Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (16): 27 Mayıs ve 29 Mayıs törenleri, Ayasofya’nın sembolik anlamı & Gelecek Partisi ve Deva’nın durumu

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la yine karşınızdayız. Ve yine Kemal Can’la birlikte, haftanın olaylarını değerlendireceğiz. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Bu hafta siyasete bir dönüş oldu. İki önemli gün; birisi 27 Mayıs ihtilâli, diğeri 29 Mayıs İstanbul’un Fethi. Siyasî iktidar ikisini de gündeme getirdi. Yassıada bir “Demokrasi ve Özgürlükler Adası”na dönüştürüldü ve açılışı yapıldı. Bu ikisinin ayrı ayrı sembolik anlamları var tabii: Her ikisi de, siyasal iktidarın iddia ettiği konulara denk gelen günler. Bir de 29 Mayıs’ın cuma gününe denk gelmesi, cuma namazlarının da kontrollü bir şekilde, seçilmiş camilerde kılınmasını mümkün kıldı. Bugün, İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da, her yerde, seçilmiş camilerde namaz kılındı. Diyanet İşleri Başkanı da Fatih’teki Fatih Camii’nde namaz kıldırdı. Akşamüstü, Ayasofya Camii’nde Fetih Suresi’nin okunması bekleniyor. Ayasofya konusunu ayrıca konuşuruz, önce 27 Mayıs’la başlayalım. Burada semboller üzerinden hamasetin çok mümkün olduğu, çok büyük sözlerin edilebildiği fırsatlar bunlar. 27 Mayıs’ı eleştirdiğiniz zaman, otomatik olarak demokrasi yanlılığını vurguluyorsunuz. Yassıada’nın, bir tür müzeye dönüştürülmüş olması üzerine –ki adanın nasıl müzeye dönüştürüldüğü ve özellikle çevre konusunda ciddi eleştiriler var, ama onu bir kenara bırakalım– 27 Mayıs’la ilgili dikkatimi çeken iki husus var: Demokrat Parti, daha çok, merkez sağ dediğimiz bir hareketin devamı; fakat gerek AK Parti, gerek MHP, birebir onun takipçisi görülmüyor ama öteden beri bir sahiplenme var. Tabii MHP’nin sahiplenmesi apayrı bir husus olarak dikkati çekiyor; bunu dile getirmek isteyenler oldu ama çok da fazla yankı bulmadı: MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş’in, 27 Mayıs darbecilerinden olması, hatta 27 Mayıs bildirisini radyodan bizzat okuyan kişi olması. Sen, Tanıl (Bora) ile beraber ülkücü hareket tarihini çalışırken, bu olayla çok sık karşılaşmışsınızdır herhalde. Bu, MHP’nin en temel sorunlarından birisi. 70’li yıllarda Milliyetçi Cephe’yi kurarken ya da bugün, beraber Yassıada’yı açarken… Orada bir sorun var mı, yoksa sorun çoktan halloldu mu?

Can: Türkeş’in kaderiyle ya da sağ içindeki politik rolüyle, bugün MHP-AKP ittifakının şöyle bir benzerliği var: Evet, Alparslan Türkeş 27 Mayıs’ın önemli simalarından birisi; bildiriyi okuyan isim. Başlarda çok etkili bir isim, ama daha sonra bilindiği gibi bir tasfiye süreci yaşanıyori. “14’ler” diye bilinen bir grup darbeci subay, emekli edilerek yurtdışına sürgüne gönderiliyor. Alparslan Türkeş de onlardan biri; o, Hindistan’a gönderiliyor. Ama “14’ler”in, darbeye karşı olmaktan çok, askerî yönetimin bir süre daha devam etmesi konusundaki ısrarda ayrıştıkları da bir vâkıa. 

Çakır: Yani, Türkeş sivilleşmenin daha geç yapılması yanlısı.

