Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Medyascope izleyicilerinin sorularını yanıtladı

Medyascope Yayın Yönetmeni Ruşen Çakır‘ın konuğu olan Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, canlı yayında Medyascope izleyicilerinden gelen soruları yanıtladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Gelecek Partisi Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu stüdyo konuğumuz. Kendisine sizlerden gelen soruları sorup, cevaplarını alacağız. Hocam, hoşgeldiniz. 

Ahmet Davutoğlu: Hoşbulduk, teşekkür ederim.

Çakır: Sizinle son yayınımızı eski stüdyomuzda yapmıştık. Bu yeni stüdyomuzun açılışını sizinle yapmaya niyetliydik, ama siz talihsiz bir sağlık sorunu yaşadınız. Öncelikle geçmiş olsun.

Davutoğlu: Çok teşekkür ederim. Yeni stüdyonuz da hayırlı olsun.

Çakır: Sağolun. Eşiniz ve sizin Covid-19 testi pozitif çıkmıştı, ama atlattınız.

Davutoğlu: Atlattık, ikimizin de test sonucu negatife döndü.

Çakır: Mâşallah. İsterseniz salgın konusuyla başlayalım, çok önemli bir konu. Bizzat yaşamış biri olarak, salgınla mücadele konusunda Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz?

Davutoğlu: Aslında bu evrensel bir sorun; bütün insanlığı ilgilendiren bir konu. Dolayısıyla, hem küresel çapta hem ulusal çapta alınması gereken tedbirler var. Bir de tabii herkesin bireysel olarak alması gereken tedbirler var. Bu salgın sürecinde, küresel anlamda, dünya sağlık sistemi ciddi bir sınav verdi; ama maalesef iyi bir sınav veremedi. Dünya Sağlık Örgütü’nün, başından itibaren bu salgını ele alış biçiminden tutun, ülkelerin tepkileri açısından da çok çelişkili tepkilerle karşı karşıya kalındı. Ulusal bazda bakıldığında bazı ülkeler, hem sağlık anlamında hem de bu sorunun ekonomideki yan etkileri bağlamında çok iyi tedbir aldılar ve krizi daha dirayetle yönettiler. Türkiye, demokratik bir ülkeye yaraşır bir sınav veremedi maalesef. Verilerin sağlıklı bir şekilde toplumla paylaşılmasından tutun, tedbirlerin zamanında ve etkin alınması, doğru bir yönetim biçimi uygulanması konusunda iyi bir sınav veremedi. Ama en zor ve maalesef sınıfta kalınan sınav, başta ekonomi olmak üzere, sosyal sonuçları itibariyle alınması gereken tedbirlerdeki tutarsızlıklar oldu. Gönül isterdi ki çok daha iyi sınav verelim; uluslararası başarı örnekleri içinde yer alalım. En son aşı tartışmalarına gelen süreçte de olduğu gibi, demokratik bir toplumda olması gereken şeffaflık söz konusu olmadı. Sisteme güven sarsıldı. Bir gecede vaka sayısını 28 bine çıkaran bir sisteme halkın güveni kalmaz. Bu tür kriz yönetimlerinde en önemli şey güvendir. Halkına güven veremeyen yönetimlerin, halka “Şu şu tedbirleri alırsanız bu krizi aşarız” diyebilmesi mümkün olmuyor. Tabii ki herkesin şahsî olarak alması gereken tedbirler de var. Hepimiz bu sınavla karşı karşıya kaldık. Biz partimizi kurduktan kısa bir süre sonra, tam partinin örgütlenme aşamasında, pandemi ile karşılaştık. Bir taraftan partinizi örgütlemeniz gerekiyor, bir taraftan toplumsal sağlığa dikkat etmeniz gerekiyor. Aynı zamanda şahsî sağlığınızla ilgili de tedbir almanız gerekiyor. Zorlu bir süreçti. Sistemde ne kadar aksaklık olursa olsun, sağlıktan daha önemli bir şey yok. Herkesin sosyal mesafe kurallarına, maske kullanımına ve hijyen tedbirlerine özen göstermesi gerekir. Ben içinde yaşadım; 3 haftadır bu çileyi çekiyorum. Bir kere tutulduktan sonra, ondan kurtulmak daha zor oluyor. Bu salgına yakalanmamak için elimizden gelen tedbirleri almak lâzım.

