Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (15): Trollerin yeniden yapılanması, Cihat Yaycı olayı ve Avrasyacılık, Gelecek ve Deva partilerinin durumu

Ruşen Çakır ile Kemal Can, Tümamiral Cihat Yaycı’yı istifaya götüren sürecin siyasi bir temeli olup olmadığını; Gelecek ve Deva partilerinin durumunu ve iktidar yanlısı trol örgütlenmesinde son dönemde göze çarpan değişiklikleri konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Yeni bir “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını değerlendireceğiz ve önümüzdeki haftada neler yaşanabileceğini konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Bu hafta çok çok büyük olaylar olmadı, ama siyasette “yeni normaller”in şekillenmekte olduğu gibi bir hissiyata kapıldım. Organize trollerin atakları konusunu da ele alacağız; ama önce, günlerdir konuşulan ve daha da konuşulacağa benzeyen, haftanın en önemli olayı Tümamiral Cihat Yaycı meselesinden başlayalım. Ben bu konuyla ilgili başlı başına bir yayın yaptım, onun için aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Olay, ordu içerisinde bir iktidar savaşı gibi gözüküyor; ama iktidarın çevresinde olduğunu bildiğimiz tarafların, bu olayda farklı konumlar aldığını gördük: “Adama yazık ettiler, harcadılar” diyenler var. Diğer taraftan, “Gayet normal, o da çok medyatik olmak istiyordu” diyenler var. Ama aynı kampın insanları arasında bir kopuş yaşandı ve tabii ki işin içine bir FETÖ boyutu da katıldı: Cihat Yağcı, FETÖ’ye karşı mücadelenin bayrak ismi, “FETÖMETRE” algoritmasını yaratan kişi olarak sunuldu. Öte yandan, “Ona Balyoz Davası’nda hiçbir şey olmamıştı. Yoksa o da mı FETÖ’cüydü? Zaten bir akrabası da FETÖ’den yargılanıyordu” diyenler var. Bir de tabii Fethullahçılar bu tür şeyleri hiç kaçırmazlar; yurtdışında yaptıkları yayınlarla ânında olaya daldılar. Hep yaptıkları gibi, olayı yorum olarak değil de bilgiymiş gibi veriyorlar. Bir zamanlar Fuat Avni yapardı, bu da onun bir başka versiyonu. Onlara hâlâ inanan insanlar, bu olayda hem Fethullahçılar’ın okumasını görüyorlar, hem de şöyle bir başka anlamı oldu bana kalırsa: “Bu Fethullahçılar devlet içinde hâlâ çok güçlüler, en mahrem konulara bile hâkim olabiliyorlar.” Açıkçası ben böyle olduğu kanısında değilim. Sözü sana bırakayım. Sen nasıl görüyorsun Yaycı olayını?

Can: Senin hem bu konuda yaptığın yayını, hem ulusalcılık meselesini değerlendirdiğin yayını izledim. Diğer benzer tartışmalara da baktım. Senin söylediğin iki noktayla, bu olaya ve bu olayla ilgili yaptığın değerlendirmelere katılıyorum. Ama şu nokta benim dikkatimi çekiyor — bu sadece bu olaya özel değil; daha önce de gördük ve bundan sonra da daha sık göreceğiz: Bu ekipler, gruplar, iktidarın içinde ya da çevresinde öbeklenmiş küçük çevrelerin, ideolojik, politik ortaklığını tarif etmek iyice zorlaşmış durumda. Mesela Doğu Perinçek’in iktidara yakın medyanın starı haline dönüşmüş olması, bunun karşılığında onun da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son derece sorunlu çıkışına son derece güçlü destek vermesi, Tümamiral olayında gördüğümüz gibi, şimdiye kadar birbiriyle yan yana durduğunu düşündüğümüz insanların tam tersi tezlerle ve aynı argümanları kullanarak birbirlerini suçlamalarından, iktidar blokunun içerisindeki ideolojik hatlar, ekipler, politik çizgiler meselesinin aşırı bulanıklaştığını anlıyoruz. Bu, bize şöyle bir şeyi gösteriyor: Tek tek vakaların kendi özelliklerinden izleyebildiğimiz bir şey olmakla birlikte, bir yandan da, senelerdir söylediğimiz “Her şeyin iktidarda kalma önceliğine, iktidarı destekleyen çevrelerin de her şeyin iktidarla ilişkinin gücüne indirgendiği”, politik hassasiyetlerin ya da ideolojik duyarlılıkların ikinci plana atıldığı, o anda ve o durumda ne kadar etkili ve güçlü olunduğunun ya da iktidara ne kadar yapışık veya onun üzerinde ne kadar etkili olunduğunun en temel mesele haline geldiğini görüyoruz. Bence şimdiye kadar yine sorunluydu; daha önce de bunun işaretleri vardı; ama bu çok aşikâr bir hâle geldi. Hem bu son görevden alma ve peşinden gelen istifa olayında, hem de –Soylu meselesinde de biraz gördüğümüz– tuhaf biçimde çok sert suçlamalarında –bunu bazı trol faaliyetlerinde de görüyoruz– muhalif medya veya sosyal medyaya “Birbirlerine düştüler” diye yansıyor; ama bu birbirine düşmenin ya da birbirini suçlamanın arkasında, daha küçük çıkar ve ilişki öbeklerinin, ahlakî, siyasî, ideolojik nirengi noktalarının kalmaması ve tıpkı, iktidarın tek önceliğinin iktidarda kalmak olması gibi, onların da, iktidarla ilişkilerini tek öncelik haline getirdikleri ya da iktidar üzerindeki etkileri çok aşikârlaştı.

