Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (3): 26 Ağustos 2010 NTV Yazı İşleri – Hanefi Avcı ile özel yayının öyküsü

Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın, Fethullahçıların özellikle emniyetteki yasadışı faaliyetlerini anlattığı, Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat adlı kitap birçok kişi için sürpriz olmuştu. Fakat Fethullahçılar hızlı bir şekilde anaakım medyayı, patronları üzerinden ablukaya alıp kitabın geniş kitlelere ulaşmasını engellemeye çalıştılar. Böyle bir ortamda ama bütün bunlardan habersiz bir şekilde, Mirgün Cabas ile birlikte, şansımızın da yardımıyla NTV’de Avcı ile yaklaşık 90 dakikalık bir yayın yaptık. Onun öyküsü.

Hanefi Avcı ile yaptığımız Yazı İşleri özel yayını:

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in üçüncü bölümünde yaklaşık 10 yıl öncesine gitmek istiyorum. Hanefi Avcı’yla NTV “Yazı İşleri” özel yayını… Mirgün Cabas’la biz, hafta içi her sabah NTV’de “Yazı İşleri” programı yapıyorduk. Günün olaylarını gazeteler üzerinden değerlendiriyorduk ve gazeteci konuklarla tartışıyorduk. Epey de ilgi görüyordu. Onun arada özel yayınları oluyordu. Bunlardan birisi –en çarpıcı olanı diyebilirim– Hanefi Avcı ile yaptığımız yayın oldu. Çünkü Hanefi Avcı, Emniyet’te üst düzey görevliyken, Eskişehir Emniyet Müdürü’yken bir kitap yazdı ve bu kitabın karışık bir adı var: Haliç’te Yaşayan Simonlar – Dün Devlet, Bugün Cemaat. Esas olarak Fethullah Gülen grubunun nasıl yasadışı dinlemeler yaptığını, devlette örgütlendiğini anlatan, ifşâ eden kalın bir kitaptı. Aynı zamanda kitap Hanefi Avcı’nın kendisinin polis hayatındaki anılarını anlattığı bir kitaptı. Ama ağırlıklı bölüm Cemaat’le ilgiliydi. O zaman “Cemaat” deniyordu; şimdi FETÖ deniyor biliyorsunuz. Onunla ilgili ilk ciddî, kapsamlı bir ifşâ idi. O zamana kadar Fethullahçılar hakkında, onların aleyhine çok kitap yazılmıştı; ama Hanefi Avcı gibi onlara yakın bilinen, milliyetçi-muhafazakâr bir duruşu olduğu bilinen ve Emniyet’te de çok önemli bir yerde olan, özellikle Emniyet’te İstihbarat Dairesi’nin kuruluşunda ve gelişiminde çok önemli roller üstlenmiş olan birisinin böyle bir kitap yazmış olması, başlı başına çarpıcıydı. Hanefi Avcı daha önce de Susurluk olayları olduğu zaman, Mehmet Ali Birand’a “32. Gün”de yaptığı açıklamalarla çok ciddî bir şekilde gündeme gelmişti. Yine devletin içerisindeki birtakım karanlık yapılanmaları ifşâ etmişti. Yıllar sonra Fethullahçılar’ı ifşâ etti. Biz bu kitabı Mirgün’le beraber NTV ekranlarına taşıdık ve yaklaşık 90 dakika süren bir yayınla Türkiye’nin gündemini gerçekten belirledik. Gündemi biz belirlemedik tabii. Gündemi kitap belirledi ve Hanefi Avcı’nın söyledikleri belirledi. Fakat oraya gelmeden önce birkaç hususu belirtmekte yarar var. Kitap çıktığında, Hanefi Avcı beni arayıp bir kitap yazdığını ve kitabı bana göndermek istediğini söyledi. Şaşırdım, bilmiyordum, beklemiyordum. Kendisini