Çakır: Ekonomiyle ilgili çok sorun var. Bütün dünya ülkeleri, bir yandan salgınla mücadele ederken, bir yandan da çarkların dönmesi için çalıştılar. Kimileri başarılı oldu, kimileri başarısız oldu. Anladığım kadarıyla siz iktidarı başarılı bulmuyorsunuz.

Davutoğlu: Bulmuyorum.

Çakır: Buradaki en temel sorun nedir?

Davutoğlu: Biri güven meselesi, diğeri sistematik düşünce meselesi. Hatırlayacaksınız, Türkiye’de ilk vaka 10 Mart’ta görüldü. 16 Mart’ta, Gelecek Partisi Genel Başkanı olarak kamuoyuna, süratle yapılması gereken bir seri tedbir paketi açıkladım. Henüz Cumhurbaşkanı açıklama yapmamıştı. Salgını önlemek için eve kapanma gibi radikal tedbirler alınması gerektiğini ve bu süreçte ekonomiyle, eğitimle ilgili alınacak tedbirleri açıkladım. 17 Mart’ta, pandemi için 100 milyarlık kaynak aktarıldıktan sonra, bunun nasıl kullanılacağıyla ilgili bir paket hazırladık. Pandemiden 1 hafta, 10 gün sonra yaptığım açıklamada bununla ilgili şöyle öneriler getirdik: Kaynak için ayrılacak 100 milyarın kullanımı için bir Korona tahvili çıkartılmalı. Çünkü bu parasal bir genişleme demek. Bunun olumsuz anlamda da sonuçları olabilir. O yüzden bu parasal genişlemeden hangi toplum kesimleri faydalanacak şeffaf bir şekilde açıklansın. Korona tahvili üzerinden, aylık raporlarla, önce işsizlere, sonra kayıtsız işçilere, sonra kısa çalışma ödenekli işçilere, sonra çiftçi ve esnafa hibe verilmesini önerdik. Bu 100 milyarlık fonun –sonradan 200 milyara çıkartıldı– hibe edilmesini, kesinlikle kredi verilmemesini önedik. Krediler ve kredi borç ötelemeleri, zamanla birikmiş bir dalga halinde gelir ve alanları ezer. Nitekim aradan 9 ay geçti. Geldiğimiz noktada esnaf için birtakım tedbirler açıklandı, ama bunlar devede kulak bile değil.

Ben bu 9 ay içinde Anadolu’nun her yerini gezdim. İnsanlar kan ağlıyor; işsizlik had safhaya ulaştı. Üretici enflasyonu yüzde 23’e çıktı. Tüketici enflasyonu yüzde 15.

Çakır: Rakamlar öyle değil ama.

Davutoğlu: Son TÜİK raporunda enflasyon yüzde 23.

Çakır: Daha çok, işsizliği kastetmiştim.

Davutoğlu: Tüketici enflasyonu yüzde 15. Ama ben üretici enflasyonuna da bakarım. Üretici enflasyonu kalıcı rakamlardır. İşsizlik rakamlarında, genç işsizlik yüzde 29, yüzde 30’ları buldu.

Çakır: Bizler gazeteci olarak, enflasyon, işsizlik veya günlük sağlık verileri ile ilgili açıklanan resmî rakamların hepsini veriyoruz. Ama bu rakamlardan emin değiliz.

Davutoğlu: Çünkü güven yok. Velev ki güvenelim ve açıklanan bu rakamları baz alalım. Bugünkü TÜİK açıklamalarında, enflasyon yüzde 15 civarlarında. Ama üretici enflasyonu yüzde 23, gıda enflasyonu yüzde 21. Bunlar resmî açıklamalar. Gıda enflasyonunun yüzde 21 olduğu yerde, dar gelirli kesime, “Asgarî ücret 2,200TL. Size, gelecek yılki yüzde 8 enflasyon beklentisine göre asgarî ücret artışı yapacağım” demek zulümdür. Yoksulluk ve açlık sınırını belirleyen şey gıda enflasyonudur. Böyle bir tablo karşısında, esnaf kepenk indirirken, esnafa yardım yaptığınızı söylüyorsunuz. 

