Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye açısından Kasım Süleymani suikastı

Yayına hazırlayan: Eren Topuz

Merhaba, iyi günler. Cuma sabahı erken saatlerde Bağdat Havaalanı’nda İran Devrim Muhafızları’nın Kudüs Savaşçıları ya da Kudüs Ordusu olarak bilinen biriminin başındaki önemli isim, General Kasım Süleymanî, Amerikan hava saldırısı sonucu yanında birtakım Şii milis komutanlarla birlikte öldürüldü. Bu çok önemli bir gelişme; kimileri bunu üçüncü dünya savaşının başlangıcı olarak tanımlıyorlar, ama her halükârda bölgeyi iyice karıştıracağı ve ABD’yle İran arasındaki gerginliğin bir savaşa doğru evrilmesine yol açabileceği konusunda çok sayıda güvenilir yorum var. Bu olayın Türkiye’yi ilgilendiren çok boyutu var, bu boyutların başında tabii ki Türkiye’nin bölgede İran’a komşu olması yatıyor. Ama bunun da ötesinde, Kasım Süleymanî ya da onun başında olduğu Kudüs Savaşçıları, Türkiye için önemli. Bu kavramla, Kudüs Savaşçıları denen olguyla ilk karşılaşmam 2000 yılında, tam 20 yıl önce oldu. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muhammer Aksoy gibi laiklik yanlısı aydınların öldürülmesiyle ilgili geniş kapsamlı soruşturma yürütülüyordu ve bu anlamda Türkiye’de İran’a yakınlığıyla bilinen birtakım dergilerde yazan, çizen, yöneticilik yapan bazı isimler gözaltına alınmıştı. Operasyonun adı “UMUT”tu. “Uğur Mumcu Uzun Takip” başlıklı bir operasyondu. Ama sonra bu gözaltına alınan kişilerin olayla ilgisi olmadığı ortaya çıktı. Fakat bu arada yine İran’la bağlantılı olan bazı isimler gözaltına alındı, içlerinden mahkûm olanlar oldu, bazılarının da firarî olduğu söyleniyor. Benim bu isimle karşılaşmam, bu soruşturma sırasında, bir grup gazeteci arkadaşla beraber, soruşturma yürüten ekipten bir emniyet yetkilisiyle bir sohbetimizde oldu. Kendisi bize olayın bir yerinde Kudüs Savaşçıları diye bir örgütle karşılaştıklarını, olayla ilgisi olduğunu saptadıklarını söyledi; ama bunun hakkında çok da fazla bilgileri olmadığını da vurguladı. Ardından ben kendi imkânlarımla açık kaynaklardan olayı araştırmaya çalıştım, çok fazla bir şey bulamadım. Türkçe zaten yoktu, İngilizce, Fransızca kaynaklarda çok kısıtlı bilgiler vardı. Daha sonra İran devlet yapısını ve İran Devrimi sonrası gelişmeleri yakından izlediğini bildiğim bazı isimlere danıştım, haber kaynaklarıma. Onlar sayesinde bunun 1987 yılında Ayetullah Humeyni’nin çağrısıyla kurulmuş bir birim olduğunu öğrendim. Humeyni şöyle bir çağrı yapıyor; “Kudüs’ü İsrail’den kurtarmak tüm Müslümanların görevidir ve bunun için de bir uluslararası İslam ordusu kurulmalı. Bunun da sahipliğini Devrim Muhafızları yapmalı” diye bir talimat yayınlıyor. Buna da dünyanın farklı yerlerinden birtakım İslamcı örgütler ya da çevreler onay veriyorlar ve kendileri de bunun bir parçası olmak istediklerini söylüyorlar. 