tanıyordum; ama bir kitap yazmakta olduğunu bilmiyordum ve de anladığım kadarıyla, yani zaten telefon konuşmasında da onu bir şekilde söyledi: Fethullahçılar’ı böyle cepheden alan bir kitap yayımlaması beni gerçekten şaşırtmıştı. Tabii gazetecilik damarımız çok güçlü bir şekilde ağır bastı ve ben kitabı hemen edinip –daha doğrusu bana yollamasını sağlayıp–, ondan sonra büyük bir hızla okudum. O sırada çalışmakta olduğum Vatan gazetesinde, kitapla ilgili bir analiz-değerlendirme yapmak istedim. O tarihlerde Vatan gazetesinde kadrolu olarak çalışıyordum. Köşe yazıyordum, ama muhabirlik de yapıyordum. Ayrıca NTV’de başta “Yazı İşleri” olmak üzere başka programlarda görev alıyordum ve aynı zamanda NTV’de siyaset yorumcusu olarak çalışıyordum. Yani iki kurumda birden görev yapıyordum. Vatan gazetesi diğer gazetelere, Milliyet ve Sabah’a göre biraz geride bir yerdeydi belki, ama etkili bir gazeteydi. NTV ise Türkiye’de haber yayıncılığında, haber televizyonculuğunda, o tarihlerde gerçekten bir markaydı. Herkesin îtibar ettiği bir yerdi. Şimdi, NTV yayınının öncesinde Vatan gazetesindeki yazılar var. İki tane yazı yazdım peş peşe. Bunların ilki 25 Ağustos 2010’da çıkmış. Başlığı: “Avcı’ydı av oldu; şimdi avcılarını avlıyor”. Evet, biraz zor bir başlık. İkincisi de: “Susurlukçuların belâlısı yoksa Ergenekoncu mu oldu?” O da 26 Ağustos’ta çıktı. Burada kitaptan alıntılar yaparak bunları değerlendirdim, eleştirel bir şekilde baktım. Fakat şöyle bir şey oldu: Ben büyük bir heyecanla kitabı okuyup yazıları yazdım ve gazetede yöneticilere, editörlere bunu ilettiğimde bir duvarla karşılaştım. İnsanlar, editörler tereddütlüydü bu yazıyı basmak konusunda. Daha sonra gazetenin sahibi ve her şeyi olan aslında, Genel Yayın Yönetmeni değildi, ama gazetenin bütün her şeyini takip eden Zafer Mutlu’yla bir telefon konuşmamız oldu. Nedense gazetede yoktu. Bana sordu: “Nedir? Niye bu kitap? Bu kitap önemli mi?” Kendisi de biliyordu önemli olduğunu, ama bir şekilde bir sorun vardı. Ne olduğunu söylemedi. Ben de dedim ki: “Bu çok önemli. Hanefi Avcı önemli birisi, anlattıkları çok önemli.” Dedi ki bana: “Peki, ama şöyle diyorlar; bu yazdıklarının hiçbir delili yokmuş.” Ben de hiç unutmuyorum: “Hanefi Avcı’ya böyle bir konuda delil sormak abes bir şey. Ben buna güveniyorum” dedim. “Tamam, o zaman yaz” dedi ve biz bunu iki gün gazetede; ilk gün manşetten, ikinci gün içeriden verdik. Daha sonra bu söylediklerimin anlamı ortaya çıkacak. Daha sonra da NTV’ye kitapla beraber gittim. Mirgün’le beraber benim odada oturuyoruz. Dedim ki: “Keşke Hanefi Avcı’yı çıkartsak, şu kitabı bizde anlatsa. Özel bir yayın yapsak” filan. Tabii biz o sırada tek başımıza karar verme durumunda değildik. Mirgün, o sırada haber koordinatörüydü, ama yayın yönetmeni vardı, genel müdür vardı ve Yayın Yönetmeni Ömer Özgüner geldi. Bir şekilde zaten sürekli görüşüyorduk. Onu hemen benim odada Hanefi Avcı’yla bir yayına iknâ ettik