Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan ve AK Parti’nin iktidar serüveni: Hatem Ete ile söyleşi

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi ve Ankara Enstitüsü’nde Araştırma Direktörü olan Doç. Hatem Ete 2008-2014 arasında SETA’da Siyaset Araştırmaları Direktörlüğü, 2014-2017 arasında da Başbakan Başmüşavirliği yapmıştı. Doç. Ete ile AK Parti’nin serüvenini ve muhtemel geleceğini konuştuk.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bugün konuğum Doç. Hatem Ete. Kendisi Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi ve Ankara Enstitüsü’nde Araştırma Direktörü. Aynı zamanda, bir süre önce yayına başlamış olan ve internet üzerinden yayın yapan Perspektif. Online’da yazıyor. Zaten oradaki yazısını görür görmez Hatem’le bu yayını yapmaya karar verdik. Yayınımızın başlığı ile Hatem Ete’nin yazısının başlığı aynı. Hatem, merhaba.

Hatem Ete: Merhaba.

Çakır: Sen 2014-2017 arasında Başbakan Başmüşavirliği görevindeydin. Ama daha çok Prof. Ahmet Davutoğlu ile birlikte çalıştın. Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kuruluşundan beri izlemiş ve belirli bir tarihten itibaren de içinde yer almıştın. 2008-2014 arasında SETA’da Siyaset Araştırmaları Direktörlüğü görevindeydin. SETA’yı anlatmaya gerek yok. Perspektif.online’da yazdığın yazı ilginç ve çok kapsamlı. Bununla ilgili konuşacağımız çok şey var. Yazında, “20 yıl önceki analizlerle bugünü, bugünkü perspektifle de 20 yıl önceki gelişmeleri açıklamaya çalışmak mümkün değil. Bu bir süreçti” diyorsun. İzleyicilerin anlaması için basitleştirerek anlatayım: İyi başlamış, kötü sonuçlanmış bir öyküyü anlatıyorsun. Yanılıyor muyum?

Ete: Doğru.

Çakır: Buradaki iyi ve kötü nedir?

Ete: Ben şu yüzden bir yazı yazma ihtiyacını hissettim: Biz genellikle sonuca odaklanarak okuyoruz, süreçleri de ihmal ediyoruz. Hatta çoğu zaman, süreçleri okumayı, sonucu meşrulaştırır korkusuyla göz ardı ediyoruz. Öyle olunca da kolaylıkla genellemelere varabiliyoruz. 18-19 yıllık bir parti ve iktidar var. O dönem boyunca hem Türkiye’de hem dünyada bir sürü değişiklik oldu. Bunu dönemselleştirerek anlamaya çalışırsak daha iyi olur niyetiyle bu yazıyı yazdım.

Hepimizin bildiği gibi, AK Parti siyasetin tıkandığı bir evrede kuruldu. O tıkanıklığın temel gerekçesi de, merkez sağ siyasetin, kendisine yönelen toplumsal talepleri artık taşıyamamasından kaynaklanıyordu; bölünme, yozlaşma, yolsuzluklara bulaşma, toplumun kalkınma misyonu ile yetinmemesi ve bazı siyasal taleplerde bulunması… bütün bunlar biraz da Refah Parti’nin yükselmesini sağladı. Fakat sistem 28 Şubat sürecinde Refah Partisi’ne izin vermedi; o siyasal taleplerin sisteme yansımasına blokaj uyguladı. AK Parti, biraz çıkış bulma stratejisiydi aslında. Hem Refah Partisi’nin iktidar deneyimindeki sıkıntılardan, risklerden çıkarılmış dersleri içeriyordu. Hem de merkez sağın toplumsal tabanını kaybetmesini inceleyen, neden bu kaybı yaşadığını gözlemleyen, o nedenle de hem demokrasi hem kalkınma misyonunu bünyesinde barındırarak kurulan bir iktidar oldu AK Parti. Sen de geçen gün yaptığın bir yayında bahsetmiştin: Cem Uzan’ın varlığı da diğer partileri aşağıya çekince, 2002 seçimlerinde tek başına güçlü bir iktidar olma imkânı ortaya çıktı. Fakat bu imkân, yine sistem tarafından birçok direnç ve krizlerle karşılandı. Hatırlayın: 2008 parti kapatma davası, yargı süreçleri 2002-2007 arasındaki gerilimlerin ürettiği dosyaların üzerinden yürüdü: Danıştay saldırısı, Cumhuriyet mitingleri, MGK’larda yaşanan sıkıntılar… Böyle bir dönemde AK Parti, hem merkez sağ ile Milli Görüş geleneğini bünyesinde birleştirip, kalkınmayla demokrasi üzerinden bir siyaset pratiği hayata geçirmek, hem de sistemde karşılaştığı sıkıntıları aşabilmek için içeride demokrat kesimlerle, dışarıda Avrupa Birliği ile bir uzlaşma ve diyalog içerisinde, Türkiye’nin dokunulmamış birçok siyasal sorununa dokunan bir demokratik iktidar pratiği hayata geçirdi. Bunun neticesinde, 2007’de oy oranı arttı. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı krizinin arkasından, Cumhurbaşkanı’nın halk oyuyla seçilmesini düzenleyen  Anayasa Referandumu’nda ve 12 Eylül 2010’daki Anayasa değişikliği Referandumu’nda oy oranının çok üstünde bir oy aldı. En son, bu sürecin bittiği tarih olarak kodladığım Haziran 2011 seçimlerinde de yüzde 50’ye yakın bir oy aldı. Dolayısıyla, o dönemi diğer dönemlerden ayrıştırmamız lâzım. Bu, kısmen süreçlerin zorlaştırdığı, süreçlerin kolaylaştırdığı bir demokratikleşme vizyonuydu. Ama bu süreçte karşılaşılan zorlukları demokrasiyle aşma konusunda büyük bir tercih vardı aslında. O dönem boyunca AK Parti ve Erdoğan, karar alma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı ve o kararlarını hep demokratikleşmeden yana, diyalogdan yana, toplumsal tabanı genişletmeden yana tercihler yaparak aşmaya çalıştı. 2011 Haziran seçimlerine böyle geldik. 

