Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (18): Muhalefete tuzak, HDP yürüyüşü, Bekçi yasası, trollere operasyon & Ayasofya

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Her cuma olduğu gibi bu hafta da Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını değerlendireceğiz. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Bu hafta küçük küçük olaylarla ilginç geçti. Büyük siyasî olaylar pek yaşanmadı. Ama günün en taze olayıyla başlayalım. Ben bundan 3 saat kadar önce bu konuda bir yayın yaptım. Twitter’ın Türkiye’deki 7 bini aşkın hesabının iktidar lehine organize bir şekilde hareket ettikleri gerekçesiyle kapatılması olayı, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Stanford Üniversitesi’ne bağlı İnternet Gözlemevi tarafından çok kapsamlı bir şekilde hazırlanan raporla açıklandı. Biraz önce de İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, bunun hiçbir teknik delile dayanmayan ideolojik ve politik bir karar olduğunu söyledi. Ben söyleyeceklerimi daha önce söylediğim için çok konuşmayayım, topu sana atayım.

Can: Fahrettin Altun’un açıklaması ya da belki bundan sonra verilecek tepkiler bir tarafa, Twitter bu kadar kullanıcıyı yasakladı ve bir rapor haline getirdi, ama bu organize hal, aslında dünya âlemin bildiği bir şey. Biz de birçok yayında, troller, trolleşme, hatta trol zihniyetinin siyasetin neredeyse tamamını ele geçirmesi, hiçbir şeyin sahicilik taşımadığı bir zemin oluşması konusunda hep konuşuyoruz. Özellikle sosyal medya hareketliliğinde, bir süredir iyice belirginleşmiş biçimde çok bâriz bir manipülasyonu elle tutulur biçimde görüyoruz. Böyle raporlar olmasa da, Twitter bu hamleyi yapmamış bile olsa, sokakta herhangi birine sorsan da biliyor bunu; hatta iktidar çevreleri, sosyal medyanın muhalefete ya da kendilerince “hainler, yıkıcılar”a teslim edilemeyecek kadar önemli olduğunu, o yüzden burada organize olmaları gerektiğini söylüyor. Hatırlarsan, bir süre önce sosyal medyada açıklanan etik kurallarına uymak anlamına gelen “yeşil etiket” gibi, sosyal medyayı nizam altına alma çabalarının sanki meşru bir şeymiş gibi yaşandığı bir durumda, oradaki iktidar yanlısı organize faaliyetin çok saklanan bir şey olmadığını da düşünüyorum. Tabii konu böyle bir rapora yansıyınca, Fahrettin Altun’dan da bunun bir iftira olduğu, dayanaksız olduğu, iktidarın böyle bir çaba içerisinde olmadığı şeklinde bir resmî açıklama geliyor. Ama iktidarın içindeki çevrelerin birbirleriyle tartışmalarında hep bu trollere referans verildiğini görüyoruz. İktidar içindeki tartışmaların hemen hepsinde, iki tarafın da birbirine karşı kullandığı tema, organize bir sosyal medya faaliyetinin yapıldığını gösteriyor. Hatta bunu kendileri de binlerle ifade eden birtakım ekiplerin diğerlerine karşı birtakım faaliyetlerde bulunduğu, sadece muhalefete değil birbirlerine de dönük ve iktidar içerisindeki kliklerin etkinlik gücünü de buradan tartan tartışmaları daha önce gördük. Dolayısıyla, Twitter’ın yaptığı hamlenin hiçbir tarafında bizim açımızdan bir şaşırtıcılık yok.

Çakır: Bu konuda uzman iddiasındaki birtakım kişiler, bunun, aslında gerçek olgunun çok az bir kısmını kapsadığı, esas iktidar yanlısı trol mekanizmalarının belki de en zayıf halkalarından biri olduğu yolunda yazıp çizdiler. Çünkü benim de, belki senin de bildiğimiz birtakım hesaplar bunların içerisinde yok. Belki sıra onlara da gelebilir. Ama bu müdahalenin can acıttığı da kesin. Çünkü 7 binin üzerinde hesap var. Bu hesapların 2013’ten beri, yani 7 yılda 37 milyon tweet attığı görülüyor. Kendisi tweet atmasa bile, sadece retweet etse bile müthiş bir enerji. Bir de, bu 7 bin hesabın 7 bin kişi anlamına geldiğini varsaymamak lâzım herhalde; daha az sayıda kişinin kontrol ettiği 7 bin küsur hesaptır. Dolayısıyla çok büyük bir yoğunluk oluyor. Çünkü raporda, “bot” dediğimiz otomatik atılan tweet’lerden ziyade, gerçek hesapların attığı tweet’ler olduğu saptanmış. Hatta 100 binin üzerinde takipçisi olan çok sayıda hesap var. Bir de ilginç olan, birtakım ele geçirilmiş (hack’lenmiş) hesapları trol olarak kullanıyorlar. Bu, olayın profesyonelliğini de gösteriyor.

