Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Evde kal”dan “Evde tut Türkiye”ye

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın cuma günü geç saatte yaptığı yeni önlemlerle ilgili açıklamada sokağa çıkma yasağı ilanı da bekleyenler yanıldı. Halbuki CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da ertesi gün vurguladığı gibi, Türkiye’nin “evde kal”dan “evde tut” aşamasına geçmesini isteyenlerin sayısı artıyor.

Yayına hazırlayan: Yusuf Said Akçakaya

Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Erdoğan Cuma günü saat 22:00’de, yani gece saat 10’da basın açıklaması yaptı. Milletin karşısına çıktı ve bir beklenti oluştu tabii. Onun öncesinde Bilim Kurulu toplanmıştı, Sağlık Bakanı’nın başkanlığında açıklama yapılmıştı. Önlemler konusundaki sorulara Bilim Kurulu pek cevap vermedi; ama bu arada İçişleri Bakanı Süleyman Soylu birtakım önlemlerin işaretini vermişti. Piknik yerleri ve sahil kenarlarında hafta sonları, özellikle de ormanlık alanlarda insanların gezmelerinin vs. yasaklanacağını açıklamıştı. 

Ardından Cumhurbaşkanı çıktı kameraların karşısına ve dinlemeye başladık. En son, tedbirler kısmına gelindiğinde “Acaba sokağa çıkma yasağını telaffuz edecek mi?” diye çok büyük bir beklenti vardı. Ülke çapında büyük bir beklenti var belli ki. İsteyenler var, istemeyenler var, tereddütte olanlar var. Bunun Türkiye’de enine boyuna tartışılmış bir konu olduğunu sanmıyorum. Çünkü Türkiye’de zaten özgür, çoğulcu bir medya ortamı yok. Hele şu ortamda, salgın vesilesiyle her şey zaten iyice iptal edilmiş durumda. Ama sonuçta dipten dibe giden bir sokağa çıkma yasağı beklentisi ya da tartışması var diyelim. 

En son, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu açıkça hükümete bir sokağa çıkma yasağı çağrısında bulunmuştu. Ama değişik partilerin, özellikle de anamuhalefetin doğrudan bu çağrıyı yaptığını görmemiştik. Mesela bir Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun “gerekirse” sözünü hatırlıyorum sokağa çıkma yasağı meselesinde. Sokağa çıkma yasağı bir tür dokunulması zor, ama masada bir önlem; ya da Çehov’un tüfeği gibi, siz o tüfeği duvarda görüyorsanız, o filmin ya da oyunun, ya da öykünün içerisinde mutlaka patlayacaktır gibi bir olaya dönüştü. 

Yani Türkiye’de sokağa çıkma yasağı meselesi sanki bir gün olacak, ama acaba hangi gün olacak gibi bir beklentiye dönüştü. Tabii ki bunun yapılmasını isteyenler –ki ben de kişisel olarak, bir vatandaş olarak bunun doğru olacağı kanısındayım–, bunun bir an önce olmasını, fazla vakit geçirilmemesini istiyorlar. Çünkü Türkiye’nin bu virüsü kapmış bayağı sayıda vatandaşa, insana zaten sahip olduğunu ve bunun daha fazla yayılmasının önüne geçmek için bu şekilde devlet kontrolündeki bir karantina ile –yani gönüllü değil de, devlet kararıyla bir karantina ile– mümkün olabileceğini düşünen bayağı sayıda insan var. 

Evet, Ekrem İmamoğlu bir açıklama yapmıştı. Cuma günü Cumhurbaşkanı’ndan bu beklendi, olmadı. Cumartesi günü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir açıklamayla bu çağrıyı alenen yaptı. “Evde tut” çağrısı yaptı; yani “Evde kal” sloganının tek başına yetmediğini söyleyen Kılıçdaroğlu, artık insanların evde tutulması gerektiğini söyledi. Ve burada çok önemli bir nokta var tabii: Kılıçdaroğlu sokağa çıkma yasağı kararının olağanüstü hal kararı olmadan yapılabileceğini savunuyor ve bunun için de İl İdare Kanunu ve Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun iktidara verdiği yetkiyi gösteriyor. Bunun bir an önce olması gerektiğini söylüyor.