2010 Referandumu ile 2011 Haziran seçimlerinden sonraki dönemi, ben “İkinci dönem” olarak adlandırıyorum. Bu ikinci dönem, birinci dönemle bugün içinde bulunduğumuz üçüncü dönem arasında bir nevi final maçının yapıldığı dönem. Demokratik bir vizyona sahip iktidar, bugün Başkanlık Sistemi üzerinden yürüttüğü siyasal pratiğe nasıl geldi? Hangi süreçler de hangi kararları almaya zorladı? Ne tür tercihler yapıldı? Bütün bunlar ikinci dönemde yapıldı diye okuyorum ben.

Çakır: İzin verirsen bir araya gireyim. Yazında, AK Parti’nin iktidar serüvenini üç döneme ayırıyorsun: “Birinci dönem: Demokratik Dönüşüm”, “İkinci dönem: Yol Ayrımı”, “Üçüncü dönem: Demokrasiden Ricat” olarak ayırmışsın. İkinci dönemle üçüncü dönem arasında, “15 Temmuz: Kritik Eşik” başlığı var. Siyaseti etkileyen, iktidara yönelik üç büyük tehditten bahsediyorsun: birincisi MİT Krizi ve Fethullahçı yapının sistemle çatışmaya başlaması; ikincisi Gezi olayları; üçüncüsü de PKK. PKK’nın, iktidarın zayıflamasını görüp bundan istifade ederek terör eylemlerine yeniden başlaması. En önemli kritik eşik olarak da 15 Temmuz darbe girişimini koyuyorsun. Tabii bunların hepsi başlı başlına bir yayın konusu.

Ete: Dördüncüsü de Arap Baharı.

Çakır: Evet. Ben bu Fethullahçılık meselesini biraz deşelim istiyorum. Fethullahçılık’la ilk ciddi kapışmanın yaşandığı MİT Krizi ve ardından dershanelerin kapatılması meselesinde, iktidar koalisyonunun içerisinde bir tarafta AK Parti, bir tarafta Fethullahçılar vardı. AK Parti çevresinde iki eğilim vardı: daha azınlıkta olan eğilim, bununla yüzleşmek ve Fethullahçılar’la mücadele etmek; daha baskın olan eğilim ise, “Bunu bir şekilde hallederiz, şimdi zamanı değil” görüşü. Ama şunu hatırlıyorum mesela: Senin de yakın arkadaşın, SETA’da birlikte çalıştığınız ama daha sonra ayrılıp milletvekili olan Taha Özhan, o dönemde, MİT Krizi’ni teorikleştiren AK Parti’deki önde gelen isimlerden birisiydi. Ama o bunu söylerken, Erdoğan –ki o zaman başbakandı– “ ‘Böyle bir iktidar mücadelesi var’ diyene güler geçerim” demişti. O meşhur “Kandırıldık” meselesi… Biliyoruz ki kimse kimseyi kandırmadı. Fethullahçılık’la kurulan o ilişkide nasıl bir siyasî akıl devreye girdi? Aslında bu ikisi, birbirini sevmeyen, birbirine şüpheyle bakan iki yapı. Hatta Fethullahçılar, Türkiye’deki sistem güçlerini tanımlarken, özellikle Batı’ya kendilerini Milli Görüş ve benzeri hareketlerin bir nevi panzehiri olarak sundular uzun bir süre. Burada bir ittifak oldu. İttifakın oluş nedenleri ve bunun son dakikaya kadar sürdürülmesi nasıl bir siyasî akıl? Bence işler burada kopuyor. Senin yazında “Demokrasiden ricat” dediğin olayın temelinde, bence, Fethullahçılık’la işbirliği yapılması da vardı. Ne demek istediğimi anlatabildim mi?