ve ben ne olur ne olmaz, Ömer sonra vazgeçer diye, Hanefi Avcı’yı hemen cep telefonundan aradım. Dedim ki: “Hanefi Bey, kitap çok önemli, çok ilgimizi çekti. Biz kabul ederseniz sizinle NTV’de yayın yapmak istiyoruz. Canlı yayında bu kitabı anlatmanızı istiyoruz” dedim ve karşıdan, “Maalesef olmaz” diye bir cevap geldi. Neye uğradığımı şaşırdım. Çünkü Hanefi Avcı daha kitap çıkmadan önce, bizim rakip kanalımız olan CNN Türk’le bir yayın için sözleşmiş. Bunu biz bilmiyorduk. CNN Türk’te Cüneyt Özdemir “5N 1K” programını yapıyordu o zaman. Orası için sözleşmiş. Çünkü Hanefi Avcı’yla Cüneyt Özdemir bayağı bir yakındı, biliyorduk. Açıkçası aklımıza gelmemişti ve tabii böyle bir yayını yapamamak ve böyle bir yayını rakip kanala kaptırmak moralimizi çok bozdu. Canımız sıkıldı. “Neyse, her işte bir hayır vardır” dedik. Ertesi gün Hanefi Avcı aradı ve dedi ki: “Teklifiniz hâlâ geçerli mi?” –“Tabii ki geçerli” dedik ve bize dedi ki: “Tamam, diğer arkadaşlar vazgeçtiler. Yapabiliriz.” Biz tabii hemen onun üzerine hızlı bir şekilde buna karar verdik ve 26 Ağustos 2010’da Hanefi Avcı’yla, NTV’de Mirgün’le beraber bir canlı yayın yaptık. Yaklaşık 90 dakika sürdü. Çok büyük bir ilgi gördü ve bayağı bir şeyi değiştirdi. Bu yayını yaparken, o arada kitapla ilgili pek bir şey çıkmıyordu, ama kitap hakkında birtakım eleştirel yazılar çıkıyordu. Hanefi Avcı’nın kitabına neden îtibar edilmemesi gerektiği yolunda ya da kimisi daha nötr, yani “kitap ilginç, ama…” diye yazılan yazılar. Açıkça bu kitabı öven, ılımlı olarak bakan çok az yazı vardı. Biz bu yayın için bu yazılardan, özellikle köşe yazılarından alıntılar da yaptık. Onları da hazırladık ve yayında bunları Hanefi Avcı’ya doğrudan sorduk. Çok dinamik bir program oldu. Bilenler bilir, Hanefi Avcı çok hızlı konuşur. Normalde ben yavaş konuşurum; Hanefi Avcı hızlı konuşur. Ona rağmen 90 dakika –yaklaşık 1 saat 23 dakika yanılmıyorsam– bir yayın oldu ve sonrasında birçok kesimden gelen tepkilerden öğrendik ki, bunu devletin en üsttekileri de dahil olmak üzere bayağı bir yakından takip etmişler. Ya canlı yayını izlemişler ya sonrasında bakmışlar ya da danışmanları kendilerine özetler geçmiş. Ne demişti Hanefi Avcı? Hanefi Avcı, devlette Fethullahçılar’ın nasıl örgütlendiğini –Emniyet’te özellikle, kendisi Emniyet’i biliyor–, nasıl komplolar hazırladıklarını uzun uzun anlattı. Kendi delilleriyle anlattı. Kitapta zaten anlatmıştı. Kitapta söylediklerinin bazılarını açtı ve bizim o gazetecilerden yaptığımız alıntılarda kendisine yönelik eleştirileri de cevaplandırdı. Çok kapsamlı bir yayın oldu. Çok izlendi. Gerilimli bir yayın oldu. Öncesinde biraz sohbet ettik. Sonrasında da sohbet ettik ve sonra ne olacağını beklemeye başladık. Çok geçmeden, tam 1 ay sonra –26 Ağustos’ta bu oluyor– 27 Eylül’de Hanefi Avcı gözaltına alındı ve ilk gözaltına alındığında telefonla beni aradı. Kendisine komplo kurulduğunu, avukat istemeyeceğini, ifade