Şimdi akla tabii ki öncelikle İslam dünyasının değişik yerlerindeki Şii topluluklar ve bunların birtakım örgütleri geliyor. İran İslam Devrimi’nin ilk yıllarında –ki 80’lerde de böyleydi–, o tarihte Irak’la savaş sürüyordu. İran, Irak’la savaşını aynı zamanda Batı’ya karşı bir savaş olarak sunuyordu — ki böyleydi aslında. Şii olmayan kesimlerde de İran’a ve İran devletine karşı bir sempati vardı. Hatta Türkiye’den çok sayıda gencin İran’a gittiklerini, özellikle Güneydoğu’dan çok sayıda gencin gittiklerini ve İran yanlısı birtakım siyasetleri benimsediklerini zaten biliyorduk. Anlaşıldığı kadarıyla bunların bazıları İran devleti tarafından Kudüs Ordusu için devşirilmiş ve bunlar daha sonra söz konusu olacak birtakım operasyonlar için yetiştirilmiş, eğitilmişler. Sonuçta Kudüs’ü kurtarmak için inşa edilen bir yapı, İran derin devletinin dünyanın değişik yerlerindeki örtülü operasyonlarının birimi haline geldi. Türkiye’de laiklik yanlısı aydınların öldürülmesinde gerçekten bu örgütlerin payı var mı? Mahkeme “evet” dedi, ama hâlâ buna çok inanan yok. Çünkü şöyle bir mesele var; neden öldürsün? İran, tamam, şeriat istiyor olabilir Türkiye’de; ama bu çok anlaşılır bir şey değil, burada başka şeyler var diyenlerin sayısı hayli yüksek — ki çok da makul itirazlar. Ancak İran derin devletinin Türkiye’deki birtakım odaklarla da pekâlâ işbirliği içerisinde birtakım şeyler yapıyor olma ihtimalini hiç yabana atmamak lâzım derim. Onu bir kenara koyalım; İran, özellikle Türkiye’de çok güçlü ağları olan bir ülke; muhalefete, rejim muhaliflerine karşı da Türkiye’de çok önemli operasyonlar yaptı, kaçırılanlar öldürülenler oldu. Burada da bu Kudüs Savaşçıları ya da Kudüs Ordusu’nun rolü olduğunu herhalde tahmin edebiliriz. Ama daha sonra işler değişti, İran devletinin Şii karakteri daha belirginleşti, Sünniler iyice İran’dan uzaklaşmaya başladılar, İran devletinin Şiiliğin ötesinde bir de İran milliyetçiliğini de temel aldığı ortaya çıktı, iyice belirginleşti. Bunun üzerine Kudüs Savaşçıları’nın daha çok Ortadoğu ve Asya’daki Şii topluluklar üzerinden örgütlenen bir yapıya dönüştüğünü görüyoruz. Buralarda Şii nüfus üzerinden İran kendi nüfuzunu geliştirmek istedi ve bunu büyük ölçüde başardı. 

Bu noktada İran asıllı Amerikalı araştırmacı Vali Nasr’ın bir kitabına adını verdiği gibi bir Şii uyanışı yaşandı. Bir Şii hilâlinden bahsedilir oldu ve burada özellikle Kudüs Ordusu, Kudüs Savaşçıları’nın –bazıları Kudüs Gücü de diyor– çok önemli rolü oldu. Afganistan’da oldu, Pakistan’da oldu, Yemen’de, tabii ki Lübnan’da oldu ve Irak’ta ve Suriye’de çok ciddi bir şekilde oldu. Bu bağlamda tekrar Kasım Süleymanî ve Kudüs Ordusu’nu Türkiye bağlamında değerlendirecek olursak: Ankara’nın Suriye’yle ilgili planlarının kısa bir süre içerisinde fiyaskoyla sonuçlanmasında Kasım Süleymanî’nin ve Kudüs Ordusu’nun çok önemli bir rolü oldu. Çünkü normal şartlarda yıkılabilecek olan Esad rejimi, İran’ın ve daha sonra da Rusya’nın katkılarıyla, doğrudan müdahaleleriyle ayakta kaldı ve Türkiye’nin desteklediği güçler bu yapılar tarafından büyük ölçüde etkisizleştirildi ve tasfiye edildi. Mesela Halep’in düşmesi doğrudan Kudüs Ordusu’nun katkılarıyla olmuştur. Burada ne yapıyor Kudüs Gücü? 1) danışmanlar yolluyor, 2) para yolluyor, 3) silah yolluyor, 4) doğrudan milis yolluyor. Bu yaratılan milislerin –özellikle Afganistan’da, Pakistan’daki Şii milislerin– önemli bir sayıda, yüzlerce ve hatta binlercesinin iç savaş sırasında Kudüs Gücü tarafından Suriye’ye nakledildiğini biliyoruz. Çok sayıda kişinin burada hayatını kaybettiğini ve ailelerine İran devleti tarafından bakıldığını da biliyoruz. Dolayısıyla çok önemli bir operasyonu gerçekleştiren bir yapıdan bahsediyoruz. Türkiye’nin