Ete: Evet. Hatırlarsan, 7 Şubat 2012 MİT Krizi’nden hemen sonra, ben de “Siyaset-Vesayet- Cemaat” diye bir yazı yazmıştım. O dönemde kimse MİT operasyonunu yapanın Cemaat olduğunu söylemek istemiyordu. SETA’da ben ve Taha Özhan bunu söylüyorduk. Dışarıda da siz, Ali Bayramoğlu ve birkaç kişi daha yazıyordu bu süreçleri. Yani sadece üç beş kişi, bu işin ismini koyarak bunu tanımlıyordu. Ben o süreci şöyle okuyorum. Birinci dönemde, siyasetin temel dinamiği “bürokratik vesayetle mücadele” olarak kodlandı. Yani AK Parti’nin, hem Avrupa Birliği sürecinde hem içeride liberallerle kurulan diyalogda hem o dönem Cemaat içerisinde yer alan aktörlerin, gazetelerinde, televizyonlarında, bürokrasi içerisinde AK Parti’ye verdikleri desteğin temelinde, vesayetle mücadele süreci vardı. Vesayetle mücadele süreci tamamlandıktan sonra, ya da 2010 Referandumu ve 12 Haziran seçimlerinden sonra, bu mesele en önemli engel olmaktan çıktıktan sonra, temel gerilim şundan doğdu diye okuyorum ben — o dönemlerde de benzer şeyler yazdım: Fethullahçılar dediler ki: “Bu memleket vesayetsiz yönetilebilir. Sadece siyasete teslim edilebilir bir ülke değil. Dolayısıyla, vesayeti ortadan kaldırdığımıza göre, şimdi bu devletin yeni bir vasîye ihtiyacı var”. O yeni vasînin kendisi olabileceğini düşünerek, o boşluğu doldurmaya çalıştı. Hatta 7 Şubat’tan hemen sonra yazdığım bir yazıda, “Kendisini Neo-Kemalist yeni vesayet olarak görmek istiyor” demiştim. “Madem bu odaklar boşaldı, siyasal sistem şimdi sivil siyaset üzerinden kurgulanacak. O zaman, bu vasî işlerini ben görebilirim” gerilimi üzerinden başlayan süreçler olarak okudum bunu ben.

AK Parti’nin o dönemdeki pozisyonu şuydu: Toplumla siyaset, siyasetle devlet arasındaki kanallar açık olmadığında, Türkiye’de bütün siyasal hareketler, bir hareket stratejisi olarak devlete sızmayı gündemlerine aldılar. Bu, sol pratiklerde de, sağ pratiklerde de, İslâmî hareketlerde de yaşandı.  Siz de bütün o cemaatleri ve hareketleri çalıştınız, biliyorsunuzdur; Neredeyse “Bu ülke nasıl yönetilebilir?” üzerine kafa yoranların, bütün bu cemaatlerin ayaklarından birisi de bürokrasiye sızmak, bürokrasiye adam yerleştirmekti. Çünkü devlet ağırlıklı bir siyasî mekanizma olduğu için, herkes bir şekilde o devlette yer alarak var kalmaya çalışıyordu. Fethullahçılık da 1970’lerden başlayarak bunu temel eksenlerinden birisi olarak belirlemiş hareketlerden birisi. 12 Eylül referandumundan sonra, AK Parti, “Siyasetle toplum, siyasetle devlet arasındaki kanallar açıldı. Şimdi artık yapılabilecek en önemli şey, devlet yönetiminde bir görüşün yansımasını istiyorsanız, siyaseti etkilemeniz lâzım. Siyaseti etkilemek istiyorsanız da, toplumda var olmanız lâzım. Bu, sivil toplum olabilir, vakıf olabilir, dernek olabilir. Sizin de buna benzer bir sürü kurumlarınız var. Eğitim kurumlarınız, sivil toplum faaliyetleriniz var. 70’lerden itibaren sürdürdüğünüz devlete sızma ve onun üzerinden devleti yönetme stratejinizden vazgeçin. Çünkü siyaset şeffaflaştı ve demokratikleşti. Dolayısıyla, Kemalist vesayetin yerine, yeni vesayet odağı olarak var kalmaya çalışmayın, buna izin vermem” dedi. Eğer o dönemde, Fethullahçı yapı sivil topluma geri dönüp, sivil toplum üzerinden siyasal süreçleri etkilemeye yönelik bir konumlanmaya razı olsaydı, Türkiye o badireden geçmezdi. Benim o dönemde kanaatim şöyleydi: AK Parti, iki üç yıl boyunca, 17-25 Aralık’a kadar, Cemaat’i bu pozisyona çekmeye, razı etmeye çalıştı. 7 Şubat 2012 ile 17-25 Aralık 2013 arası, yani yaklaşık 2 yıla yakın bir süreçten bahsediyoruz. O dönemde AK Parti’nin temel olarak söylediği, “Bu niyetinizden vazgeçin. Burada yeni vasî olarak devleti yönetmeye çalışmak sizi bir yere getirmez. Çatışmak da bir sonuç üretmez. Burada sivil toplum içerisinde kalmaya razı olursanız da, bu çatışmaya mahal vermeden bu süreci atlatırız”ın hazırlıkları olarak görüyorum ben bu iki yılı.

