Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Biz” kimiz? “Onlar” kim?

Türkiye uzun süredir farklı kimlikler arasında yaratılan gerginlikler nedeniyle iç barıştan, demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden, hukuk devletinden mahrum bırakılıyor. Kutuplaşmayı tırmandıranlar “biz ve onlar” mantığını temel alıyorlar. Ama bu pekâlâ aşılabilir.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün kutuplaşmadan bahsetmek istiyorum –benim çok önemsediğim bir konu, defalarca bu konuyu konuştum ama daha da konuşmaya devam edeceğim–; kutuplaşmadan ve kutuplaşmanın en sembol kavramlarından olan “biz ve onlar” ayrışmasından bahsetmek istiyorum. Bu öteden beri Türkiye’nin demokratikleşmesinin; daha özgür, daha demokratik bir ülke olmasının; hukuk devletinin inşasının ve gelişmesinin önündeki en temel engellerden birisi. Toplumdaki kutuplaşmalar ve çatışma ortamı ya da sürekli bir çatışma potansiyeli ile temel hak ve özgürlüklerin “devlet aklı” ya da “devletin bekası” ya da “toplumun huzuru” gibi gerekçelerle gasp edilmesi ya da ihlâl edilmesi. “Biz ve onlar” mantığı aslında dünyanın her yerinde geçerli bir şey. Türkiye’de öteden beri çok yaygın. Ve işin acısı, “biz ve onlar” meselesi sadece siyasî anlamda yapılmıyor; yani bir zamanların sağcısı ve solcusu, diyelim ki “biz” solcular, “onlar” da sağcılar olarak… Ama Türkiye’de daha önemli olan, Kürt ve Kürt olmayanlar –diyelim– ayrımı. Bu “biz ve onlar” ayrımı meselesi özellikle 90’lı yılların başlarında Türkiye’de Kürt sorununun çok şiddetli bir şekilde yaşandığı, çatışmaların egemen olduğu ortamda çok kendini göstermişti. Ve “biz ve onlar” mantığı karşılıklı bir şekilde işliyordu. Bir tarafta PKK’ya karşı mücadele etme iddiasındaki kişiler, kendileri gibi olmayan neredeyse tüm Kürtleri “onlar” diyerek dışlarken, öte yandan Kürtlerin içerisinde de Kürt olmayanları dışlama eğilimi vardı. Bu şimdi çok kullanılan laf, ama ben sevmediğimi daha önce de belirtmiştim: “Ötekileştirme” meselesi. “Biz ve onlar” derken kendinizi bir yere ait hissediyorsunuz ve karşınızdaki insanları da kendinize düşman, rakip olarak görüyorsunuz ve sadece kendi içerinizde konuşuyorsunuz. Diğeriyle olan bütün ilişkiniz ya da ilişkinizin çoğu çatışma üzerinden kuruluyor. Diyalog, anlamak, birlikte yaşamak, bir arada yaşamak gibi hususlar geride kalıyor. Bu, çatışma dönemlerinde çoklukla karşımıza çıkan bir şey. 

Geçmişten bir olayı anlatmak istiyorum. 90’lı yılların başlarında Kürt meselesinin çok şiddetli olduğu dönemlerde, ATV’de yaşadığım bir olay — ki o zaman ATV ATV idi; Ali Kırca’nın “Siyaset Meydanı” programı vardı ve neredeyse tüm Türkiye, Türkiye’yi dert edinen her insan “Siyaset Meydanı”nın karşısında saatlerce oturur, kimi zaman sabahlardı. Onların bazılarına –o zamanlar bu kadar yaşlı değildim– daha genç bir gazeteci olarak katılmışlığım olmuştur. İslamcılık konusu tabii ki en önemli tartışma konularından birisiydi. Ben de İslamcılık üzerine çalışan bir gazeteci olarak katılıyordum. Ya da Kürt meselesi… onda da İslamcılık kadar olmasa bile çalışmalarım olduğu için çağrıldığım oluyordu Ali Kırca tarafından. Çok farklı görüşlerden insanların katıldığı, sahiden Türkiye’nin şu andaki medya atmosferi düşünülünce nostaljik-ötesi anlardı, nostaljik-ötesi bir programdı “Siyaset Meydanı”. Orada bir yayında “biz ve onlar” mantığının yanlışlığı üzerine konuştuğumu ve epey de ilgi gördüğünü hatırlıyorum. Olumlu ve olumsuz bayağı tepki gelmişti. O tarihte benim “biz ve onlar” meselesini aşmamız gerektiğini söylediğim yayının hemen ardından bir gazetede –yanılmıyorsam Özgür Gündem‘di o zamanki adı, yani Kürt hareketinin çıkarttığı gazete diyelim; çünkü adları değişik olduğu için tam emin olamadım, ama muhtemelen Özgür Gündem olması lazım–, orada bir köşe yazarı benim “’Biz ve onlar’ meselesini