de Suriye fiyaskosunun birinci derece sorumlularından olan Kudüs Ordusu’ndan ve bunun başındaki tabii ki karizmatik lider Süleymanî’den bahsediyoruz. Dolayısıyla Süleymanî’nin ABD tarafından öldürülmüş olmasına Türkiye’de birilerinin memnun olmasını bu bağlamda anlayabiliriz. Irak’ta Şiilerin nüfus olarak zaten sayıca çok olmalarının sağladığı bir imkân, ama onun ötesinde de askerî olarak çok güçlü olmasını sağlayan kişilerden birisi ve Kudüs Ordusu, onun yapısı. Bu anlamda buna yönelik bir nefret olduğu muhakkak; ama bunun da ötesinde çok ciddi bir şekilde yaşanan Şii karşıtlığı var, bunu hiç yabana atmamak lâzım. Türkiye’de aslında hep dipte olan bir şeydir bu mezhep meselesi. Ama son dönemde –özellikle El-Kaide ve IŞİD gibi yapıların bunları kaşımasıyla beraber; Irak’ta ve Suriye’de, şimdi de Yemen’de yaşanan savaşlarda Şii-Sünni ayrımının çok baskın olmasıyla beraber– Türkiye’de de bir Şii karşıtlığı var ve dolayısıyla bu, bir İran karşıtlığına doğru da gidiyor. Aslında Şii karşıtlığıyla İran karşıtlığı hemen hemen aynı oluyor. Bu aslında tehlikeli bir husus çünkü Türkiye’de de bir mezhep meselesi önemli fay hatlarından birisi. Ama öte yandan şunu unutmamak lâzım; Türkiye ve İran bölgede en köklü devlet geleneği olan, yüzyıllardır olan ve birbirleriyle uzun bir süredir savaşmayan iki ülke. Bakıyorum şimdi Türkiye’yle İran’ın adı konulmamış bir savaşta olduğunu ileri sürenler var. Bunun hiçbir şekilde gerçekle alâkası yok. Eğer böyle bir şey olsaydı, bölgenin dengeleri alabildiğine değişmiş olurdu. Ne Türkiye şimdiki Türkiye, ne İran şimdiki İran olurdu. Türkiye ve İran’ın savaşacak olması gerçekten birçok şeyi herkes için olumsuz anlamda değiştirecekti. Dolayısıyla İran’la ilgili meseleler konuşulurken herkesin ayağının özellikle frende olmasında yarar var. Aynı şeyi İranlıların Türkiye’yle ilgili konuşmalarında da beklemek gibi bir hakkımız var. 

Türkiye buradan nasıl etkilenecek? Kesinlikle olumsuz etkilenecek. Çünkü uzun bir süredir Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’yle ilişkilerini Trump üzerinden yürütüyor ve Trump da doğrudan Süleymanî’nin öldürülmesi olayının sorumluluğunu büyük bir gururla üstlenmiş durumda. Tıpkı daha önce El Bağdadi’nin öldürülmesinde olduğu gibi. Trump seçime gidiyor, azil süreci içerisinde ve bu tür manevralara ihtiyacı var ve bunları tepe tepe kullanıyor. Bu anlamda baktığımız zaman Trump’ın artı hanesine giren bir operasyon Süleymanî’nin öldürülmesi. Şöyle bir hesap yapıyor olabilir: “Yapsa yapsa ne yapabilirler, nasıl cevap verebilirler?” İran’ın cevaplar vereceği muhakkak, ama nasıl cevap verebilir? ABD bu anlamda çok da ürkmüyor olabilir, ama biz o kadar rahat değiliz. İranlıların ve Kudüs Ordusu’nun büyük bir ihtimalle ABD’de de birtakım saldırılar düzenlemek için hazırlıkları vardır, ama yine de çok zorlanacakları muhakkak. Buna mukabil Türkiye, pekâlâ İran’ın misillemelerinin yapılacağı alanlardan biri olabilir. Hedef, tabii ki Türkiye’deki Amerikan hedefleri olabilir. Bu anlamda Türkiye işin içine bir şekilde girebilir. Ama diğer yandan şu da var: ABD, İran’la olan bu gerginliğini, bu tür operasyonlarla savaşa doğru yönlendirince Türkiye gibi ülkelerin durumu iyice zorlaşacak. Çünkü her iki taraf da bu tür çatışmalarda Türkiye gibi aktörlere “Ya bendensin ya onlardansın” diyecektir, özellikle ABD bunu diyecektir. Türkiye’nin ABD-İran savaşında saf tutma gibi bir seçeneğinin olduğunu asla düşünmüyorum. Burada hiçbir şekilde ne İran’dan ne ABD’den yana olunabilecek bir durumda değil Türkiye. Lâkin bu savaşın, iki ülke arasındaki gerginliğin iyice kızışması durumunda Türkiye’nin uzaktan seyredebilme lüksü de kalmayacak. Dolayısıyla çok çetin günler bizi bekliyor olabilir. 