Çakır: Burada toplum-devlet ilişkisi bağlamında söylediğin şey şu anlamda çok önemli: Bu hareketin –bu hareket derken, sadece AK Parti’yi kastetmiyorum, onun geldiği gelenekten de bahsediyorum– zamanında devlete, sisteme yönelttiği ne kadar eleştiri varsa, bugün neredeyse hepsinin daha fazlasını yapıyor. Mesela, yıllarca Yüksek Yargı’dan şikâyet etti. Şimdi baktığımızda, aslında Yüksek Yargı’nın kendi denetiminde olmamasından şikâyet ettiğini anlıyoruz. Ama şu anda hiçbir şikâyeti yok. Ya da, devletin sivil toplum alanını daraltması meselesini şimdi kendisi fazlasıyla yapıyor. Mesela Adana’daki Furkan Vakfı meselesi başlı başına manidar bir olay. Üzerinde çok da konuşulmadı, ama Furkan Vakfı, bildiğimiz, klasik anlamda yerel bir hareket. Geçmişte, AK Parti iktidarı öncesindeki dönemde, Furkan Vakfı gibi hareketlere devlet belli bir yere kadar müsamaha gösterir, belli yerlerde müdahale ederdi. Müdahale ettiği anda da, genel İslâmî câmia tarafından da eleştirilirdi. Ama şimdi bakıyoruz ki bu vakfın üzerinde kurulan baskının belki de tek nedeni, bu vakfın iktidara tâbi olmaması. Birçok cemaatle kurulan ilişki de böyle. Burada neyi kaçırıyoruz? Senin yazında da bunu görüyoruz. Ayrılan birçok kişide de bu var. Bir şey çok iyi gidiyordu, ama sonra şu oldu bu oldu, her şey bozuldu. Bu kadrolar bu bozulmaya nasıl razı oluyorlar?

Ete: Bence tekdüze bir kadrodan bahsedemeyiz. Ben o yüzden süreç okuması yapmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Başta bahsettiğimiz dört dinamik: Arap Baharı, Fethullahçılar’ın sistemle çatışmaya başlaması, PKK ve çözüm sürecinin başarısızlığı, Gezi eylemleri. 2012-2016 arasındaki o dört yıl, AK Parti’nin siyasî söylemlerini, siyasî önceliklerini, siyasî hedeflerini dönüştürdü. Bu siyasî öncelikler, hedefler değişince, doğal olarak kadrolarda da bir değişim yaşanıyor. Siz demokratikleşme gündemini öncelediğiniz zaman beraber yürüyeceğiniz kadrolarla, içe kapanarak ayakta kalmayı temel hedef haline getirdiğiniz zaman yürüyeceğiniz kadroları tekdüze tutamazsınız. Bu kadrolarda da bir değişiklik yaşanacak. Sadece AK Parti içindeki kadrolarda da değil, hem kurduğunuz toplumsal ittifakları hem devlet içi ittifakları hem de uluslararası ittifak ilişkinizi de değiştiriyorsunuz bu çerçevede. Bu topyekûn bir süreç aslında. Siyasetin öncelikleri ve hedefleri değişince, bununla ilişkili olarak, söylem de, zihniyet de, siyasal dil de, nihâî kertede varmayı düşündüğün ya da topluma sunduğun misyon da, yaptığın siyasal faaliyetini anlamlandırdığın temel düşünce ve bununla ilişkili olarak kadro ve ittifaklar da değişiyor. Bütün bu topyekûn değişim, bizim meseleye bakış açımızı da tamamen değiştiriyor. Bir örnek olarak, AK Parti’nin 4. Kongresi’ni hatırlayın: “Arap Baharı”nın başarıya ulaşacağı düşünülen bir ortam. Türkiye’de vesayetle mücadele başarıyla sonuçlanmış. AK Parti bir kongre düzenliyor. Mesud Barzani’den Halid Meşal’e, Muhammed Mursi’den Gerhard Schröder’e bir sürü aktörün gelip katıldığı o kongreyi düşünün. Bir de bugünkü AK Parti’nin siyasal temsilî fotoğrafını karşılaştırın. Siz o dönemde siyasal önceliğinizi ne olarak koyuyorsanız, bütün aktörler de ona göre şekilleniyor. Ya da tersini düşünün: Çözüm sürecini veya Alevilik meselesini konuştuğumuz zaman, kamuoyunda, programlarda, düşünce alanında, insanlar kendilerini frenlemeden her türlü fantastik düşünceyi, her türlü öneriyi dillendirebiliyor, bir gelecek tasarımına sahip oluyordu. Şimdiyse, kendi yaptığımız programları bir gözden geçirelim: Sadece, şuradaki hareketliliğin nasıl bastırıldığı, şurada nasıl bir tehdidin oluştuğu, bu tehdide karşı nasıl bir beka misyonumuzun olduğu… Dil değişiyor, siyaset değişiyor ve onunla beraber toplumun siyasal psikolojisi de değişiyor. O dört yıllık aralığın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu, sadece süreçler yüzde yüz zorunlu bir nedensellikle sonucu belirledi anlamında söylemiyorum. Ama o dört yıllık evrede, sadece AK Parti değil muhalefet de sorumlu burada. Anayasa süreci başladı, başarısızlığa uğradı, bir yığın şey oldu. O dört yıllık süreci “Yol yolcuyu değiştirdi” diye okuyorum. O yüzden, “15 Temmuz, kritik bir eşik” diyorum.

