Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sayıca az olanların hak ve hukukunu gözetmek

Türkiye’nin demokraside hangi nokta olduğunu anlayabilmek için çoğunluğun, sayıca az olan kesimlere nasıl davrandığına bakmak yeterli olacaktır. Geçen haftanın gündeminden hareketle gayrimüslimler, LGBTİ bireyler, dinden soğuyan muhafazakâr aile çocukları ve Kürtler üzerine değerlendirmeler.

Yayına hazırlayan: Zehra Lâl Şimşek

Merhaba iyi günler, iyi haftalar

Bugün, geçen haftanın gündemine bakarak ve oradan hareketle sayıca az olanlardan söz etmek istiyorum. Sayıca az olanlardan neyi kastettiğimi adım adım gittiğimde daha berrak bir şekilde göreceksiniz. Öncelikle bir vefat haberi: Prof. Murat Dilmener, İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’nin kıdemli öğretim üyelerinden ve Yoksul Doktoru diye bilinen Dilmener, 78 yaşında koronavirüsten hayatını kaybetti. Bir süredir yoğun bakımdaydı. Ve hakkında her yerde çok güzel yazılar çıktı — ki kendisi bunları sonuna kadar hak ediyordu. Hatta kendisini tanıyanlardan edindiğim bilgiye göre –ben kendisini tanımıyordum ama çok yakından bildiğim kendisini tanıyanlar var–, bu yazılanlar az bile. Peki burada eksik olan esas husus neydi? Murat Dilmener gayrimüslimdi — Süryani, Mardin doğumlu Süryani. Adı soyadı Türk ismi olduğu için insanlar buradan gayrimüslim olduğunu anlamayabilirler. Süryani olduğundan bahsetmek gerekir miydi? Bence gerekirdi bir şekilde. O yazılan haberlerin içinde hiçbir şekilde ben onun gayrimüslim olduğundan, Süryani olduğundan bahsedildiğini görmedim. Kaçırdıklarım varsa, izleyiciler bana bir zahmet onun linkini yollarlarsa memnun olurum. 

Neden bahsetmek gerekirdi? Şimdi denecek ki: “Süryani, Müslüman, Ermeni ne fark eder? Yahudi ne fark eder? Hepimiz Türk’üz, Türkiyeli’yiz, ne fark eder?” Olay böyle değil. Şöyle düşünelim: Murat Dilmener –ya da onu bir kenara koyalım, çünkü o çok saygın bir kişi olarak hayatını sürdürdü ve noktaladı–, diyelim ki herhangi birisi kötü bir iş yapmış olsun, dolandırıcılık olsun, sahtekârlık olsun ya da cinayet işlemiş olsun ve o kişi Süryani ya da Ermeni olsun. Büyük bir ihtimalle başlıkta ya da başlıkta olmasa bile içeride bir yerde onun bu özelliğine, yani kimliğine, dinî kimliğine –ki bizde dinî kimlikler gayrimüslimler için bir anlamda dinî kimliğin ötesinde de bir kimlik oluyor, daha üst bir kimlik olabiliyor– ona bir şekilde değinildiğini görürdük. Böyle bir yaklaşım var; bu çok yaygın, kökleşmiş ve kanıksanmış. Ve eminim şu anda benim bu konuya dikkati çekmemi de birçok kişi bir tür abartma olarak görecek. Ne zaman gayrimüslimler ya da toplumda sayıca az olanlar için bir şey istense, bir hak istense, onlara bir önem atfedilse ya da diğer deyimle “pozitif ayrımcılık” yapılmak istense, hemen eşitlik olayı çıkartılır. Yani denir ki: “Hepimiz eşitiz, ayrı gayrı yok”. Ama sayıca az olanlar, güçleri de az olduğu için, kendi haklarını tam olarak talep edemedikleri için, birçok yerde dışlandıkları için, ayrımcılığa maruz kaldıkları için, değişik zamanlarda, değişik ortamlarda yaşadıkları ortada. O zaman eşitlik söz konusu olmuyor. Eşitlik, ne zaman onlar bir adım öne çıksa ya da öne çıkartılmak istense o zaman söz konusu oluyor. Tekrar Murat Dilmener’e rahmet diliyorum ve bu hususun aslında genlerimize işlemiş bir nokta olduğunu ve “Ne var yani bunda? Ne gerek var Süryani olduğunu söylemenin?” diye tepkiler geleceğini biliyorum. O tepkilerin çokluğu da, eğer çok gelirse, bu aslında benim dikkati çekmek istediğim noktanın ne kadar hayatî olduğunu bize bir kere daha gösteriyor demektir.