Can: Evet. Oradaki dizayn çabasını, daha otoriter biçimde, bir süre daha askerlerin yapması taraftarı. Tabii orada kanat farkları var. Çünkü çok blok bir durum değil; 27 Mayıs’çıların kendi içinde de farklılıklar var. Bu “14’ler”in tasfiyesi içinde Alparslan Türkeş de Türkiye’den uzaklaştırılıyor ve Hindistan’a gönderiliyor. İdamlar süreci de, Alparslan Türkeş’in Hindistan’da olduğu döneme rastlıyor. İdamların öncesinde, Türkeş’in, idamların doğru olmayacağına dair, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e –tabii başkalarına da– yazdığı mektuplar var. Dolayısıyla, Türkeş, uzunca bir süre, 70’ler boyunca daha aktif bir siyasî figür olarak öne çıktığında, “27 Mayıs’çılık” gölgesini kaldırmak için, bu mektup konusu çok kullanıldı. İkinci kullanılan argümanlardan biri de, daha sonraki cumhurbaşkanlığı seçiminde, Cevdet Sunay meselesindeki tavrıdır. Ama asıl olarak, Türkeş’in üzerinden 27 Mayıs gölgesini kaldıran şey, 70’li yıllardaki, bugüne benzer bir sağ beka ittifakı. Yani MC’lerin siyasette edindiği fonksiyon çok daha belirleyici. Orada iki süreç işledi. Birincisi, Türkeş’le birlikte, önce CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), daha sonra MHP’ye dönüştü. MHP’yi oluşturan bu yapının, açılmak istediği siyasî ve toplumsal tabanın, 27 Mayıs’ta darbeyle indirilen Demokrat Parti’nin muhafazakâr-mütedeyyin tabanıyla çok benzeşik olması. Dolayısıyla, 27 Mayıs destekçiliğinin bir tür silinmesi ihtiyacı. Bu yüzden, MHP, örtülü biçimde, Türkeş açık bir özeleştiri yapmamış olmasına rağmen, örtülü bir biçimde, 27 Mayıs’çılığını hiç vurgulamayarak, bir tür unutturma politikası yürüttü. Ama 70’li yılların “yerli ve milli”, hegemonik fonksiyonu olan anti-komünizm ve o Milliyetçi Cephe’lerle kurulan, bugünküne benzer büyük sağ ittifakın içerisinde farklılıkların değil benzeşikliklerin öne çıktığı bir politik zemin yaşandı. Bugün de, AKP ile MHP’nin, aslında çok da sorunlu olabilecek farklılıkları önemsizleştirilerek, sanki hep aynılarmış gibi davranabilmelerine benzer bir süreç yaşandı. Bilindiği gibi, Demirel’in “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” lâfıyla özetlenen, dolayısıyla Türkeş’e “darbeci”, Erbakan’a “mürteci” denilemeyen, herkesin o “yerli ve milli”, büyük milliyetçi, maneviyatçı çoğunluğun parçası olarak uyumlu davrandığı bir politik atmosferde, bu, geçiştirildi, unutulabildi. Şimdi yeni dönemde de, AKP iktidarının ilk dönemlerinde, açılım sürecinin, hatta AB sürecinin içerisinde, MHP ve milliyetçilik ile daha sorunlu bir siyasî çizgi yürütülürken, Türkeş’in darbeciliğinin zaman zaman hatırlatıldığı, milliyetçiliğin ayaklar altına alındığı dönemde, hatta bazı gazetecilerin Türkeş’in 27 Mayıs’çılığını hatırlatan eski paylaşımları bugünlerde tekrar dolaşıma sokuldu. Ama şimdi, Devlet Bahçeli, Yassıada’daki açılış töreninin onur konuğu oldu. Erdoğan da, Menderes’le birlikte Türkeş’i de anmakta bir mahzur görmedi. Sağ içerisindeki, aslında çok kolay uzlaşılır olmayan çelişkiler, ortak bir misyon veya bir beka hedefi söz konusu olduğunda, kolayca ikincil hâle gelebiliyor.