Can: Zaten burada önemli olan, Twitter’ın bu hamlesiyle nasıl bir sonuç doğacağı değil, bu resmî raporun ve Twitter’ın bir tutum alışının kayda girmiş olması. Muhtemelen, Fahrettin Altun’un da reaksiyon vermesine neden olan şey bu: Bunu doğrudan AKP’nin ve devletin bazı kesimlerinin organize biçimde yaptığının kayda girmesi; kritik olan bu. Dediğin gibi, gerçekte şu anda aktif olan bütün trol faaliyetini kesecek bir hamle değil bu. Muhtemelen bu iptal edilen 7 bin hesabın yerine, bir 7 bin hesap daha girer. Veya bu 7 bin hesabı yöneten ya da 7 bin hesabın dahil olduğu ağın merkezindeki o organizasyon hâlâ duruyor. Çünkü iddia edildiği gibi o organizasyonu iktidar organize ediyorsa, bunun formülünü de geliştirir. Ama buradaki mesele, bunun o servisi veren şirket tarafından ve bağımsız bir üniversite raporuyla birlikte kayda girmesi. Önemli olan kısmı bu.

Çakır: Zaten kayda geçirilen diğer ülkeler de Çin ve Rusya. Kayda geçirilirken, aynı zamanda lig belirleme de var.

Bir diğer tekzipli husus: “İstanbul Yeditepe Konserleri”. Ortada iddia olarak bir rakam dolaşıyor. İletişim Başkanlığı’nın açıkladığı tekzip metninde o rakama itiraz var, ama rakamın ne olduğu söylenmiyor; bir rakam olduğu da kabul ediliyor. Bu konser meselesinde konuşulacak çok şey var, ama benim altını çizmek istediğim husus şu: İktidarın özellikle sola yönelik, bir meydan okuyuş niteliğinde “kültürel hegemonya”yı kırma iddiası vardı. Birkaç yıl önce, yine Fahrettin Altun’un Beyoğlu’nda bir kitapçıda öne çıkan kitapların fotoğraflarını koyarak“Siyasî hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek…” diye bir tweet paylaşmıştı. İktidarın böyle bir derdi var: Her şeyi kontrol ediyor, ama kültürel hayatı kontrol edememenin bir yürek acısı var. Şimdi bu konser, kültürel hegemonyayı kurmak, kültürel iktidarı ele geçirmek iddiasıyla yapılan büyük bir organizasyon. Çok sayıda insan var. Ama dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir insanın ilgi gösterebileceği, evrensel bir kültür sanat faaliyeti olduğu asla söylenemez. Bu yapılan, belli isimlere bir anlamda imkân sağlamak, isimlerini unutturmamak. Bunların bir kısmı da, değişik vesilelerle siyasî iktidara yakınlıklarını defalarca dile getirmiş insanlar. Anladığım kadarıyla bu konserler pek ilgi de görmüyor. Organizasyon büyük, ama yarattığı etki o kadar büyük değil. Mesela bu salgın süresince, dünyanın farklı kültür-sanat kurumları, tiyatro, konser, opera, film ve sergileri online ve ücretsiz olarak izleyicilerin paylaşımına açtı. Onların gördüğü ilginin yanında bu konser dizisi çok cılız kaldı. Sanat dünyasında “tutmamış bir proje” gibi geliyor bana. Burada insanlar daha çok, işin para kısmıyla uğraşıyorlar. Onun da bir önemi var tabii; ama aslında kaçırılmış bir fırsat. Devletin bir kültür-sanat faaliyetini online olarak yapması fena bir fikir olmayabilirdi. Ama yapılan, vasat, hatta vasat-altı bir işe dönüştü. Ben öyle görüyorum.

Can: Evet. Söylediğin gibi, bu “kültürel hegemonya” ya da popüler kültüre siyasî müdahale meselesi, başka alanlardaki kadar, oradaki ilgili kurumları ele geçirmekle hallolan bir mesele değil. Çünkü kültürel ürünler, merkezî olarak kontrolü zor konular. Dediğin gibi, birtakım devşirilmiş insanlarla kültürel hegemonya kurmak, başka alanlarda, hatta çok zor olduğu düşünülen yargı, basın gibi alanlar kadar kolay olmuyor. Çünkü insanların bireysel tercihlerinin daha belirleyici olduğu bir alan. Genellikle burada hem kullanabileceği insan malzemesi, hem onları kullanma biçiminde sıkıntılar da var. Çünkü sanat camiasında, iktidara bir biçimde yanaşan ya da onunla birlikte görüntü vermekten imtina etmeyen kesimler, ya biraz popülaritesinden kaybetmiş, hem iktisaden hem icra ettikleri sanat itibarıyla biraz gerilemiş ve bu sayede tekrar bir varlık gösterebilme hamleleri çok göze batan isimler — ya da bunu ölçüsünü kaçırarak yapmaya kalkanlar. Dolayısıyla iki türlü de reaksiyon yaratıyor. Mesela, özellikle iktidara yakın medyanın birtakım popüler figürleri iktidarın lehine röportajlara zorlamasının iktidara bir fayda getirip getirmediği çok tartışmalı; ama bu konsere katılanların hepsine popülarite anlamında ciddi zararlar verdi. Belki iktidarı destekleyenler bile ciddi bir rahatsızlık duyuyorlar. Çünkü bu o kadar kötü yönetiliyor ki. Bu konser serisinde de, işin mali tarafını bir kenara bırakalım, bu işin PR havasına sokulması, o fikrin kendiliğinden gelişmemiş, sahiciliği son derece zayıf bir şekilde kotarılması, tepki doğuruyor bence. Normalde o insanları dinleyen birileri, hatta iktidarı destekleyenler bile bu konserlere ilgi duymamış görünüyor. Dolayısıyla, fayda için yola çıkıp, hem kullandığı enstrümanı tahrip eden hem de kendisine bir fayda getirmeden daha sorunlu bir tartışmayı tetikleyen çok sayıda örnekten biri olarak kayda girmiş durumda. Daha öncesinden de hatırlarsın; referandum sırasında yine, Rıdvan gibi, Arda Turan gibi popüler isimlerle bir kampanya yapılmıştı: “Ben Güçlü Türkiye’den yanayım. Sen de var mısın?” diye başlatılan, sonra patlayan ve tam tersi alerji üreten işler gibi, bu da onun benzeri.