Burada tabii, Kılıçdaroğlu’nun açıklamasında da gördüğümüz gibi, bu olayda iktidarın tereddütünün en önemli nedeni ekonomik. Çünkü siz insanların tam anlamıyla sokağa çıkmasını yasakladığınız zaman, onların ekonomik beklentilerini karşılamak zorunda oluyorsunuz. Bunu yapması gerekiyor. Ama devlet buna pek yanaşmıyor — şu âna kadar en azından bunu gördük. Şu âna kadar açıklanan paketlerin, ekonomik katkıların da özellikle çalışan insanların ihtiyaçlarını çok karşılamadığını, ücretlilerin beklentilerini karşılamadığını gördük.

Bir de bunun yanında tabii Türkiye’de büyük kısmı genç olan işsizler de var. Ve çok ciddi bir şekilde sokağa çıkma yasağı ile beraber iyice mağdur durumda kalacak milyonlarca insan söz konusu. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasında bunun pekâlâ yapılabileceği, devletin bunu pekâlâ karşılayabileceği ileri sürülüyor. Ve bu noktada da önceden birtakım anlaşmalarla taahhüt edilmiş olan köprü geçişleri gibi uygulamalar hatırlatılıyor — biliyorsunuz, birçok yap-işlet-devret uygulamasında birçok müteahhide ya da şirkete devlet o köprülerden ve diğer uygulamalardan, insanlar geçsin ya da geçmesin, belli bir garanti bir parayı dolar üzerinden ödüyor. Bunun pekâlâ sonlandırılabileceğini söylüyor. Bir diğer husus –belediyeler en çok bunun altını çiziyor– doğalgaz, elektrik gibi vatandaştan tahsil edilen paralarda –bu paraların esas kısmı tabii ki bu doğalgazı, elektriği temin eden şirketlere gidiyor– devletin devreye girmesini bekliyor belediyeler. Kılıçdaroğlu da benzer bir şey söylüyor. 

Şu haline baktığımız zaman, siyasî iktidarın sokağa çıkma yasağında bence en önemli tereddütü ekonomik ve burada böyle bir kararı alması durumunda devletin bayağı yüklü miktarda bir parayı vatandaşa, şirketlere –özellikle küçük şirketlere– aktarması gerekecek. Bunu yapabilecek durumda mı değil mi bilmiyorum, ama pek de yapmak istemediği şu zamana kadarki tutumundan anlaşılıyor.

Bir diğer husus, daha önceki bir yayında dile getirdiğim, sokağa çıkma yasağı kararının bir tür zafiyet gibi algılanması. Bu, Türkiye’yi yönetenler –özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan– tarafından pek arzulanan bir durum değil. Bir diğer husus da tabii, sokağa çıkma yasağına olağanüstü hal kararı ile girilmesi halinde –ki Kılıçdaroğlu bunun mecburi olmadığını söylüyor; ama ilk akla gelen, sokağa çıkma yasağının olağanüstü hal ile beraber olması–, burada işin içerisine bir şekilde asker, jandarma girmek durumunda kalacak. Bunu da iktidarın pek arzuladığı söylenemez. 

Şimdi dünyadaki örneklere baktığımız zaman, sokağa çıkma yasağı konusunda farklı ülkelerde farklı uygulamalar görüyoruz ve bir standart yok. Mesela şunu söylemek mümkün değil: “Otoriter bilinen rejimler sokağa çıkma yasağını çok severler ve hemen uygularlar”. Bu pek olmadı, mesela Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump –ki tam bir otoriter olarak tanımlanamaz– buna pek yanaşmıyor. Ya da Brezilya’da Bolsonaro da buna yanaşmıyor.

Ama yakın dönemde en çok dikkat çeken isimlerden birisi olan Hindistan Başbakanı bunu Hindistan gibi bir ülkede 3 haftalığına hayata geçirme kararı aldı ve uygulamaya başladı. Engellemek isteyenlere, riayet etmeyenlere karşı da çok sert yaptırımlar uyguladığını görüyoruz. Bir diğer taraftan, Avrupa’ya baktığımız zaman, Fransa ve İtalya gibi ülkelerin bunu –ki buraların otoriter olarak tanımlanması mümkün değil– kimisi mecburiyetten kimisi tedbir amaçlı –İtalya’nınki daha çok mecburiyet, Fransa’nınki büyük ölçüde tedbir amaçlı olarak görülebilir– yaptıklarını görüyoruz.

