Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (28): Erdoğan’ın müjdesi, iktidarın belediyelere yönelik yeni planları, Gül olayı & sosyal medyayla gelen adalet

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Kemal Can’la beraber, haftanın olaylarını konuşacağız ve önümüzdeki günlerde neler olabileceğini değerlendirmeye çalışacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Beklenen an 1 saat önce yaşandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2 gün önce gündeme getirdiği müjdeyi Dolmabahçe Çalışma Ofisi’nde açıkladı. Gazetecilerin içeri alınmadığı, ama bütün bakanların, Meclis Başkanı’nın ve önde gelen Cumhurbaşkanlığı yetkililerinin hazır bulunduğu toplantıda, Karadeniz’de doğalgaz rezervinin bulunduğunu duyurdu. Senin memleketinin oralarda değil mi bu rezervler?

Can: Evet.

Çakır: Zaten bunu önce Reuters ajansı haberleştirmişti. Birçok kaynak da bu haber üzerinden devam etti. Ama ilk söylenen 800 milyar metreküp yerine, şu aşamada 320 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulunduğunu açıkladı Cumhurbaşkanı Erdoğan. Kısa bir konuşma yaptı. Konuşmasında da çok fazla dinî, İslâmî vurgular vardı. “İnşallah benzer bir müjdeli haberi Akdeniz’den de bekliyoruz” diyerek Doğu Akdeniz’deki iddiadan vazgeçmediğini de belirtmiş oldu.

“Müjdeli haber” denilerek 2 gün boyunca kamuoyu bu konu hakkında konuştu. Zaten hemen, bunun doğalgaz olma ihtimaliyle beraber işler biraz daha somutlaştırılmıştı. Bir de biliyorsun, Çin’den gelmesi söz konusu olan para meselesi de var, araya onu da kattılar, ama şu âna kadar o konudan bir şey çıkmadı. Çünkü “eksen değişikliği” dediler. Eksen değişikliği deyince de insanın aklına Türkiye’nin Batı ile olan ilişkisi geliyor doğal olarak. O eksen lâfını herhalde yanlış kullandı iktidar sözcüleri. Bu bulunan ve 2023’te kullanılacağı varsayılan doğalgazla, eksen değişiminin gerçekleşebileceğini pek sanmıyorum. Yaratılan havayla, bugün yaşanan hava arasında sanki bir uyumsuzluk var.  Ne dersin Kemal?

Can: Evet, birkaç açıdan var. Bu tür değerlendirmeler yapılınca, iktidarın sosyal medyası hemen, “Bakın! Muhalifler mutsuz oldular, mutsuz oldular” diye bağrışıyorlar. Hafif görmek ya da küçümsemekle ilgili bir şey değil; ama söz konusu açıklanan müjde, senin de söylediğin gibi, eksen değişikliği, Türkiye’nin artık başka bir ülke olacağı bir durum değil. Çünkü bahse konu olan rezerv 3-4 yılda çıksa bile –ki bu uzmanlar tarafından çok gerçekçi bulunmuyor–, Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacını 6-7 yıl karşılayabilecek. Türkiye’nin yıllık doğalgaz için yurtdışına ödediği para 12-15 milyar dolar arasında. Dolayısıyla, bunu karşılayabilecek bir şey değil. Bu ne ekseni değiştiren bir durum, ne Türkiye’nin artık bir doğal kaynak ülkesine dönmesine neden olacak bir seviye. Evet, önemli bir şey. Türkiye’nin doğalgaz kaynağı bulmasının iktisadî bir karşılığı var. Ama yaratılan politik atmosferi karşılayan bir durum söz konusu değil. Bu durum toplantıya da yansıdı galiba. Çünkü iki gün önce, bugüne adres verip bir müjde haberi olduğunu söylemek ve daha sonra da sosyal medyada dönen spekülasyonlar, sanki sahiden bütün dengeleri değiştirecek bir durum açıklanacak hissini yaratmıştı. Hatta bundan piyasalar, borsa, döviz de etkilendi. Şimdi toparlanma sürecinde göreceğiz. Galiba dolar biraz düşüp, sonra yeniden yükselmeye başlamış. Bu bize şunu gösteriyor: Tabii ki Türkiye doğalgaz bulduğunda bir müjdedir. Ama bu, bütün siyasî ekibiyle birlikte Türkiye’ye duyuru halinde yapılıp, bundan da bütün dengelerin tamamen değiştiği sonucunu çıkartacak bir tablo değil. Senin söylediğin gibi, o konuşma içerisindeki dinî referanslar, daha çok, “Birtakım sıkıntılar ve zorluklar içerisinde olabiliriz, ama Allah bizim yanımızda. Bize çaresini de gönderiyor” vurgusunu taşıyan bir şey. Anladığım kadarıyla, iktidarın buna çok fazla ihtiyacı var şu anda. Sürprizli, müjdeli, beklenmedik bir şeylerle, bildik, şimdiye kadar iddia edilen, “Uçuyoruz, uçtuk. Çok iyi durumdayız. Daha iyi olacağız” iddialarının mevcut durumla karşılanmadığı ya da ihtiyaca cevap vermediği durumlarda, böyle olağanüstülüklere başvuruluyor. Siyasette olağanüstülük burada da karşımıza çıkıyor. Birtakım olağanüstü şeyler olsun ki durum değişsin hissini veriyor.