“Bazı ülkeler pandemi sürecini iyi yönetti” dedim. “Türkiye salgın yönetiminde lider ülke” demek kolay. Bakın çok çarpıcı bir örnek veriyorum: Mesela Almanya bu süreçte 3 ay kapandı. Alman hükümetinin bu 3 ay süresince halkına desteği, aylık 11 milyar Euro — karşılıksız. Üst tavan 500 bin euro olmak üzere, farklı kademelerde esnafa hibe verildi. Türkiye’nin 3 aylık rakamı 1000 lira. 100 kişi çalıştırıyorsa da 1000 lira, tek başına çalışıyorsa da 1000 lira. Üç aylık toplamı 500 milyon euro ediyor. Nominal olarak Almanya’nın verdiği destek, Türkiye’nin 70 katı. Milli gelire oranla yaptığı ise 10 katı. Nasıl bir sosyal devlet anlayışından bahsediyoruz? Ben, bu açıklama yapıldığında, “Devede kulak bile değil” dedim. Gerçekten öyle. Bu yolla esnafın ayakta kalabilmesi mümkün değil. Ben esnaf çocuğuyum; onların arasında büyüdüm. Akşam evine ekmek götüremiyorsa, işçisine ücretini ödeyemiyorsa, o esnafın hayatı kararır. Şu anda Türkiye’de dar gelirli kesimde olağanüstü bir fakirleşme var. Yapılan açıklamalara bakıyorsunuz, küstahça, “Türkiye’de yoksulluk yok” deniyor. “Kuru ekmek buluyorlarsa aç değiller” deniyor. Bir de psikolojik olarak bunu yönetebilme şansı da yok. Eğer devlet kendisi tasarruf yaparsa, halka dönüp, “Şuna da katlanalım” deme şansı olur.

2021 bütçesinde faizler 180 milyar TL’yi bulmuş. Bütçe içinde müteahhitlere ödenecek para 30 milyar lira. Buna karşılık, şu anda salgın dolayısıyla dünyanın en stratejik sektörü olan tarıma verilecek destek 22 milyar TL. Burada vahim bir hata var.

Çakır: Daha önce, hem Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığım yayında hem Meral Akşener’le yaptığım yayında kendilerine de bu soruyu sordum. Aynı soruyu size de sormak istiyorum: Kılıçdaroğlu “5’li çete”den bahsetti. Biliyorsunuz, devletten en çok ihale alan inşaat temelli 5 büyük şirket. Onlara yapılan vergi afları da mâlûm. Kılıçdaroğlu, iktidara geldiklerinde bu 5 şirkete verilen yatırımların kamulaştırılacağını söyledi. Bu değerlendirmeyi nasıl buluyorsunuz?

