verme ihtiyacı yaratıp yaratmayacağıdır. Asıl mesele bu. Şöyle açıklayayım: Muhalefet seçmeninin elinden alınmış bir galibiyet var, onun için muhalefet seçmeni şu anda motive. ‘’Biz kazandık ve bunu bizim elimizden aldılar’’ duygusu içinde. İktidar seçmeninin de ders verenini düşünelim: Ben bir mesaj vermeye çalıştım, hiç iplemediler. Adamlar bunu almadılar’’ duygusunda. Bence bunun etkisinin ne olacağı belirleyici olacak. İkna etmeye, heyetler kurmaya, kapı kapı dolaşmaya gittiğinde, iktidar seçmeni ‘’Ben 31 Mart’ta bir şey dedim, bir mesaj verdim, sen almaza yatıyorsun. Şimdi gelmişsin bana bir şey anlatıyorsun’’ diyecek.

Pişirici: Hemen Can Selçuki’ye sorayım: AK Parti seçmeninde ‘’İhtar ettim mesajımı almadı’’ duygusu, ‘’Ben bir daha uyarmam, sandığa gitmem’’ mi olur? Yoksa tekrar gidip ‘’Gene ihtar edeceğim’’ mi olur? Böyle bir şeyin etkisi nasıl olur?

Selçuki: Zaten gitmeyerek ihtar ediyor. Gidince başka bir davranışta bulunmuyor çünkü. AK Partili seçmen sandığa gidiyorsa, oyunu AK Parti’ye, Sayın Binali Yıldırım’a veriyordur. Bu şekilde tezahür eder mi? Edebilir. Bunun için saha çalışması yapmak lazım. Şu anda ne desem biraz spekülasyon olur. Ama şuna katılırım: Ekonomi alanında atılan adımlar ve yapılan açıklamalar, böyle bir hissiyatı uyandıracak cinsten. ‘’Hanımı da çocukları da alıp memlekete gidiyorum’’ hissiyatı yaratır mı bilmiyorum. Olabilir. Bunun için sahaya inmek lazım. 

Pişirici: Yine sizinle devam edelim. Kadri’ye son sözü bırakmak istiyorum. Abdulkadir Selvi yazdı, o milletvekili toplantısında bir milletvekili Tayyip Erdoğan’a Karadenizli seçmenin, ‘’ilçede reise, büyükşehirde bizim uşağa verelim’’ diyerek İmamoğlu’nu tercih ettiklerini belirtmiş. Bu aklınıza yatan bir şey mi?

Selçuki: Bu aklıma yatan bir şey. Çünkü 31 Mart’tan önce yaptığımız odak gruplarda özellikle genç seçmenlerde bunu çok gördük. Ama daha fazla MHP’li seçmende gördük; ilçede kendi adayına veya AK Parti’ye oy verip, ilde İmamoğlu’na vereceğini söyleyen Cumhur İttifakı içerisinde bulunan genç bir seçmen vardı. Bu, gerçekten uzak bir değerlendirme değil. Tabii soracağınız soru ‘’Şimdi ilçede oy yok, onlar ne yapar?’’

Pişirici: Evet.

Selçuki: Bunu cevaplamak şu anda çok mümkün değil açıkçası.

Pişirici: Aslında MHP’li seçmeni konuşmadık. MHP’li seçmenin İstanbul’daki ikinci seçimde tavır değiştirmesi düşünülebilir mi?

Selçuki: Bir sürpriz varsa o sürpriz potansiyelinin MHP’li seçmende olduğunu düşünüyorum. Çünkü Ekrem İmamoğlu’nun elinde çok güzel doneler birikti. En belirgin olanı da, TC ibaresinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlık binasına asılmasıdır. Bunu ne zaman söylesem MHP’liler bana çok kızıyor ama tekrar edeceğim: Ben MHP’lilerin, Ekrem İmamoğlu’nun şahsına çok uzak olduğunu düşünmüyorum. Oy kullanma tercihinde bir değişikliği tetikler mi, bilmiyorum. Dediğim gibi sahaya inmek lazım. Ama MHP’li seçmenin, CHP’ye uzak olduğu kadar, Ekrem İmamoğlu’na uzak olduğunu düşünmüyorum. Oy verme biçimini etkiler m, şu anda bir şey söyleyemem.

Pişirici: Bir son soru sorayım, ekleyeceğiniz bir şey varsa ona ekleyin. Tekrar ve ısrarla soruyorum bu soruyu: DSP’nin adayının çekilmesiyle, Saadet Partisi’nin seçime girmesi, 23 Haziran’da nasıl bir etki yaratır? 