Çakır: 27 Mayıs meselesinde, bence dikkat çeken bir husus –ki son dönemde bu çok fazla var– Erdoğan’ın ve kısmen Bahçeli’nin dilinde, sürekli bir darbe tehdidi, darbe ihtimali konusu var. Bu konu üzerine sen de yazdın, ben de ayrı bir yayın yaptım, birlikte de tartıştık.  Bu olay, bir mağduriyet ya da bir mağduriyet ihtimali yaratmak sanki. Gerçi ortada bir mağduriyet yok. Hatta bununla ilgili “Olmamış, olacağı da meçhul bir darbenin mağduriyet kuyruğu” başlığıyla bir yayın da yapmıştım. Bir yerden sonra bu bir zayıflık gösterisi değil mi? Şimdi, ülkeyi güçlü bir şekilde yönettiğinize dair bir algı yaratmak istiyorsunuz; güç gösteriyorsunuz. Aynı zamanda bir beka meselesi var; ama dikkat edersen, beka meselesi hep, “Böyle tehditler olur, ama biz bunları zaten hallederiz” havasıyla veriliyor. Değişik vesilelerle sürekli darbenin gündeme getiriliyor olması –Erdoğan bunu 27 Mayıs’ta da yaptı–, bana, sanki yanlış kullanılan bir silahmış gibi geliyor, katılır mısın? Bu kadar çok dillendirmek iyi bir şey mi çok emin değilim. Sanki kendi aleyhlerineymiş gibi beliyor.

Can: Evet, ama bunun ikili bir anlamı var. Senin baktığın pencereden, evet, sürekli kendisine dönük bir tehdidin varlığından bahsetmek, dediğin gibi, olmayan mağduriyete sığınmak, bir zayıflık alâmeti. Ama bu, özellikle son darbe tartışmasında iki anlamda kullanıldı: Birincisi, karşısındakileri, “darbeci” olarak suçladıklarını etiketlemek için, kendine darbe yapılacağı endişesini değil, birilerinin darbe fikriyle bir türlü ayrışamadığını işaret etmek, birilerini kriminalize etmek için kullandı. Ama asıl başka bir şey var: Aslında sayısal olarak kaybettiği çoğunluk üzerine sürekli konuşulan bir atmosferi, kendisinin sayısal olarak geriletilerek yenilemeyeceği, yenilme biçiminin ya da karşısındaki rakiplerinin aklına gelen tek yolun, gayrimeşru bir yol olan darbe fikrini getirerek, kendisine bir tür yenilmezlik çizmeye çalışıyor. Yani, “Benim yerimden edilmem, benim iktidarı kaybetmem, ancak bu tür siyaset dışı bir yolla yapılabilir. Rakiplerim de ancak bunun peşinde olabilirler. Benim, başka bir yenilgi ihtimalim yok” gibi bir fikri canlandırmaya çalışıyor ve bunun bir güç illüzyonu yaratabileceğine inanıyor. Bundan daha birkaç yıl önce yaşanmış 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından “Allah’ın lûtfu” denmesi de böyle bir şeydi. Şimdi de, yine bazı çevrelerin, bu darbe tartışmalarına iktidar cephesi dışından dahil olanların, “Bu iktidar seçimle gitmez” algısını köpürtenlerin de bunu beslediklerini düşünüyorum. Ama bu çok kullanılmaktan dolayı, dediğin gibi tersine işlemeye başlamış bir şey. Zaten, darbe tartışması iktidarın beklediği kadar bir hareketlilik yaratmadı. Bunu gördükleri için, yani dediğin sorunu gördükleri için biraz geri çekildiler ve o tartışmayı büyütmekten imtina ettiler. Hatta Ömer Çelik son çıkışında “Bu tartışmayı biz başlatmadık” gibi bir şeyler söyleyip geri çekildi. Halbuki doğrudan iktidar başlatmıştı; kimsenin darbeden bahsettiği yoktu. Ama galiba kendileri de bunun çok işe yarar olmadığının farkına vardılar diye düşünüyorum.

