Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Yepyeni Türkiye”ye ne oldu?

31 Mart ve 23 Haziran seçimleriyle başlayan “Yepyeni Türkiye” süreci, Barış Pınarı Harekatı nedeniyle sekteye uğradı. Bu durum aynen devam mı edecek?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Zorlu bir haftayı biraz sakince kapatıyoruz, çünkü nihayet Suriye operasyonuna Amerikalı yetkililerle yapılan görüşmelerin ardından 120 saatlik bir ara verildi. Umarım daha sonra tekrar harekât kaldığı yerden devam etmez, mutabakatın gerekleri yerine getirilir ve tabii ki Rusya ve Suriye de buna bir şekilde olumlu yaklaşır. Çünkü yaşananlar, savaş, hiçbir zaman ne için olursa olsun, nasıl olursa olsun iyi bir şey değil. Savaşı eleştirmek de savaş karşıtı olmak da hiçbir zaman naiflik değil, aslında gerçek realizm bana göre, her neyse. Yayının başlığı: “Yepyeni Türkiye”ye ne oldu? Çünkü 31 Mart ve 23 Haziran’dan sonra yepyeni bir Türkiye’nin başladığını söylemiştim, belli ölçüde ilgi de gördü. Kimileri beni fazla naif ve iyi niyetli buldu, ama kimileri de “neden olmasın?” dedi. Fakat harekâtla beraber şu son yaşananlarla, izleyenler bana böyle takılıyorlar: “Ne oldu ‘Yepyeni Türkiye’ye?” diye soruyorlar. Tabii ki iyi bir şey olmadı; şu yaşananlar 31 Mart’ın ve 23 Haziran’ın sonrasında Türkiye’nin içine girdiği güzergâhtan sapması anlamına geliyor. Zaten mesele de buydu; burada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve kendi müttefiki Devlet Bahçeli’nin tercihi zaten büyük ölçüde stratejik kaygılardan öte öncelikle iç meselelerden kaynaklanıyordu. Suriye’ye müdahale bir anlamda iktidarın elindeki son karttı ve buna başvurdu. Şu anda baktığımızda, belli bir zaman kazanmış ve nefes almışa benziyor. O anlamda bakıldığı zaman, iktidarın beklentilerini belli ölçülerde karşılamışa benziyor. 

Ama bence bu aldatıcı, fakat ortada şöyle bir soru var: Yepyeni Türkiye’yi inşa edecek olan çevreler, bu konuda çok ciddi bir şekilde kredi almış olan çevreler, burada iktidarın bu adımına karşı kendi adımlarını atmak yerine, çok da fazla aslında iktidarın arkasından yürümeyi tercih ettiler. Şimdi de varılan mutabakatla birlikte, birden öndekiler durunca, onlar da durmuş oldu ve bir anlamda nefes almış oldular. Ama burada şunu düşünüyorum: Muhalefetin birçok aktörü –hepsi olmasa bile– burada millî dava olarak resmedilen bir olayın arkasından iktidarın peşine sıralanarak, 31 Mart’ta ve 23 Haziran’da yakalamış oldukları fırsatı bir anlamıyla teptiler, en azından ertelediler diyelim. Ancak bunun etkisi daha uzun süreli olacaktır. Neden böyle yaptılar? Çünkü “milliyetçilik” diye bir olay var ve milliyetçilik siyasette, dünyanın her yerinde –ve popülizmle bulanmış milliyetçilik– Türkiye’de öteden beri çok etkili bir silah. Bu milliyetçilik, hele Türkiye’de Kürt meselesi söz konusu olduğu zaman devreye sokulan milliyetçilik konusunda hizaya gelmemek bir anlamda cesaret işi oluyor ve bu cesareti de birçok kişi gösteremiyor. Sabah AK Parti Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman’ı İsmail Küçükkaya’da gördüm — internette gördüm, televizyon izleyen birisi değilim. Hüseyin Yayman orada herhalde Trump’ın mektubuyla ilgili olarak şöyle bir cümle