Çakır: Biraz Kürt meselesini konuşalım. Çok hâkim olduğun bir mesele zaten. Burada şöyle bir olay vardı: Milli Görüş hareketi, öteden beri, Türkiye’de Kürtler’in içerisinde, hep belli bir potansiyeli olan bir hareketti; Milli Nizam Partisi’nden, Milli Selamet Partisi’nden itibaren, aslında genel olarak İslâmî hareketin kendisinde bir Kürt damarı, Kürt İslamcılığı hep vardı. AK Parti, bunun üzerine bayağı bir şey koydu. Kürt sorununu da açık açık, ret ve inkâr politikasının dışında ele alma iddiasıyla çıktı ve hem kendisini hem Türkiye’yi açmaya başladı. Ama şimdi geldiğimiz nokta, bu olayın tamamen uzağında; “Sorun yoktur, bitmiştir” noktasında. Senin bunu çok daha iyi gözlemlediğini düşünüyorum. Bu durumun hareketin geleneksel tabanında çok ciddi kırılmalara, savrulmalara ve tercih değişikliklerine yol açtığını görüyorum. Çözmeye çalışıp, sonra meseleyi tamamen bıraktıktan sonra, Türkiye’deki Kürtler’in İslamcılığa olan bağlılığının ciddi bir şekilde aşındığını ve kolay kolay toparlanamayacağını düşünüyorum. Sen ne düşünürsün bu konuda?

Ete: Kısmen doğru, kısmen de Türkiye genelindeki psikolojiyle benzer olduğunu düşünüyorum. Biz çoğu zaman Kürt gençlerin ya da Kürt İslamcıların dinamiklerini konuşuyoruz. Siyasal ayrışmaların olduğu netlikte, toplumsal ayrışmaların Kürtler ve Türkler arasında benzer ölçüde olduğunu gözlemlemiyorum. Türkiye’de genel olarak AK Parti ile ilgili fikir değişiklikleri Kürtler’de de benzeri oranda yansıdı aslında. Bunu sadece Kürtler’in, PKK’nın Kürt meselesindeki pozisyon değişikliği ile ilişkili bir şey olarak görmüyorum. Ülke genelinde oluşan perspektif ve zihniyet farklılığı, orada da bir hayal kırıklığı oluşturuyor diye görüyorum. Fakat bunun neticesi, ortaklaşa geldiğimiz bir yer oldu. Yani, çözüm süreci ya da ondan önceki açılım süreçlerinde, başlangıç itibariyle aslında bu mesele gerçekten çözülmeye çalışıldı. “Biz bu meseleyi, bu kamburu düzeltebilir miyiz?” gibi sahici bir çaba ortaya çıktı. Fakat tam da o bahsettiğimiz dört yıllık devre içerisinde, “Arap Baharı”nın ürettiği “fırsatlar”, yani Türkiye’de yapılacak bir çözüm sürecinin Suriye’de PYD’nin daha çok işine yarayacağına yönelik bir hesaplama oldu. İçeride, Gezi eylemleri ile beraber, iktidarla demokratik kesim arasında –ya da nasıl adlandıracaksak bunu– bir ayrışma yaşandı. Dolayısıyla buradan, “Mevcut iktidarla bir çözüm sürecini sonuçlandırmak, bize ileride pişman olabileceğimiz bir durumu getirebilir” diye düşündü Kürt hareketi o dönemde. Ve Gezi’den hemen 1-2 ay sonra da, Türkiye’den çıkışları engelledi, hatırlarsan. Aslında, 7 Haziran’a kadar, ya da 20 Temmuz’a kadar, çözüm sürecinin devam ediyor olması, sadece bir terör dalgası olmaması için sürdürülen bir şeydi. Anlamını, önemini, siyaset üzerindeki etkisini yitirmişti zaten çözüm süreci. Yani, bir sürü badireyle uğraşırken, bir de terörle uğraşmayalım diye sürdürülen bir şeydi. PKK açısından da, “Ben Suriye’de çalışırken, bir de Türkiye sahasında uğraşmayayım” diye bakılan pragmatik bir çözümdü. O fırsat hep birlikte kaçırılınca, 15 Temmuz’dan sonra başkanlık tercihi, Bahçeli’nin devreye girmesi, aslında 15 Temmuz’da yıpranan orduya Suriye’de yeni bir saha açmak, tekrar güçlü bir orduyu sağlamak, “beka ve güvenlik” üst şemsiyesi altında toplumu bir şeylere ikna etmek üzere, içeride HDP’ye kayyum atama, milletvekillerine tutuklama, dışarıda sınır-ötesi operasyonlarla, bambaşka bir iklime dönüşmüş oldu. Ben, bugün itibariyle, orada yaşanan şeyin, elbette ilk dönemiyle ya da ikinci döneminde yaşanan o gerilimlerle, telif edilemeyecek bambaşka bir pozisyon olduğunu görüyorum, ama bu süreç de, aslında hep beraber yapılan tercihlerin bir neticesi oldu. Yani, AK Parti de bir yere vardı, fakat Kürt hareketi de bu süreci tamamen çözmeye yönelik bir teşebbüs içerisine girmedi. Ben o anlamda, çözüm sürecinin bitmiş olmasını, tamamen AK Parti’nin verdiği bir karar olarak görmüyorum. Çözüm sürecini bitirme meselesinde bir maliyet çıkarılacaksa, AK Parti’ye yüzde 51, Kürt hareketine yüzde 49 demem. Ya yüzde 50-50 dememiz lâzım ya da Kürt hareketine yüzde 51 dememiz lâzım. Bütün o süreçler boyunca hep beraber kaçırılan fırsatlar oldu. Şimdi geriye döndüğümüzde, Kürt hareketinin siyasal hareket kabiliyeti, o dönemle kıyaslanmayacak biçimde kısıtlanmış oldu. Bugün de, ittifaklar üzerinden aynı şeyi görüyoruz. O dönemde, o süreçte hep beraber bir fırsat kaçırıldı. 