Çakır: Ben 2 saat önce “Erdoğan’ın müjde ihtiyacı” başlığıyla bir yayın https://medyascope.tv/2020/08/21/erdoganin-mujde-ihtiyaci/ yaptım. Türkiye’de doğal kaynakların bulunması tabii ki iyi bir şey. Ama Türkiye’nin yaralarının sarmasının merhemi bu değil. Ya da açıktan sıcak para gelse, belki geçici olarak bir şeylere etkisi olabilir. Ama Türkiye’nin çok daha temel bir sorunu var. Ben bunu şöyle tanımlamıştım — konuşmadaki dinî vurgu da bunu gösteriyor bence: Erdoğan’ın, kendinden olmayan kesimleri yanına çekmesi için pek bir şey kalmadı artık. Gösterdiği çabalar daha çok, kendi etrafındakilerin gitmemesine yönelik; onları gaza getiriyor diyelim. Her ne kadar “Bütün Türkiye’yi ilgilendiren bir müjde’” dediyse de, Erdoğan’ın ağzından “müjde” lâfı çıktığında, belki de ülkenin yarısı bundan rahatsız oluyor. Erdoğan ülkenin o yarısını dışlamış, ötekileştirmiş, kutuplaştırmış; ağzıyla kuş tutsa bu insanlar hep ona şüpheyle bakacaklar. Çünkü Erdoğan onlarla kamusal alanda normal bir ilişki kurmayı çoktan bıraktı. Bu olayda da, buna yardımcı olabilecekmiş gibi yaptılar, ama olmadı. Bir de, olayın organizasyonunda bir tuhaflık var. 2 gün önce duyurulup, bu kadar köpürtülen bir olayda, bir şatafat bekliyorsun. Ama izlediğimiz kadarıyla çok vasat bir organizasyondu. Bütün devlet erkânının orada bir arada bulunması, çok büyük bir olay yaptıklarını göstermeye yarıyor. Halbuki öyle bir şey yok; onlar zaten hep beraberler; bakanlar, Meclis Başkanı, AKP yöneticileri orada bir parti-devlet görüntüsü veriyorlar. Ama işin içerisine mesela sivil toplum kuruluşlarından temsilciler katabilirler. Bunu yapma ihtiyacını mı hissetmiyorlar, ya da akıllarına mı gelmiyor bilmiyorum. Uzun bir süredir, AKP iktidarının organizasyon kabiliyetinde çok ciddi bir gerileme görüyorum. Katılır mısın? Daha önce, daha profesyonel işlerin yapıldığını, çok daha küçük işlerin çok daha iyi pazarlandığını gördük. Bu olayda da yine iyi bir pazarlama faaliyeti bekledim. O süreç bir ölçüde bunu yaptı. Ama 2 gündür yarattıkları havanın, düşündükleri kadar büyük bir etkisi olmadı bugün. Bir de dikkat ettiysen, son zamanlarda Erdoğan’ın konuşmalarında, tonlamalarında bir tuhaflık var; eskisi gibi coşkulu, dinamik bir Erdoğan yok karşımızda; daha yorgun bir görüntüsü var. Açıklamanın 10-15 dakika öncesinde, sosyal medyada takip ettiğim bazı AKP yanlısı hesapların attıkları coşkulu tweet’lere baktım. Sonuçta, bugün, 2 gün boyunca yaratılmaya çalışılan ya da pompalanan müjdenin karşılığını alabildiklerini sanmıyorum. Tabii biliyorsun, bu tür şeyler söylediğimiz zaman, “vatan haini” gibi suçlamalar ânında gündeme gelecek. Bir de, o kadar olur olmaz meselelerde vatan haini ilan ettiler ki, gerçekten hainlik yapanlara ne diyeceklerini bilemiyorum. Bu tür suçlamaların da bir önemi kalmadı. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın, twitter üzerinden Özgür Demirtaş’la atışmasından haberin vardır. Olay çok vasat altı bir noktaya geldi. AKP, uzun zamandır, vasatı ve vasatın üstünü, Türkiye ortalamasının üstünü kaybetti gibi geliyor bana.

Can: Dediğin doğru. Aslında kime konuştuğuyla ilgili. O vasatı oluşturan şey, muhatabınızı nasıl seçtiğinizle belirleniyor. Siyasette de, gündelik hayatta da, muhatabınızı nasıl seçtiğiniz ve muhatabınızla nasıl bir ilişki kurduğunuz, aslında o genel vasatı oluşturuyor. Bu meselelerde, Türkiye’nin beraber üzüleceği, beraber kızacağı, beraber sevineceği, beraber olacağı negatif ya da pozitif şeylerdeki ortaklığı çok önceden kaybedildi zaten. Ama bu, şu ya da bu nedenle değil, bilerek isteyerek, “Bu ortaklık olmasın” zihniyetiyle imha edildi. Çünkü kutuplaştırmanın mantığının işe yaraması için, bu blokların oluşması gerekiyordu. Bu blokların oluşması için de önce ortak zeminin imhası, yani bu insanların aynı şeye sevinip, aynı şeye üzülüp, aynı şeye kızmalarının engellenmesi; senin kızdığına benim sevinmem, benim üzüldüğüme senin “Kudurun!” demen gerekiyor. Kutuplaştırmanın mantığı böyle işliyor. Dolayısıyla şimdi gelinen vasat da buna uygun. Bu vasatın da oldukça alt seviyelerine konuşuyor artık siyaset. Bunu yapmaya ısrarla devam ettiklerine göre, bu, birtakım sonuçlar üretiyor muhtemelen. Bir fayda temin ediyorlar ya da zarardan kâr ediyor olabilirler. Ama ülkenin ciddi olarak hasar gördüğü, toplumun bundan kalıcı yaralar aldığı çok açık. Bu olayda da, işin mühendisliğinde bir zayıflık var. Çünkü sadece müjde veriyor olmak ve birilerinin, müjdenin de o kadar büyük bir müjde olmadığını söyleyeceği düşünülerek, onlara saldırarak meseleden bir fayda çıkarmak mümkün.