vermeyeceğini söyledi. Biz bunları NTV’de altyazı olarak geçtik: “Hanefi Avcı gözaltında”. Kendi ağzından tırnak içinde: “Avukat istemeyeceğim, ifade vermeyeceğim” sözlerini… Akşam saatlerine kadar da sürekli olarak SMS mesajlarıyla gelişmeleri anlattı. Biz de bunları anında NTV’de verdik. “Nihayet en sonunda tutuklama çıktı, haklılığımız anlaşıldı” diye son bir mesaj yolladı. Bunu da verdik. Sonra tabii o tarihler, bilmeyenler olabilir ya da unutanlar olabilir, Fethullahçılar’ın “Ali kıran baş kesen” olduğu bir zamandı. Medyayı da çok ciddi bir şekilde denetliyorlardı. Kendi medyaları vardı, başka medya kurumlarında kendileriyle işbirliği yapanlar vardı. Çok sayıda tetikçileri vardı ve daha önemlisi medya patronlarıyla ve yöneticileriyle doğrudan ilişkileri vardı. Böyle bir ortamda tabii Hanefi Avcı’yı yalnızlaştırma politikası izliyorlardı. Fakat biz bu politikayı bilerek bilmeyerek NTV’de kırdık. Mesela dediler ki hemen: “Niye bu NTV’de çıkıyor? Niye Ruşen Çakır’a yolluyor?” Öğrendik ki aslında birçok gazeteciye yolluyor; ama biz daha hızlı bir şekilde ve hiç aksatmadan bunları verdik. Hanefi Avcı’nın gözaltına alınmasının ve tutuklanmasının nedeni; Devrimci Karargâh adlı örgüt soruşturmasıydı. Bu da tam Fethullahçılar’ın yapacağı türden bir komploydu. Çünkü Hanefi Avcı sağcı bilinen ve uzun bir süre sol gruplar tarafından eleştirilen, suçlanan bir polis şefi. Bu da Türkiye’nin en eksantrik, çünkü ne olduğu tam anlaşılmayan bir gruptu. Devrimci Karargâh adlı gruba Hanefi Avcı’yı bir şekilde yamadılar ve oradan tutuklandı. Daha sonra Hanefi Avcı, Oda TV soruşturmasına da dahil edildi. Orada da bir hafıza tazeleyelim. İlk olarak 14 Şubat 2011’de Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve diğerleri gözaltına alındılar ve tutuklandılar. Bir seri halinde Oda TV çalışanları, yöneticileri, yazarları gözaltına alındı. Ardından 3 Mart 2011’de Nedim Şener ve Ahmet Şık gözaltına alındılar. Onlar da Oda TV kapsamında tutuklandılar ve Hanefi Avcı’nın da 14 Mart 2011’de Oda TV davasından da ayrıca tutuklandığını gördük. Yani hem Devrimci Karargâh hem Oda TV. Neden Oda TV? Burada da yine klasik Fethullahçı tezgâhı söz konusu. Oda TV davasında üretilmiş birtakım word belgeleri vardı. Onların içerisinde adı geçirilmişti. Yani kendileri bir delil yarattılar ve oraya Hanefi Avcı’yı da monte ettiler. Ayrıca Nedim Şener ve Ahmet Şık’la yaptığı telefon görüşmelerinin kayıtları nedeniyle de sonuçta Hanefi Avcı, bu işin içerisine katılmış oldu. Oda TV davası, Fethullahçılar’la AK Parti iktidarı arasındaki kavga nedeniyle belli bir aşamadan sonra kadük kaldı, düştü ve herkes beraat etti oradan. Ama Devrimci Karargâh davasında –ki öncesinde olmuştu bu– Hanefi Avcı’ya ceza çıktı: 15 yıl 4 ay 5 gün… Ama daha sonra Anayasa Mahkemesi usûlsüzlük saptayarak 24 Haziran 2014’te tahliye etti Hanefi Avcı’yı. Böyle ilginç bir öykü var ve tabii ki burada esas olarak çarpıcı olan husus, Hanefi