Çakır: 29 Mayıs konusuna gelecek olursak: 29 Mayıs İstanbul’un Fethi. Milli Görüş hareketinin en çok sahip çıktığı husustur; sürekli kutlamalarını yaparlar. Hatırlıyorum; bir keresinde Adapazarı Stadı’nda yapmışlardı kutlamayı. O zaman Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı idi. Hatta birlikte arabanın içerisinde çekilmiş fotoğrafları vardı. 29 Mayıs’ı da hem İslâm hem Osmanlı sembolizmiyle birlikte devreye sokmaya çalışıyorlar. Ama açıkçası, AK Parti’nin İslâmiyeti kullanması meselesinde, toplumsal karşılığının her geçen gün azaldığı, aşındığı kanısındayım. Bunun birçok nedeni var; ama öncelikli nedeni milliyetçiliğin önünün çok fazla açılmış olması. Reflekslerde iç içe geçmiş olan muhafazakârlık ve milliyetçilikte, konjonktüre göre milliyetçilik ya da muhafazakârlık öne çıkar ama aktörleri bellidir. Burada tuhaf olan, muhafazakârlığın “reis”i olan kişinin eliyle milliyetçiliğin gündeme getirilmesidir. Bunun, tabii ki MHP’ye, ama genel olarak milliyetçiliğe yarayan ve İslâmcılığı gerileten bir husus olduğu kanısındayım. Dolayısıyla bu tür sembol kutlamaların, ancak tabandaki çok bağlı insanlara seslendiği, onun dışında, yeni kesimleri çekmekte zorlandığı ve gitmeyi düşünenleri de tutmakta çok fazla işleve sahip olmadığı kanısındayım. Erdoğan’ın dini kullanması, dinî birtakım motifler üzerinden kendi sorununu çözebilmesi giderek zayıflıyor gibi. Ne dersin?

Can: Evet, katılıyorum. Hem bu siyasî gerilim meselesi, yani sürekli siyasî rakiplerini hedefe koyarak, gerilimi yükselterek, hatta giderek trolleşen, lümpenleşen bir siyasî polemik dili üreterek sonuç alabildiğini ben de düşünmüyorum. Kutuplaştırma ve gerilim siyasetinin, iddia edildiği gibi bir oy konsolidasyonuna dönüşmediğini, son iki seçimin grafiğinden net bir şekilde görüyoruz. Ama ben şimdi yapılmakta olanın, bu tür bir oy konsolidasyonunu tazelemek, bir tür çekirdek tabanı motive ederek onun yeniden etkili olmasını sağlamaktan çok, tâbir yerindeyse, gürültü çıkartmak olduğunu düşünüyorum. Bunu gündem değiştirmek anlamında kastetmiyorum. Gürültü çıkartmak bir tür varlık gösterme biçimi. Çünkü proje bazında, siyaset üretme anlamında sıkıştığınızda, bu kullandığınız savunma enstrümanları artık istenilen sonuçları vermediğinde, bir de önünüzde çok açık bir aritmetik sorunla yüz yüze kaldığınızda ve konjonktürün de lehinize olmadığını düşündüğünüzde, önünüzde fazla seçenek olmuyor. Varlığınızı hissettirmek için, daha fazla “gürültü” yaratmanız gerekiyor. Bunu da, hassas, sinir noktalarına dokunan, daha ideolojik hassasiyetleri –hem kendi tarafınızda, hem karşı tarafta– kışkırtan ataklarla sağlandığını görüyoruz. Bu sadece Türkiye’de böyle değil; dünyada da benzer örneklerini görüyoruz. Mesela şimdi ortada fol yok yumurta yokken, Trump çok acayip bir tweet’le, Türkiye’de de tanık olduğumuz bir sosyal medya kavgasına girişti. Bunların hepsinin, bir alan büyütme, taban genişletme anlamından çok, varlığını sağlamlaştırma ya da diğer varlık biçimlerini sıkıntıya sokma işine yaradığını düşünüyorum. Ve dediğin gibi, özellikle kendi tarafına dönük bu tür hassasiyet ataklarının çok da çalışmadığını hissediyorum. Tabii bunu şu anda sokaklarda gezerek, nabız yoklayarak izleyebilme imkânlarımız yok; büyük ölçüde sosyal medya hareketliliği üzerinden takip edebiliyoruz. Ama sosyal medyadaki hareketliliğin fazla organize göründüğünü, kendiliğinden olan etkinliğin çok zayıf olduğunu izliyorum. Dolayısıyla, bu anlamda senin dediğine katılırım. Bu tür sembolleri kullanmak, hassasiyetlere dokunmak, sinir uçlarını dürtme gibi işlerin de geçici gürültüler çıkarttığını ama sonuç alıcı bir dalga üretmediğini, bu yüzden de sürekli yenilerinin çıkartılarak, yalan bir hareketliliğin oluştuğunu düşünüyorum. Yani sahiden etkisi sürebilecek birkaç hamleyle devam edebilseler, her gün bir şey çıkartıp, bir yeri dürterek, mesela Cumhurbaşkanı’nın bir anamuhalefet partisinin bir ilçesindeki gençlik kollarının eski yöneticisinin eski bir tweet’ini suç konusu yapmak gibi ayrıntılarla uğraşmak zorunda kalmazlar diye düşünüyorum.