Çakır: 15 Temmuz’la ilgili yapılmış, kimsenin gitmediği, şimdi adlarını bile hatırlamadığımız büyük prodüksiyonlu filmler vardı hani. İnsanları ücretsiz götürmeye kalktılar sinemaya; orada bile başarılı olunamadı. Esas olarak iddiası internet üzerinden, online yayınlanacak bir şey yapıyorsun. Ama bu çağırdığın isimlerin izleyicileri büyük ölçüde televizyon izleyicisi. Sanırım bir iki kanalda göstermişler bazı konserleri. Bugünün Türkiye’sinde online iddialı bir şey yapıyorsan, bence yapılabilecek en akıllıca iş, gençliği çekmek üzere Rap konserleri olabilirdi. Rap’çileri böyle bir şeye ikna edemeyeceklerini düşünmüş olabilirler. Her neyse. 

Bu haftanın gündeminde bekçiler meselesi vardı; “Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu” Meclis’ten geçti. Aslında bekçiler hep vardı, ama bu kanunla bekçilerin yetkileri genişletildi. Muhalefetin, özellikle CHP ve HDP’nin açıklamalarında, iktidarın kendisine yeni bir kolluk kuvveti yarattığı söylemleri var. Zaten iktidarın elinde yeterince kolluk kuvveti yok muydu? Niye buna ihtiyaç duyuldu? Ben açıkçası bu düzenlemenin çok gerekli olduğunu düşünmüyorum. Sen bu mesele hakkında ne düşünüyorsun?

Can: Bu SADAT hikâyesiyle bağlantılı olarak bir paramiliter güç yaratmak yorumlarını biraz fazla buluyorum. Çünkü senin de söylediğin gibi, şu anda iktidarın, devletin elindeki kolluk gücünün, onun talimatları ve onun politik tercihlerinden daha farklı bir pozisyon aldığına tanık olmuyoruz; “tak-şak” işleyen bir sistem var. Cumhurbaşkanı çıkıp, birilerinin hemen gözaltına alınması gerektiğini söylediğinde, bunu yapmayan bir polis kuvveti yok. Hatta bu kararı vermeyen yargı kurumları da yok. Kolluk, güvenlik aygıtının tamamının ve yargının zaten önemli ölçüde iktidarla bir faaliyet yürüttüğünü, hatta Mülkî İdare âmirlerinin, doğrudan, göstere göstere politik bir rol oynadığını biliyoruz. Hatırlayalım: Bu korona sürecinde yapılan birtakım online toplantılarda, AKP yöneticileriyle valilerin birlikte toplantılar yaptığına tanık olduk. Dolayısıyla, böyle bir alternatif kolluk arayışı çok gerçekçi durmuyor. “İktidarın kendini savunmak için böyle bir güce ihtiyaç duyduğu” meselesini, böyle konuşulmasını istiyor olabilir iktidar; bundan memnuniyet duyabilir. Çünkü bunun caydırıcı, rahatsız edici bir tarafı var. Sokak tartışmaları, “tuzak” meseleleri de buradan çıkıyor zaten. “İktidar artık o kadar etkili olmaya başladı ki, hiçbir yerde hiçbir şey yapılamaz” fikrini yaratmaya yaradığı doğru. O yüzden bunun bu şekilde algılanmasından bir rahatsızlık duymuyor bence; hatta belki de bunu biraz pompalıyor. Ama ben bu bekçi meselesinin kadro yaratmak ve imkân dağıtmak açısından daha fonksiyonel olduğunu düşünüyorum. Şu kritik günlerde, herkese kamu bankaları aracılığıyla krediler verdirilirken, ciddi bir işsizlik atağı, öğretmen alımından, sağlık personeli alımına kadar birtakım kamu alımlarının, birtakım kamu yatırımlarının özel olarak pompalanması ya da kamu bankaları eliyle finanse edilmesi, doğrudan iktidarın lûtfuyla dağıtılacak kamu kadroları imkânını genişletmek için kullanıldığını düşünüyorum. Tabii ki bunun lokal bir etkisi de olacak. Polisin, askerin, 500 bin seviyesindeki mevcut güvenlik gücünün koruyamadığı iktidarı, 50 bin bekçiyle korumayı akıl etmenin çok gerçekçi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ama bunun ikincil politik faydaları var. İlkin, caydırıcılık anlamında. Yani sokakları siyasete yasaklamak ya da sokakları muhalefete daraltmak anlamında bir işe yarayacağını düşünüyor olabilirler. İkincisi, kamu kaynaklarını, kamu kadrolarını istihdam imkânlarını genişleterek…  Çünkü bu seçim/erken seçim tartışmalarının hepsinin arkasında şu ölçüye bakıyorum: Eğer seçim yaklaşıyorsa, bir şeyler vermeye başlaması önemli. İktidarın seçime gidip gitmediğini, baskıyı artırmasından değil; baskıyı artırmak işine yarayabilir belki ama eğer baskın seçime gidiyorsa, bir şeyler vermeye ve dağıtmaya başlaması gerekir.