Davutoğlu: Her şeyden önce, pandemi şartları olağanüstü şartlar getirdi. Eğer fedakârlık yapılacaksa, sadece halktan fedakârlık beklenmesi doğru değil. Herkes fedakârlık yapmalı. Mart ayında yaptığım açıklamada, kamu-özel ortaklığı içerisindeki şirketlerle oturulup, bütün ödemelerin gözden geçirilmesi gerektiğini söylemiştim. Eğer fedakârlık yapılacaksa herkes fedakârlık yapmalı. Ama öyle bir tabloyla karşı karşıya kalındı ki… Halka, “Evinize kapanın. Sağlık dolayısıyla çıkmayın” dendi. Ama kirası ne olacak? Evine ne yemek götürecek? Doğalgazı, elektrik, su faturası ne olacak? Bunu kimse düşünmedi. 100 milyar liralık fon ayrıldığında, “Sosyal devletin gereği olarak bu fonu tümüyle dar gelirlilere ayırın” dedik. Ama aynı günlerde, Atatürk Havalimanı’nın pistleri kırılarak, tekrar bu müteahhitlere kaynak aktarıldı. Müteahhit ödemelerinde hiç gecikme olmadı. Ama dar gelirlinin ödemeleri ertelendi ve kredi şekline dönüştürüldü. Bu, baştan itibaren yanlıştı. Eğer 100 milyarlık, 200 milyarlık bir parasal genişleme yapıyorsanız, bunu hak eden kesimler dar gelirli kesimler. O zaman oturulup görüşülmeliydi bu müteahhitlerle. Mayıs ve Haziran ayında yaptığım açıklamalarda, 2020 bütçe revizyonunun yapılmasını, tekrar gözden geçirilmesini önermiş ve yapılması gerekenleri saymıştım. Birincisi: Temel ihtiyaçlar, yani sağlık, eğitim ve tarım alanları dışındaki bütün kamu harcamalarını durdurun. İkincisi: Bütün özel müteahhitlere ve diğerlerine devletin yaptığı ödemeleri revize edin. Üçüncüsü: Başta Beştepe’nin harcamaları olmak üzere israf söz konusu olan bütün yatırımları, kendinize uygulayın ve durdurun. Dördüncüsü: Devletin elindeki lüks uçakları, birtakım bakanlık binalarını elden çıkarın. Devlet kendisi bu tedbirleri alsaydı, halka dönüp, “Tedbirini al” deme hakkını kendisinde görürdü. Bunun yerine, halktan yardım toplamaya kalktılar. Ama kendi hayat tarzlarından, lükslerinden, şatafatlarından, israflarından bir milim bile geri atmadılar.

Ben başbakanlığım döneminde, bütün kamu-özel ortak projelerinin gözden geçirilmesi talimatını vermiştim. Çünkü zamanla gelecek nesilleri borçlandırdığını görüyorsunuz. Dışişleri bakanıyken ekonomiden sorumlu bir görevim yoktu, geriden takip ediyordum. Ama o döneme kadar, kamu-özel ortaklığı projelerinde imzası olan herkes, siyâsî anlamda sorumludur. Çünkü gelecek nesillerin bütçelerinden birtakım israflar ve zenginleştirmeler yapıldı. Şimdi yapılması gereken de, sözleşme hukuku çerçevesinde, önce bunların revize edilmesi, sonra bütünüyle gözden geçirilmesi ve bu konuda da net bir tutum benimsenmesi lâzım.

Çakır: Peki, konuyu değiştirelim. İzleyicilerimizin en çok merak ettiği bir konu bu. En son yaptığınız bir açıklamada, “Konuşsaydım, AK Parti dağılırdı” dediniz. Herkes bunu merak ediyor.

Davutoğlu: Aslında ben bu tür şeyleri zaten konuşuyorum. Konuştuğum için aleyhimde ihraca kadar giden bir süreç işletildi. Üç sene bekledim. Sonra bazı hususları doğrudan Cumhurbaşkanı’na da yazdım, kamuoyuyla da paylaştım. Ben hiçbir zaman, devletin, kamu görevi dolayısıyla mahrem olan hususları dışında, şeffaflık gereği, bütün demokratik toplumlarda olması gereken konularını konuştum; hiç saklamadım. Bana meydan okunduğunda geri adım atmadım. Dolandırıcılık suçlamalarına karşı çıkıp, “Herkesin mal varlıkları araştırılsın” dedim. Çünkü eminim. Devleti de bilirim, demokrasiyi de bilirim ve özümsemişimdir. Halka hesap vermekten hiçbir zaman çekinmedim. Sizin bahsettiğiniz açıklamamdaki, “AK Parti parçalanır” ifademden kastettiğim, başbakan ve genel başkanlığım sırasında, bana karşı, üstelik ben yurtdışındayken, MKYK’da yapılan ve hiçbir siyâsî ahlâka uymayan kumpas karşısında, o zaman, ülkenin menfaati ve başında bulunduğum partinin geleceği açısından ayrılmayı tercih ettim. Niye bunu söylemeyi istedim? Çünkü ayrılırken yaptığım konuşmada, “Hukukları gözeteceğim” ifadesinden hareketle, benim şimdi getirdiğim eleştirileri eleştirmeye çalışanlar var. Bunlara cevaben tekrar söylüyorum: Ben o gün, siyâsî ahlâkın olabilecek en temel ilkelerinden birini, halkın da takdir ettiği bir şekilde uyguladım. Ama o gün, “Bir başbakan, bir genel başkan yurtdışında devlet görevindeyken, arkasından imza toplamak bir siyâsî ahlâksızlıktır” demiş olsaydım, benim de benimle birlikte olan arkadaşlarımın da o partide kalmamamız gerekirdi; mesela kongrede ya biz kazanırdık onlar ayrılırdı, ya da onlar kazanırdı bizi ayırırlardı. Kastettiğim şey buydu. Türkiye, daha sonraki zor süreçlere daha sağlam bir yapıyla girdiyse, o gün benim yaptığım fedakârlık nedeniyledir. O, bir fedakârlıktı. Bu fedakârlığı yapmam, sonraki dönemlerde bütün adaletsizliklere, yolsuzluklara, haksızlıklara, hukuksuzluklara sessiz kalacağım anlamına gelmezdi. Sayın Cumhurbaşkanı’na daha sonra verdiğim raporlarda da, bütün o yapılanmaların arka planlarıyla ilgili kendisini defalarca uyarmıştım.