Avcı’nın, devletin içerisinden birisinin çıkıp bunu ifşâ etmesi başlı başına bir olay. Ama burada esas anlatmak istediğim husus, Fethullahçılar’ın medyada nasıl bir ağ oluşturmuş oldukları. Şimdi daha sonra baktığımızda şunu öğrendik ki, kitap çıkar çıkmaz kitap ademe mahkûm edilmek istendi. Yani Fethullahçılar kitabın çıkmasını engelleyemediler. Onun yerine kitabı unutturmaya, kimsenin kitaptan haberdar olmamasını sağlamaya çalıştılar. Bunu da değişik yöntemlerle yaptılar. Öncelikle kullandıkları yöntemlerden birisinin, doğrudan Türkiye’deki ana akım medyanın patronlarını iknâ etmek olduğunu öğrendik. Aydın Doğan başta olmak üzere Doğan Grubu’na, bu kitabın yalan olduğu, yanlış olduğu, komplo olduğu vs. söylenip, kendilerinden grubun gazete ve televizyonlarında bunlara yer vermemesi istenmiş, bir şekilde iknâ edilmişler. Tabii Fethullahçılar’ın iknâ etmesi başka bir şey. Çünkü ellerinde çok güçlü imkânlar var. Yargı imkânı var; polis imkânı var. 15 Temmuz’dan sonra görüyoruz ki orduda çok güçlüler, Maliye Bakanlığı’nda… Her yerde çok güçlüler. Dolayısıyla siz Fethullahçılar’ın bir dediğini yapmadığınız zaman, başınıza pekâlâ bir yığın iş gelebiliyor. Benim, Vatan gazetesinde –ki o tarihte Vatan gazetesi Doğan Grubu’na geçmişti– yazımın ilk başta tereddütle karşılanmasında bunun etkisi olduğunu düşünüyorum. CNN Türk’te vaat edilen ilk Hanefi Avcı yayınının yapılamamasının nedeni de kesinlikle buydu. Doğan Grubu’nun Fethullahçılar tarafından bu konuda kıskaca alınması… Ardından Cüneyt Özdemir, bildiğim kadarıyla CNN Türk’te yapamadı, ama kendisi özel olarak Hanefi Avcı’yla bir söyleşi yaptı. Ama tabii ki bu, haber kanalında yayınlanan bir yayın kadar etkili olamadı. O tarihlerde, 10 yıl önce sosyal medya bu kadar yaygın değildi. Böyle bir kıskaca aldılar. Ondan sonra da Hanefi Avcı’ya yönelik olarak ve kitaptaki iddialara yönelik olarak çok büyük bir karalama kampanyası başladı. Kitabı dillendiren, kitabın hakkında iyi şeyler, olumlu şeyler ya da –nasıl söyleyeyim?– sempatik olmasa bile empatik yaklaşanlara yönelik çok ciddî bir yıpratma kampanyası başladı. Kendi gazetelerinde, televizyonlarında, Taraf gazetesinde çok yoğun bir şekilde kampanya başladı. Bu kapsamda, televizyon tartışmalarında –ki tartışma diyorum, ama tartışma değildi aslında bunlar– oralarda, bu kitabın aslında Hanefi Avcı tarafından yazılmadığını ciddî bir şekilde iddia ettiler. İddia edenlerin içinde Mehmet Baransu, Önder Aytaç gibi isimler vardı ve bir süre, kitabı benim yazdığımı söylediler. Benim yazdığımı öyle bir şekilde söylediler ki… hani benden bahsetmiyor olsalar, ben bile iknâ olacağım. Ama başta söylediğim gibi, kitabın yazıldığından bile haberim yoktu. Ama onlar istiyorlardı ki, bu iddiaları dile getirdikleri zaman ben de çıkayım onlara karşı “Öyle değil, böyle…” filan diyeyim ve o arada onların iddiası iyice yayılsın. Orada şöyle bir şey olmuştu — hiç unutmuyorum: Hanefi Avcı