Çakır: İşte orada bir sorun var. Benim de ilk aklıma gelen, bu kadro boyutu. Herhalde kadrolar seçilirken de, “Klientalizm” (Kayırmacılık) çok ciddi bir şekilde var. Zaten 15 Temmuz’dan sonra iş tamamen buna evrildi. Ama bunun doğuracağı çok ciddi arızalar da olacak; sokaklarda, mahallelerde çok büyük arızalar çıkacak. Bir de polisle bekçi arasında sorun çıkma ihtimali de olabilir. Çünkü polis hep yukarıdan bakacak. Zira eğitim açısından bakıldığında, polisle bekçi arasında bayağı fark var. Ama yetkiler anlamında bakıldığında çok da büyük fark yok aslında; bekçilerin kimlik sorma, zor ve silah kullanma, üst arama gibi yetkileri var. Dolayısıyla, burada polisin yanına bir anlamda ortak gelmiş oluyor. Polislerin yerine kendini koyarak düşün: Çok da “küçük kardeş geldi” durumu değil; kendi otoritesini bir şekilde paylaşacak, çok da lâzım olmayan bir kurum gibi görüyor olabilirler. Oradan birtakım arızalar çıkabilir. Bugün çıkmasa bile, iktidar değiştikten sonra bu olayı epeyce konuşacağız, bu anlaşılıyor. Bir iktidar değişikliğinden sonraki meselelerden bir tanesi bekçilik kurumunun yeniden yapılanması olacaktır.

Bu meseleden sokağa geçelim. Sen bu konuyla ilgili bir yazı yazdın . Ben de burada “Sokak siyaseti mi, sokakta siyaset mi?” başlığıyla bir yorum yaptım. Hemen hemen herkes “İktidar muhalefeti tahrik edip, bir istikrarsızlık imajı yaratmaya çalışıyor ve bundan faydalanarak kendi etrafında bir konsolidasyon sağlamak istiyor” şeklinde dillendiriyor. Bazıları bunu bir seçim hazırlığı olarak da okuyor. Sen ne dersin?

Can: Evet, bu konuyu yazdım. Açıkçası ben, bu algının kendisinin bir “tuzak” olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu söz konusu şey tuzaksa, saklanıp gizlenen bir şey değil, göstere göstere yapılan bir şey ve ortaya çıkan tablo şu oluyor: “Bizim için tuzaklar kuruldu” denilerek, o tuzaklara düşülmeyeceği varsayımıyla, iktidarın o tuzaklarla oluşturulmuş yolundan yürünüyor. Dolayısıyla, aslında “tuzak” diye kurulan şey, iktidarın çizdiği rotada yürümek haline geliyor. Bu da, muhalefet açısından kendisi bir tuzak. Bunun örneğini Amerika’da da gördük. Birtakım kaos senaryolarını ya da endişeleri büyütebilen sokak hareketliliği, iktidarların, güvenlik kaygısı olan seçmeni etkilemesi üzerinde bazı sonuçlar doğurabiliyor. Hatta Demokratlar’ın ırkçılık-karşıtı birtakım yeni düzenlemeleri hakkında, “Önce silahlarınızı aldı bu Demokratlar, şimdi de polisinizi uzaklaştırmak istiyor” gibi söylemlerle Trump da bunu kullanıyor. Yani “sokakları kullanan muhalefet” tezini bir avantaja çevirmeye çalışıyorlar. Ama bunun karşılığı, asla ve asla alanda bir siyaset üretmeyip, “Bunlar tuzak. Biz buraya girmeyiz” demek olamaz. Ben tez olarak şunu söylüyorum: Eğer size bazı tuzaklar kurulduğunu düşünüyorsanız, o tuzakların olmadığı yollardan yürümek ya da iktidarın çizdiği tuzaksız yoldan yürümek değil, yeni yollar bulmaktır. Ben böyle bir tuzak kurulmasının, Türkiye’de gerçeği çok yansıtmadığını düşünüyorum. Çünkü sokağa çıkıldığında, şiddete, yağmaya, kaosa yol açacak bir zeminin olduğunu da düşünmüyorum.