Çakır: Burada araya gireceğim. Aslında ideolojik bir şey yok. Kimin niye savunduğu, kimin niye karşı çıktığı çok anlaşılmıyor.

Can: Zaten benim söylediğim, görünürlüğü arttı. Zaten böyleydi, şimdi artık bunu saklayamaz duruma gelindi; her yerden patlıyor. 

Çakır: Tabii burada başka önemli bir nokta var: Bu olayda da, başka olaylarda da görüyoruz; tarafların her biri, hiçbir şekilde Erdoğan’a dokunmuyor. Herkes, sırtını Erdoğan’a vererek pozisyon almaya çalışıyor. Aynı anda hepsinin haklı olması söz konusu olamaz. Erdoğan kararnameyi imzalıyor. Ama istifa eden kişi Erdoğan’dan saygıyla bahsediyor. Ve onun adına konuşan birileri de, onun Erdoğan’a bağlılığını vurguladığını söyleme ihtiyacını hissediyor. Bu başka bir husus. Ama bir başka önemli husus da şu: Hani Türk filminde klasik bir cümle vardır ya, “Durun! Siz kardeşsiniz!” diyerek araya girer. Burada araya giren kimse yok. Normal olarak etrafındaki bu kadar insanın, önemli ya da önemsiz bir meselede birbiriyle bu kadar kavga içerisine girip birbirini tüketmesi… Biliyorsun bu tür kavgalarda genellikle kazanan olmaz; her iki taraf da kaybeder; kimin daha fazla kaybettiği ya da daha az kaybettiği üzerinden bir kazanç hesabı yapılır. Sonuç olarak bu olay, iktidarın kaybetmesine neden oluyor. Ama iktidarın başında, herkesin de bîatını tekrarladığı Erdoğan ve Erdoğan’ın bu işlerde kullandığı ekibi, bu olaya müdahale etmiyor ya da edemiyor. Yaycı olayında, o bunu dedi, öteki şunu dedi ve sonunda bir kılıç gelip, “Tamam, olay kapanmıştır” diyecek. Açıkçası bunu bekledim, ama böyle bir şey olmadı. Birtakım haber kanallarında hâlâ bunu konuşuyorlar ve hâlâ haklı-haksız kavgası yapıyorlar. Bu, sürmesinden iktidarın çıkar elde edebileceği bir kavga değil ki. Bir an önce bitirmesi lâzım, ama bitiremiyorlar. Gösterdiği böyle bir zaaf var diye düşünüyorum.

Can: Evet. Zaten, iktidarın genel stratejisiyle ilgili bu. Bir süredir, hem ekonomik koşullar nedeniyle, hem iktidarın yönetememe krizi nedeniyle, mesele, faydayı paylaştırmak, imkânları bölüştürmek, çıkarları tatmin etmek değil, zararı aza indirmek. İktidarın, hem siyasî, hem ekonomik krize, hem de salgın krizine yaklaşımı, hep, zararı ve asıl olarak da kendisine gelebilecek zararı kontrol etmek üzerine kurulu. Bütün stratejinin özeti bu. Dolayısıyla, buna dâhil olan herkes de, daha fazla fayda, daha fazla güç temininden çok, bir tür savunma pozisyonunda; daha az zarar görmeye ya da şu türbülanstan daha az hasarla geçmeye çalışmaya gayret ediyor. Herkesin refleksi, daha fazlasını istemek değil, eldekini kaybetmemek. Eldekini kaybetmemek üzerine kurulan bütün stratejiler de tutarlılık taşımıyor; pozisyona göre, çok birbirinin zıttı olan şeyleri savunabilmeyi mümkün kılıyor. Bu, önümüzdeki dönemde de artarak devam edecek. Zaten, bunu yeni oluşan bir durum olarak düşünmüyorum. Çok uzun bir süredir bunun “yeni normal” olarak söylenen bir durum olduğunu, ama çok da yeni olmadığını düşünüyorum. Ama şimdi olan şey, eğer bunu maksatlı biçimde görünür hale getirip köpürtmüyorlarsa –ki sanmıyorum, pek öyle durmuyor–, artık tutulamaz biçimde fazla görünür olduğunu düşünüyorum. 