Eskişehir Emniyet Müdürü’yken, bir kere kendisiyle Eskişehir Emniyet Müdürlüğü’nde görüştüm. Ama şimdi o görüşmeye tabii ki Eskişehir Emniyeti’ndeki Fethullahçılar da tanıklık etmişler ve bunu kullandılar. Halbuki olayın aslı şuydu: Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi beni bir konferansa çağırmıştı. Ben de kabul etmiştim ve o arada ilginç bir şekilde Galatasaray’ın Eskişehirspor ile bir maçı vardı. Neredeyse bir gün arayla. Dedim ki gitmişken maçı da izleyeyim ve Galatasaray Lisesi’nden bir arkadaşıma dedim ki: “Ben Eskişehir’e gidiyorum. Orada maç da varmış. Gel beraber gidelim.” Onda araba var çünkü. Ben araba kullanmıyorum. O da “iyi” dedi. Hatta mahallesinden bir arkadaşını da buldu. O da bizim tribünden, bizlerle beraber Galatasaray maçlarını izleyen bir arkadaştı. Beraber gitmeye karar verdik. Sonra, şimdi nedenini tam hatırlamıyorum, bir şekilde maç iptal edildi ya da pazartesi gününe alındı, öyle bir şey oldu, maça da gidemedik; ama Eskişehir’e gittik. Eskişehir gerçekten çok güzel bir şehir, bilenler bilir. Yılmaz Büyükerşen’in çok büyük işleri var, katkıları var. Konuşmayı yaptım ben, arkadaşlar benim konuşmamın sonuna da geldiler. Biz orada çok güzel bir gün geçirdik. Gece çok güzel bir yerde yemek yedik. Ertesi sabah da Hanefi Avcı’yla konuşmuştuk; kahvaltıya Hanefi Avcı’ya gittik ve yanımda arkadaşlarla beraber gittik. Kahvaltıda birlikte sohbet ettik. Meğer o sırada kitabı yazıyormuş. Hiçbir şekilde haberimiz olmadı. Ondan sonra tabii bu ziyareti şey olarak alıp –ki Fethullahçılar böyledir, bir doğrunun yanına on tane yanlışı sarmalarlar ve kendilerince birtakım kanıtlar ortaya atarlar–, böyle bir iddiayla kitabı benim yazdığımı ileri sürdüler. Böyle bir şey olmadı tabii. Açıkçası kitabı ben yazacak olsam, yani Hanefi Avcı’nın verdiği bilgilerle yazacak olsam, daha etkili bir kitap yapardım diye düşünüyorum. Çünkü uzun bir süre, hem kendi yazdığım kitaplar var, hem de Metis Yayınları’nda “Siyahbeyaz” adlı gazetecilik kitapları dizisinin editörlüğünü yaptım. Az buçuk bildiğim bir şeydir. Bence Hanefi Avcı kitabı daha ince yapabilirdi. Çok kalın bir kitap, edinmiş olanlar, okuyanlar bilir. Daha ince ve daha etkili yapabilirdi mesela. Ama Fethullahçılar için böyle bir şeyin çok fazla önemi yoktu. Buralardan karalamaya çalıştılar. Her türlü yalanı ortaya attılar. Hanefi Avcı’nın özel hayatındaki birtakım meseleleri köpürttüler. Oralardan onu itibarsızlaştırmaya çalıştılar ve nihayet tabii ki kendisini tutuklayarak onu cezalandırma yoluna gittiler. Bu süreçte en son olarak bir yazı kaleme aldım. Şimdi yazıyı bulmaya çalışıyorum. Bu, “Hanefi Avcı’yla 90 dakika” diye bir yazı yazdık. Orada da bu olayı anlattık zaten. Ardından Fethullahçılar’ın bu yüksek propaganda, kampanya çalışmaları, yıpratmaya yönelik çalışmaları ve bunu bir başka yayında ayrıca anlatmayı düşünüyorum; beni de bu arada bir komployla içeri atma çalışmaları oldu – ki bunu Abdullah Gül’ün danışmanı Ahmet Sever kitabında anlattı. