Siyasetbilimci Ivan Krastev: Koronavirüs salgınından çıkardığımız 7 ders

Sofya Liberal Stratejiler Merkezi Başkanı ve ünlü siyasetbilimci Ivan Krastev, New Statesman için kaleme aldığı makalede koronavirüs salgınının şimdiye kadar dünyaya olan siyasi, sosyal ve ekonomik etkilerini yedi ayrı maddede sıraladı. Makalenin Türkçe çevirisini paylaşıyoruz.

Oldukça garip günler yaşıyoruz. Kovid-19 salgınının ne zaman biteceğini, nasıl biteceğini bilmiyoruz ve şu an yalnızca salgının uzun vadeli siyasi ve ekonomik etkileri hakkında spekülasyon yapabiliyoruz. Tarihçiler için her şey açıktır, salgınların özü eğilimler değil, olaylardır. Tıp tarihçisi Charles Rosenberg’in de dediği gibi, “Salgınlar bir anda başlar, uzay ve süreyle sınırlı bir ortamda ilerler, gerilimi gittikçe belirginleştiren bir çizgide bireysel ve kolektif bir karakter krizine yönelir ve kapanmaya doğru sürüklenir.”

Rosenberg bunun yanında, salgın hastalıkların bulaştıkları toplumların üzerlerinde bir baskı oluşturduklarını da iddia ediyor. Bu baskıyla oluşan gerilim de örtülü olan bazı gizli yapıları görünür kılıyor. Sonuç olarak da salgın hastalıklar bize sosyal analizler yapabilmemiz için birtakım numuneler sağlıyor. Gerçekten salgınlar, bir toplum için neyin gerçekten önemli olduğunu ve kimlere gerçekten değer verildiğini ortaya koyuyor. Bilinen her salgın hastalık, yalnızca bir halk sağlığı krizi olarak değil aynı zamanda da ahlaki bir kriz olarak açıklanıp, öyle tasvir edilmiştir. Her salgında bazı sosyal gruplar, salgının ortaya çıkışıdan ve yayılmasından sorumlu tutulmuşlardır. Bu drama oyunu, şimdilerde ise Kovid-19 ile önce Çin’de sonra dünyanın diğer ülkelerinde oynanıyor.

Şu an içinde olduğumuz bu küresel krizin büyük ve kalıcı etkileri hakkında tahliller yapmak için oldukça erken ama şimdiden bu salgından çıkardığımız yedi ders var.

İlk olarak, bu salgın, kontrolcü özelliklerle vatandaşların yaşamlarının her alanına müdahale eden hükümet tipi olarak nitelendirilen “büyük hükümet” (big government) kavramınının geri dönmesi için tüm imkanlarını zorluyor. 2008 yılında ABD’deki Lehman Brothers bankasının çöküşünden sonra, birçok siyasi analist piyasalardaki kriz kaynaklı güvensizliğin, devletlere olan güveni artıracağına inandı. Bu fikir daha önce rastlanmamış bir şey değildi; 1929’da Büyük Buhran’ın başlangıcından sonra da insanlar piyasalardaki başarısız tabloyu dengelemek için hükümetlerin güçlü müdahalelerde bulunmasını talep etti. 1970’lerde ise başka bir yol vardı: insanlar hükümetlerin piyasalara olan güçlü müdahaleleriyle hayal kırıklığına uğruyordu ve tekrar piyasalara inanmaya başladılar. İlginç bir şekilde, 2008’deki global ekonomik krizin paradoksu ise piyasalardaki güvensizliğin insanlar arasında daha fazla devlet müdahalesi talebine yol açmaması olmuştu.

Şimdi ise, koronavirüs “devleti” kapsamlı bir şekilde geri getirecek. Koronavirüs, insanları salgına karşı kolektif savunmayı organize etmeleri ve batmakta olan ekonomilerini kurtarmaları için devlete güvenme çizgisine getirdi. Şu sıralar, hükümetlerin ne kadar etkili oldukları insanların günlük davranışlarını değiştirebilme kapasiteleriyle ölçülüyor. Bu kriz bağlamında en görünür eylem ise insanların eylemsiz olmaları. 

