Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye’nin durumu: Otoritesiz otoriterlik

Yayına hazırlayan: Deniz Dursun 

Merhaba, iyi günler. Türkiye’nin üzerinde kara bulutlar var. Elazığ ve Malatya depremleri, Van’da çığ, İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’nda yaşanan o garip kaza ve irili ufaklı başka bir yığın olay üst üste geliyor. Ve tabii ki burada en kolay yol, özellikle âfetler “Allah’ın işi” olarak tanımlanıp kazalar da bir şekilde “kaza işte” denip geçiştiriliyor; ama bütün bunların toplamına baktığımız zaman, bunların her birinin sadece ve sadece bir kazadan ibaret olmadığını görüyoruz. Örneğin Sabiha Gökçen’de yaşanan olay sadece basit bir insan hatasıyla açıklanabilecek bir olay değil, çok daha karmaşık bir olay. Türkiye’nin ulaşım politikasıyla da alâkalı bir olay. Üçüncü havaalanının yapılmasıyla da ilgili bir olay. Bu özel şirketin birtakım şeyleri ucuza çıkartmak istemesiyle de alâkalı bir olay. Bir de tabii bu kazanın ardından yaşanan, yaralıların hastaneye sevkindeki birtakım rahatsız edici görüntüler, ambulans sayısının yetersiz olması vs. — bu sadece ve sadece basit bir kaza olmadığını bize gösteriyor. Ya da Van’da yaşanan çığ meselesi. Çocukluğumda ya da ortaokul çağlarında diyelim –ki şu anda 58 yaşında olduğuma göre yaklaşık 50 yıl önce ya da 45 yıl önce– radyodan ya da televizyondan bu tür haberler duyardık; yine genellikle Van’da geçerdi olay, çığ düşerdi ve onları kurtarmaya ekipler giderdi, ekiplerin de başına bir şey gelirdi ve onlara da yeni ekipler giderdi. Böyle bir kurtarmaya giden ekipleri kurtarmaya yeni ekipler… Bu 50 yıl öncesinin Türkiye’sinde bile rahatsız edici bir durumdu. 50 yıl sonrasının Türkiye’sinde tekrar böyle bir olayla, bu tür olaylarla karşılaşmak da olayın sadece bir “Allah’ın işi” olayı olmadığını, sadece bir doğal âfet olmadığını bize gösteriyor. Ya da Elazığ ve Malatya’daki deprem olayında olduğu gibi, uzmanlar buranın depreme çok müsait olduğunu, her an olabileceğini söylediklerini belirtiyorlar –ki bunun belgeleri de var– ve birtakım yapıların depreme dayanıklı olmadığı hakkında daha önceden dile getirilen şikâyetler de var. Ama sonra deprem oluyor ve eğer gerekli tedbirler alınmış olsaydı engellenebilecek birtakım zararların ve tabii ki en önemlisi can kayıplarının engellenemediğini görüyoruz. Bütün bunların hepsi üst üste, peş peşe gelince, insanı tabii ki rahatsız ediyor; ama burada en önemli rahatsızlık, bence Türkiye’de bir güvensizlik hissi var. Şöyle söyleyelim: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çığ haberi geldiği zaman Kırıkkale’de bir miting yaptığını gördük ve mâlum, Türkiye’de büyük medya Erdoğan’ın –özellikle “haber” kanalları, haber kanalı derken ‘haber’i tırnak içerisine almakta yarar var– Erdoğan’ın yaptığı bütün konuşmaları baştan sona canlı yayınlıyorlar, böyle bir mecburiyetleri var, yazılı olmayan. Erdoğan’ın Kırıkkale konuşması sırasında çığla ilgili haberler geliyor ve bazı kanallar ekranı ikiye bölüyor, bir tarafta kurtarma çalışmaları, diğer yanda Erdoğan. Ve Erdoğan’ın bir konuşması –ki sosyal medyada çok yaygınlaştı biliyorsunuz– kendisi çığ haberinden bahsediyor, “Allah rahmet eylesin” diyor, bu tür âfetlerin birer tehdit olduğunu söylüyor ve sonra