İkinci olarak, eşcinsellik meselesi, LGBT meselesi, LGBTİ meselesi. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın yaptıkları ve ardından devletin tam takım yanında yer aldıklarını gördük. Ve bu arada, bu vesileyle de baroların açıklamaları bahane edilerek, çok ciddi bir şekilde Türkiye’de homofobinin devlet eliyle tekrar tezgâhlandığını gördük. Orada da yine ne oldu? Bir şeyler söylemeye çalışanlara, ”Yani sen sapıkları mı savunuyorsun?” gibi çıkışlar oldu, bana da yapıldı. Bir kere LGBTİ olayı bir sapıklık filan değil, bu bir yönelim. Bu yönelimde olanlar sayıca az olabilirler ya da sayılarının ne kadar olduğunu bilmeyebiliriz; çünkü egemen cinsel anlayışın dışında kaldıkları için büyük bir kısmı kendilerini tam olarak ifade edemiyorlar, dile getiremiyorlar. 

Az sayıda olan, dile getiren aktivistler var; o aktivistlerin dile getiriş şekillerini abartarak, oradan hareketle homofobiyi daha da güçlendirmeye çalışıyorlar. Şimdi Ali Erbaş ne demişti? Evlilik dışı ilişkileri de katmıştı, ama esas olarak eşcinselliği katmıştı ve koronavirüs salgınından bunları sorumlu tutmuştu bir nevi. Yani akıl alır gibi değil, ama yapmıştı. Ve bunu da din üzerinden –tabii ki Diyanet İşleri Başkanı olduğu için– meşrulaştırdı, zeminini orada kurdu. Ama daha önce bir iki yayında söz konusu oldu; bu aslında İslamiyet’e özgü bir şey değil. Birçok dinde homofobi ara ara nükseder, özellikle aşırı gruplarda; mesela Amerika Birleşik Devletleri’nde Evanjelist denen grupların bir kısmında –hepsinde değil–, özellikle de televizyonda vaaz verenlerde, her türlü kötülükten bu tür farklı cinsel yönelim sahiplerini sorumlu tutulur. 

Şimdi bu noktada, Bekir Ağırdır’la yayınımızı izleyen bir arkadaşım bir e-posta yolladı, onu size aktarmak istiyorum. Diyor ki: “Tam da şu sıralar Umberto Eco’nun Ortaçağ isimli kitabını okuyorum, sayfa 103. Enteresan bir tesadüf, bana tarih tekerrürden ibarettir dedirtti.” Oradan şu alıntıları yapmış: “Doğu Roma İmparatoru Justinianus devrinde, Konstantinopolis 541-542 yıllarında hıyarcıklı veba salgınından perişan haldedir, ardından kıtlık da olur, isyan çıkar. İmparator, bu salgından eşcinsellerin günahkârlıklarını sorumlu tutar ve 542 yılında çıkardığı yasa ile eşcinselliği yasaklar.” Devam ediyoruz yine aynı kitaptan, Umberto Eco gerçekten bu konuların allâmesiydi: “558 yılında Ayasofya’yı da kısmen yıkan büyük İstanbul depremi olur, yine kıtlık ve isyan çıkar. 559 yılında yine günahkârları ve eşcinselleri sorumlu tutan yasa çıkar. Garibanlar cezalandırılır. Bu arada tarihçilere göre, devletin asıl zayıflama nedeni Antakya-Suriye-Irak hattında Sâsânîler’le sürdürülen bitmeyen savaşlardır.”