Çakır: Doğru. Zaten şu anda Amerika’yla yaşanan en büyük fark bu. Çünkü orada çok somut bir olay var. Ve o somut hareketle, ırkçılık üzerine büyük bir gösteri oldu. Senin demin söylediğin husus önemli. Trump, ilk baştaki o yağmaları bahane ederek bunu kullanmak istedi. Ama sonrasında gösterilerde bu hareketler etkisizleşince, gösteriler çok pozitif bir yöne döndü ve Trump’ın aleyhine işlemeye başladı. Ömer Taşpınar ve Gönül Tol’un “Transatlantik” yayınında aktardıklarında da bunu görüyorum: Durum Joe Biden’ın lehine işlerken, Trump da soruna duyarsızlığı ile kaybeden figür oldu. Ama belli bir noktada o sükûnet sağlanmayıp olaylar yağma üzerinden gelişiyor olsaydı –ki herhalde Trump bunu tercih ederdi–, bunu kullanabilirdi. Ama sonrasında kontrollü bir şekilde yaşanan gösteriler, gerçekten fonksiyonel oldu. 

Türkiye’deki meselede ise böyle bir ortam yok. Niçin sokağa çıkacaksın? 3 milletvekilinin vekilliğinin düşürülmesi ciddi bir konu. Ama sırf bu nedenle insanları sokağa çekmenin bir anlamı yok. Senin de söylediğin gibi, yapılabilecek olan herhangi bir şeye karşı sokağa çıkmayı gerçekleştirebilecek bir zemin yok. Anladığım kadarıyla iktidarın –bu yönde bir çabası var mı bilmiyorum ama– şöyle bir beklentisi var: “Keşke bir yanlış yapsalar da kendilerini sokağa atsalar. Çok da savunabilecekleri bir olay olmasa, sırf çıkmış olmak için çıksalar, biz de onun üzerinden bunların nasıl gayrimeşru olduğunu anlatalım” pozisyonunda olabilirler. Ama buna girmiyorlar. 

Bir de özellikle şunu belirtmek istiyorum: Meclis’te, MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel’e yumruklu saldırısı oldu. Hatta demin söz ettiğim yayının girişinde de bu konudan bahsettim. Birçok insan bu olayı provokasyonun bir hamlesi olarak yorumladı. İlginç bir şey var: Sosyal medyada gördüğüm kadarıyla, çok sayıda iktidar yanlısı da Olcay Kılavuz’u bu hareketiyle övüp, alkışladı. Ama sonrasında Devlet Bahçeli konuya müdahale etmiş; Olcay Kılavuz Özgür Özel’le buluşup kendisinden özür dilemiş ve olayı kapatmışlar. Meclis’te yaşanan bu arbedeyi bu “tuzak” meselesiyle ilişkilendirip buraya yapıştırabiliyoruz. Ya da “Acaba bu olay onun uzantısı mı?” diye düşünebiliyoruz. Ama birisi bunu durdurduğu zaman olay kapanabiliyor. Açıkçası, ben iktidarın özel olarak bir çaba içerisine girdiğinden emin değilim. Çünkü yapabilecekleri fazla bir şey yok. Ama temenni ettiklerine eminim. Yani şöyle bir düşünce geçiyor kafalarından: “Muhalefet sokakta yanlış bir şey yapsa, biz de bunun üzerinden tepinsek”. Ama öyle bir şey olmayacak. 

Buradan HDP’nin 15 Haziran Pazartesi günü başlayacak yürüyüşüne geçebiliriz. HDP’nin “Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü”, biri Edirne, diğeri Hakkâri olmak üzere iki koldan başlayıp Ankara’da sonlanacak. İlk duyduğumda, “Acaba?” diye düşündüm. Ama sonra detayları öğrendim. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı “Adalet Yürüyüşü” gibi karayolundan yürüyerek değil, araçlarla olacakmış. 