Senin söylediğin “Erdoğan’ı ayrı tutma” meselesinde de şöyle bir şey var: Evet, herkes bir biçimde, nihaî olarak Erdoğan’ın mutlak otoritesinin zarar görmemesine göre pozisyon alıyor. Bu, kısa vadede, onun gücünü yüksek tutmasına ya da bu hamleleri yapanların ona yaslanarak durumlarını korumalarına yarıyor; ama dolaylı olarak onun yıpranma sürecini hızlandırıyor. Çünkü hiç ona toz kondurmuyorsanız, onun çevresinde birilerinin kötü olduğunu ama onun yanlış yapmadığını ya da yaptığı her şeyin doğru olduğunu iddia ediyorsanız, bu, bir vadede, artık kaçınılmaz olan sorunların hepsinin adresi haline gelmesinin de mutlaklaştırılması haline gelir. Bir süre sonra bu tür şeyler açık tartışmalara neden olmaya başladığında, herkes birbirine yaşananlarla ilgili suçlama yöneltirken, aslında bunun arkasında Erdoğan’ın olduğunu işaret ettikleri, ona toz kondurmaz kılıkta “asıl sorumlu” etiketi yapıştırdıkları için, şu anda gücünün yüksek olduğunu anlatmak, uzun vadede onun güçlenmesine değil, sorunlarla baş edemediği takdirde, zayıflamasına neden olacak bir şey.

Çakır: Yaycı olayıyla birlikte tartışılan bir başka husus daha var: Türkiye’nin stratejik tercihlerinde değişiklik yapma ihtimali. Yaycı, bir tür ulusalcı, Avrasyacı gibi çiziliyor. Özellikle “Mavi Vatan” teorisi, Libya ve Doğu Akdeniz meselesi konusunda, Yaycı’nın bu fikirlerin mimarı olduğu söyleniyor — ki Erdoğan da bunu birkaç kez söylemiş. Buradan hareketle, bunun, Türkiye’nin Avrasyacılık’tan kopuşunun da bir işareti olarak okuyanlar var; pozitif anlamda okuyanlar var: “Bu iyi bir şey. Yaycı’nın ekarte edilmesi iyidir” diyenler var. Bir de, tersine, aynı şekilde okuyup, bunun yanlış olduğunu söyleyenler var. Bu, özellikle de ekonomiye bağlanıyor: Her ne kadar Ekonomi Bakanı Türkiye’nin büyük atılımlar yaptığını söylese de, “Türkiye’de salgının ardından ekonomik gerçekler çıplak bir biçimde ortaya çıkacak ve Türkiye tekrar Batı’ya yönelecek, IMF’ye kadar gidecek” senaryoları yazılıyor. Bu bağlamda, Rusya’dan, o Avrasyacı çizgiden uzaklaşma ve Batı’ya yanaşma olarak söylenip, Yaycı olayı da buna bağlanıyor. Ben, özellikle ekonomik nedenlerle, mecburen Batı’ya bir yönelim olacağı kanısındayım. Ama açık söylemek gerekirse, Yaycı olayının bununla bir bağlantısı olduğunu sanmıyorum. Bu tamamen bir iç mesele. Anladığım kadarıyla, Hulusi Akar’ın ve Hakan Fidan’ın sorunlu gördükleri birisi ve onun üzerine bir şekilde çarpı attılar. Cumhurbaşkanı da bunu onayladı diye düşünüyorum. Buradan, Batı’ya yöneliş için kurban verme teorisi bana çok inandırıcı gelmiyor. Ama Batı’ya yönelme ihtimalinin hiç de yabana atılmayacağı kanısındayım. Sen ne düşünürsün?