Almanya’da bunun tartışıldığını biliyoruz. Almanya’da da sağ partilerin sokağa çıkma yasağına daha fazla yatkın olduğu, ama sol partilerin çok istemediği yolunda birtakım yorumlar göze çarpıyor. Dolayısıyla bu olayın, sokağa çıkma yasağı denen olayın yanlısı ya da karşıtı olmanın aslında siyasî yelpazede çok da fazla bir karşılığı yok. Normal şartlarda, sokağa çıkma yasağı genellikle sağ bilinen siyasî hareketlerin tercih ettiği –çünkü sokağa çıkma yasağı bir anlamda devletin baskıcı yönünü ortaya çıkartıyor– genellikle sol bilinenlerin de buna karşı çıktığı varsayılır. Şu âna kadarki örneklerde, dünyanın değişik yerlerindeki örneklerde böyledir. Ama burada birebir bunun yaşandığını açıkçası görmüyoruz.

Türkiye’de de bakıyoruz CHP istiyor, AKP istemiyor. Böyle ilginç bir durum. Ama bu ne kadar sürdürülebilir? Demin de sözünü ettiğim gibi –Çehov’un silahı gibi– sokağa çıkma yasağı herhalde, bir şekilde uygulanacak. Çünkü rakamlar adım adım yükseliyor ve bir iddiaya göre de Sağlık Bakanı’nın yaptığı açıklamalar, verdiği rakamlar Türkiye’deki koronavirüs realitesini birebir yansıtmıyor. Burada birtakım rakamların gizlendiğinden ziyade, yaşanan birtakım koronavirüs olaylarının tam olarak tespit edilememesi, arada kaybolması ya da şu aşamada hâlâ test edilmemiş binlerce insanın olduğu yolunda –ki dünyanın her yerinde benzer bir husus söz konusu– olduğu yönündeki uzman görüşleri var. Yani Türkiye, koronavirüs denen olayı çok ciddi bir şekilde her geçen gün artan bir dozda yaşıyor. Ve bunun bir yerde kontrolü için, vatandaşın gönüllü karantinasının ötesinde, yani “Evde kal” çağrısına ek olarak birtakım uygulamaların, yaptırımların getirilmesi konusunda çok güçlü beklentiler var. 

Bunu bir şekilde yapacağı kanısındayım iktidarın. Ama zaten burada, şu âna kadarki koronavirüs olayında hep yaşadıklarımız bize şunu gösterdi: Adımlar hep geç atıldı. En son, Cuma günü Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamalara bakın. Şehirlerarası yolculuklar valilik iznine bağlandı, uluslararası tüm uçuşlar iptal edildi, mesire yerlerine gidişler yasaklandı. Sahillerin vs. özellikle hafta sonları kullanılmasının, toplu halde eğlence amacıyla kullanılmasının yasaklanması… Bütün bunlar pekâlâ 15 gün önce de, 3 hafta önce de, hatta bir ay önce de bir şekilde alınabilecek kararlardı. İlk açıklandığında belki “Ne oluyoruz, ne gerek var?” gibi tepkileri yol açacaktı; ama ona rağmen bu riski, bu tepkileri göze alarak bunların önceden yapılması halinde bayağı bir adım atılmış olacaktı.

Bunu, dünkü yayında söylediğim cuma namazı örneğinde de gördük. Önce, o kadar itiraza ve uyarıya rağmen 13 Mart’taki cuma namazını göstere göstere kıldırdı Diyanet İşleri Başkanı — bizzat kendisi Ankara’da ve tüm Türkiye çapında. Ama 3 gün sonra camide cemaatle namaz kılmanın artık olmayacağı açıklamasını da yine aynı Diyanet İşleri Başkanı yaptı. Ama o 3 gün önceki kılınan –ülke çapında inadına kılınan diyelim– cuma namazının ne gibi sonuçlara yol açtığını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Keza Umre olayında olduğu gibi.