Çakır: Tabii Ayasofya meselesi çok ilginç. İlk başta, sanki “Ayasofya sonunda ibadete açılıyor mu?” beklentisi vardı. Çünkü Diyanet İşleri Başkanı’nın “29 Mayıs’ta camileri fethedeceğiz” sözü, ilk bunu getirdi aklıma. Ayasofya’nın ibadete açılması meselesi, Türkiye’de İslâmcılığın en eski ve geride kalmış tek talebi. Çünkü bütün talepleri fazlasıyla gerçekleşti, geride bir tek Ayasofya konusu kaldı. Ayasofya da sürekli olarak gündeme getirilir, lâfı edilir. Bu sefer burada sanki bir tür son koz olarak gündeme getirildi. Ayasofya’nın nasıl bir koz özelliği var? Bence, insanların duygularını okşamanın dışında, böyle bir konuda Batı’yı tahrik edip, oradan gelen tepkiler üzerinden kendine bir alan açma ya da güç toparlama niyeti var sanki. Yani, doğrudan vatandaşın tatmini üzerinden değil, esas olarak, Batı’dan gelecek tepkinin getirileri üzerinden kurgulanan bir şey. Ama bu çok riskli bir husus: Böyle bir adımı attığınız zaman, Batı’yla birtakım ilişkileri tamamen kopartmanız gerekiyor. Şimdi detaylarını hatırlamıyorum ama yıllardır dönem dönem, “Acaba bu sefer Ayasofya ibadete açılıyor mu?” dediğimiz zamanlar oldu. AK Parti döneminde de, daha önce oldu bu. Ama bu son dönemlerde daha sık oldu. Şimdi, bu akşamüstü, Fetih Suresi okunacak, dualar edilecek. İbadete açılmayacak, ama bir şekilde İslâm’ın ifadesi gösterilecek, bununla yetiniliyor. Burada da yine hep aynı hikâye önümüze geliyor. Olursa, Ayasofya çok uç örneği olacak. Bu tür iddialar, bir kitle partisi olmuş, yüzde 50+1’in peşinde olan bir partinin nasıl hayrına olur bilemiyorum. Ama böyle bir hamleyi tam olarak yapabiliyor olsaydı –çünkü şu anda ancak kısmen yapabiliyor– kendini çok güçlü hisseden bir iktidarın yapacağı bir hamle olmazdı. “Her şey tamam. Zaten biz çok güçlüyüz, hiçbir şey bizi yıkamaz. Sıra şimdi Ayasofya’ya geldi” denebilecek bir hamle olduğunu sanmıyorum. Böyle bir hamleyi yapabiliyor olsaydı, güç değil, güçsüzlük gösterisi olurdu. Ama öyle bir çaresizlik ânı gelebilir ki –belki bu günler o günlerdendir– bu riski almaya ve yapmaya yönelebilirlerdi. Ama anlaşılan, yine ertelenmişe benziyor; kısmen bir şeyler yapılıyor, ama o büyük hamle, büyük adım atılmayacak gibi.