İkinci ders, koronavirüsün mistik sınırların gizemini bir kez daha ortaya koyduğu ve ulus devlet anlayışının Avrupa Birliği (AB) içindeki rolünün tekrar düşünülmesine yardımcı olacağı. Bunu, Avrupa ülkeleri arasındaki sınırların kapatılmasından ve Avrupa’daki her hükümetin yalnızca kendi vatandaşlarına odaklanmalarından rahatlıkla görebiliyoruz. Normal şartlarda, AB ülkeleri sağlık sistemlerinde bulunan hastaların nereli oldukları konusunda hiçbir ayrım yapmazlar fakat bu kriz döneminde kendi vatandaşlarına öncelik tanımaya yatkın oldukları bir gerçek. 

Koronavirüs, bu bağlamda etnik milliyetçiliği değil fakat bölgesel milliyetçiliği güçlendirecek gibi duruyor. Televizyondaki haberlerde ve hükümetlerin yaptığı duyurularda, koronavirüs olan bölgelerden seyahat eden insanların, herhangi bir diğer yabancı vatandaş kadar hoş karşılanmadığını görebiliyoruz. Hükümetler, hayatta kalmaları için insanlardan sadece devletler arasında değil bireyler arasında da duvarlar inşa etmelerini isteyecek. Çünkü enfekte olma riski, şu an en çok karşılaştıkları ve aynı kıtayı paylaştıkları insanlardan geliyor. Risk taşıyanlar yabancılar değil, onlara en yakın insanlar.  

Koronavirüsün bize çıkarttığı üçüncü erken ders ise, uzmanlığa ve profesyonelliğe duyulan güven ile ilgili. 2008 global ekonomik krizi ve 2015 mülteci krizi, uzmanlara karşı gittikçe büyüyen bir hoşnutsuzluk durumu yaratmıştı. Popülist siyasetçilerin kazanç sloganları da “Uzmanlara güvenmiyoruz” oldu. Ancak şu an içinde bulunduğumuz krizde, profesyonel uzman görüşleri ve bilim tekrar önem kazandı. Kendi hayatlarının tehlikede olduğunu düşünen birçok insan uzmanlara güvenmeye oldukça açık ve bilime kulak asma yolunu seçmiş durumda. Bu gerçekliği, krizin yarattığı ilk ders kapsamında da okuyumlamak mümkün. Devlete olan inancın geri dönmesi mümkün çünkü uzmanlara olan güven geri döndü. 

Dördüncü ders yorumlamaya oldukça açık ve bir o kadar da kritik. Koronavirüs salgını, ne yazık ki, Çin hükümeti tarafından kullanılan büyük veri otoriterliğinin cazibesini artırabilir. Çinli liderleri, virüsün yayılmasına geç tepki vermeleri ve şeffaflık konusundaki eksiklikleriyle suçlayabiliriz ancak şunu kabul etmemiz gerekir ki Çin hükümetinin insanların hareketlerini ve davranışlarını kontrol etme kapasiteleri son derece etkileyici. Mevcut krizde, vatandaşların kendi hükümetlerinin reaksiyonlarını ve aksiyonlarını diğer hükümetlerle sürekli olarak kıyasladıklarını görüyoruz. Ve tüm bu kriz sona erdiğinde Çin kazanan, ABD ise kaybeden olarak öne çıkarsa şaşırmamalıyız. Kriz şüphesiz ABD-Çin arasında devam eden çatışmaları da artıracaktır. ABD medyası, Pekin hükümetini virüsün yayılması konusunda açık bir şekilde suçlarken Çin ise Batı demokrasilerinin krize cevap vermek konusundaki hatalarını, kendi üstünlüğünü pekiştirmek için kullanmaya çalışıyor. 

Beşinci ders, kriz yönetimiyle ilgili. Hükümetlerin ekonomik krizlerden, mülteci krizlerinden ve terör saldırılarından öğrendiği şey, paniğin en kötü düşman olduğu. Eğer bir terörist saldırısından sonra insanlar günlük aktivitelerini değiştirirse, evlerinden çıkmayı bırakırlarsa bu teröristlerin amaçlarına ulaşmalarına yardımcı olur. Aynı şey 2008 krizinde de geçerliydi: insanların davranışlarını değiştirmeleri finansal krizin bedelini ağırlaştırdı. Bu yüzden hem liderler hem de vatandaşlar, koronavirüs salgınına ilk zamanlarda “sakin kal”, “hayata devam et”, “riski büyütme” ve “abartma” gibi motivasyonların eşliğinde cevap verdi. Şimdi ise hükümetler vatandaşlarına evde kalmalarını ve yaşamlarını değiştirmelerini söylemeli. Hükümetlerin bu konudaki başarıları da vatandaşlarını talimatlara göre davranmak için korkutmalarıyla doğru orantılı. “Panik yapma” mesajı, koronavirüs salgını için oldukça yanlış bir mesajdır. İnsanlar panik yapmalı ve yaşamlarını büyük ölçüde değiştirmelidir. 21. yüzyılda yaşanmış 11 Eylül, 2008 ekonomik krizi, mülteci krizi gibi bütün kriz durumları endişe tarafından yönetildi ama bu kriz saf korku tarafından yönetiliyor. İnsanlar enfekte olmaktan korkuyor, kendi hayatları ve ailelerinin hayatları için korkuyor fakat bu korkular insanları daha ne kadar evde tutabilir, bunu bilmiyoruz. 