Can: Demin söylediğine bir şey eklemek istiyorum: Ben “Bir şey yapsalar da bunu aleyhlerine kullansak” fikrinin önde olduğu düşüncesinde değilim. Tam tersine: “Böyle bir şey yayalım ki, bir şey yapmak akıllarına gelmesin, bir şey yapmak istemesinler, kimse bir şey yapmasın”. Bence mesele bu. İktidar için hangisi daha rahatsız edici? “Sokaklarda bir şeyler olsun da, onu kullanarak konsolidasyon sağlayalım.” O iş geçti bence. Trump örneğinde de olduğu gibi, bunu yeterince kullandılar. 7 Haziran-1 Kasım arasında kullanıldı. 15 Temmuz’da kullanıldı. Türkiye’de, son 10 yılda, “Bir şeyler olsa da bunu kullansak, oylarımız artırsak” işinin suyu çıktı artık. O kadar çok kullanıldı ki… Bence asıl mesele “Biz bunu daha önce yaptık, yine yaparız” düşüncesiyle, kimsenin bir şey yapamaz hale gelmesi. Sokakları başkalarına kapatıp… Aslında sokaktalar. Meclis’teki o arbede için özür dilendi ama polisiyle, bekçisiyle, sokağa çıkıp bir tehlike yaratması imkânsız olan 3-5 kişiyi bile 20-30 polisle derdest ediyorsan, zaten öyle bir şey yoktur. Buradan bir kaos riski göstererek bir şey sağlayamazsın. Bu gerçekçi bir şey değil, buna kimseyi de inandıramazsın. Ama gerçekçi olan şey şu: Bu “tuzak” lâfıyla iktidar, hem kimsenin hareket edemeyeceği bir zemin yaratıyor, hem de muhalefet “tuzağa düşmeyeceğiz” bahanesine sığınarak bir şey yapmıyor. Bu ille sokağa çıkmak gerektiği anlamına gelmez. Ama bunun lâf olarak kullanılması, bir şey yapmamanın bahanesi haline geliyor. Çünkü bu, sokağa nasıl çıkacağınla ilgili bir şey. Mesela bu haftaki “İki Satır” programında Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür bu konuyu konuştular. Aslında tam tersi, ille nümayiş anlamında değil ama, siyaset sokakta, yerelde, yerinde yapılan bir şey. Dolayısıyla bu önemli. Bunu engelleyen bir tutum var. Sokaktan sadece “Sokak siyaseti” dediği şeyi, aldığı parantezi kabul etmek doğru bir şey değil. “Sokak siyaseti” denilen şey, yıkıp, yakmak anlamına gelmiyor.

Çakır: Ben de o yayını “Sokak siyaseti mi, sokakta siyaset mi?” diye ayırdım. “Sokakta siyaset”ten kastettiğim, 31 Mart yerel seçim öncesinde, muhalefet partilerinin yaptığı seçim kampanyaları gibi. Ya da zamanında Refah Partisi’nin yaptığı gibi: Seçimin bittiğinin ertesi günü bir sonraki seçim için çalışmaya başlarlardı; mahalle komiteleriyle ev ev gezer, esnafı işyerlerini ziyaret eder, toplantılar yaparlardı. Muhalefet böyle bir şeyi belediyeleri de kullanarak pekâlâ yapabilir. Tabii şimdi salgın nedeniyle bu iş biraz mesafeli olur. Ama sonuçta söylemek istediğim, muhalefet, sokak siyaseti yerine sokakta siyaseti, yani siyaseti sokağa taşıyarak çok şey yapabilir. Bu konuda elinde çok da güçlü isimler var. Mesela Adana’nın, İzmir’in, İstanbul’un, Ankara’nın belediye başkanları vatandaşla iyi ilişki kurabilen ve ellerinde imkân olan kişiler. Bunu pekâlâ çok ciddi bir şekilde yapabilirler. Sokak deyince insanların aklına, gösteri, protesto, nümayiş geliyor. Tabii orada çok somut bir gerekçe gerekiyor: Niye sokak? Neyi protesto ediyorsun? Mesela şu anda Lübnan’da insanlar sokaktalar. Çünkü Lübnan parası çok ciddi bir şekilde değer kaybetti. Zaten ekonomide bir kriz var ve insanlar şikâyet ederek sokağa dökülüyorlar. Türkiye’de ise ekonomik kriz hep var. Ama “Ekonomik kriz var” diye sokağa dökülecek bir nüfus yok Türkiye’de. Lübnan’da yaşandığı gibi çok bâriz, somut bir olay olduğu zaman bile, Türkiye’de böyle bir şey olacağından çok emin değilim açıkçası. Ekonomik nedenlerle sokağa çıkma meselesi artık çok gerilerde kaldı.

Can: Dediğin gibi, HDP de, bu gerilimin tetikleyicisi olmamak için, mümkün olan en ihtiyatlı formülasyonla, ama bu sokak tehdidi meselesinin de iktidar tarafından bir sopa olarak kullanılmasını kıracak bir hamle yapmaya çalışıyor. Ben “Gezi” örneğini de çok kullanıldığı için tekrar etmek istiyorum — hâlâ yıldönümü sayılabilir. Biraz önce ilk oturumun başında konuştuğumuz troller, Gezi’yi negatif etiketlemek için büyük faaliyet gösterdiler. Hatırla: Melih Gökçek’ler, kırılan “fıskiyeler”, şunlar, bunlar… Hâlâ da onun, bir yakma yıkma, vandallık meselesi olduğunu söylemeye çabaladılar. Ama ben hâlâ, iktidarın tabanı dahil, bu toplumun çok büyük bir kesiminde, Gezi için söylenen “Birileri, kontrolsüz kalabalıklar, sokaklara çıktı, ortalığı yaktılar, yıktılar” etiketinin yapışmadığını düşünüyorum. Aslında iktidarın durdurulduğu, daha sonraki pek çok çevre eyleminde olduğu gibi durdurulabildiği ve sokakta, yerinde siyaset yapma örnekleriydi. Oradaki görüntülerin o kadar yoğun ve aleyhte kullanılmasına rağmen, hâlâ doların ve ekonominin bozulmasını bile oraya kadar taşımaya çalışmasına rağmen, iktidarın bu etiketi Gezi üzerine yapıştıramadığını düşünüyorum. Dolayısıyla, şimdi bu sokak meselesini tartışmaya başlarken, aslında iktidarın başaramadığı birtakım şeyleri, muhalefetin kendiliğinden kabullenmesinin hak olmadığını düşünüyorum. İktidarın sokağı yasaklı bir alana dönüştürmesine muhalefetin katkı vermemesi gerekir.