Can: Evet, katılıyorum. Zaten bu olay özelinden başlarsak; bu olayda verilen reaksiyonlar ve özellikle Avrasyacılığı daha bir çizgi olarak kullanmaya yakın Aydınlık grubunun tutumu, senin dediğin yorumu destekliyor. Zaten bu Avrasyacılık meselesinin, özellikle Suriye meselesi ve galiba şu sıralar ısınmakta olan Libya dolayısıyla, çok işe yarar ve olabilir bir seçenek halinde kalması pek mümkün olmadı. Zaten, Erdoğan ve iktidarın önemli bir kısmı, bu Avrasyacılık ve Rusya ile yakınlaşma meselesini biraz Batı’yı yola getirmek için bir pazarlık kozu olarak değerlendirdiler. Ama ona da çok yaramadı, çünkü Rusya ile girilen ilişki, “Gireriz ha!” ilişkisi, S-400 meselesi dışında, çok da yürüyebilir görünmedi. Dolayısıyla, Batı, bundan büyük bir endişe duyup Türkiye’ye sarılmadı. Mülteci kozu, o sınıra yığılan insanlarla yaratılabilecek tazyik de, salgın nedeniyle bir biçimde boşa düştü. İyi de oldu; insanlar sınırda ölmeyecek, o tür şeyler yaşanmayacak. Ama tabii salgın riski dolayısıyla nasıl bir etki yaratacak onu da bilmiyoruz. Bütün bunlar bir araya geldiğinde ve senin söylediğin gibi, işin ekonomik boyutu dikkate alındığında, zaten Avrasya’nın, ekonomik olarak Batı’ya alternatif olabilmesi mümkün değildi. Hiçbir ölçeğe göre, hiçbir kaynak tanımına göre, “Batı’dan kopalım ve Avrasya hattına geçelim”in bir gerçek karşılığı yok. Hele ki bugünün iktisadî koşullarında ve Türkiye’nin, bu salgından önce içine girmiş olduğu kriz koşullarında… Dolayısıyla, dışarıdan gelecek sıcak ya da sıcak olmayan kaynaklara büyük ölçüde ihtiyacı var. Bunun gelebileceği kaynaklar da çok net. Evet, orta ve uzun vadede kendine başka seçenekler ya da yumurtayı tek sepete koymayan seçeneklerini çoğaltmayı düşünebilir Türkiye; ama burada, birinden vazgeçip diğerini seçmek gibi bir şansı zaten yoktu. Ayrıca, bu salgın dolayısıyla oluşan yeni tabloda, hem petrol fiyatlarındaki düşüş, hem salgının yarattığı efekt, Avrasya hattının iktisadî olarak seçilebilir taraf olmasını kesinlikle imkânsız hale getirdi. Bu işin askerî ve diplomatik tarafındaki sıkıntıları da zaten biliyoruz. Ama bu tezin, yani Batı-karşıtlığını, özellikle Amerika-karşıtlığını ve asıl olarak da, Batı değerleri mantığı anlamındaki, daha çok, kültürel eksenini –belki ekonomik olarak Batı’ya daha çok yakınlaşma, ama bu yakınlaşmayı siyasî ve ideolojik olarak dengeleyecek biçimde–, kültürel anlamda Batı-karşıtlığının da tırmanabileceği bir sürece girdiğimizi düşünüyorum. Avrasyacıların dışında, daha sağ referanslarla karşı durulan Batı kültürel değerleri meselesi –kadın meselesi, ya da İstanbul Sözleşmesi vesilesiyle– tartışmaya açılıyor. Birtakım temel demokratik talepler ve haklar açısından da bu durumun biraz sertleşebileceğini düşünüyorum açıkçası. Yani ekonomik zorunluluklar yüzünden Batı’yla kapıyı açma mecburiyeti arttıkça, bunu dengeleyecek… Çünkü kaçınılmaz olarak bu temel tezi bozan bir şey.

Çakır: Yani Batı’nın parasını alıp, kültürünü almama meselesi.

Can: Evet. Hani şu klasik “Batı’nın iyi taraflarını alalım” cümlesi var ya. Sanki bu açık büfe kahvaltı; istediğin şeyleri alıyorsun, istemediğini almıyorsun gibi. Para aldığında, kuralları da alıyorsun.