İşin bir başka tarafı da, bu 2 gün içerisinde, tam tersi, özellikle uluslararası ajanslarda şimdi açıklanandan daha yüksek rezerv rakamlar açıklandığı için, iddia daha büyük olduğu için, bugün açıklanan müjde biraz ezilmiş oldu. Çünkü iki gündür dolaşan haberlerde Türkiye’ye 20 yıl yetecek bir rezervin yarısından da azı açıklanmış durumda. Bu bir zayıflık getirdi. Ayrıca, bunun böyle yapılması, sanki bir hazırlık yapılıyor, gösteriye dönüştürüyor havası da tam tersine, beklentiyi yükseltti ama etkiyi zayıflattı.

Çakır: Benim aklıma da şöyle bir şey geliyor: Mesela, Cumhurbaşkanı “Size bir müjde vereceğim” deyip bugün verdiği bilgileri o anda verse, belki çok daha fazla coşku yaratabilirdi. Şimdi, “Bir müjde vereceğim” dedi diye bir sürprizi bekledi insanlar ve senin dediğin gibi çıta yükseldi. Şimdi aşağı indiği andan itibaren, zaten buna şüpheyle bakanların eline bir fırsat verilmiş oldu. Bir not düşmek istiyorum: Konuşmasında birkaç kez, eski Enerji Bakanı olarak Berat Albayrak’a da bir hisse verdi. Berat Albayrak’ın ekonomiden dolayı alabildiğine yıpranmış olan imajını telâfi etmek amacıyla Erdoğan’ın bunu böyle kullandığını görüyoruz. İçeride ve dışarıda, “Acaba Berat Albayrak görevden alınır mı?” spekülasyonları yapılıyor ya; bugünkü toplantı, bunun olmayacağının kanıtı oldu. Berat Albayrak, Erdoğan’ın çok önem verdiği, yanında tutacağı ve belki de kendisinden sonraya hazırladığı kişi olacak. Çünkü bugünkü konuşmasında, birkaç kere, “Berat Albayrak’ın başlattığı” bir şey olduğunu özel olarak da vurguladı. Şu anda Ekonomiden Sorumlu Bakan, ama aslında “Enerji Bakanı da hâlâ Berat Albayrak” gibi bir hava yaratıyorlar.

Can: Epey önce, Berat Albayrak’ı bir tür kurban etmenin, kendisinin de çok ciddi bir kayıp yaşaması anlamına geleceğini gördüğü için, bence bunu seçeneklerden biri olarak düşünmüyor Erdoğan. Ekonomi ile ilgili meselelerin neredeyse tamamında da bu 2 günde yaşanan tablonun bir benzerini yaşıyoruz. Aylardır, Türkiye’nin neredeyse 1 yıllık doğalgaz harcaması kadar para, doların 7 TL’nin altında tutulması için harcandı. Sırf bir imaj ve geçici bir durum kurtarma uğruna, Türkiye, Merkez Bankası’nın en az o kadar rezervini harcadı. 

Dediğin gibi, bu iki günlük şey, belki hemen başta ve ilk hâliyle bir açıklama yapılsa, üç-dört gün gibi bu kadar uzun bir süre gündemi tutmayabilir; belki yarım gün içerisinde etkisi zayıflayabilirdi. Böyle yaparak, gündemdeki etkisini biraz daha uzatmış oldu. Ama bu tür hamleler, kısa dönemli olarak, tıpkı dolarla yürüyen serüvende olduğu gibi bu tip etkiler yaratabiliyor. Ama orta ve uzun vadede inandırıcılık ve güven açısından problem yaratıyor. Şimdi bir kez daha müjde için, “Birkaç gün sonra size müjde vereceğim” açıklamasının etkisi asla bunun kadar olmayacak. İktidar, özellikle çok yüksek perdeden kullanılan iddiaların ekonomisini de pek çok açıdan kaybetmiş durumda ve bunda zorlanıyor. Tam detaylarını bilmiyorum, ama anladığım kadarıyla yine bugün Libya’da ateşkese gidiliyor. Sirte’yi alma hamlesi bir şekilde diğer ülkelerin de müdahale etmesiyle bir tür durdu. Oradaki yüksek iddialar açısından da bu durum şimdi çok taze. Ama sadece ekonomide değil, dış politikada da çok yüksek iddialarla ortaya çıkmak ve sadece kendi taraftarlarının bunu alkışlamasıyla idare etmeye çalışmak, sorunları halletmeye yetmiyor ve hep bu yöntemi kullanmak, daha sonra bir kez daha kullandığındaki etkiyi zayıflatıyor. Hani ilaç kullanımındaki doz meselesi gibi.