Çakır: Ekonomi demişken, biliyorsun HDP’nin yürüyüşü, “Adalet Yürüyüşü”nün 3. yılında yapılıyor. O da yine 15 Haziran’da başlamıştı. Ama o bence çok önemli bir dönüm noktasıydı. CHP’nin başarılı bir olayıydı ve hâlâ hayret ederim. Çünkü yürüyüş başladığı andan itibaren hep, “Bir yerlerde bir şey çıkacak, çıkabilir” diye düşündük ve çok da provoke edilmek istendi biliyorsun; geçtikleri yerlerde başlarına epey bir iş açılmak istendi, ama olmadı. 

Bu erken seçim meselesi benim favori konum. Biliyorsun, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kesinlikle seçim yok, 2023’ü beklesinler” dedi. Erdoğan “Öyle olmayacak” dediğine göre, herhalde erken seçim bekliyoruz, değil mi? Bayağı bir ihtimal dahilindedir. Senin demin söylediğin bekçilik, kadro ve imkân verme meselesi de bunun bir göstergesi. Daha önce de çok konuştuk: Ayasofya meselesinden hâlâ çaresizce medet umuyorlar, ama oradan bir oy geleceğini çok sanmıyorum açıkçası. AK Parti’ye oy vermekten vazgeçmiş olup da, “Ayasofya’yı camiye çevirdiler, bari son bir kez oyumu vereyim” diyecek çok insan olduğunu düşünmüyorum. Ama bu konuya Temmuz ayında el atma konusunda epey mesajlar da veriyorlar. Ne diyorsun, bunların hepsine bir arada baktığımız zaman, alâmetler beliriyor mu? Yoksa yine senin de söylediğin gibi, bunun işaretlerinin çok olması, olacağı anlamına gelmez mi?

Can: Ben açıkçası şu anda hâlâ, verilmiş bir kararla değil, verilecek kararı biçimleyecek denemelerle ilerlediğimiz kanaatindeyim. Bu konularda da, diğer konularda da, şu anda verilmiş bir karar, oluşturulmuş bir stratejiye uygun olarak adımlar atılıyor değil. Bence, o oluşturulacak nihaî karar için, pek çok düğmeye yine aynı anda basılarak, çeşitli denemeler yapmaya ve alınan sonuçlara göre bir hareket planı çıkartılmaya çalışıldığını düşünüyorum. Bunun içerisindeki denemelerden biri kuşkusuz Ayasofya meselesi. Zaten dediğin gibi Temmuz gibi yakın bir zamanda yapılacaksa, bu, çok seçim hamlesi. Çünkü nereden bakarsan bak, seçim kararının alınması ve uygulanması itibarıyla, en baskın haliyle bile, bir etki yaratacaksa bile, o etkinin sönümlenebileceği bir zamanda realize olacak. Hatırla: 15 Temmuz, Suriye operasyonları bile, sağladığı oy imkânı açısından bu iktidarı üç ay bile taşımadı ki, son derece zayıf Ayasofya meselesi öyle 3-6 ay sonraya sonuç taşıyabilecek bir manivela olsun. Ama bunlar, şu andaki o kararsız bloğuyla belirginleşen oy kaybının, ne kadar başka yerlere akabileceği riskini doğurduğunu gösterecek birtakım alan yoklamaları. Bu alan yoklamalarını daha çok göreceğiz. Önümüzdeki günlerde daha çok deneme yapılacağını düşünüyorum. Onlardan alınacak toplam sonuç, durumu belirleyecek. 

Ama şuna katılırım: Uygun bir şey yakalansa, iktidarın, şu seçim belasından, şu aritmetik baskıdan, her gün yenisi çıkan “Eriyor, bitiyor” baskısından kurtulmak istediğini düşünüyorum. Ama açıkçası üretilen formülasyonların bu baskıyı üzerinden alabilecek doygunluğa gelmediği noktada, seçim yapılmayacağını düşünüyorum.

Çakır: Biliyorsun MetroPoll Araştırma’nın Genel Müdürü Özer Sencar ile bu hafta bir yayın yaptık. Özer Bey de şunu söyledi: “İktidarın üreteceği hiçbir şey, ekonomide yaşanan sorunların üzerini örtemez. Ekonomiyi düzeltmezlerse, hangi argümanı getirirlerse getirsinler, şu anda ekonomiyi unutturacak kadar güçlü bir argüman bulamayacaklar. Ne Ayasofya meselesi, ne yaratabilecekleri herhangi bir gündem, dış gerginlik vs. işe yaramayacak.”