Can: Evet. Böyle birtakım, tâbir yerindeyse “İmdat” butonları var. Senin dediğin gibi, son anda başvuracak, bazen başvuracakmış gibi yapmanın durum kurtarmaya yettiği, içeride idam hikâyesi var: Bu da olur olmaz zamanlarda, birdenbire gündeme getiriliyor. Tuhaf biçimde, ittifak ortaklarının sayısal çoğunluğu, bunu referanduma getirmeye yettiği zaman da, “Getirin önüme” diyen Erdoğan’ı gördük. Zaten, Bahçeli’nin daha önce ip atmışlığı var. Dolayısıyla, aslında hiç olmayacağını herkesin bildiği, ama lâfını ederek birdenbire bir hareket üreten, birkaç günü kurtaran birtakım işleri var. Ayasofya işi de böyle bir şey. Çünkü hakikaten toplumsal talep olarak, bir İslâmî sembol olarak “Ayasofya’da ibadet” meselesi senelerce kullanılmış bir tema. Hatta AKP’nin ilk dönemlerinde, AB süreci çalışırken, kendi sağından gelen bazı İslâmcı çevrelerin, belki MHP’nin ya da BBP’nin de lâfını edebildiği –yanlış hatırlamıyorsam 2010’ların ortalarında, Alperen Ocakları, İstanbul’un Fethi nedeniyle yine bir “Ayasofya ibadete açılsın” eylemi yapmıştı– bir motivasyon projesi olarak çeşitli zamanlarda gündeme geliyor. Dediğin gibi de, devamı gelmediği için, zaten gelemeyeceği için, gelse ne işe yarayacağı son derece belirsiz olduğu için… Diyelim ki Ayasofya’yı ibadete açtınız. Bu, türbanı üniversiteye sokmak gibi bir şey değil. Ayasofya’nın ibadete açılmasının politik faydası son derece sınırlı. Bunu çeşitli nedenlerle ve uluslararası gerekçelerle yapamamanız ya da yapmanızın tepki alması, içeride belki bir işe yarayabilir; ama dışarıda başınıza açacağınız dertle tartmanız gereken bir şey. Üstelik içeride bunun muarızı yok; bunu söyleyerek, bunu ortaya atarak, muhalefet partilerini de kışkırtamazsınız; “Ne yapıyorsunuz?” diyecek kimse de çıkmaz. Buradan da bir gerilim üretemezsiniz. Dolayısıyla, çok sembolik, yapıldığı anda da sembolik olduğunu herkesin bildiği konular. Zaten galiba o yüzden bir şey de olmadı. Dün akşam Erdoğan bir açıklama yaparak, “Ayasofya’da dua okunacak” filan dedi, ama bugün sosyal medyada ya da Sultanahmet Meydanı’nda büyük bir hareketlilik görülmedi. Senin dediğin gibi de bir efekt yaratmadı — bence de.

Çakır: Hareketlilikten söz etmişken, yeni partiler konusuna geçmenin sırasıdır. Geçen haftaki yayınımızda da “Yeni partileri daha sonra konuşalım” dedik. Bizim yayından sonra, DEVA Partisi gündeme epeyce yerleşti. İYİ Parti gündemdeydi, şimdi DEVA ve bir ölçüde de Gelecek Partisi gündemde. Özellikle Ali Babacan’ın röportajları ya da 140journos’un Babacan’la ilgili hazırladığı belgeselin sosyal medyada gördüğü ilgi ve tabii esas mesele, Cumhurbaşkanı’nın bunlara referans verip sataşması ile gündeme geldi. Erdoğan’ın öfkesi, orada gerçekten bir şeylerin olmakta olduğunu düşündürdü. Babacan’ın sosyal medyada varlık gösterdiği yerlere baktım; ortalamanın çok çok üstünde bir ilgi var. Davutoğlu’na da oldukça ilgi var; Akit TV’deki yayın geri tepmiş bir silah. Bu iki parti de yavaş yavaş ilgi görmeye başlıyor. Özellikle DEVA Parti’si söz konusu olduğu zaman, sanki kendi beklentilerinin üstünde bir ilgi yeşermekte gibi görüyorum. İlk başta, partinin kurulmasının gecikmesi, ertelenmesi, üstüne korona salgını, sanki beklentileri karşılamıyor, beklentiler aldatıcıymış gibi düşünceler vardı. Ama yavaş yavaş bir ilgi oluştuğunu görüyorum. Buradan ne çıkar bilmiyorum, ama Erdoğan’ın rahatsız olmasının da çok ciddi bir gösterge olduğu kanısındayım. Şu anda birtakım anketler yüzde 1, yüzde 2 gibi rakamlar söylüyorlar; doğrudur, değildir, bilmiyorum. Ama orada sanki AK Parti’den kopuşun mümkün olduğunu gösterebiliyorlar gibi geliyor bana. AK Parti’den kopanlar belki bu partilere gitmeyecektir, ama AK Parti’nin, Erdoğan’ın, bir daha seçilmesinin önünde çok ciddi bir şekilde engel oluşturabilirler gibi geliyor bana. Kendileri ne başarı elde eder bilmiyorum; ama Erdoğan’ın başarısızlığını hızlandırabilecek bir fonksiyon olabilirler diye düşünüyorum. Tahminimce önümüzdeki günlerde onlara yönelik sistemli birtakım engelleme çalışmaları da iktidar tarafından yapılacaktır. Bir de işin içerisine, Bahçeli ile bir polemik de girdi: Babacan çok isteyerek yapmadı bu polemiği; ama MHP topa sert bir şekilde girdi. Birçok konuda olduğu gibi, AKP’nin yapamadığı sertlikte, Ali Babacan’a yüklendiler. Sanki çarşı karışıyor gibi.