Çakır: Cumhurbaşkanı seçim süreçlerinde de bunu çok yaptı biliyorsun; “Yarın çok önemli şeyler söyleyeceğim” diyerek, önden dikkat çekmeye, merak uyandırmaya çalıştı. Sürekli televizyon kanallarına çıkıyordu. Ama o kadar çok ekranlara çıkıyordu ki insanlar artık izlemiyordu. O izlenmeyi yaratmak için, önceden, “Sürpriz olacak” diye birtakım şeyler verdi, ama hemen hemen hiçbirisinden de bir şey çıkmamıştı. Daha önce de denedikleri bir şey. Ama artık belli bir yerden sonra bunun bir cazibesi de kalmayabilir. Bu “müjde” beklentisi belli bir standardı tutturabilseydi, belki bundan sonra olabilirdi. Ama bu, yine tam başarılamamış bir proje olarak kayda geçti. 

Kemal, başka bir konuya geçelim. Mâlûm, baroları böldüler ve yeni baro başvuruları yapılıyor. Bunlar “bükemediği bileği kırma” operasyonları. Şimdi de galiba belediyelere birtakım niyetler var.

Can: Evet.

Çakır: Bu “müjde” muhabbetinin ortasında gürültüye gitti, ama dün belediye başkanlarıyla yaptığı toplantıda yeni bir reformdan söz etti. Buna reform denir mi?

Can: Yaptığı her şeye “reform” ya da “devrim” dediği için…

Çakır: Ama reform ileriye doğrudur. Burada yaptığı daha çok geriye doğru bir gidiş oluyor. Detaylar henüz yok, ama belli ki özellikle büyükşehir belediyelerinin yetkilerinin bir kısmını ellerinden alacak gibi. Önümüzdeki dönemin gündemlerinden birisi de bu olacağa benziyor. Zaten bir yıl içerisinde çok büyük engeller çıkartıldı. Şimdi de, özellikle belediyelerin gelir kaynaklarına yönelik birtakım düzenlemeler yapmaya niyetlenebilir. AK Parti, özellikle İstanbul, Ankara ve diğer büyükşehirleri kaybedince, aslında sosyal hizmet üzerinden dağıttığı parayı dağıtamaz oldu ve şu anda çok büyük bir sorun yaşıyor. Tabanda da o sorunun birebir yansımaları oluyordur herhalde. İstanbul ya da Ankara’daki teşkilatlar, o kaynakların kapanmasıyla birlikte bayağı zor durumda kalmışlardır. O teşkilatların zorluğuyla, tabandaki seçmende de bir rahatsızlık başladı. Yeniden birtakım muslukların açılması ve yerel yönetim imkânlarının yine AK Parti lehine aktarılması gibi bir arayışa girecek herhalde. Bu konu önümüzdeki dönemde epey bir ciddi bir şekilde gündemi kaplayacak. İstanbul Sözleşmesi konusunda ve barolar düzenlemesinde olduğu gibi, burada da, düzenlemelerin hepsi, kazanılmış hakların geri alınması üzerine gidiliyor. Hakkın üzerine daha fazla hak konulmuyor. 

AK Parti’nin, kuruluş yıllarından itibaren –Erdoğan’ın kendisi de belediyeden geldiği için–, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve ademimerkeziyet gibi perspektifi olduğunu biliyoruz. Hatta Ömer Dinçer’in hazırladığı ve o zaman yaptırılmayan Kamu Yönetimi Reformu’nun esası buydu. Çünkü o dönemde, kaba tâbirle “derin devlet” alanlarını kıstığı için, iktidarı merkezden çevreye doğru taşıma gibi bir şeyleri vardı. Şimdi kendisi derin devlet olduğu için, artık çevredeki iktidarı da merkeze çekmeye çalışıyor. Belli ki, önümüzdeki dönemde, kazanılmış hakları tamamen geri almaya ve belediyenin alanını iyice daraltmaya yönelik birtakım çalışmalar olacak. Acaba buna nasıl tepki verilecek? Acaba neyi ne kadar yapabilecekler? Bu mesele, önümüzdeki dönem ciddi bir kavga konusu olarak çıkacağa benziyor. Ne dersin?