Çakır: Bir diğer fırsata geçelim. Yazının en çarpıcı yerlerinden birisi de, sen 15 Temmuz’u aslında bir fırsat olarak tarif ediyorsun; bir musibetten bir hayır çıkartma fırsatı olarak görüyorsun. Ama orada Erdoğan’ın, tercihini demokrasiden yana yapmadığını söylüyorsun. Kavramı kullandığını görmedim, ama biz buna “otoriterlik” diyoruz. 

Ete: O kavramı kullanmadım. 15 Temmuz’u gerçekten bir “imkân” olarak görüyorum. Şu nedenle bir imkândı. Ben 2012 ile 2016 arasındaki süreci şöyle okuyordum: Aslında AK Parti demokratik siyasal bir sistem inşa etmek istedi. Fakat bahsettiğim bu dört dinamik dolayısıyla, bu inşa süreci misyonunu ertelemek zorunda kaldı. Dolayısıyla 15 Temmuz, bu dört dinamiğin siyaset üzerindeki olumsuz etkilerini temizledi; bir mıntıka temizliği yaptı. Evet, o dört yıllık süreçte AK Parti gerçekten kendi varlığına odaklanmak zorunda kaldı. Bir teyakkuz hâliyle, iktidarı korumaya yönelik, “stand by” durumunda kalarak, demokratik inşa meselesini rafa kaldırmak durumunda kaldı. 15 Temmuz, Arap Baharı’nın olumsuz etkilerini, Kürt meselesiyle ilgili eski dönemde çıkan anomalileri, en önemlisi de Fethullahçılık meselesinin ürettiği üç-dört yıllık tehdidi bertaraf etti. Aslında Erdoğan’a, vesayet sonrası demokratik bir Türkiye’nin kurucu babası olma imkânını sundu. Fakat şimdi, o dönemde çok fazla konjonktürel düşünüldüğünü görüyorum. O dört yıllık mücadele evresinin ürettiği gergin psikoloji, iktidarını kaybetme tedirginliği ve endişesi, demokratik bir Türkiye’nin kurucu babası olma motivasyonunun yerine, çok daha somut, anlaşılabilir, güçlü bir iktidarla değiştirdi Erdoğan. Bir tercih yaptı ve Devlet Bahçeli’nin başkanlık teklifi de, bu tercihinin zeminini kolaylaştırdı. 2012’de rafa kaldırılan yeni anayasanın, 15 Temmuz sonrasında gündeme alınmamasının hiçbir gerekçesi yoktu aslında. Bir başkanlık sistemine geçiş yapmak yerine, pekâlâ, 12 Eylül Anayasası’nı değiştirip, yepyeni bir anayasa içinde bu uzlaşma tesis edilebilirdi. Ama bu kritik eşik doğru değerlendirilemedi diye tanımlıyorum. 15 Temmuz, o bütün gerilimleri, pası temizleyerek, yepyeni bir sayfa açma imkânı sundu Türkiye siyasetine. Aslında siyaset de bu imkânı verdi Erdoğan’a: Yenikapı ruhu, toplumun meydanlara çıkması, oradan bir konsensüs, yeni bir sayfa açma imkânının önünde bir engel yoktu. Kaldı ki, beka tehdidi de kalmamıştı. “Beka tehdidi” dediğimiz şey, zaten 15 Temmuz’du. 15 Temmuz darbe girişimi, o beka tehdidini ortadan kaldırdı. Sonrasında da, beka söylemi üzerinden, toplumu beka tehdidinin var olmaya devam ettiğine ikna edip, güçlü iktidar kullanmanın yollarını aramaya yönelik bir strateji hayata geçirildi. Yani 15 Temmuz sonrası, söylemsel bir beka üretimiyle geçti. Bu da başkanlığı meşrulaştırmaya, toplumun başkanlık sistemini içselleştirmesine yönelik bir strateji olarak hayata geçirildi. Bugünden geriye dönüldüğünde, bunun AK Parti’ye yaramadığı çok açık. Bunu seçim süreçlerinde de gördük; AK Parti’nin siyasal iddia ve misyonundan taviz vermek zorunda kalmasıyla gördük. AK Parti’nin, iktidarda kalmak için başka ittifaklara mahkûm kalmasından gördük.