Can: Ben de senin çizdiğin çerçevede bir eğilim görüyorum; evet, bir ilgi yoğunlaşması var. Burada iki şey belirleyici: Birincisi, sosyal medyada galiba Murat Aksoy, “İktidara rakip olmak”la “İktidara alternatif olmak” meselesini kullanmıştı. “CHP bir rakip olabilir ama alternatif olacak odak” meselesi. Burada bu partiler bu tür bir şeyi temsil ediyorlar. Babacan galiba bu konuda daha çok merak uyandırıyor. Ama daha rahatsız edici olan, onların sayısal gücü ya da toplayabildikleri potansiyelden çok, iktidarın kurduğu savunma stratejisini söylem düzeyinde bozuyor olması. Oradaki ayarı çok bozuyor. Zaten bu beklenen bir şeydi. Çünkü iktidar, bu partiler oluşmadan önce… Mesela, İYİ Parti de, ilk çıkış iddiasının aksine, iktidarın toplumsal taban olarak “karşı taraf” diye tarif edeceği bir tabana oturdu. Söylem açısından da, doğrudan AKP tabanını çok etkileyemedi. Başka bir toplumsal tabanda daha çok tuttu. Ama bu iki girişimin bu anlamda bir ayar bozma gücü var. Erdoğan’ın, Babacan’ın videosuna laf atma çıkışının bir tür kontrolsüzlük olduğunu da düşünüyorum. Ve onun çok doğru olmadığı fikrini çabuk idrak ettiğini düşünüyorum. MHP’nin, bu konuda pozisyon alarak, işbölümünde öne çıktığını ve önümüzdeki günlerde de çıkacağını düşünüyorum. Çünkü Davutoğlu’nun ayrılma sürecinde de Davutoğlu ile sert polemiklere girmişti. İYİ Parti ile girdiği polemikler kendisiyle çok ilgiliydi, ama MHP ve Devlet Bahçeli, beklenmedik biçimde, Davutoğlu ve Babacan’la AKP’den daha fazla uğraşır, daha çok tartışmaya girer bir rol üstlenmiş durumda. Çünkü Erdoğan’ı ve AKP’yi bu söylem bozucu etkiden koruma ihtiyacı var.

Çakır: Aslına bakarsan, Devlet Bahçeli’nin Davutoğlu’na –kaba deyimle– “takmışlığı” var. Kendisi muhalefetteyken, Erdoğan’ı eleştirirken, Davutoğlu’nu ayrı bir özenle eleştirirdi. Grup toplantılarındaki konuşmalarını hatırlıyorum; Bahçeli’nin Davutoğlu’na özel bir merakı var.

Can: Doğru söylüyorsun. İktidarın muhalefetle uğraşma gibi bir görev bölüşümü var. Hatta bu hafta Birikim’de de bunu yazdım. CHP ile uğraşma işini AKP ve Erdoğan üstlenmiş görünüyor. Arada bir Bahçeli de bazı çıkışlar yapıyor, ama AKP’nin odaklandığı şey CHP. HDP ile bile fazla uğraşmıyor; onu İçişleri Bakanlığı’na ve yargıya havale etmiş durumda. O boşluktan bir fırsat çıkar mı diye, bazı İYİ Parti sözcüleri de devreye girdiler. Böyle bir işbölümü var. Bu yeni partilerin, özellikle AKP’nin kendi tabanı içerisinde oluşturduğu bu söylem bozulmasına, muhalefeti tekleştirme politikasını zaafa düşüren duruma karşı, MHP’nin önümüzdeki günlerde daha fazla devrede olacağını düşünüyorum. Erdoğan bir kaçak yapıp Babacan’a bir sataşmada bulundu, ama bence, çok karşılık üretmemeye, hele ki bu ilginin çok yüksek olduğu görülünce, bir süre “yok farz etme” tavrını devam ettireceklerini, ama yok saymayı MHP’nin ataklarıyla karşılayacaklarını düşünüyorum. 