Can: Bu çok açık. Zaten yerel seçim yenilgisinin hemen sonrasında, mesela HDP’li belediyelere yönelik kayyum hamlesi, bunun işaretini vermişti aslında. Millî iradeyi sadece kendisini desteklediği zaman geçerli kabul eden, onun karşısında yer alan bütün politik varlıkları yok sayan, değersiz sayan bir yaklaşıma girdi. Bu salgın sürecinde de belediyelerin yardım kampanyalarına el kondu ve pek çok şey yaptırılmadı biliyorsun. Şimdi bunu daha ileriye götürüyor ve üstelik bunu da bir politik vaat olarak ortaya koyuyor. Yani fiilen bunu yapmak, işlerini arkadan engellemek, çalıştırmamak, onların hayatını zorlaştırmak değil, bunu bir politik vaat olarak, “Benden alınmış belediyeleri, hiçbir işe yaramaz ve onlar tarafından da kullanılamaz hâle getireceğim” iddiasını politik bir vaat olarak ortaya koyuyor. Bu tıpkı, İstanbul Seçimi’nin yenilenmesi gibi bir etki yaratabilir. Çünkü aslında İstanbul Seçimi’nin yenilenmesinin özü şuydu: “Sadece beni seçtiğinizde iradenize saygı duyarım, onun dışındaki iradenin ya arkasında bir sorun vardır ya da ben onu değiştiririm ve tanımam.” Bu, mahkeme kararlarında da böyle, sandık sonuçlarında da böyle cereyan ediyor. Fakat yerel yönetimlerde bunu yapmasının yaratacağı efekt, senin söylediğin gibi kendi dertlerine çare olmayacak. Belki muhalefetin hayatını zorlaştıracak, onları hiçbir iş yapamayacak hâle getirecek. Çok önemli bir başarı gibi koydukları yerel yönetim iktidarını onların elinden alacak ya da o iktidar hiçbir işe yaramaz hâle gelecek. Ama bunun politik getirisi de çok büyük olmayacak. Çünkü dediğin türden kılcallara doğru akan iktidar nimetlerinden faydalanma pratiğinde, belediyelerin elindeki imkânları almak yeterli değil. Tam tersi, belediyeler onları dağıtmak için daha kullanışlı araçlar. Dolayısıyla, o aracı elinden almıyorsun, aslında o aracı imha etmiş oluyorsun. Tıpkı bu yeni sistemde siyasî partileri imha ederek aslında AK Parti’yi de kullanılamaz hâle getirmesinde olduğu gibi. 

Bu politik manevra, bir merkezî otorite olarak kendisine, “Benim istediğim dışında bir şey yapılamaz” havası yaratabilir. Ama onun politik gücünü aşağıya yansıtmaya yaramaz ve o işe döndürülemez. Çünkü bu tür politik aygıtlar, siyasetin yerelleştirilmesi, sadece oradaki güç açısından değil, o gücün tersten işleyişi, yani tabandan yukarıya doğru da taleplerin, yukarıdan aşağıya doğru da bu taleplere göre cevapların trafiğini oluşturuyor. Onları imha ettiğinizde, onları yetkisiz hâle getirdiğinizde aslında kendi kullanacağınız şeyi de imha etmiş oluyorsunuz.

Çakır: Böyle bir operasyonu yapmaya kalktığı zaman, karşısındaki rakip ya da düşmanlarının eline bir fırsat da vermiş oluyor aslında. Erdoğan’ın karşısına ilk akla gelen isimler Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş mesela. Erdoğan şimdi belediyeleri etkisizleştirmek için bir hamleye kalkışıyor. Bu hamlenin ana hedeflerinin CHP’li büyükşehir belediyeleri olduğu bâriz. Bu saldırı hem İmamoğlu’na hem Mansur Yavaş’a hem Tunç Soyer’e bir fırsat da sunuyor aslında. Tabii zor bir şey; onları zora sokmak istiyor. Erdoğan’ın siyasî öyküsü de biraz böyle. Sistemin, onun belediye başkanlığına tahammül edememesi ve hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın yeniden yükselişe geçtiğine tanık olduk. Aslında rakiplerini çok daha erken ve daha güçlü bir hâle getirme riski de taşıyor kendisi için.

Can: Cezalandırdığının kim olduğu ve kendisini cezalandırılmış hissedenin kim olduğu, üst üste gelmiyor. HDP belediyelerindeki kayyum meselesinde gördüğümüz gibi. Kayyum daha önce de uygulandı, HDP’den “Nasıl olsa bize belediye vermiyorlar” diye AK Partili belediyelere ve AK Partili adaylara oy veren HDP’liler olmadı. Tam tersine, HDP’liler oylarını artırarak, kendi belediyelerini savundular. Çünkü asıl olarak cezalandırılanın kendileri olduğunu düşündüler. İstanbul Seçimi’nin yenilenmesinde de verilen reaksiyon, İmamoğlu’na ne yapıldığı değil, seçmenin cezalandırılanın kendisi olduğunu düşündüğü için verdiği bir reaksiyondu. Şimdi de benzer bir tepki görme ihtimali yüksek. Çünkü eğer belediyelerin ellerinden yetkileri alınıp hizmet yapması zorlaştırılırsa, bunu başka araçlarla devletin karşılaması son derece zor olacak. Çünkü Türkiye’nin çok yerleşik bir yerel yönetim kurumsallaşmış yapısı var. Yerel yönetimler Türkiye’nin idarî yapısında önemli bir parça. Bunu da kopartıp tamamen merkezîleştirip yerel yönetimleri kullanılamaz hâle getirirsen, bundan en büyük cezayı insanlar görecektir ve buna reaksiyon verecektir. Ben senin dediğin gibi, muhalefetin bu mağduriyetten bir politik fırsat üretip üretemeyeceğinden çok emin değilim. Ama insanların kendiliğinden buna reaksiyon vereceğini düşünüyorum. Çünkü bu, insanların, sonuçlarını doğrudan hayatlarında görecekleri bir hamle olur.

Çakır: İmamoğlu ve diğerleri kendileri bir beceri gösteremese bile, seçmen, yaşadıklarından dolayı Erdoğan’ı cezalandırmak için daha fazla öne çıkacak.