aşmamız lazım” önermemi 12 Eylül 1980 darbesinin ardından özellikle Ankara’da Mamak Askeri Cezaevi’nde cuntacıların uyguladıkları ve başarılı oldukları “karıştır barıştır” yöntemine benzetmişti. “Karıştır barıştır” yöntemi –bilmeyenler için söyleyeyim– 12 Eylül cuntası sağ sol vs. diye adlandırılan –ülkücü, devrimci artık ne derseniz–, çatışmanın kadrolarını, sempatizanlarını, hepsini, kimi bulursa toplamıştı, cezaevine atmıştı. Ve Mamak’ta özellikle bu gruplardan gelen insanlar karışık tutuluyordu. Özellikle de hücrelerde daha lider konumundaki insanların birer kişi ya da ikişer kişi olarak, galiba birer kişi daha çoktu, aynı hücrede tutulması politikası vardı. Buna da “karıştır barıştır” diyorlardı. Ben o tarihlerde İstanbul’da önce Hasdal, sonra Metris cezaevlerinde yattım. Bizde böyle bir şey yoktu. Olmamasının nedeni İstanbul’daki sıkıyönetim sorumlularının daha anlayışlı olduğu falan değildi; bizim, özellikle sol görüşten –ki çoğunluk öyleydi– tutukluların bu konularda direnmiş olması ve kabul etmemesiydi. Neyse, sonuçta benim o tarihte “’Biz ve onlar’ ayrımını aşmak gerekir; özellikle Kürt sorunu bağlamında, Türkiye’nin hem Kürtlerin hem Türklerin, Lazların, Çerkeslerin artık her neyse, bütün etnik grupların bir arada yaşayacağı, barış içinde yaşayacağı bir yer olmalıdır” talebim, önermem ile, 12 Eylül faşistlerinin “karıştır barıştır” yöntemi arasında benzerlik kuran arkadaşın adı Muhsin Kızılkaya — biliyorsunuzdur. Bilmiyorsanız da sonra hatırlarsanız bakarsınız Google’dan. En son Adalet ve Kalkınma Partisi’nden milletvekili seçilmişti 2015 Haziran seçimlerinde. Ama Kasım’da yenilenen seçimde aday gösterilmedi. Muhsin’le daha sonra Habertürk‘te bayağı birlikte çalıştık. O tarihte beni pasifist ve teslimiyetçi olarak suçlayan, “karıştır barıştır” diyen Muhsin, yıllar sonra karıştı ve barıştı. Bu tabii tekil bir örnek; ama bu örneğin çok benzerleri var değişik yerlerde. Genellikle çok sert çıkan insanlar, keskin çıkan insanlar, hızlı bir şekilde bambaşka yerlere savrulabiliyorlar. Türkiye gibi ülkelerde esas lâzım olan bence sakin bir şekilde karşı tarafı dinlemeyi önemseyen insanların, kurumların var olabilmesi. Bunların üzerine çalışabilmemiz lâzım; ama özellikle Erdoğan’ın tek adam yönetimini inşa etmeye başladığı andan itibaren bu kişiler, kurumlar teker teker budandı, tasfiye edildi ve sonuçta şu anda Türkiye, İsmet Özel’in deyimiyle “Hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” insanlar topluluğu haline getirilmek isteniyor. 

Şimdi “biz ve onlar” mantığının bir üst aşaması da var. Bu çok daha vahim bir boyutu. O da tek adam yönetimleri ile beraber karşımıza çıkan, kendisini bu iki kampın da ötesinde en üste koyan bir “ben” var. Şimdi Trump’ın en son kendisinin azil süreci ile ilgili attığı bir tweet var. Çok acayip, asortik bir fotoğraf var. Evet, görüyorsunuz. “Gerçekte benim değil sizin peşinizdeler” diyor Trump bir gruba. Toplumu ikiye bölmüş, Amerika Birleşik Devletleri’ni. Bir tarafta ona saldıranlar, bir tarafta ona destek verenler. Ama Trump nerede? Destek verenlerin de içinde değil aslında, üstünde. Çünkü ne diyor? Ben sizi koruyorum, yollarındaki engel benim. Yani aslında benim üzerimden size saldırmak istiyorlar, ama ben sizi koruyorum. Ben kimim? Ben büyük bir insanım. Ben kendimim. Yani bugün Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın da yaptığı bir anlamda bu. “Biz ve onlar” ikileminin ötesinde, otoriter, popülist bir lider çıkıyor. Diyor ki “Siz varsınız”. Siz kendi tabanı. Bir de onlar var. Ben olmasam siz olamazsınız. Ya da ben aradan çekilirsem onlar sizi mahveder. Son dönemde Erdoğan’ın aslında beka söylemiyle dile getirmiş olduğu en önemli husus, devletin bekasından ziyade, öncelikle kendi bekası. Ama kendisine destek veren kitlelere de diyor ki “Bakın ben sizi koruyorum. Ben