Çakır: Sosyal medya üzerinde çok organize bir kadın düşmanlığı sergilendi: Güçlü kadınlara karşı, sırf kadın oldukları için –tabii ki iktidar yanlısı olmadıkları için de– saldırıldı; ama iktidar yanlısı olmayan çok erkek de var, onlar böyle grup halinde bir linçe ve iğrenç bir saldırıya maruz kalmadılar. Bu olay da bunun bir versiyonu olarak gözüküyor. Bu aslında bana şunu düşündürtüyor. Sosyal medyanın gelişimiyle beraber, hakikat-sonrası çağda çok gündeme gelen “trol” meselesi, öteden beri tartışılan, tüm dünyanın bir meselesi haline geldi. Tek tek bireysel olarak troller var elbette. Ama demokrasinin, çoğulculuğun ve düşünce özgürlüğünün en önemli sorunlarından birisi, organize trollükler ve organize kötülükler. Dünyanın her yerinde bunun değişik örnekleri var. Bunu özellikle aşırı sağ, faşist ve ırkçı hareketler çok daha örgütlü bir şekilde yapıyor. Bir de tabii ki, devletler, iktidarlar, buraya kaynak aktarıyor. Bunun ustalarının Rusya olduğu söyleniyor. Çin ve İran’ın da ayrı bir yeri var. Doğu Avrupa’da, eski komünist ülkelerin bir kısmında ve Türkiye’de de var. Son günlerde şöyle bir şey gözlüyorum — kadınlara yönelik saldırı buna giriyor mu tam olarak emin değilim: Son günlerde Türkiye’de, iktidar yanlısı trollerin sanki yeniden bir yapılanmaya girdiklerine dair bir gözlemim var; daha profesyonel, daha örgütlü, daha senkronize ve daha yoğun çalışıyorlar. Aynı anda birden fazla konuyu ele alıyorlar. Eskiden şöyle olurdu: Birileri bir şey yapardı, ardından gelen gelirdi. Şimdi çok daha örgütlü olduklarını düşünüyorum. Birtakım nokta atışları yapılıyor. Kendilerince muhalefetin zayıf gördükleri yerleri, kimi zaman doğru da olabilen ama büyük çoğunlukla çarpıtılmış, yalan bir bilgi ya da içerik üzerinden, hızlı bir şekilde bir araya gelerek, bir kişiyi hedef alıp saldırmak yerine, birden fazla kişiye aynı konseptle saldırıyorlar. Mesela, kaçak bina meselesi ya da lüks hayat meselesi gibi. Buralarda çok örgütlü bir biçimde çalışıyorlar. Eskiden de örgütlüydü ama zayıftı. Türkiye’deki sosyal medya realitesine çok denk gelen yapılar değildi. Dikkat çekiyorlardı ama sadece agresiflikleriyle dikkat çekiyorlardı. Şimdi sanki biraz daha çalışılmış gibi -birileri tarafından da eğitilmiş olabilirler–; birtakım özel stratejiler geliştirdikleri ve yeniden yapılandıklarını düşünüyorum. Önümüzdeki dönem, bunun, iktidarın siyaset yapma biçiminde çok daha fazla öne çıkacağı kanısındayım. Şu anda Türkiye’de iktidar adına siyaseti Erdoğan yapıyor; Erdoğan’dan başka kimse konuşmuyor. Konuşuyorsa bile, insanlar çok umursamıyor. Kaldı ki, Erdoğan’ın konuştuklarının büyük bir kısmı da çok ilgi çekmiyor. Olağanüstü durumlar dışında, Erdoğan’ın yaptığı konuşmaları baştan sona izleyen, ona göre birtakım tavırlar geliştiren çok sayıda insan kaldığını sanmıyorum. Dolayısıyla, bu organize trollük, siyaseti yapma alanı olarak, sanki devletin bir birimi gibi, bir propaganda bakanlığı gibi çalışıyor. Bunun, her geçen gün daha fazla öne çıkacağı kanısındayım. Tabii ki bunun normal medyada da ayakları var. Normal medya dediğimiz de zaten, büyük bir kısmı iktidar tarafından destekleniyor. İşin ilginç tarafı, normal şartlarda bu kadar güçlü bir medya kontrolü olan iktidarın, sosyal medyada böyle yeniden bir yapılanmaya girmesi gerekmeyebilirdi. O medya kuruluşları, televizyon kanalları, internet siteleri, radyolar, gazeteler yetmeliydi. Bu aslında, bütün bu medya hâkimiyetinin hiçbir işe yaramadığını da gösteriyor. Bu yeniden yapılanma, muhtemelen önümüzdeki günlerde kendini çok daha fazla kendini gösterecek ve belli bir ağırlık koyacak; ama zemini sağlam olmadığı için çok başarılı olabileceği kanısında değilim. Sanki bana yangından önce son çıkışmış gibi geliyor; iktidarın propaganda inisiyatifini ele geçirme yolundaki son örgütlü çalışmasıymış gibi geliyor.

Can: Evet, olabilir. Senin söylediğin gibi, dikkat çekici. Sosyal medyada günde bir iki tane, sistemli, “hashtag” açılarak, sonra onun devamı, onun içerdiği suçlamadaki insanı hedefe koyan bazı şeylerle süren, biraz organize olduğu anlaşılan bir hareketlilik var. Dediğin gibi, hazırlık, ekiplerin tazelenmesi, ekiplerin çoğaltılması ya da kendi aralarındaki gerilimlerden anladığımız kadarıyla, birbirine rakip ekiplerin bir etkinlik mücadelesini sürdürüyor olmaları, bu hareketliliği de artırıyor. Ama galiba bu, izolasyon koşulları, evde kalınması, sosyal medyanın daha çok öne çıkması, gündelik hayatın ve politik faaliyetin büyük ölçüde bir sosyal medya, dolayısıyla trollük faaliyetine dönüşmesi, resmî politik aktörlerin bile twitter fenomenleri gibi davranması… Hatta daha ileri gidip, Cumhurbaşkanı, bir muhalefet partisinin ilçe gençlik kolu başkanının ne yaptığı ile ilgili açıklama yapıp, onun gözaltına alınması ya da tutuklanması talimatını sosyal medya üzerinden verebiliyor. Ya da parti sözcüleri, doğrudan, basit dedikoduların devamcısı açıklamalarla sahne alabiliyorlar. Ve aslında, söylediğin gibi, konvansiyonel medyanın ya da büyük ölçüde iktidarın kontrolündeki medyanın da, kendisi bir içerik üretmekten çok, sosyal medyada oluşan havayı ekranlara taşıma işini yaptığını görüyoruz. Bu daha önce, özel televizyonların arttığı dönemde, gazetelerin de yaşadığı bir türbülanstı. “Televizyonlar gazeteciliği öldürecek mi?” tartışması yapılırken, bir süre sonra gazeteler, kendilerinden daha sonra çıkan televizyonun içeriğini haber yapmaya başladılar; televizyonlarda bir şey oluyordu, ertesi gün gazetelerde, televizyonda ne olduğunun haberini görüyorduk. Halbuki tersi olması beklenir.