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bir şekilde müdahil olmasıyla engellendi; ama dediğim gibi, bunu başka bir “Gomaşinen” podcast’inde ayrıca başlı başına anlatmak istiyorum. Bu süreçte bütün bunlar yaşandı. Yani şöyle bakalım: Bu olay 26 Ağustos 2010’da oluyor, sonra 27 Eylül 2010’da Hanefi Avcı gözaltına alınıp, tutuklanıyor, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması 3 Mart 2011. Benim gözaltına alınma, tutuklanma –her neyse– girişiminin, Ahmetler’in tutuklanmasından önce ve Hanefi Avcı’nın gözaltına alınıp tutuklanmasıyla hemen hemen aynı tarihlerde olduğunu biliyorum. Böyle bir girişimin olduğunu biliyorum. Bunun da tabii ki en önemli nedeni, bizim Hanefi Avcı’nın yokluğa mahkûm edilecek ve bu konuda her türlü hazırlığın yapıldığı kitabını, birdenbire “bestseller” yapmamız oldu. Gerçekten bestseller oldu. Baskı üzerine baskı yaptı ve olay çok ciddi bir şekilde tüm Türkiye’de yayıldı. Tüm Türkiye’de yayıldı ve özellikle AK Partililer içerisinde çok ciddî kırılmalara yol açtı. Çünkü AK Partililer’in o tarihte Fethullahçılar’la olan ilişkilerinde, hep güvensizliğe dayalı bir ilişki, ortaklık vardı. İki taraf da birbirine güvenmiyordu. Hanefi Avcı’nın bu kitabı aslında AKP’lilere yönelik bir çağrıydı. “Bakın, ortak dediğiniz, müttefik dediğiniz insanlar ne haltlar yiyor” uyarısıydı. Bu anlamda AKP’lilerin kafasının çok ciddi karıştığını biliyorum. Nitekim bu yayından sonra, Meclis’te karşılaştığım çok sayıda AKP’li milletvekili, bakan vs. bana Hanefi Avcı’yla ilgili başka ek sorular sordular. Çok ilgilenmişlerdi ve hepsi bir şekilde kitabı okumuştu. Orada bir direkten dönüldü. Yani o kitap aslında AKP-Gülen ittifakının erken sonlanmasına neden olabilirdi; ama olmadı. Fethullahçılar burada baskın çıktılar. Ben orada ucuz atlattım, ama bir müddet sonra bizim “Yazı İşleri” biraz zora girdi. Mirgün’ü “Yazı İşleri”nden ayırdılar. Benim yanıma bir başkasını vermek istediler. Ben onu kabul etmedim. Dolayısıyla bir müddet tek başıma “Yazı İşleri”ni yürüttüm. Ama belli bir süre sonra “Yazı İşleri” de sona erdi. Benim de NTV maceram sona erdi. Onda tabii ki esas etkili olan husus… Hanefi Avcı nedeniyle zaten Fethullahçılar nezdinde sabıkam kabarmıştı. Ama esas etkili olan husus şuydu: Ahmet ve Nedim 3 Mart 2011’de tutuklandıkları andan itibaren, ben onların gününü saydım. Vatan gazetesindeki köşemde, birlikte fotoğraflarını koyarak ve NTV yayınlarının hemen hemen hepsinde, “Yazı İşleri” yayınlarında sürekli onlarla ilgili bilgiler verdim. Onların haklarının takipçisi oldum ve bunun da bedelini bana bir şekilde Fethullahçılar kendilerince ödettiler. Ama sonuçta alnımızın akıyla çıktığımızı düşünüyorum. Başta Mirgün olmak üzere, o dönem NTV’de birlikte çalıştığımız arkadaşlarla birlikte… 