Olayın bir diğer boyutu da tabii ki bunu Amerikan karşıtlığı üzerinden okuma meselesi. Bu olay ne İran karşıtlığı ne Amerikan karşıtlığıyla okunabilecek kadar basit bir olay değil. Çok hayatî bir olay, çok önemli bir olay ve de özellikle şunu vurgulamak lâzım; Kasım Süleymanî ne kadar önemli bir isim olursa olsun –bu konuda çok önemli bilgi sahibi uzmanlar çok değerli analizler yapıyorlar Batı’da–, Devrim Muhafızları’nın ve Kudüs Ordusu’nun yoluna devam etmemesi diye bir seçenek yok. Zaten hemen ardından, en yakın danışmanı, sağ kolu, İsmail Kaani yerini aldı ve büyük bir ihtimalle aynı operasyonlar aynı şekilde devam edecektir. Tabii ki Kasım Süleymanî’nin kişisel ilişkileriyle geliştirdiği birtakım hususlar vardır, ama bir şekilde yoluna devam edecektir. Çünkü İran, gerçekten bir devlet geleneğine sahip, rejim ne olursa olsun orada “Devlette bir devamlılık esastır” hususu çok ciddi bir şekilde yürüyor. Bu tür Kudüs Ordusu gibi yapıları bir kişi üzerine inşa edecek kadar deneyimsiz bir devlet söz konusu değil. Bu olayı çok daha ciddiye aldıkları muhakkak, onu özellikle vurgulamak lâzım. Evet, Türkiye’yi gerçekten zor günler bekliyor. Buradan umarım ucuz bir Şii karşıtlığı çıkmaz; umarım Türkiye’yle İran’ın arasını açmaya yönelik girişimler çıkmaz. Yani araları iyi olduğu anlamına gelmiyor, ama şunu da unutmayın: Suriye’de kendisine en büyük yenilgiyi tattıran İran ve Rusya’yla birlikte Suriye sürecini yürütmeye çalışmak mecburiyetinde kalan bir ülkenin vatandaşlarıyız, Türkiye o kadar güçlü değil. İran da bütün yediği darbelere rağmen, ekonomik ambargolara rağmen, o kadar güçsüz bir ülke değil. Yani buralarda birileri eğer ellerini ovuşturup, “Şimdi İran tasfiye olacak, İran’da rejim tasfiye olacak ve biz de bundan istifade edeceğiz” diye düşünüyorsa gerçekten avuçlarını yalarlar ve Türkiye’nin de çok fazla gereksiz acı çekmesine neden olurlar. Sanmıyorum ki ülkeyi yönetenler bu türden ucuz, hızlı kazanç hesapları içerisine girsinler. Umarım serinkanlılık egemen olur; ama açıkça söylemek gerekirse gelişebilecek olaylar konusunda doğru tavrı –bir kere nasıl gelişeceğini kestirmek çok zor–, doğru pozisyonu almak konusunda kimsenin işi hiç de kolay olmayacak, bunun başında da Türkiye geliyor. Evet, gerçekten bölgemiz özellikle bu suikastın ardından yepyeni bir döneme giriyor; ama bunu ancak ve ancak serinkanlı bir şekilde, acele etmeden, ucuz ve hızlı hesaplara kapılmadan, tarihten dersler çıkararak, birtakım önemli gelenekleri ve alışkanlıkları muhafaza ederek, en az zararla çıkılabileceği kanısındayım. Buradan elde edilebilecek herhangi bir kâr olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Sonuçta ABD kendisi için doğru olan bir şeyi yaptı, ama ABD için doğru olan şey, bizler için ve dünya için doğru değil — ki geçmiş örneklere baktığımız zaman da bunun tam tersi olduğunu biliyorum. ABD’nin yaptığı kendi doğruları bizlere çok ağır fatura olarak gördük. Irak’ta, Afganistan’da birçok yerde gördük, ağır bir fatura olarak önümüze çıkarılıyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.