31 Mart sonrası süreci hatırlayalım: İstanbul, Ankara büyükşehir belediye başkanlıkları kaybedildi. Ama AK Parti içerisinde, “Biz niye bu başkanlıkları kaybettik?” tartışması bile yapılamadı. Niye yapılamadı? Çünkü tartışma yapılırsa, “Nasıl düzelteceğiz?”e dair marjların sınırlı olduğunu düşündüler. “Eğer değiştiremiyorsak, sıkıntı olduğunu konuşmayalım” diye karar verdiler. Bu aslında bir mahkûmiyet.

Çakır: Yazının başlığında, “AK Parti’nin iktidar serüveni” diyorsun. Burada iki şey var: Bir, AK Partinin iktidar serüveni, bir de AK Parti’nin kendi serüveni var. Sence AK Parti’nin iktidar serüveni, hatta AK Parti sonlanıyor mu? Çünkü zamanında, ANAP, Doğruyol iktidardan gittikten sonra yok olup gittiler. AK Parti ömrünü tamamlıyor mu? Yoksa bunu söylemek için erken mi henüz? 

Ete: Bunun için biraz erken. Siz de kamuoyu araştırmalarını izliyorsunuzdur. Bizim siyasal gözlemlerimizle seçmen tercihleri çoğu zaman örtüşmüyor. İktidarın muhalefetten daha dinamik, daha güçlü bir siyasal performans göstermesiyle de ilişkili biraz. Muhalefet iktidarın hata yapmasını beklemeye yönelik bir siyaset izliyor ve doğal olarak bu hataların iktidarı götüreceğini düşünüyor. Sen de muhalefetin bu taktiğinin doğru olduğunu düşünüyorsun. Fakat bu, bir taraftan da iktidarın gündelik bazı politikaları üzerinden seçmenle ilişkisini canlı tutmasına yol açıyor. O nedenle dikkat edersen biz muhalefetin oylarının arttığını hiç gözlemlemiyoruz. Hiçbir kamu araştırması, CHP’nin ya da İYİ Parti’nin oyunun şuradan şuraya geldiğini söylemiyor. Muhalefet, sadece Erdoğan karşıtlığında bir araya gelerek, aritmetik üstünlük ele geçirme üzerinden iktidara gelme umudu besliyor. Bu da, Erdoğan veya AK Parti iktidarının önümüzdeki seçimlerde yüzde yüz ortadan kalkacağına dair bir öngörüde bulunmamızı mümkün kılmıyor. Çünkü önümüzdeki seçimlerin ne zaman yapılacağına dair hiçbirimizin bir öngörüsü yok. Önümüzdeki dönem boyunca, iktidar ve muhalefetin performansının nasıl olacağına dair bir öngörümüz yok. Yeni siyasî partiler devreye girdi, onların nasıl bir siyasî performans göstereceklerini bilmiyoruz. Gerçekten öngördükleri, bekledikleri tabanlara ulaşabilecekler mi? Oy potansiyelleri, iktidar kanadından koparılan oylarla mı belirlenecek?

Çakır: Tam da bunu sormak istiyordum. DEVA ve Gelecek Partisi, geçmişte AK Parti içerisinde çok önemli işler yapmış isimler tarafından kuruldu. Ama şu âna kadar büyük ölçüde sosyal medya üzerinden varlık gösteriyorlar. Ya da “muhalif” bilinen FOX TV, Halk TV gibi bazı televizyon kanallarına çıkıyorlar. Davutoğlu’nu FOX TV’de görmek kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Bu iki partinin tabii ki belli performansları var, ama en çok merak edilen, iktidarı nasıl aşındıracakları meselesi. Hatta “DEVA Partisi daha çok muhalefetten oy alabilecekmiş gibi gözükürken, Gelecek Partisi, daha çok, iktidardan oy alır” yorumları yapılıyor. Tabii bunlar çok spekülatif ve erken yorumlar. Sen bu iki ayrı partiyi nasıl değerlendiriyorsun?