ediyor, çok bildik bir şey: “Dış siyasette kalıcı düşmanlıklar, kalıcı dostluklar yoktur” diyor; bu klişe bir cümle ve büyük ölçüde doğru bir cümle. Bunun böyle olduğunu hakikaten bu olayda gördük; dış politikada düşmanlık olmadığını Trump’a karşı alınan tavırda gördük. Nitekim bugün Cumhurbaşkanı da yabancı gazetecilerle konuştuğunda olabildiğince yumuşak bir dille –ki bu yumuşaklık Trump’ın mektubundaki sertlik ve hakaretâmiz dilden çok farklı– bunun siyasî nezaketle bağdaşmadığını, unutmadıklarını, unutmayacaklarını, ama şimdi zamanı olmadığını söyledi, gayet yumuşak gitti. Buradan aklıma şöyle bir önerme geldi: Evet, Türkiye’de ve belki de dünyanın birçok yerinde dış ilişkilerde kalıcı düşmanlıklar yok, ama düşmanlıklar genellikle iç ilişkilerde oluyor. Aslında şu son dönemde sergilenen milliyetçi tutum ve coşkuyla kabaran kampanya, Suriye’ye harekâtla beraber yapılan, oradaki milliyetçi hava esas olarak Türkiye’ye doğru üflenen bir havaydı. Dışarıda millî gururu, onuru çok ciddi bir şekilde zedeleyen, aşağılayan davranışlara karşı alabildiğine mülayim olanlar; içeride en ufak bir eleştiride, mesafeli duruşta, soru gündeme getirene hemen “hain”, “işbirlikçi” vs. gibi sıfatları yakıştırabiliyorlar, böyle ilginç bir durumdayız. Bu aslında yeni bir şey değil; özellikle Türkiye’de sağın milliyetçiliği genellikle hep içeriye yönelik bir milliyetçiliktir. İçeriye yönelik yapılan propagandalara rağmen dışarıda özellikle büyük güçlerle iyi geçinmeye çalışılır, bir kere daha bunu gördük. Normal şartlarda o mektubun ardından Külliye’deki o görüşmenin olup olmayacağı bile tartışılırdı — oldu ve çok da önemli bir anlaşma çıktı. Tabii ki burada esas olan, ki Cumhurbaşkanı onu söylüyor, “Önemli olan anlaşmadır” diyor, ama aynı ortak zemini kendi ülkesinin vatandaşlarıyla arama konusunda hiçbir gayret göstermiyor kendisi ve kendisinin destekleyicileri. Yani Türkiye’de çok ciddi bir şekilde içerideki eleştirileri bastırmaya yönelik çok ciddi bir milliyetçi duruş var; ama dışarıda bu milliyetçi duruştan pek eser gözükmüyor. Ama bakıldığı zaman da yine anti-Amerikan olunabiliyor. Hatta şunu da gördüm –bugün başıma gelenler–; anlaşmayla ilgili bir şey söylediğiniz zaman sizi Amerikancı olmakla bile suçlayabiliyorlar. Anlaşma Amerika’yla ülkeyi yönetenler tarafından yapıldı. Anlaşmaya ilişkin bir şey söylemeye çalıştığınız zaman Amerikancı ilan edilebiliyorsunuz, bu da aslında Türk sağının şizofrenik halinin bir başka dışavurumu. Mücahit Bilici bugün çok ilginç bir şey söylemiş sosyal medyada, çok isabetli; o malûm mektubun değişik çevirileri yapıldı, “Budalalık yapma” diye çevrildi Trump’ın Erdoğan’a hitabı; “Bundan çok rahatsız olunmadı, ama YPG’nin başındaki kişiden ‘General Mazlum’ diye bahsetmesinden çok ciddi bir şekilde rahatsız olundu” diyor — ki benim de gözlemim bu yönde. Yani birisi, Amerikan Başkanı size şöyle ya da böyle aşağılayıcı lâflar edebilir, bunu bir yere kadar nezaketsizlik olarak görüp, unutmayacağınızı söyleyerek bununla hesaplaşmayı erteleyebilirsiniz; ama oradaki birisinden “general” diye –ki “general” lâfı hakikaten tam Trump’a özgü bir lâf– bahsetmesinden çok ciddi bir şekilde rahatsız olabiliyorsunuz. 