Selçuki: DSP seçmeninin büyük bir kısmının Ekrem İmamoğlu’na oy vereceğini düşünüyorum. Çünkü DSP seçmeni politik olarak bilinçli bir seçmen. Hiçbir yere varamayacağını bilse bile, çıkıp kendi adayına oy verme, politik bilinçle alakalı. Bu sebepten dolayı sandığa gideceklerini düşünüyorum. Giderlerse de Ekrem İmamoğlu’na oy vereceklerini düşünüyorum. Saadet Partisi’nde ise şöyle bir şey var, Kemal Can’la bu konuda biraz ayrışıyorum. %1,3’lük oyun büyük bir kısmının AK Parti’ye gideceğine, Altı oka gelmeyeceğine inanıyorum. Ama şunu da söyleyeyim: Bu seçimde olmasa da, bundan bir sonraki seçimde, Türkiye, son 16 yıldır olmayan bloklar arası hareketleri görmeye başlayacak. Bu seçimde ne kadar olur bilmiyorum. O yüzden ‘’Saadet Partili seçmen CHP’ye oy vermez’’ dedim. Bu seçimde onu görmeyeceğiz ama bir sonraki seçimde, ilk defa bloklar arası hareketlenmeyi görmeye başlayacağız. 

Pişirici: Bu seçimi AK Parti de kazansa, CHP’de kazansa, İmamoğlu da kazansa, Erdoğan da kazansa, Türkiye’nin gündemine bir erken seçim gelir mi?

Selçuki: Erken seçimi Türkiye’nin gündemine getirebilecek birden fazla kanal olduğunu düşünüyorum. Ekonomi bunlardan bir tanesi. Siyasi yelpazedeki reorganizasyon bunlardan bir tanesi. Her iki sonuçta da, çok uzak bir ihtimal olduğunu düşünmüyorum. Olabilir. 

Pişirici: Anladım. Kadri Gürsel, son söz sende. DSP ve Saadet Partisi’ni senin de değerlendirmeni istiyorum. Ama asıl şunu da sormak istiyorum: Erdoğan İstanbul seçimini ikinci kez kaybederse, -31 Mart’ta kaybetti, 23 Haziran’da yeniden kaybederse- bu, Erdoğan için, AK Parti için ve Türkiye için ne anlama gelir?

Gürsel: Çok güzel bir soru, teşekkür ederim. Erdoğan’a partisine ve sahip olduğu güce atfedilen, olmayan bir güç var. Sohbetlerde filan herkesin ‘’Seçimi kaybedeceğini bilse, seçimi yaptırmaz’’ dediğini biliyorsunuz. Ama böyle bir şey mümkün değil. Seçimi kaybetti. Kaybedeceğini de biliyordu. Kaybetme riskinin çok yüksek olduğunun farkındaydı. O yüzden, son 1 hafta İstanbul’da adeta kamp kurdu ve neredeyse günde 9 yerde konuşma yaptı. Çünkü bir şeylerin elinden gittiğini görüyordu ve yaptı. 

Şimdi de deniyor ki, ‘’Kazanmayacak olsa seçimi tekrarlatmaz.’’ Hayır, böyle bir şey yok. ‘’Bu seçimi %100 kazanacaktır. Zaten kazanmayacak olsa seçimi tekrarlatmazdı.’’ ‘’Öğrenilmiş çaresizlik’’ dedikleri şey tam da budur. Bu çok kaba, sevmediğim ve kullanmadığım bir klişe ama buraya tam oturuyor. Hâlbuki yaşadıklarımız, Türkiye’nin artık böyle bir çaresizliğinin olmadığını ortaya koyuyor. Lütfen kendimize bir gerçeklik denetimi yapalım. Böyle bir ihtimal yok. Bu seçimlerin İstanbul’da olduğunu, Urfa’da, Antep’te olmadığını göz önüne alalım. Burası İstanbul. Burada, oy verme işlemi sürerken manipüle etmek, sandıkları karıştırmak, güvenlik tehdidi yaratmak, olay çıkartmak, seçmeni sandıktan kaçırmak için türlü tertiplere girişmek, sayım aşamasında ve ıslak imzalı tutanakları birleştirilmesi aşamasında da bunu devam ettirmek… Bunlar o kadar kolay işler değil. Hele İstanbul’da böyle mobilize olmuş, artık öğrenmiş, Can Bey’in de doğru tespitiyle profesyonelleşmiş, arzulu bir CHP örgütü varken, bu hiç kolay değil. Bu, yine gerçek bir yarış olacaktır. İstanbul, yine adil olmayan, serbest olmayan fakat gerçek olan bir seçim rekabetine doğru yol alıyor. Bütün konuştuklarımızın tezahürü açısından, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu’nun, bu titrine uygun bir kampanya yürütmesi lazım. Yani İstanbul Belediye Başkanlığı’nı kazanmak için kampanya yürütmesi lazım. Karşısındaki kişi ise, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve kendi partisinin adayı kazansın diye kampanya yürütecek. 