Evet bu da aslında olayın hiç de böyle bir cinsel yönelim vs. meselesi olmadığı, devletlerin tarihi boyunca olayın sadece İslam’la sınırlı olmadığını bize gösteriyor. Burada tarih boyunca, kim bilir bir kitabın 2 sayfasında çıkan örnek tarih boyunca kim bilir nerelerde, hangi yaşanan belalardan; yine farklı farklı yönetimler, farklı farklı dinler, yine farklı cinsel yönelim sahiplerini sorumlu tuttular. Bunu da herhalde, özellikle bu konularda çalışan tarihçiler biliyordur. Burada da görülüyor ki, sayıca çok olanlar ya da sayıda çok olduklarını düşünenler ve buradan kendilerine iktidar alanlar, iktidar sahipleri, kendi beceriksizliklerini örtmek için en kolaya yöneliyorlar. Ve az olan, kendini koruma imkânı olamayan, sesini çıkartamayan, yeterince gür çıkartamayan kesimleri bir şekilde lânetliyorlar. Daha önce de söyledim, tekrar söylüyorum: Son derece başarısız bir Diyanet İşleri başkanı olan Ali Erbaş, bu çıkışıyla kendine devlet içerisinde bir alan açtı. Baroların o açıklamaları olmasaydı bu kadar etkili olmazdı, onu da özellikle vurgulamak isterim. Ama her halükârda onun bu homofobik yaklaşımı, aslında Türkiye için, 21. yüzyılda, 2020’de, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına 3 kala, bir ülke için hiçbir şekilde bir gurur meselesi falan değil. Dünya bunları çoktan gerilerde bıraktı. Aslında Türkiye de geride bıraktı. Türkiye’de aslında bu tür egemen olandan, yani heteroseksüel anlayıştan farklı cinsel yönelimler aslında hiç de o kadar azınlık, marjinal değil. Türkiye tarihi boyunca, ta Osmanlı’dan beri gelen –ki daha gerisinde de muhakkak vardır–, bu tür cinsel yönelimler hep var; kimi zaman suçlanmışlar, ama büyük ölçüde toplumların içerisinde bunlar bir şekilde varlıklarını sürdürmüş. Halen şu anda Türkiye’de de bu konuda, yani böyle bir avuç insanın yönelimi ya da bir sapıklığı, sapkınlığı falan değil. Eminim bundan şikâyet edenlerin, bunu bir sapıklık olarak görenlerin de yakın çevrelerinde –uzağa gitmelerine gerek yok–, yakın çevrelerinde bu tür farklı yönelimleri olanlar vardır. Buradaki sorun, bu farklı yönelimi olanların önemli bir kısmının bu yönelimlerini ifade etmekte zorlanmasıdır, ifade etmekten kaçınmasıdır. Şöyle bir şey tasavvur etmek mümkün değil: Şu anda camiler kapalı, ama camilerin açık olduğu zaman, Cuma namazlarını dolduran, Bayram namazlarını dolduran, ya da vakit namazlarını kılanların hepsinin heteroseksüel olduğunu falan kimse iddia edemez. Farklı cinsel yönelimleri olup, pekâlâ kendini Müslüman, dindar gören çok sayıda insan vardır. Ben şahsen tanıdım, eminim birçok kişi de biliyordur. Dolayısıyla bu tür şeyler, bu tür çıkışlar sadece ve sadece siyaseten tıkanılan yerlerde olayı geçiştirmek, kendi sorumluluklarını ve eksikliklerini örtbas etmek için başvurulan şeylerdir.