Şimdi medya faaliyeti, büyük ölçüde sosyal medya alanına bakılarak yapılıyor. Bu yüzden sosyal medya çok fazla ağırlık kazanıyor. Normal televizyonlar, gazeteler, sanki orası hayatın tamamıymış gibi, sosyal medyada olanları haber haline getiriyorlar ve bize “Türkiye’de olanlar” diye sosyal medyada olanları anlatıyorlar. Aynı şekilde, siyasî aktörler de sosyal medyadaki tartışmaları, orada birbirlerinin söylediği lafları ya da orada dolaşıma girmiş doğru ya da doğru olmayan haberleri muhatap alıyorlar, onlara cevap veriyorlar, onlar üzerine konuşuyorlar. Dolayısıyla birdenbire sosyal medya alanı çok belirleyici hâle geliyor. Ama söylediğin gibi bu yalan bir belirleyicilik. Burada, biraz daha çalışılmış, organize işler var; ama bir yandan da bakıldığında, sonuç doğurmayacak, hiçbiri kalıcı olmayan şeyler; çok hızlı bir biçimde gündem oluyor ama aynı hızla da tüketiliyor. Bunların kalıcı tartışmalar yarattığını görmüyoruz. Zaten, üç haftadır, olağanüstü bir siyasî hareketlilik gibi görünen şeyin içerisinde, bir hafta sonraya kalan, devam etmiş bir tartışma bile yok; oluyor, yükseliyor, köpürüyor ve bitiyor. Hemen yenisi başlıyor. Hatta biri bitmeden diğeri başlıyor. Çoğu da, söylediğin gibi, imar meselesi, hayat tarzı meseleleri gibi, ilk anda dikkat çeken ama arkasından çok devam edebilecek bir siyasî tartışma yaratmayacak mevzular şeklinde oluyor.

Çakır: Siyasî tartışma yaratmayabilir; ama bazı durumlarda, doğrudan şahıslar hedef alındığı için, bu tür organize kötülük saldırıları kaldıramayacak çok insan var; bunlar normal insanların kaldırabileceği şeyler değil. Bir bütün olarak muhalefeti ortadan kaldırmak yerine, muhalefetin içerisinde, kendilerine zarar verdiğini düşündükleri kişilere yönelik olarak bir şey yapıyorlar. Bu, o kişilere zarar vermenin dışında, potansiyel olarak öne çıkabilecek kişileri korkutmak amacını taşıyor. Konuyla alâkalı olmayabilir, ama bir şey anlatmak istiyorum. 12 Eylül döneminde Metris Cezaevi’nde yatarken, askerler gelip bütün koğuşları sıra dayağına çekiyorlardı. Herkes bir arada dayak yiyince, “Zaten hepimiz dayak yiyoruz” deniyordu. Dayaktan sonra herkes birbirinin yarasına merhem sürüyordu. Sonra birden bir şey oldu; bu sefer, koğuşların içerisinden insan seçip dışarıda dövmeye başladılar. Daha önce 10 kişilik koğuşta herkesi döverken, sonra, kendilerince elebaşı gördükleri kişiyi çıkartıp, kapının önünde dövmeye başladılar; o çok daha etkili oldu. Çünkü hem saldırdığı kişiyi korkutuyor, ama esas olarak saldırmadığı kişiyi korkutuyor. Orada, “Sen de bir gün böyle olabilirsin” mesajı veriliyor. Bu trol saldırıları da bunun bir başka çeşidi gibi geliyor bana. İçlerinden birini seçip saldırmak, o kalabalığa yönelik verilen ciddi bir korkutma mesajı diye düşünüyorum.

Can: Bir de tepki çağırma tarafı var. Aslında reaksiyon almak için yapılmış işler bunlar; sosyal medya saldırılarının çoğu, bir karşılık gelsin, cevap olsun, oradan, devam eden bir tartışma olsun isteğiyle yapılıyor. Senin biraz önce anlattığın şey çok tipik: Mahallenin zayıf çocuğunu döverek güç gösterme hali. “En masuma bunu yapıyorlarsa, bana ne yapmazlar” fikrini doğurmak ya da seçilmiş birine yapılması, her an o seçilmiş kişi olabileceği tehdidini canlı tutmak için herkese yapılan bir şey. Hepimizin başına geldi. Mesela salgında söylenen, “Kimsenin ayrıcalığı yok, herkes hasta olabilir, hepimizin başına aynı şekilde geliyor. Kimse virüsün ayrımcılık yaptığını düşünmesin” meselesi gibi. Burada da aynı mesele. Ama seçerek yaptığında, etkisi başka türlü oluyor. Söylediğin gibi, bu, maksatlı bir şey. Tabii ki hedefler rastgele seçilmiyor. Ve seçilen hedeflere yöneltilen suçlamalar da rastgele değil; çok ilginç biçimde, büyük ölçüde, muhalif çevrelerin iktidara yönelttiği yolsuzluk iddiaları, açık olmayan birtakım akçalı işlemler ya da birtakım imar usûlsüzlükleri veya hayat tarzıyla ilgili temalar seçiliyor. “Siz de yapıyorsunuz?” demeye gelen tersinden temalar bunlar. Aslında kıyaslanabilir bir şey değil. “Bakın onlar da yapıyor” diyerek, birtakım gazeteciler ya da politik aktörlere yöneltilmiş suçlamaları bir denkleme hâli oluşuyor. Ama bu kabul edilebilir bir kıyas değil. Bir yandan iyi çalışıyor olabilirler, ama bazen de çok tuhaf iddialar ortaya çıkabiliyor. Ama zaten dert, o iddianın burada yapışarak ne sonuç doğurduğu değil, o iddianın ortalıkta dolaşmasıyla nasıl bir sonuç yaratıldığı ile ilgililer. 