Günlerdir şunu söylemeye çalışıyorum, hep de söylemeye çalışacağım, eskiden beri bunu yapıyorum: Türkiye attığı adımlarda “Hep birlikte, millî birlik ve beraberlik içinde” diye tarif ediliyor –yüzde 100’ü olmasa bile önemli bir bölümü; bu son olayda olduğu gibi–; atmaya çalıştığı adımlarda kendi ülkesinin Kürtlerini ve hemen yanı başında yaşayan komşu ülkelerdeki Kürtleri ve de tabii ki Batı’da ve dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Kürtleri çok fazla önemsemiyor. Hemen burada şu söylenecektir: “Kimsenin Kürtlerle bir meselesi yok. Önemli olan terörle mücadele” denecektir. Dünyanın büyük çoğunluğu bunun tam da böyle olmadığını düşünüyor. Buradaki meselenin aslında bir Kürt sorunu olduğunu bir şekilde kabul etmek gerekiyor; ama kabul edilmeyecek. Kabul etmeme ısrarı da, sahada ne kadar başarılı olursa olsun, ne kadar etkili olursa olsun Türkiye’yi kalıcı anlamda uzun vadeli başarılara taşıyamayacak. Türkiye Kürtleri kazanmadan, kendi Kürtlerini ve bölgedeki diğer Kürtleri kazanmadan gerçek anlamda refaha ve mutluluğa erişebilecek bir ülke değil, bunu özellikle vurgulamak lâzım. Dolayısıyla, “Yepyeni Türkiye’ye ne oldu?” sorusuna dönecek olursak; “Yepyeni Türkiye”nin önemli aktörlerinden birisi de Kürtler ve önemli hedeflerinden birisi de Kürt sorununun çözümü. Şu anda çok ciddi bir şekilde buna ara verilmiş durumda. “Yepyeni Türkiye”nin potansiyel aktörleri olarak düşünülen birçok isim de bu kervana katılmış durumda. Ama kaybeden kendileri olacaktır diye düşünüyorum. Onlar olmazsa Türkiye başka siyasî aktörleri, belki de başka siyasî oluşumları çıkararak yakalamış olduğu kendini yenileme fırsatını değerlendirecektir diye düşünüyorum. Burada yine o malûm iyimserlik-kötümserlik meselesine geliyoruz. Evet, iyimserim, iflâh olmaz bir iyimserim, kötümser olmaya da niyetim yok, kötümserliğe teslim olmanın âlemi yok. Ve gördük zaten; ilk başta çizilen tabloyla fütuhatçı perspektifler, hatta ilginç bir şekilde hem dinî hem de millîydi –yani işin içerisine “Turan” hayalleri de katılmıştı Barış Pınarı’nın ilk günlerinde biliyorsunuz–; ama sonra gelinen noktada, Moskova’nın Şam’ı YPG’yle anlaşmaya çektiği andan itibaren olayın hiç de hayal edildiği gibi gerçekleşmeyeceği ortaya çıktı. Şu anda yeni yeni, dünyanın ve bölgenin ve Türkiye’nin realiteleriyle tekrar buluşmaya başladık. Bu buluşma tam anlamıyla gerçekleştiği andan itibaren yeniden bir normalleşmeye ve yeniden “Yepyeni Türkiye”nin koordinatlarını, aktörlerini görmeye başlayacağız. Bir ara verildi; bu arayı Erdoğan ve Bahçeli bilerek yaptılar, çünkü başka bir çareleri yoktu. Ama ilginç olan burada onlarla beraber hareket etmeleri çok da gerekmeyen birçok insan –onlarla beraber de etmediler aslında, bunu özellikle vurgulamak lâzım–, ortada bir birlikte hareket etme diye bir şey yok; ortada bir peşinden gitme, sürüklenme diye bir şey var, bunu yaptılar. Sonuçta ellerine çok da bir şey geçmedi. Eğer burada iç siyasette bir artı olacaksa, artı esas olarak iktidar partilerinindir. Muhalefette olanlar en fazla bundan uzak durarak başlarına bir şey gelebileceğini düşünmüşlerdir, bu muhtemel. Belalardan kendilerini kurtulmuş sanıyorlar. Nasıl bir hesaptır? Bundan açıkçası çok emin değilim. 

Evet, Yepyeni Türkiye yoluna devam edecek. Şurada bir çiçek var görüyorsunuz; küçücüktü, eşim Müge vermişti ve burada hep beraber büyüyoruz. Ben yaşlanıyorum o büyüyor. Benim yaşlılığım kötü, onun büyümesi güzel. Türkiye’de bizler yaşlanacağız, ama gençlerin –özellikle geçen Bekir Ağırdır’ın burada söylediği gibi– var olan siyasî partilerden hiçbirisine umut bağlayamayan gençlerin özel iradesiyle Türkiye yepyeni bir ülke olmaya doğru gidecek. Bunu engellemeye hiç kimsenin gücünün yetebileceğini sanmıyorum. Türkiye bir şekilde kendi yolunu, normal yolunu bulacak ve bunu yapmak için de muhakkak ve muhakkak ortak bir çözümle, barışçıl ve kalıcı bir şekilde Kürt sorununu çözerek yapacak. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.