Buradan din konusunda devam etmek istiyorum. Bir yayın yaptım, o yayında da “Muhafazakâr ailelerin çocuklarının anlam arayışı” diye bir yayın yaptım. O yayını bana yaptıran bir tane e-posta idi, çok çarpıcıydı. Onun ardından, o yayının ardından çok sayıda mesaj geldi; kimisi elektronik posta şeklinde, kimisi YouTube’da ve diğer yerlerde, sosyal medyada yorumlar şeklinde. Ve aslında sayıca az oldukları bilinen, seslerini açıkça çıkartmaktan imtina eden, çekinen, ama çok sayıda arayış içerisinde olan, ailelerinin dayattığı ve devletin şu anda kendilerine dayattığı İslam anlayışı dışında bir İslam arayan; bu konuda zorlanan ve zorlandıkları için de, İslam’ın dışına, yani deizm hatta ateizme de yönelen, yönelebilen insanlar olgusu gerçekten görünenin çok çok ötesinde. Bu zaten bildiğim bir şeydi, zaten gözlemlediğim bir şeydi. Bu hareketi uzun bir süredir takip eden bir insan olarak, geçen yayında da söyledim; hareketin taşıyıcı unsurlarında, 80’li yıllardan itibaren taşıyan unsurlarda bile çok ciddi tereddütler var. Ama onların çocuklarındakinin çok çok daha fazla olduğunu zaten görüyordum, duyuyordum, gözlüyordum ve buraya gelen tepkilerde de, daha sonra benim o yaptığım yayına tepkilerde de; sayıca az olsalar da, ya da sayıca az görünseler de, egemen çoğunluğun İslam yorumundan farklı bir yoruma sahip olan ve onun dayattığı sınırlar içerisinde kalmak istemeyen; kimi zaman –lâf buna tam uyar mı ama– takıyye yapan böyle insanlar var, böyle gençler var. Ailelerinin yanında, onlarla sorun yaşamamak için onlarla birlikte ibadet eden, onların söylediklerini yapan, ama dışarıda bambaşka hayatlar yaşayan, yaşamak isteyen çok insan var –kadın erkek– ve 30’lu yaşlara kadar gelen bir dilimde çok ciddi bir arayış var ve bu arayış genellikle tekil oluyor, çok zorlanıyorlar. Ender olarak birbirlerine benzer insanlarla karşılaşıp birlikte nefes almaya çalışıyorlar; ama her birinin kendi başına çok ilginç mücadeleler verdiklerini görüyorum, duyuyorum. Ve burada bu yayından sonra gelen tepkilerden ya da paylaşımlardan birisi de eşcinsel bir gençtendi. O da kendisi dindar bir aileden gelen birisi olarak, eşcinsel yönelimini fark ettiği andan itibaren yaşadığı dönüşümü ve yaşadığı dışlanmayı anlatıyordu — ki böyle öykülerin de çok fazla olduğunu tahmin ediyorum. Burada bu sorun nasıl çözülür? Bu sorun kolay kolay çözülmez. Tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde hep böyle; ana akımın dışında, ana akımın içinden çıkan ama ona aykırı davranmak isteyen ya da ona eleştirel yaklaşan hep özellikle gençler olmuştur. Bu gençler dışlanmışlardır ve bu gençler bir şeyleri, kendi hayatlarında başladıkları değişimi adım adım geliştirmeye çalışırlar; ama sonra bakarız ki, belli bir süre sonra da onların bu değişimi yeni bir statüko oluşturmuştur. Bu noktada Batı’daki 68 olayı çok çarpıcıdır. 68’in isyankâr gençlerinin daha sonra, mesela Fransa’da, Almanya’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde nasıl, statükonun, ama yeni statükonun önde gelen unsurları oldukları görülmüştür. Onlar da bu noktalara, en çok 68 dönemindeki isyankârlıklarıyla, itirazlarıyla gelmişlerdir. Tarihin bu anlamda çok ilginç bir dönüşümü var.