Çakır: Özeleştiri tartışması var biliyorsun. Benim başından beri söylediğim şuydu: Gerek Davutoğlu, gerek Babacan, çok şeyi eleştiriyor, ama fiillerin öznesini koymuyorlar. Yani Erdoğan’ın adını anmıyorlar. Benim itirazım, daha çok eleştirilerindeki eksikliğeydi. Ama şimdi birileri özeleştiri dayatması içinde: “Tamam, siz eleştiriyorsunuz, güzel, ama siz de bunun bir parçasıydınız. Özür dileyin” türünde bir dayatma var. Ben, bu özeleştiri dayatmasının çok da anlamlı olduğu kanısında değilim. Eleştiri düzgün bir şekilde, bütün özneleriyle yapılırsa, zaten kendilerini de oraya yerleştirmek durumunda kalacaklar. Aslında, Erdoğan’ın adını anmadan yaptıkları pasif cümleli… Mesela “Türkiye hukuk devleti olmaktan çıktı” diyorlar. İyi de kendi kendine mi çıktı? Neden çıktı? Birileri çıkardı. O “birileri”nin kim olduğunu anlatmaya başladıklarında, kendilerini de bir şekilde söylemiş olacaklar. Ama Erdoğan’ın adını anmayarak, aslında hiç kimsenin adını anmıyorlar. Bu, cezasızlık gibi bir şey oluyor. Hatırlarsan, Mustafa Yeneroğlu, AK Parti’den koptuğu zaman kendisiyle yaptığım ve çok ilgi gören o söyleşide Yeneroğlu, hepsinin adını anarak ve kendisini de katarak konuşmuştu. Çünkü başkasının adını verdiğin zaman, kendini de söylemek zorunda oluyorsun. Bence buradaki sorun, eleştirilerinin eksik olması. Ama kimilerinin de özeleştiri dayatmasıyla… ki bunların bazısının da fazlasıyla artniyetli olduğu kanısındayım. Sonuçta, eleştiri-özeleştiri gibi bir ikilem var; biz solcuların işleri bunlar biliyorsun.

Can: Özeleştiri, bazen “af dileme”, “özür dileme”,” “aman dileme” sınırına doğru itilen bir şey. Bir rövanşist taraf dozu da oluyor. Aslında orada, temel sorunlarla ilgili yaklaşımı doğru bir çerçevede koyduğunda, “Benim bundaki günahım” diye bir şeyi söyleyip söylememenin çok önemli olmayacağı bir lâf kurabilirsin. Bunu henüz yapmadıklarını söyleyebiliriz. Ama şu anda oluşan ilginin, onlardan bu özeleştiriyi bekleyenlerden değil, bu özeleştiri kısmıyla çok ilgilenmeyenlerden oluştuğunu düşünüyorum. Bu partilerin bir şey olup olmayacağı, özeleştiri bekleyenler değil de, alternatif arayanlar için bir anlam taşıyıp taşımadığına göre biçimlenecek. Ayşe Çavdar’ın 140journos’un hazırladığı o belgesel üzerine söylediği bir şey var: “Erdoğan’ın, taraftarlarına ‘Korkmayın, arkanızda ben varım’ lâfına karşılık, Babacan’ın ‘Korkacak bir şey yok’ demesi arasındaki fark” hakkında dediklerini çok doğru buluyorum. Buradaki yaklaşım, bu ilgiyi bir özeleştiriden daha başka bir önceliğe taşıyor. Dolayısıyla, biraz o tarafa bakıyorlar, ona göre dil kuruyorlar. Biraz daha beklemek gerekiyor.

Çakır: Normalleşmeyi konuşamadık.

Can: Normalleşince konuşuruz.

Çakır: Biz de Medyascope olarak, kademeli normalleşmeye Pazartesi günü başlıyoruz. Ama biz Türkiye açıklamadan önce karar vermiştik. Türkiye arkamızdan geliyor. Evet, Kemal, yine doyurucu bir yayın oldu. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. İyi günler.

Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.