hiçbir şey olmamış gibi orada bulunmasının nedeni olan TOKİ konutları vs., şu buyla devam ediyor. Bu, çok çarpıcı bir olay aslında. Gazeteci olarak Erdoğan’ı yıllardır takip eden birisiyim. Daha İstanbul’da Refah Partisi İl Başkanı olduğu zamanlardan itibaren bilirim, değişik aşamalarını gördüm. Ama o videoda ya da o kesilen videoda diyelim, televizyonların canlı yayınladığı olay, tanıdığımız Erdoğan’ın çok dışında bir Erdoğan’ı bize gösteriyor. Normal şartlarda Erdoğan bu tür olaylarda da –ki yakın zamana kadar böyle oluyordu– bu tür olaylarda da hep bir güç gösterir. Yani, ânında müdahale eder. Van depreminde –ki ben o sırada oradaydım– hemen ertesinde gelmişti, akşamında Erciş’e gelmişti. Yani depremin olduğu gün ben tesadüf eseri o sırada Hakkâri’de bir PKK saldırısının ardından haber yapmaya gitmiştim Hakkâri’ye ve deprem haberi gelince depreme yönelmiştik, yanımda bir arkadaşım da vardı. Önce Van’a, ardından Erciş’e geçmiştik ve o akşam Erdoğan Erciş’teydi ve gücü vardı. Bakanlarıyla beraber gelmişti, bir güç vardı ve bir şeyleri hâlâ kontrol eden bir Erdoğan vardı. Ama Elazığ’daki fotoğraf bana bunu, Van’da gördüğüm Erdoğan’ı çağrıştırmadı. Gücünden çok şey kaybetmiş bir Erdoğan’ı gördüm. Ve bu son Kırıkkale’deki olay da bize –bana en azından diyeyim– bambaşka bir Erdoğan gösterdi. Artık beni izleyenler bıkmış durumdalar farkındayım, Erdoğan’ın krizinden bahsediyorum. Erdoğan’ın artık yönetemediğini, eski halinden çıktığını –ki bu son olay, Erciş üzerine verdiği tepki ya da o canlı yayında gördüğümüz olay– Erdoğan’ın nasıl zamanla kendi eski gücünden kaybettiğini bize gösteriyor. Soma’yı hatırlayın, Soma’da yine çok dinamik bir Erdoğan vardı. Sorunlar yaşandı biliyoruz, ama orada kontrolü elinde tutmak isteyen bir otoriteydi Erdoğan. Zaten olay da bu. Bu yayının başlığını öyle koydum: Otoritesiz otoriterlik. Erdoğan’a Türkiye’de değil sadece, dünyada da otoriterlik atfediliyor ve Türkiye’nin artık demokrasiden çok bir otoriter rejimle yönetildiği söyleniyor ve bu anlamda Erdoğan eskiden İslami rejimlerle kıyaslanırdı. Ya da İslami hareketlerin birtakım liderleriyle kıyaslanırdı. Bir süredir tüm dünya medyasında ve araştırma kurumlarında ve sosyal bilimler çalışanlar tarafından –özellikle siyaset bilimi çalışanları tarafından– Putin’le, Macaristan’daki Orban’la ya da Trump’la ya da Polonya’daki Kaczynski’yle birlikte ya da Filipinler’deki Duterte gibi otoriter figür, otoriter lider figürü olarak gösteriliyor — ki hiç de yanlış değil. Ama otoriter liderlerin –ki Erdoğan’ın ilk yıllarında iktidarı tekeline topladığı, AKP içerisindeki kolektif aklı kademe kademe, adım adım eleyip her şeyi tekeline aldığı, tekelleştirdiği anlarda da– bir gücü vardı, bir otoriteyi simgeliyordu ve otoriteden hareketle bir otoriterlik vardı. Ama son dönemde bakıyoruz, Erdoğan’ın otoritesi, otoriterliğinde bir şey yok, hâlâ hesap vermeye yanaşmayan, hâlâ muhalefete –son deprem vergileri olayında olduğu gibi– “Siz kimsiniz de benden?