Son olarak, sayıca az derken, Kürtlerden bahsetmek istiyorum, Kürtlerden bahsetmeyi de –geçen haftanın gündeminden taşıyacak olursak–, erken ya da baskın seçim tartışmaları bağlamında bahsetmek istiyorum. Olur mu olmaz mı? Bilmiyoruz. Olmaz gibi görünüyor; ama Türkiye’de olmaz olmaz. Her şey mümkün; çünkü artık Türkiye olağan bir ülke olmaktan çıktı; var olan sistem, Erdoğan’ın başında olduğu sistem, kendini yeniden üretemiyor. Çok ciddi bir tıkanıklık içinde. Her neyse; erken ya da zamanında bir seçim olduğu zaman, olacağı zaman, anahtarın yine esas olarak Kürtler olduğu gözüküyor. Bunu şundan özellikle söylüyorum, geçen hafta yaptığımız tartışmalarda, benim tek ya da Bekir Ağırdır’la ya da Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek’le yaptığımız tartışmalarda, dönüp dolaşıp olay bir yerde, muhalefetin adayı kim olacağa geliyor ve orada da en çok akla gelen iki isim var. Tabii ki öncelikle Ekrem İmamoğlu, ardından Mansur Yavaş. Mansur Yavaş konusunda da şöyle spekülasyonlar çok yapılıyor: “İktidarın tercihi Mansur Yavaş’ın öne çıkması, çünkü Mansur Yavaş ülkücü hareketten geldiği için, Türkiye’de Kürtler’in oyunu alamaz” deniyor. Yani bu 31 Mart seçimlerinde de böyle denmişti. Aslında almıştı bir şekilde, belediye olduğu için belki daha kolaydı alması. Ama İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun aldığı yoğunlukta almamış olabilir, orası tartışmaya açık. Ama Mansur Yavaş’ın önünde böyle bir sorun olduğu söyleniyor. Buradaki sorun aslında Mansur Yavaş sorunu değil. Buradaki sorun, Kürtler’in konumuyla ilgili bakış. Gerçekten Türkiye’de Kürtler, hele böyle yüzde 50 artı 1 oyu alanın kazanacağı, her şeyi alacağı; alamayanın da her şeyi kaybedeceği bir seçim sisteminde, herkes kadar, ama herkesten daha fazla Kürtler, bir seçmen grubu olarak çok öne çıkıyorlar, belirleyici oluyorlar; ama sorun şu ki onlar sadece seçim zamanında hatırlanıyorlar ve onlarla kurulan ittifaklar da hep genellikle gizli oluyor.

Bir diğer husus, yine bu bağlamda son günlerde, İYİ Parti sözcülerinin –ki onlar 31 Mart ve 23 Haziran’da ittifakın en önemli bileşeniydi, açık bileşeniydi CHP ile birlikte; açık olmayan bileşen de HDP idi, mâlûm–. İYİ Partililerin sık sık HDP karşıtı çıkışları oluyor ve buranın üzerinden siyaset yapmayı öne çıkartıyorlar. Neden böyle yapıyorlar? Her şey bir yana, İYİ Parti HDP’den daha az oy alan bir parti. Ama bu iki parti birbirinin rakibi değil aslında, yani birbirleriyle yakın seçmen kitlelerine sahip değiller. Dolayısıyla bunu niye yapıyorlar? Büyük ihtimalle, MHP tabanından ya da milliyetçi tabandan kendilerine gelen ya da gelebilecek olan tepkileri nötralize etmek için yapıyorlar; ama burada da yine hep görüyoruz ki Kürtler ve onların yoğunlukla desteklediği hareketler, partiler genellikle bir özne olarak kabul edilmek istenmiyor ya da ancak “gizli özne” olarak var olmaları isteniyor. Bu da hiç hakkaniyetli bir durum değil. Çok söylediğim, yıllardır söylediğim, bıkmadan tekrarladığım bir şeyi, tekrar burada söylemek istiyorum: Türkiye’de kim Kürtler’i kazanırsa, tüm Türkiye’yi kazanır. Bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ın en güçlü olduğu, AK Parti’nin güçlü olduğu dönemleri hatırlayın. Ya da örneğin son seçimlerde, yerel seçimlerde CHP’li belediyeleri hatırlayın. Ama bunun ötesine gitmekte yarar var. Kim ki sayıca çoğunluk olan kesimde yer almakla birlikte, sayıca az olan kesimlerin dertlerini, taleplerini dinler, anlar ve onların yerine getirilmesi için çaba sarf ederse; işte esas onlar kazanır. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.