Can: Çünkü Erdoğan’ın kendilerini cezalandırdığını düşünürler. Haksız cezalandırma karşısında iki tür reaksiyon verilir: Ya “Tamam bu benim hakkım” diyerek teslim olursun, ya da buna itiraz edersin.

Çakır: 23 Haziran’da olduğu gibi.

Can: Evet, orada bunu gördük. Dolayısıyla, yerel yönetimlerde bu tür hamlelerin hesaplanan politik sonuçları vermemesi ihtimali daha yüksek. Ama burada iktidarın bir gözü kararma hâli var. Baro işinde de, İstanbul Sözleşmesi meselesinde de şimdilik duvara vurmuş gibi görünüyor. Ama bir gözükaralıkla, bu tür incelikleri hesaplamadan yürüyen bir tarzın hâkim olmaya başladığını görüyoruz. Bu mesele de böyle devam eder mi göreceğiz. Ama bunu doğrudan Erdoğan’ın açıklamış olması, bir tür, “Yarım kalmış hesap” gibi sunması, bence önemli bir nokta.

Çakır: Ama 31 Mart ve 23 Haziran’ın intikamını ne kadar uğraşırsa uğraşsın alabilme imkânı yok. Bu, ancak sandıkta olur. Kurulacak ilk sandıkta da, yerel yönetimlerde AK Parti’nin çok başarılı olma seçeneği yok bence. Zaten öyle bir yerel yönetim çerçevesi çiziyorlar ki, çöp toplamaktan ibaret. Eleştirilerinde de hep bundan bahsediyor. “İdeolojik belediyecilik yapıyor” diyor, ama neye istinâden bunu dediği belli değil, böyle garip bir durum. 

Belediye başkanları demişken, Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet’te verdiği bir röportajla, Abdullah Gül’ün adı yine gündeme geldi biliyorsun. Kılıçdaroğlu “Ondan niye korkuyorlar?’’ açıklamasını yaptı. Yine bir “Abdullah Gül, yeniden aday olur mu?” meselesi önümüze düştü. Ben o konuda söyleyeceğimi söyledim: “Kendisinin de istediğini sanmıyorum. Artık böyle bir seçeneğin olduğunu da sanmıyorum” dedim. Sen ne düşünüyorsun? Bunun tekrar tekrar önümüze gelmesinin bir anlamı var mı, yoksa bu artık tamamen kapanmış bir sayfa mı?

Can: Bence kapanmış bir sayfa. Abdullah Gül’ün durumunu şöyle düşünüyorum: Muharrem İnce’nin 2018 seçim gecesi final hamlesinde yaptığını, Abdullah Gül senelere yayarak yaptı. Muharrem İnce nasıl orada çok önemli bir şansını kaybettiyse, bence Abdullah Gül de, çok uzunca bir süre, defalarca önüne gelmiş bir fırsatı, yani problemi işaret eden ya da onun karşısında duran ya da bunda pozisyon alacağını gösteren bir tutum almayarak, o şansını büyük ölçüde kaybetmiş durumda bence. Senin söylediğin gibi belki de zaten bu şansın devamı için de bir özel çabanın içinde değil. 

Ama anladığım kadarıyla, Abdullah Gül, hem muhalefeti bozma arayışlarının hem de muhalefet tarafında, özellikle Kılıçdaroğlu tarafından ortak zemin tartışmalarının aracı olarak hâlâ kullanılıyor. Bence “Abdullah Gül seçeneği masada mı, değil mi?” konusundan daha önemli olan, Abdullah Gül seçeneği tartışılarak iki taraf da kendi tezlerini anlatmayı deniyorlar. Kılıçdaroğlu “Abdullah Gül adayımız olabilir” demeyip, ama ona da kapı kapatmayarak, aslında bu muhalefetin ortak zemini, dolayısıyla şu anda iktidar seçmeni olan kesimleri de etkileyebilecek ortak bir platform arayışıyla ilgili bir sembol olarak Abdullah Gül’ü kullanıyor. Kılıçdaroğlu’nu eleştirmek ya da hem iktidar hem de muhalefet cephesinden muhalefeti eleştirenler açısından ise bu, sağcılaşma ya da sonuçsuz formüllerin peşinde koşma çabasının bir sonucu hâline geliyor. İktidar açısından da, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi gibi partileri “ihanet partileri” olarak kodlayacağı sürecin bir sembolü. Aslında herkes Abdullah Gül üzerinden, Abdullah Gül’ün ne işe ya da ne pozisyona hazırlandığıyla ilgili olmayan, sembol olarak onu kullanan bir tartışmayı sürdürüyorlar. Abdullah Gül tartışmasının bu kadar uzamasının nedeni bence bu. Sahiden Abdullah Gül seçeneğinin masada olmasıyla ilgili değil gibi geliyor bana.

Çakır: Bu “müjde”yle beraber erken seçim meselesi de gündeme geldi. Müjdeyi açıklayacak, o kadar iddialı bir şey olacak ki, ardından da baskın seçim olacak. Ama yayının başında konuştuklarımızdan, elinde böyle bir koz yokmuş gibi geliyor. Tabii bu benim favori konum olduğu için, bence erken seçim/baskın seçim ihtimali hep vardı. Şimdi biraz daha fazla var diye düşünüyorum. Onun ardından gelen Abdullah Gül meselesi de, biraz onunla ilgili geliyor. İktidar her an böyle bir karar alabilir. “Muhalefet kiminle birleşecek?” meselesi masada hâlâ duruyor. Ne dersin?