…” ya da “Sen kimsin de benden hesap soruyorsun? Hesap falan vermiyorum!” diyen bir Erdoğan var. Ama bunu yaparken daha önceki dönemde en azından toplumun belli kesimlerine bir güven verebiliyordu. Yani toplumun bir kesimiyle kavga ediyordu belki, ama geri kalan kesimiyle –ki o kesim onu iktidarda tutmaya yetiyordu– onlara bir güven veriyordu. Onlar Erdoğan’ın bu kavgalarını kötü niyetlilere karşı yapması gereken bir kavga olarak görüyorlardı. Yani eskiden Erdoğan’ın kavgacılığı gücünden geliyordu, şimdi Erdoğan’ın kavgacılığı büyük ölçüde güçsüzlüğünden geliyor. Bu aslında çok normal bir şey. Yani şöyle söyleyelim: İktidarı tekeline aldığı andan itibaren girdiği bir kriz var. Bu krizin tek nedeni iktidarı tekelleştirmesi değil. Krizin nedeni esas olarak, kendisine yönelik değişik kesimlerden gelen tehditler. Bunlar Gezi’yle başladı, sonra Fethullahçıların MİT krizi ya da Fethullahçıların özellikle 17-25 Aralık’ta yaptıkları, daha sonra 15 Temmuz’da yaptıklarıyla devam etti. Farklı farklı alanlarda birtakım tehditler karşısında Erdoğan bunlarla mücadele etmenin yolu olarak iktidarı tekelinde toplamayı tercih etti ve baştan düğmeleri yanlış ilikledi. Yani bütün bu, mesela Gezi olayları patlak verdiği zaman ilk başta denediği ve çabuk vazgeçtiği diyalogla, müzakereyle bunu çözmek ve oradaki toplumsal kesimlerin taleplerini dinleyip bir kısmını en azından, bir pazarlıkla yerine getirmek, yani tam demokratik, çoğulcu demokratik ülkelerde olduğu gibi bir yöntem izlemek yerine, onu çok sert bir şekilde bastırma yoluna gitti, otoriterliği tercih etti ve kaybetti. Tabii o kaybederken Geziciler kazanmış olmadı belki, ama Erdoğan’ın kaybı daha büyük oldu. Fethullahçılıkla mücadele ederken de –özellikle darbe sonrasında– Fethullahçılıkla mücadele etme gerekçesiyle kendisine muhalif gördüğü herkesi tasfiye etme yoluna gitti ve onlar üzerinde bir otorite uygulamaya gitti. Bu belki kısa vadede ona nefes aldırdı; ama sonra bakıyoruz ki, şimdi görüyoruz ki, Erdoğan’ın krizini çözmesine yetmedi. 15 Temmuz’un ardından toplumun tüm kesimlerini içine alan çoğulcu bir perspektifte ülkedeki demokratikleşmeyi, temel hak ve özgürlükleri muhafaza ederek, hatta ilerleterek Fethullahçılıkla bir mücadele perspektifi benimsemiş olsaydı –bu tabii hayal gibi geliyor bugünden bakıldığında, ama bence böyle bir seçenek vardı– durum çok daha farklı olacaktı. O, bunları, bu tür olayları Türkiye’nin sorunu değil de kendisinin sorunu ve kendi iktidarının sorunu olarak gördüğü için reflekslerini de öyle verdi. Reflekslerini öyle verdiği ölçüde de bu sorunları en fazla ötelemiş oldu. Şimdi gelinen noktada artık Erdoğan’ın kendi tabanına bile tam anlamıyla güven veremediği bir aşamadayız. Ahmet Davutoğlu’nun partisinin çıkması, Ali Babacan’ın bir türlü kurulamayan ama kurulacağı söylenen partisi, aslında bunların birer göstergesi. Ama oradaki kriz, oradaki rahatsızlık bu kurulan ve kurulacak olan partilerin karşılayabildiğinin çok daha ötesinde. Ve şu son olaylarda bize aynı şekilde bunun, Erdoğan’ın yönetememe krizinin sadece kendisine değil, esas olarak kendisine değil, esas olarak Türkiye’ye çok büyük zarar verdiğini bir kere daha gösteriyor. Şimdi mesela Sabiha Gökçen’de yaşanan ya da Van’da yaşananların ardından insanlar kara kara şu soruyu soruyorlar: O beklenen İstanbul depremi olursa halimiz ne olur? Bu, büyük bir yılgınlık ve çaresizlik duygusu. Bu çaresizliğe karşı daha önceki yıllarda Erdoğan’ın verebileceği cevaplar vardı, birtakım iddiaları vardı, birtakım vaatleri