Peki, kampanya yaklaşımları ne olacak? Burada da bence siyaseten en doğru şey, karşı karşıya gelmemeleri. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı alarak, her şeyin herkes için çok güzel olması amacıyla kullanmak. Yine Can Bey’in dediği gibi, bunun güzel işaretlerini Ekrem İmamoğlu’nun 18 günlük belediye başkanlığı süresinde gördük; su fiyatlarını indirmek zorunda kaldılar. Demek ki bu krizde olabiliyormuş. Bu 18 günün içinde belki derlediği bazı bilgileri kampanya süresince paylaşabilecektir. Karşılığında ise, ‘’Niye bu seçimi tekrar ediyorsunuz?’’ Çünkü çaldılar’’ dendi. Bir yerde meşruiyet kaybını telafi etmek için bu slogana muhtaç ve mahkûm olduklarını düşünüyorum. Ama bu sloganın çalışmayacağını düşünüyorum. O videoyu seyredin, hiç ikna edici değil. Ön yargılı olduğum için söylemiyorum gerçekten. Bir kamera bizi çekiyor. Bir adam yaklaşıyor ve ‘’Başkan! YSK seçimi neden iptal etti?’’ diye bir soru soruyor. Böyle bir soru olabilir mi? Hayatın akışına uygun mu?

Selçuki: ‘’Niye kaybettik?’’ diye soruyor galiba.

Gürsel: Hayır. ‘’Başkan! YSK seçimi neden iptal etti?’’ diye soruyor.

Pişirici: Binali Yıldırım’ın videosundan bahsediyorsun değil mi?

Gürsel: Evet. ‘’Çok basit, çünkü çaldılar’’ diye cevaplıyor. Sonra o soruyu soran sakallı kişi, kendisini çeken o kameraya dönüp bir bakış atıyor ve görüntü orada bitiyor. ‘’Kaybedecek olsa iptal eder,’’ ‘’Kazanmayacağı seçime girmez’’ laflarının şehir efsanesinden ibaret olduğunu düşünüyorum ve böyle düşünmekte de haklı olduğumu zannediyorum.

Saadet Partisi için de bir şeyler söyleyip bitireyim. Bu 2 parti ile ilgili konuşarak bitirmek final cümlesi olarak belki yakışıksız olabilir. Çünkü akış açısından doğru değil. Yoksa partilerle ilgili görüşüm için söylemiyorum. Saadet Partisi aday çıkarmasaydı, tabanının çoğunlukla Ekrem İmamoğlu’na oy verirken kendisini çok da rahat hissetmeyeceğini, AK Parti’ye oy vereceğini öngörüyorum. Ekrem İmamoğlui çok daha merkezdeki bir inançlı kişi profili çiziyor; inançlı bir insan. İftardan başlayıp sahura kadar kampanya yapıyor. Ramazan’a çok iyi uyum sağladı. Kampanyasının en başından beri herkesin oy verebileceği biri. Can Bey’in söylediği, MHP seçmeninin, İmamoğlu’na CHP seçmeni kadar yakınlık duyabileceği kesinlikle doğru bir tespit. Saadet Partisi’nde sapma olur. DSP’de olmaz ama Saadet Partisi’nde olur. Çünkü Saadet seçmeni, AK Parti’den daha koyu muhafazakâr bir seçmen ve orada kimlik çok ön planda bence. 

Pişirici: Kadri Gürsel, Kemal Can, Can Selçuki, katıldığınız ve değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederim. Efendim, Medyascope’un 191. açık oturumunda, 23 Haziran’da tekrar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimine doğru giderken ‘’Her şey çok mu güzel olacak, daha mı güzel olacak?’’ sorusuna cevap aramaya çalıştık. Umarım, değerlendirmeler izleyicilerimiz için zihin açıcı olmuştur. İyi akşamlar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.