Can: Kuşkusuz. Zaten aslında erken seçim olsun olmasın, çok uzun bir süredir, neredeyse her sene seçim de yaptık. Aslında her yıl, Türkiye’de “seçim yılı” olarak yaşanıyor. Erken seçimin yakın olup olmamasından bağımsız olarak, bir seçim gündemi hep var. Hiç bitmedi. Neredeyse 2015’ten bu tarafa, her yıl bir seçim yılı olarak yaşanıyor. Bu yıl da erken seçim tartışmalarıyla başlamıştı, şimdi yine öyle devam ediyor. 

Ben erken seçim meselesinde teknik olarak birtakım zorluklar olduğunu düşünüyorum. Birincisi, dediğin gibi şu anda biriktirilen hamlelerin, iktidar açısından, “Tamam, rüzgârı yakaladık. Şimdi seçim” havasını taşıyacak bir kıvamda olduğu kanaatinde değilim. İkincisi, hem Bahçeli’nin talep ettiği hem de zaten iktidarın ihtiyaç duyduğu Seçim Yasası düzenlemeleri henüz yapılabilmiş değil. O düzenlemeler, uygulanacak formüller açısından da çok hayatî. Ama o düzenlemeleri yaparak gidilecek bir erken seçimin de, mevcut yasalar yüzünden bir yıldan önce olması mümkün değil. Ekim’de Meclis açılır açılmaz o düzenleme geçse bile, bir sonraki sonbaharda ancak seçim yapılabilir. Bunu değiştirebilecek olan, muhalefetin de mutabakatıyla bir prosedür değişikliği ya da Seçim Yasası’yla ilgili Anayasa değişikliği gerekir. Bu uzlaşmanın yaratılabilmesi de bana pek mümkün ve kolay görünmüyor. Bu teknik zorluğu bir yana bıraksak bile, şu anda iktidarın “Tamam, yeterli rüzgârı arkamıza aldık. Şimdi müjdeyi de açıkladık” havasında olduğu kanaatinde değilim. Ama bu erken seçim kararını, “Sürprizli biçimde ben veririm” havasını da bozmak istemiyor. Arada bir Bahçeli, “Seçim 2023’te” diyor, ama bu fikrin bozulmasını da istemiyor. Bunun kararını, verecekse iktidar verecek ve o, kendisi için en avantajlı noktada verecek fikrinin de bozulmasını istemiyor. Benim erken seçimle ilgili düşündüğüm şey, 2023’te, yani zamanında bir seçimin Türkiye’de çok zor bir ihtimal olduğu, ama çok yakın bir baskın seçimin de şartlarının henüz oluşmadığı şeklinde.

Çakır: Son olarak sosyal medya ve hukuka değinelim. Kadınlara, çocuklara ya da zayıflara yönelik saldırılarda, sosyal medyaya devreye girerek, defalarca hukukun akışını değiştirdi. Rabia Naz olayı gibi değiştiremediği olaylar oldu. O kadar sosyal medya baskısına ve babasının bütün çabasına rağmen dosya kapatıldı. Muallâkta kalan Gülistan Doku olayı var. Ama sosyal medya takibi hâlâ sürüyor. Ama bu arada, birçok olayda da, sosyal medyanın takibi ve buralarda yürütülen kampanyalar sonucunda –en son Batman’da olduğu gibi– serbest bırakılanlar tutuklanıyor. Ya da Şule Çet olayında olduğu gibi, az bir ceza alacağı düşünülenler, çok ağır cezalar alabiliyorlar. Çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Bu tabii ki bir anlamıyla, sosyal medyanın gücünü gösteriyor. Tamam, bunun bir fonksiyonu olabilir elbette. Ama esasında demokratik hukuk devletinde bunu kurumlar yapar. Yargının alabildiğine bağımsız ve güçlü olduğu yerlerde, sosyal medya ve medyanın, kamuoyu oluşturma anlamında bir fonksiyonu olabilir. Ama yargının tam anlamıyla bir tür “havlu attığı” bir ülkede yaşıyoruz. Buna müdahil olabilecek ne Meclis var, ne etkili kurumlar var. Mesela barolar birçok yerde çırpınıyor. Zaten barolar da, devletin en üst katı tarafından bir tür “düşman” ilân edildi. Kurumların bir yaptırım gücü kalmadı. Sosyal medya, gerçekten akışı değiştirebiliyor. Tabii bu hassas bir durum. Çünkü “masumiyet karinesi” meselesi sosyal medyada yok. Sosyal medyada oluşan bu kolektif halde, bu tür nüanslar çok önem taşımıyor. Ama genel bilançoda, sosyal medyanın müdahalesinin, birçok olayda, haksızlıkların ya da cezasızlaştırma girişimlerinin önüne kestiği gibi, daha çok olumlu görünen bir sicili var.