vardı ve toplumun hepsini olmasa bile belli bir kesimini bunlara ikna edebiliyordu. Ama bu son yaşananlar gösteriyor ki, Erdoğan’ın artık söyleyeceği çok fazla bir şey kalmamış. Yapabileceği tek şey otoriterliği sürdürmek, yüksek perdeden konuşmak, yani diklenmek. Onun çok kullandığı, çok sevdiği –ne zamandır pek ağzından duymadım ama– bir söz vardır: “Diklenmeden dik durmak” diye. Bu aslında çok güzel bir sözdür. Ama bir süredir –daha önce de bunu dile getirmiştim– Erdoğan’ın yaptığı aslında dik durmadan diklenmek oluyor. Dolayısıyla burada, baştan seçtiğim “otoritesiz otoriterlik” aslında tam buna denk geliyor. Dik durduğunu gördüğümüz, bir zamanlar böyleydi ama bakıyoruz, tekrar ona geleceğim, Kırıkkale’deki söyledikleri aslında onun otoriteyi büyük ölçüde, gücünü büyük ölçüde yitirdiğini bize gösteriyor. Ve bu, güçsüzlüğünü gidermek için başvurduğu argüman da TOKİ’nin konutları oluyor. Ama Türkiye TOKİ’nin konutları meselesiyle artık taşınabilecek, ikna edilebilecek bir toplum olmaktan çıktı, çok daha büyük beklentileri var. İşin içerisinde tabii ki stratejik şeyler de var, onları katmıyorum. Mesela İdlib’de yaşananlar… Özgür bir medya atmosferi olmadığı için bunları çok geniş kapsamlı bir şekilde maalesef tartışamıyor Türkiye; ama Türkiye’nin Suriye’de içine girdiği açmaz mesela, sadece Erdoğan’ın sorunu değil, tüm Türkiye’nin ve Türkiye’deki vatandaşların hepsinin birebir ödediği bir fatura, yıllardır ödediği ve anlaşıldığı kadarıyla daha uzun bir süre ödeyeceği bir fatura olarak ortaya çıkıyor. Ve bu ortamda tabii ki tekrar aynı hususa geliyoruz; o da Erdoğan’ın güçsüzlüğüne karşı bir güç, gerçekten toplumu hareket ettirecek, mobilize ettirecek, arkasından sürükleyecek bir güç çıkmış değil. Ve zaten onun iktidarını sürdürebilmesinin de en önemli nedeni bence bu. Ama şu son yaşananlar da gösteriyor ki, artık bu toplum, Türkiye bunu bir şekilde gerekirse kendisi çıkaracak. Yani bu kurulan, kurulmakta olan partiler ya da var olan partilerin karşılayamadığı kadar büyük bir memnuniyetsizlik ve rahatsızlık söz konusu. Bunu ülkeyi yönetenlerin –Erdoğan başta olmak üzere– çözemeyeceği anlaşıldı; ama onun karşısında olanların da çözebileceğine toplum tam ikna olabilmiş değil. Dolayısıyla, ya karşısında olanlar gerçekten sahici, elle tutulur birtakım programlarla çıkıp insanları ikna edecekler ya da hiç hesapta olmayan, hiç bilmediğimiz, şu âna kadar bilmediğimiz birtakım kişiler, gruplar çıkıp Türkiye’ye bu rahatsızlıklarını, bu sorunlarını çözmek için yepyeni perspektifler toplayıp toplumun da büyük bir kesimini peşinde götürecekler. Çok ciddi bir kriz var. Bu kriz ülkeyi yönetenlerin krizi; ama ülkeyi yönetenlerin krizi derinleştikçe tüm ülkenin, hepimizin krizi oluyor. Ekonomik kriz bir yanda, toplumsal kriz bir yanda ve güvensizlik hissi –ki toplumları çürüten en önemli, toplumlarda çözülmeyi kamçılayan en önemli hususlardan birisidir– bu güveni kim tesis ederse, ikna edici bir şekilde tesis edeceğini vaat ederse Türkiye’yi herhalde o –ya da onlar– yönetecekler. Ama şu haliyle, gördüğüm kadarıyla Erdoğan bu konuda eski kabiliyetlerini, en zor durumda da bir şekilde ipleri elinde tutma becerisini kaybetmiş durumda.  Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.