Mesela, şimdi Libya’da bir başarıdan bahsediliyor — ki galiba öyle. En azından, Hafter’in gerilediğini biliyoruz ve ona destek verenler panik halindeler; Türkiye’nin desteklediği güçler başarılı bir durumda. Ama kamuoyunun bunu ne kadar bildiği, umursadığı ve tabii ki bunun seçimlere herhangi bir etkisinin olup olmayacağı konusunda söylenecek çok bir şey yok. Oraya epey bir yatırım yapıldı, ama o bir iç seçim yatırımı olarak hayata geçmeyecek. Seçim kampanyasında muhakkak kullanılacaktır. Zaten Cumhurbaşkanı salgınla ilgili yaptığı her basın toplantısında, “Ulusa Sesleniş” konuşmasında da yatırımlardan bahsediyor; ama insanları çok fazla heyecanlandıran bir olay olduğunu sanmıyorum. Ekonomi konusunda, mesela bugün açıklanan sanayi üretimi rakamları çok vahim. Bunları nasıl telafi edeceği hususunda bir çözümsüzlük var. Türkiye İstatistik Kurumu’nun bölge müdürlerini değiştirerek halledilebilecek bir olay olmaktan çıkmış durumda. 

Demin burada bekçiler hususunda söylediğimiz gibi, tamam, iktidarlar seçim öncesi bir şey dağıtır. Ama dağıtmak için de bir şeyin olması lâzım. O bir şeyleri yaratma konusunda çok ciddi bir sorun yaşadıklarını ve eski çarkların –nimet dağıtımı, paylaşımı çarklarının– eskisi gibi dönmediği çok bâriz bir şekilde ortada. Dolayısıyla bu kolay kolay çözülebilecek bir husus değil. Bu nedenle erken seçime gitmesi hiç gerçekçi değil. Ama bunun sürmesi halinde 1-2 yıl sonra girilebilecek bir seçimde elde edeceği skor, herhalde çok daha vahim olacaktır. Benim hesabım öyle. Şu aşamada seçim yapınca ne kazanacağı çok şüpheli. Ama döndürmesinin de mümkün olmadığı bu gidişatta, zamanında yapılacak bir seçim… Hani 2002 seçiminde iktidar koalisyonu partilerinin birlikte yaşadığı çok büyük bir hezimet olmuştu, onun gibi bir sonuca gidebilir sanki. Bana öyle geliyor. Şimdi gidilecek bir seçim, 1999 seçimlerinde ANAP’ın yaşadığı gibi bir etki yaratabilir. Sonuçta belli bir güçle varlığını sürdüren bir parti olabilir. Ama geciktiği zaman, varlığı çok ciddi bir şekilde tehlikeye girebilir.

Can: Ama işte o dediğin formül, ömrünü 2 sene uzatmıştı. Burada da, 2 senelik ömür için girilen bir hamle olur mu olmaz mı? Bu, tartmayla realize olacak bir şey. Bence, bu sorduğumuz sorular, iktidar açısından cevabı verilmiş sorular değil. Şu anda tarttıkları şeyin tam da bu olduğunu düşünüyorum.

Çakır: Bitirirken bir şey söyleyeceğim. Bugün arkadaşımız Gökçe Çiçek Kösedağı bir şey gösterdi, ben hiç farkında olmamışım: Süleyman Soylu İdlib’e gitmiş, haberin var mıydı?

Can: Hayır, yok.

Çakır: 7 Haziran’da AFAD’la birlikte İdlib’e gitmiş. Fotoğrafları var. Kendi sosyal medya hesabından da paylaşmış.

Can: Bayramda bir şey yaptı, ama İdlib’de değil, sınır taraflarındaydı.

Çakır: İdlib’e gitmiş, İdlib’de fotoğrafları var.

Can: Anladım.

Çakır: Biz mi kaçırdık? Yoksa, bir şeyler yapıyor ama çok da fazla dikkat çekmemeye mi çalışıyor, anlamadım.

Can: Demek ki sosyal medya faaliyetinde bunlar dolaşıma girmemiş. Acaba 7 bin kişi meselesinden mi oldu?

Çakır: Bilmiyorum. İlginç. İdlib’e gitmek… Tekrar bakacağım, kendimden de şüphe etmeye başladım. Ama gördüm, kendi hesabından da paylaşmış. AFAD gömleği giymiş, şapkası takmış ve orada çocuklara bir şeyler dağıtıyor.

Can: Tabii biz kaçırmış olabiliriz de, bununla ilgili büyük bir şey de olmadı, kampanyaya çevrilmedi.

Çakır: Kampanyaya çevrilmedi. Böyle bir şey yapmak ilginç. Çünkü güvenlik açısından ne olursa olsun bir risk payı olan bir şey. Neyse, “Haftaya Bakış”ı Kemal ile birlikte noktalıyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.