Can: Evet, dediğin doğru. Ama söylediğin gibi, bunun bir sıhhat alâmeti olmadığı da doğru. Evet, bütün hukukî süreçlerde, kamuoyu etkisinin bir rolü olur. Kamuoyu oluşturmak, birtakım haksızlıklar karşısında baskı oluşturmak için, kamuoyu elbette ki etkilidir. Ama süreçlerin bu kadar rastlantısal, bu kadar “Denk gelirse, birileri iyi yüklenirse, yeterli reaksiyonu verir ve karşısında da ters bir talimat yoksa” olması, ama böyle bir şansı yakalayamayan pek çok vakanın da, kendi kuralları içerisinde gittiğinde hiç de böyle sonuçlanmaması, aslında çok hukuklu, keyfîlik ve genel anti-hukuk tablosunu tamamlayan bir şeye dönüşüyor. Evet, sosyal medyanın baskısıyla birtakım sonuçlar alabilmek bir başarı olarak düşünülebilir; ama sosyal medyada tersi süreçler de işleyebiliyor. Mesela, henüz kesinleşmeyen bir iddia var: İstanbul Kadıköy’de maske meselesinden bir kızı tartaklayarak gözaltına almaya çalışan polisleri Valilik görevden almıştı. Sosyal medya kampanyasıyla, İçişleri Bakanı’nın bu işlemi durdurduğu söyleniyor. Yani, tersi de mümkün oluyor. Dolayısıyla, tıpkı, “Yüzde 50+1 alan, her şeyi alır” gibi, sosyal medyada da “Trending topic’i ele geçiren, dediğini yaptırır’’ gibi bir tablonun, bazı olumlu şeylerde işe yarasa bile, bir noktadan sonra çok da sağlık alâmeti olmadığını görmemiz gerekiyor. Sosyal medya, sıradan insanlar için kendini ifade etmenin tek alanı hâline dönüşmeye başladı. Tabii ki hâlâ çaba gösteren medya mecraları da var. Beşinci yılını dolduran Medyascope da bunlardan biri. Dün doğum günüydü. Ama sokaklarda protestosu engellenen, dövülen, çeşitli sivil toplum aktiviteleri kesilen, durdurulan sıradan insanların, kendilerini ifade etmelerinin tek mecrası hâline gelen sosyal medyanın, böyle bir fonksiyon görmesi elbette kaçınılmaz. Ama dediğim gibi, bunu kendi başına önemli bir kazanım olarak da görmemek lâzım. Çünkü biliyoruz ki, sosyal medya düzenlemesi gibi benzeri hamlelerle, bu mecrayı da bir anda bambaşka bir hâle çevirmeye kalkabilirler.

Çakır: Tabii aynı sosyal medya, birtakım utanç verici linçlerin de yapıldığı bir mecra olabiliyor. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyle. Özellikle daha sağ popülist hareketlerin, aşırı sağ hareketlerin, sosyal medyada ne kadar etkili oldukları, seçimleri nasıl belirledikleri, birtakım şeyleri nasıl yarattıklarını gördük. Mesela, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve birçok ülkede, pandemi sürecinde bunu kullanıyorlar. Tedbirler alınmasına karşın, sosyal medya üzerinde nasıl faal olduklarını görüyoruz. Aslında Türkiye’de de bunun çok örnekleri yaşandı. Biz genellikle olumlu örnekler üzerinden konuşuyoruz, ama olumsuz örnekler de var. Sosyal medya üzerinden hedef gösterilen kişiler ve kurumlar da olabiliyor. Ama burada, vatandaşın en çok ihtiyacı olan şey, bağımsız, tarafsız ve güçlü bir yargı; savunmanın, uluslararası kurallara göre güçlü bir şekilde inşa edilebilmiş olması. Tabii bunların olmadığı yerde, sosyal medya, geride kalan tek alana dönüşebiliyor. 

Çok sayıda çığlık var, Kemal. Özellikle kadınlar çığlık atıyor. Zor durumda olanlar, kendilerini ifade edemeyenler, özellikle şiddete, tâcize mâruz kalan kadınlar çığlık atıyor. Bunların büyük bir kısmı, yasal yollarla bu sorunlarını çözmeye çalışıyorlar, ama olmuyor. En son, Hacettepe Üniversitesi’nde okuyan bir kadın öğrencinin başına gelenleri haber yaptık. Defalarca tâciz ediliyor, evinde alıkonuluyor, saldırıya uğruyor, üstelik erkeğin ailesinin gözü önünde oluyor bunlar. En sonunda bu, sosyal medyaya ve medyaya yansıyınca, uzaklaştırma kararı alındı. Arkadaşımızın kendisiyle yaptığı röportajda, “Sosyal medya olmasaydı, ben hâlâ çok kötü durumdaydım” dedi. Haberin başlığına da bu cümleyi çıkardık. Bu da bir realite olarak önümüzde duruyor.

Can: Bu salgın sürecinde, insanların sosyal medya sayesinde yakınlarını hastaneye yatırmalarını başarabildikleri vakalar görüyoruz. Sosyal medya dayanışma, yardımlaşma, orada kendini ifade etme biçimi, böyle bir kamuoyu oluşturma anlamında iyi bir şey. Ama sosyal medya, bir tür torpil olarak kullanılacak, mahkemede, tapuda, hastanede işini gördürme ve yeterli taraftar toplayarak iş yaptıracak bir mecraya da dönüşmemeli. Çünkü bu sıhhat alâmeti değil.

Çakır: Kemal, “Haftaya Bakış”ı burada bitirelim. Epey yoğun bir program oldu, neredeyse 50 dakikayı aştık. O zaman izleyicilerimize çok teşekkür edelim. 

Can: İyi günler diyelim.

Çakır: Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.