Ete: İki siyasî partinin de bir potansiyelleri olduğunu görüyorum. Ama ikisinin de şanssız bir dönemde kurulduğunu da göz önünde bulundurmamız lâzım. Kamuoyunun gündemine gelmekte zorlanmalarının tek nedeni, iktidarın medyayı kontrol altına alması değil. Bu elbette güçlü bir etken. Ama asıl olarak, toplumun şu anki gündemi, geride bıraktığımız 3-4 ay içerisinde neredeyse tamamen koronavirüs salgınıyla meşgul olması. O nedenle, ilk defa bu aydan itibaren bu yeni partilerin siyasal faaliyetlerinin nereye evrileceğine dair bir gözlem yapma imkânımız doğdu.  Hatırlayın: Gelecek Partisi Aralık 2019’da, DEVA Partisi de Mart 2020’de kuruldu. Kamuoyunun gündemi daha çok koronavirüsle meşgul olduğu için, her iki parti de, bekledikleri ve öngördükleri şekilde kamuoyunun gündemine çok fazla gelemediler. Buna rağmen, bu ay her iki partiyi de 3 puan civarında gördük. Şu anda toplamda yüzde 5-6 civarında bir tabana yaslandıkları görünüyor. Bunu bir başlangıç olarak alırsak, bunun bir potansiyel olduğunu düşünüyorum. Burada, yaz aylarını nasıl geçirecekleri önemli olacak. Teşkilatlanmalarını da tam anlamıyla tamamlamadılar. Gelecek Partisi biraz daha erken kurulduğu için teşkilatlanmalarını daha hızlı yürütebildi; il başkanlarını daha yeni yeni atıyor. Kamuoyunun önüne daha yeni yeni çıkmaya başlıyorlar. Davutoğlu basın toplantıları ve televizyon mülâkatlarıyla biraz daha hızlı bir şekilde yol alıyor, daha yüksek bir frekansta kamuoyunun gündemine geliyor. Ama dediğim gibi, koronavirüs etkisinin daha yeni yeni geçmesi nedeniyle, 11 Mart’ta kurulan DEVA Partisi’nin, güçlü bir performans, güçlü bir potansiyel realize ettiğine henüz şahit olmadık. Önümüzdeki dönem, her iki parti de potansiyellerini realize ettiği zaman, “Gerçekten farklı tabanlara mı yönelecekler?” sorusunun cevabını bulabileceğiz. Çünkü bazen partiler, öngördükleri siyasî konumlanmaları süreç içerisinde de değiştirebiliyorlar. Belki DEVA ve Gelecek Partisi bir hesap yaparak ona göre siyasal bir konumlanma gerçekleştiriyorlar şu an. Ama orada arazinin çok da bereketli olmadığını fark ettiklerinde söylemlerini değiştireceklerdir önümüzdeki dönemlerde. Mesela, her ikisi de önümüzdeki 3-4 ay içerisinde kongre düzenlemek zorunda. Bu kongrede nasıl bir kadro değişikliği olacak? Bir söylem ve vizyon değişikliği yapacaklar mı? Yoksa bugüne kadar gittikleri yoldan mı devam edecekler? Bunları sonbaharda konuşmak lâzım.

Çakır: Programı yavaş yavaş toparlayalım Hatem. Ama son olarak kişisel bir şey sormak istiyorum. Sen artık sahalara çıktın, daha çok yayın yaparız. Sen Ankara’dasın, İstanbul’a geldiğinde stüdyoya da bekleriz. Şunu sormak istiyorum: Partilerin başına gelenler, mesela Davutoğlu üzerinden İstanbul Şehir Üniversitesi’nin başına gelenler bir tarafa, sizler şahıs olarak birçok arkadaşınla siyaseten koptunuz. Mesela sen SETA’da uzun bir süre görev yaptın. Bazı eski SETA’cılar şu anda iktidarda çok üst düzeyde görevde. Sen ve başka birtakım arkadaşların da şimdi eleştirel pozisyondasınız. Bu, insan ilişkilerini, kişisel hukukunuzu nasıl etkiliyor?

Ete: İlişkiler üzerinde dışarıdan tahmin edildiği kadar sıkıntı oluşmadı. Çünkü birçoğuyla uzun yıllardır birlikteyiz, diyaloglarımız devam ediyor. Bugün de AK Parti içerisindeki arkadaşların çoğuyla haftada birkaç defa görüşüyoruz. O anlamda kişisel hayatımda çok ciddi bir farklılık olmadı. Ama siyasal pozisyonlar üzerinden ilişki kurduğumuz arkadaşların çoğuyla o siyasal pozisyonlarda olmadığımız için, artık farklı sektörlerde olduğumuz için –onlar siyasette devam ediyor, biz akademideyiz– doğal olarak, bu durumun kendiliğinden ürettiği bir mesafe oluştu. Ama onun haricinde, ben kastettiğiniz gerilimi yaşamıyorum.

Çakır: Eyvallah. Programı bitirelim Hatem. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi, Ankara Enstitüsü’nde Araştırma Direktörü ve aynı zamanda Perspektif.Online yazarı Hatem Ete ile konuştuk. Uzun zamandan beri belki de ilk televizyon yayının bu galiba.

Ete: Doğru.

Çakır: Siftah olsun diyelim. Hatem’e çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.