Çakır: İddiayı savuranların kim olduğu belli değil; ama suçlanılan ve saldırılan kişiler belli. Saldırılan kişi, kendini aklayıp öteki taraftan tazminat alsa, kimi suçlayacağı belli değil. Son olarak, şu konuya da değinelim: Gerek Ahmet Davutoğlu, gerek Ali Babacan, karantina döneminde sosyal medya üzerinden varlık göstermeye çalışıyorlardı. Ali Babacan ilk defa bir polemiğe girdi ve Devlet Bahçeli’yi hedef aldı. Tabii hemen cevap geldi kendisine. Ahmet Davutoğlu da en son, Akit TV’ye çıkmış. Programı izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum, ama yapılan yorumlardan ne olduğunu görüyorum; çok acayip sorulara muhatap kalmış. Bunun üzerine neyi konuşmak lâzım bilemedim. Bir taraftan, DEVA Partisi de, Gelecek Partisi de yavaş yavaş ana akım siyasetin içerisine giriyorlar. Bu salgın olmasaydı belki daha hızlı olacaktı. Ama görünen o ki, çok büyük bir alan kaplamıyorlar. Bugün araştırmacı Can Selçuki’nin sosyal medyada bir paylaşımını gördüm: Yeni partiler kurulduğu dönemde genelde anketlerde potansiyelini belli ediyor. Örneğin hem AK Parti hem İYİ Parti kurulduklarında, anketlerde ciddi bir potansiyel çıkıyordu. Şimdiki yeni partiler için bu söz konusu değil” diye yazmış. Belki bu konu üzerine başlı başına ayrı bir program yapmak ilginç olabilir. Sen ne dersin? Babacan ve Davutoğlu ayrı ayrı gerçekten tescillendiler mi? Yoksa önlerinde hâlâ gidilecek yol, atılacak adım ve girilecek kavga mı var?

Can: Dediğin gibi, belki de başlı başına konuşulması gerekecek bir konu bu; ama şöyle bir durum var galiba: Benim araştırmalardan gördüğüm, AKP’nin ya da iktidar blokunun içerisinde, mevcut durumdan memnuniyetsiz ve seçenek aradığını söyleyen, “Başka parti gerekli mi? Başka bir çıkış gerekli mi?” sorusuna pozitif cevap veren önemli miktarda insan hâlâ var. Fakat bu çıkan iki yeni partide değiller; hâlâ iktidar blokunun içerisinde kalıyorlar. Yani bir seçenek arayışındalar, ama bu seçeneklerin ortaya çıktığı konusunda henüz ikna olmuş değiller. Bu, söylediğin resmi yaratan sebep. Bu iki parti girişiminin, gerek salgın gerek başka nedenlerle, güçlü ve etkili çıkışlar yapmamış olmaları, henüz politik pozisyonlarını; burada birikmiş olan memnuniyetsiz seçmen kalabalığına cevap üretecek bir politik çıkış önermemiş olmalarının çok önemli etkisi var. Mesela Babacan’ın ekibi açısından, o gecikmenin fazla uzaması önemli bir etki bence. Ama çok net politik çıkışlar yapmamış olmaları, potansiyeli, kendini burada tarif etmeye, ikna etmeye yetmedi henüz. Mesela İYİ Parti’nin çıkışı döneminde, hem MHP içinden hem çeşitli kesimlerden yükselen, mevcut durumun dışında, özellikle iktidar bloku içindeki seçmeni etkileyebileceğine inanan ama daha çok muhalefet blokunda olan bir ilgi vardı. Bu zaten daha sonra görüldü: İYİ Parti, MHP’den aldığı kadar bir katkı aldı, belki AKP’den de aldı, ama ağırlıklı olarak muhalefet tarafından büyük bir ilgi gördü. Dolayısıyla, söylediğin Can Selçuki örneği üzerinden gidersek, İYİ Parti örneği ile kıyasladığımızda, bu partilerin muhalefet cephesinde henüz çok ilgi ve heyecan yaratmadığını görüyoruz. Diğer tarafta, iktidar blokunun memnuniyetsizlerinin de, memnuniyetsizliğinin çaresi olabileceği konusunda henüz ikna olmadıklarını görüyoruz. Bunu yapabilecek olan, bu partilerin lider aktörlerinin; Babacan ve Davutoğlu’nun çıkışları belirleyecek.