Altıncı ders, koronavirüs krizinin nesiller arasındaki dinamikler üzerinde güçlü bir etkisinin olacağı. Genç kuşaklar, yaşlıları iklim değişikliği tartışmaları ve iklim değişikliğinin getirdiği riskler bağlamında yoğun bir şekilde eleştiriyordu. Koronavirüs, bu dinamikleri tersine çevirebilir: Toplumların yaşlı üyeleri şu an genç kuşaklara oranla çok daha savunmasız ve gençlerin yaşam stilleri dolayısıyla da büyük tehdit altındalar. Bu kriz uzun bir süre devam ederse, kuşaklar arası bu çatışma daha da şiddetlenebilir. Klasik 20. yüzyıl kâbusunda, nükleer savaşlar toplumun her kesimini aynı oranda tehdit ediyordu fakat koronavirüs olayında eğlence peşinde koşan gençler hastalıktan daha çok etkilenebilecek olan kendi ebeveynlerini tehdit ediyor. 

Son ders ise, hükümetlerin belli bir noktada virüsün yayılmasını durdurmak için ekonomiyi yok etmek ya da ekonomiyi kurtarmak için insanları yok etmek arasında seçim yapmak zorunda kalacakları. Bazıları için işlemeyen bir ekonomi, daha çok insanın enfekte olmasından daha korkutucu olarak görülebilir. Elbette bunu zaman gösterecek.

Koronavirüsün uzun süreli politik etkilerini tahmin etmek oldukça güç. Ancak koronavirüsün globalleşme karşıtı bir virüs olduğu ve sınırları açarak insanları birbirine karıştırmanın bir felaket olarak görülebileceği açık. Tarihsel olarak, salgın hastalıkların dramatik yönlendiren biri, bazılarının hep suçlanmasıdır. Ortaçağ Avrupası’ndaki Yahudilerden, Çin pazarlarındaki et satıcılarına, birileri her daim suçlanır. Bu suçlama söylemleri de din, ırk, etnisite, sınıf veya cinsiyetin yarattığı mevcut toplumsal bölünmelerden yararlanır. 

Koronavirüs krizi, küreselleşme karşıtlarının korkularını haklı çıkarmış gözüküyor. Kapalı havalimanları, kendini karantinaya alan bireyler küreselleşmenin sıfır noktası olarak görünüyor. Bireyi öne çıkaran toplumların, krizi kontrol altına almanın en iyi yolunu insanların kendi kendilerini karantinaya almaları olarak görmeleri ise ironiktir. Sosyal mesafe de dayanışmanın yeni bir türü haline gelmiş durumda.

Ancak paradoks olarak, bu yeni küreselleşme karşıtı rüzgar, çözüm ortaya koyma konusunda sorunlar yaşayan popülist siyasi aktörleri de zayıflatabilir. Eğer küreselleşmenin ipini göğüsleyen Donald Trump, ismini bir Meksika birasından alan ve Çin’den gelen bir virüs yüzünden kasımda yapılacak başkanlık seçimlerini kaybederse bu tarihin en büyük ironilerinden biri olacaktır. 

Salgın krizinin Avrupa projesinin geleceğini nasıl etkileyeceği ise bilinmiyor. Bu salgın, AB’nin son on yılda karşılaştığı diğer krizlere olan tepkilerini yeniden şekillendirdi. Mali disiplin kelimesi artık Berlin’de bile bir slogan konumunda değil ve şu an mültecilere sınırların açılmasını savunabilecek bir Avrupa hükümeti yok. Şu açık ki, koronavirüs, AB’nin dayandığı bazı temel yaklaşımları derinden sorgulayacak.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.