çekilirsem, ben bir şekilde iktidarı kaybedersem siz de her şeyi kaybedeceksiniz”. Bu anlamda Erdoğan’la Trump ya da Orban ya da Putin ya da diğer popülist liderler arasında bir fark yok. Neye ihtiyaçları var? Kutuplaşmış bir toplum. Sert bir şekilde kutuplaşmış, birbiriyle görüşmeyen etmeyen, birbirlerine sürekli diş bileyen insanlar topluluğu. Ve kendilerini bunlardan birisinin en üstüne çıkartarak ülkeyi yönetme anlayışı. Şu anda Trump bunu büyük ölçüde başarıyor gibi. En son kendisini azletmeye yönelik yapılan, Demokrat Parti’nin Temsilciler Meclisi’nde yaptığı hamleler dün Türkiye saatiyle geceyarısı Trump’ın aleyhine sonuçlandı biliyorsunuz; ama Senato’ya gittiğinde bu kabul edilmeyecek, orası kesin. Ve bu süreçte Trump’a karşı Demokratların giriştiği bu hukukî süreç –ki Amerikan kurallarına göre, anayasasına göre, teamüllerine göre büyük ölçüde haklılar, öyle anlaşılıyor–, Trump’ın Ukrayna meselesinde yaptıkları konusunda. Ama bu kuralları işletirken, kuralları işletmeye çalışırken yarattıkları atmosfer Trump gibi kutuplaşma üzerinden yaşayan insanların çok ciddi bir şekilde işine geliyor. Ve ne diyor? “Ben olmazsam siz yoksunuz”. Evet bu “biz ve onlar”ın yeni bir versiyonu olarak önümüzde duruyor. Bu nasıl aşılabilir? Bunun aşılabilmesinin en temel yolu bence “biz ve onlar” yerine hep birlikte, tüm Türkiye’nin hep birlikte aynı ülke olduğunu söylemek, aynı kamusal alanda herkesin birlikte yer aldığı bir Türkiye kabul etmek. Ve burada da tabii “onlar” diye tabir edilen, bizden görmediğimiz, bizden farklı olduğunu gördüğümüz insanlarla diyaloğu kurmaya çalışmak. Bu konuda elimizden geleni yapmak. Bir yerden sonra Cemil Meriç’in sözleri geliyor insanın aklına: “Türkiye’de sağcı solcu yok, namuslu ve namussuz var” — böyleydi yanılmıyorsam ya da buna benzer bir cümleydi. Sonuçta, eninde sonunda baktığınız zaman, iki kampa ayrıldığı zaman ya da diyelim ki etnik olarak Kürtler ve Kürt olmayanlar ya da sağcı solcu, kimlikler üzerinden baktığımız zaman, başka başka, Alevi-Sünni vs. diye baktığımız zaman kendimizi koyduğumuz ya da birilerinin bizi uygun gördüğü kamptaki birçok insanla aslında hiç de aynı şeyleri düşünmediğimizi, aynı anlayışa sahip olmadığımızı görüyoruz. Ama bize ne deniyor? Bir dakika, onu sevmeyebilirsin, ama diyelim ki sen de Kürtsün, o da Kürt, dolayısıyla onunla yan yana olmak zorundasın. Ya da tam tersi, sen de Türksün o da Türk, yan yana olmak durumundasınız. Ya da sen de Sünnisin o da Sünni, yan yana olmak durumundasınız. Halbuki Türkiye’de ve dünyanın her yerinde insanlar kimlikleri ne olursa olsun, başka kimliklerden insanlarla pekâlâ daha iyi anlaşabilirler. Anlaşabilirler ve hatta daha iyi anlaşabilirler. Bunda bence hiçbir mahzur yok. Son dönemde kendi başıma gelenlerden biliyorum, beni bir mahalleye, bir kutba atfedenler, o kutup dışında başka kutuplarda yer aldığını düşünen insanlarla olan muhabbetim, sohbetim, arkadaşlığım üzerinden, benim aslında diyelim ki solcu ya da bilmemneci olmadığımı kanıtlamaya çalışıyorlar. Bunlar gülüp geçilecek şeyler. Ama bunun herkesin başına geldiğini çok iyi biliyorum. Bu anlamda gülünüp geçilecek şeyler olmaktan çıkıyor. Pekâlâ dinsiz birinin dindarla, Alevi birinin Sünni’yle, farklı cinsel yönelimlere sahip olan insanların birbirleriyle dostâne ilişkileri, diyalogları olabilir, olması lâzım ve bunların teşvik edilmesi lâzım. Aksi takdirde hepimiz kendimize birtakım alanlar seçip, birtakım mahalleler seçip –ki bunlar genellikle doğuştan edinilen kimlikler oluyor–, oralara bize hapsetmek istiyorlar. Otoriter ve totaliter rejimler de bundan besleniyor. Dolayısıyla onlara, “onlar” derken kastım, işte bunu topluma dayatmak isteyenlere ortak bir “biz” olduğunu söyleyebilmek, ortak bir “biz”i yaratabilmek lâzım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.