Bir yazı yazdım daha sonra, tüm bu Fethullahçılar’ın yüklenmesi üzerine. O yazının sonunda, genç gazetecilere birtakım tavsiyeler verdim – ki o tarihte artık kendimi genç gazeteci olarak görmüyordum. Değildik, yaşımızı başımızı almıştık. 2010… Yani ne oluyor? Şimdi matematikte zorlanmayayım; ama 62 doğumlu olduğuma göre, 48 yaşındaymışım. Hiç de genç sayılmayız. Orada şöyle bir cümle, cümleler… Onu aynen okumak istiyorum: “Eğer gazeteciliğinizden feragat etmek istemiyorsanız; özel hayatınızdan feragat etmek zorundasınız. Mesajım çok açık. Özel hayatınızda çok ama çok dikkatli olun ki gazeteciliğinizden rahatsız olanlar, sizi başka yerlerden vurmaya kalkmasın.” Burada, bu benim gazeteciliğin ilk yıllarında yaşadığım ilginç bir olaydır, bir anekdottur. Akif Kurtuluş’u bilenler bilir. Şair, avukat, futbol yazarı… Her neyse. Şimdi kendini bir yarı emekliliğe çekti. Uzun bir süredir Bodrum Gümüşlük’te yaşıyor. Ankara’da, bir tavukçuda bir grup insan yemek yiyoruz, içki içiyoruz. Kemal Can’la biz yan yanaydık. Zaten çok yakın arkadaşız, bilen bilir. Ama kalabalık bir masaydık. Kemal, o tarihlerde ağırlıkla ülkücüler üzerine çalışıyordu; Tanıl ile beraber. Genç gazeteci olduğumuz yıllar diyebilirim. Ben de İslâmî hareket üzerine çalışıyordum. Akif de başka bir masadaydı. Kalkmışlardı onlar, gidiyorlardı. Bizim masaya geldi –kafası da iyiydi– ve bize, Kemal’le bana, şimdi tam cümleleriyle söylemeyeyim de, dedi ki: “Çok iyi işler yapıyorsunuz, çok önemli konular ele alıyorsunuz; ama sakın ha, özel hayatınızda çok dikkatli olun. Çünkü sizi oradan vururlar.” Hiç unutmam. Bu bana böyle –nasıl diyeyim?– hep önümde bir kılavuz gibi oldu Akif’in bu sözleri, o kendi üslûbuyla, kendi ifadeleriyle kulağımda çınlar. Bu gerçekten Türkiye’de, Türkiye gibi bir ülkede gazetecilik yapmakta çok önemli bir ilke olabilir, kural olabilir. Hele Fethullahçılık gibi… Şu anda da Fethullahçıları aratmayan birtakım tetikçiler var, kumpasçılar var. Hepimiz biliyoruz, görüyoruz. Birtakım çeteler, çeteleşmeler var. Buralarda sizin yaptığınız, gazetecilik olarak yaptığınız, yapmak istediğiniz şeylere cevap veremeyip, hayatınızda birtakım kendilerince buldukları, bulduklarını sandıkları açıklarla sizi vurmaya çalışabiliyorlar. 17/25 Aralık’taki kasetleri hatırlayın, ses kayıtlarını hatırlayın. Bütün bunları ya da daha sonra CHP’de, MHP’de yaşananları hatırlayın. Bütün bunlar Türkiye’de siyasetin ya da gazeteciliğin; sadece siyaset ya da sadece gazetecilik olmadığını bize gösterdi. O sözünü ettiğim yazının en sonunda da “son bir söz” diye bir cümle etmişim. O cümleyi bugün de edebilirim. O da şu: “Günümüz Türkiye’sinde iyi bir gazeteci olmak için, cesaretten çok vicdana ihtiyaç var.” Evet, gerçekten bugün de aynı sözü söyleyebilirim. Cesaretten çok vicdana ihtiyaç var. Türkiye’nin vicdanlı gazetecilere ihtiyacı var. Tabii ki vicdanlı yurttaşlara da ihtiyacı var; ama konumuz gazetecilik olduğu için vicdanlı gazetecilere ciddi bir şekilde ihtiyacımız var.

Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.