Türkiye bazı adımları çok gecikmeden atmış olabilir. Mesela Çin ile seyahati, İran ile giriş çıkışları durdurma gibi birtakım adımları daha zamanlı bir şekilde atmış olabilir. Ama birçok adımı da şu ya da bu nedenle –kimi zaman ekonomik kimi zaman imaj nedeniyle, imaj derken itibar, otorite, güç gösterisi– buna halel geleceği düşünülen birtakım şeylerden imtina edildi. Ama sonra adım adım görüyoruz ki bunların hepsinden geri adım atılıyor. İlk dile getirildiği zaman sokağa çıkma yasağını “FETÖ’cü komplosu” olarak niteleyenler, şimdi “Bakalım, olabilir” gibi cevaplar veriyorlar. Ama bu arada geçen süre içerisinde, kim bilir bu tereddütler ne gibi sonuçlara yol açtı… Böyle bir olayla karşı karşıyayız. 

Sonuçta, Türkiye rakam anlamında şu aşamada birçok ülkeye göre iyi durumda gözükebilir. Ama Türkiye gibi bir ülkenin, bir Belçika’dan bir Hollanda’dan daha az vakaya ve daha az ölüme tanık olacağını söylemek bence hiç gerçekçi değil. Şu andaki rakamlar bunu gösteriyor olabilir, ama Türkiye coğrafi konumu anlamında baktığımız zaman her taraftan binlerce turistin geldiği ve kendi ülkesinden dünyanın dört bir yanına insanların sürekli dağıldığı, bu kadar dinamik, çok sayıda sığınmacının olduğu ve bu sığınmacıların bir kesiminin çok kötü şartlarda yaşadığı bir ülke. Dahası, ekonomik anlamda çok ciddi sorunları olan bir ülke, yoksulluk sınırının altında yaşayan çok kalabalık bir nüfusu olan bir ülke Türkiye. Dolayısıyla Türkiye’de şu rakamlar kesinlikle ve kesinlikle hiçbirimizi rehavete sevk etmemeli. 

Bu rakamlar ileride gelebilecek çok büyük rakamların işaretçisi olabilir. Bunun olmamasını istiyorsak, gerçekten birçok şeyden fedakârlığı iyice artırıp en sert önlemlerin bir şekilde alınmasını sağlamak lâzım. Bu noktada da, devletin daha bir kararlı olması lâzım. Ama bunu yaparken, bütün sivil toplum kuruluşlarına ve diğer siyasî partilere ve tabii ki vatandaşın kendisine bunu anlatması, onlarla birlikte hareket etmesi lâzım. 

Şu âna kadar şunu görüyoruz: Büyük ölçüde ülkeyi yönetenler ilk başta bir tereddüt ettiler, çok fazla görünmediler; ama daha sonra, arada sırada gidip benzer şeyleri vatandaşa söyleyerek, sorumluluğu vatandaşa yükleyerek bu olayın atlatılabileceği gibi bir perspektifi gösterdiler. Ama bununla bir yere kadar gidildi. Bir iddiaya göre, Türkiye’de şu anda zaten bu “Evde kal” çağrıları o kadar etkili oldu ki, yüzde seksen anlamında bir evde yaşamın gerçekleştiği yolunda söylentiler var ya da değerlendirmeler var. Ne derece doğrudur bilmiyorum; ama benim de İstanbul’da kendi kişisel gözlemlerim bunun çok güçlü bir şekilde olduğu yolunda.

Ama henüz tam anlamıyla bu olay noktalanmış değil. Bu olayın noktalanmaması halinde Türkiye’nin ödediği ve ödeyeceği fatura daha da ağırlaşabilir. Türkiye, Hindistan kadar büyük bir ülke değil. Hindistan milyarı aşkın nüfusu olan bir yer, ama onlar bile 3 haftalık bir sokağa çıkma yasağını hemen aldılar — ki Hindistan’ın o âna kadar koronavirüs ile adı çok geçmiyordu. Ama aldılar, çünkü yanıbaşlarında Çin başta olmak üzere birçok ülke bundan çok ciddi bir şekilde olumsuz anlamda etkileniyordu. Ne derece gerçekleştiriyorlar bilmiyorum, çok zor olduğu muhakkak; ama bu kararı aldılar. 

O anlamda Türkiye, Hindistan’ın yaptığını, Fransa’nın yaptığını pekâlâ yapabilir. Kılıçdaroğlu OHAL olmadan da yapılabileceğini söylüyor bunun. OHAL olmadan yapılabilmesi mümkünse gerçekten en doğrusu da budur herhalde. Dolayısıyla “Evde kal”ın yanına, Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi, “Evde tut” sloganını eklemek hiç de fena bir fikir gibi gelmiyor bana. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.