Çakır: Hatırlarsan, Rawest Araştırma tarafından, “Yeni Parti İddialarına İlişkin Bölgedeki Manzara” başlığıyla Güneydoğu’da bir araştırma yapılmıştı. O araştırmada, yeni kurulması söz konusu olan partilerle ilgili insanlara düşünceleri sorulmuş ve bir rapor hazırlanmıştı. O zaman, ne Gelecek Partisi ne DEVA Partisi henüz kurulmamıştı. Biz o raporu Medyascope’ta olduğu gibi yayınlamıştık ve inanılmaz bir ilgi görmüştü; Medyascope tarihimizin en çok ilgi gören içeriklerinden birisi olduğunu söyleyebilirim. Araştırma Mayıs 2019’da yapılmıştı. Gelecek Partisi 2019 yılı sonunda kuruldu. Deva Partisi’nin kuruluşu da ertelene ertelene 2020 yılının başlarına kaldı. O araştırma müthiş bir ilgi görmüştü. Ama ilginç bir şekilde, o araştırmadan sonra, o ilgi adım adım azaldı. Bu azalmanın tek nedeni, gecikmeleri filan değil. Senin biraz önce söylediğin gibi, iktidar partisinden memnun olmayan ve arayış içerisinde olan ciddi sayıda insan var, ama buraya yansımıyor. Ben şöyle düşünüyorum. Evet, memnun olmayanlar var. Ama şu anda pek aramıyorlar. Çünkü onların gözünde Erdoğan faktörü hâlâ belirleyici; Erdoğan’ı sevdiklerinden ya da Erdoğan’dan korktuklarından. Erdoğan’ın hâlâ aktif ve güçlü bir şekilde siyaseten var olduğu müddetçe –bana göre güçlü değil ama kamuoyu benim gibi düşünmüyor, onu biliyorum– AK Parti’den kopamayan ciddi sayıda insan olduğunu düşünüyorum; işlerin iyi gitmediğini biliyorlar, ama Erdoğan var olduğu müddetçe başka bir seçeneğin olamayacağını da düşünüyorlar. Dikkat edersen, gerek Babacan gerek Davutoğlu, henüz Erdoğan’a alternatif olma iddiasıyla çıkmadılar. Yani çok açık ve net bir şekilde “Cumhurbaşkanı Erdoğan yanlış yapıyor, bütün sorunlar oradan çıkıyor” demediler. Mesela, Davutoğlu “Bana şunu yaptırmak istediler, bunu yaptırmak istediler” diyor. Kim yaptırmak istedi belli. Erdoğan’la açık bir şekilde mücadeleye girmedikleri müddetçe, o memnun olmayan, kararsız olan kesimleri çekebilme ihtimallerinin çok güçlü olduğu kanısında değilim.

Can: Katılıyorum. Onların bir ivme sağlaması, genel olarak muhalefet blokunun, bir ortak platform olarak temel ilkeler programı ortaya koyması ile olabilecek bir şey. Geçen yılki yerel seçimden sonra oluşmaya başlayan derli toplu, az sayıda ama temel ilkeler etrafında bir sistem revizyonu talebiyle, onun parçası olarak bu partilerin doğabileceği, dolayısıyla bunun sonuç alabilir olduğu tartışması, hem gündemi iktidarın etkileme biçimiyle hem de şimdi açılan bu güncel tartışmalarla çok baskılanmış durumda. Bunu herkesin yeniden kurabilmesi, belki bu iki partinin tekrar bir zemin bulup, senin söylediğin gibi Erdoğan karşıtı bir dalga başlatmak değil ama hiç olmazsa onun parçası olarak bir adres olma şansı yakalamalarına neden olabilir. Dediğim gibi, bu, geniş bir mevzu.

Çakır: Evet, bunu daha sonra konuşmak lâzım. Programı da bitirelim.

Can: Evet, bugün bayağı uzun bir yayın oldu.

Çakır: O zaman, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz diyelim. İzleyicilerimize çok teşekkürler. Bu arada şunu da hatırlatalım. Medyascope’ta geçen hafta “Kemal Can’a Sorun” başlığıyla sen yayın yaptın. Cumartesi saat 15.00’te de Kadri Gürsel olacak. İzleyiciler, Medyascope’un YouTube sayfasından canlı yayınlanacak programda, Kadri Gürsel’e soru sorabilecekler. Sizin yayın güzel geçti değil mi?

Can: Evet. Benim açımdan güzeldi. İzleyicilerin ilgisini çekmiştir umuyorum.

Çakır: Ben baştan sona izledim çok iyiydi. Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.