Çakır: Bir izleyici bu yapılanmalarla ilgili bir soru sormuş. Biliyorsunuz, en son, bu Pelikanmeselesiyle ilgili bir video yayınlandı. Pelikanyapılanması ile ilgili suçlananlar, epeyce uzun bir videoyla kendilerini savundular. İzlediniz mi o videoyu?

Davutoğlu: Hayır, gerek görmedim. 

Çakır: Ama bilgi sahibisiniz.

Davutoğlu: Evet, biliyorum, arkadaşlar detay özet verdiler. Ama zaten haberlere de yansıdı. Benin bu tür şeylere zaman ayıracak kadar uzun bir vaktim yok. Zaten daha önce ne yaptıklarını biliyoruz. Arkadaşlara da söyledim, cevap vermeye değmez. Bu tür illegal yapıların çoğunda, bir “piyonlar” vardır, bir “görünen sahipleri” vardır, bir de “görünmeyen sahipleri” vardır. Eğer piyonlar bir aşamada canhıraş bir şekilde feryat etmeye başlamışlarsa, bu, paçalarının tutuştuğu anlamına gelir. Ve hitapları da bizlere karşı değil, kendilerini kullanan sahiplerine karşıdır. “Sizin için yaptıklarımızı unutmayın ve bize sahip çıkın” demeye çalışırlar. O yapıların ne yaptığını ve Türkiye’nin Mayıs 2016’dan beri hangi cenderelerin içinden geçtiğini milletimiz görüyor. 1 Kasım 2015 seçimleri ile 4 yıl seçimsiz bir ufukla, Türkiye’de reformları başlatmış bir başbakana ve iktidara karşı yapılan o alçak ve ahlâksız komplonun nelere mâlolduğunu halk şimdi görüyor. Ben başbakanlığı bıraktığımda, yıllık üretici enflasyonu 3,2 idi. Şu anda yüzde 23,2. Tüketici enflasyonu yüzde 6 idi, şu anda yüzde 15. Bütün rakamlar tek haneliydi. Dolar 2,80 TL idi. Şimdi nerelerde bir bakın. O yapının mesajları açık bir şekilde sahiplerine verilmiştir. Bizim o piyonlarla işimiz yok. Ama görünen ve görünmeyen sahipleri, önümüzdeki dönemde mutlaka halk nezdinde bu yapılanların hesabını vereceklerdir.

Çakır: Ekonomiden bahsetmişken, mâlûm, Berat Albayrak’ın istifâ olayı gündeme geldi. Kendisi “görevinden affını” talep etti. Bir izleyicimiz, “Berat Albayrak Ahmet Davutoğlu’nun başbakan olduğu dönemde milletvekili oldu” demiş. Şu anda kontrol etme şansım yok. Ama tabii ki tanıdığınız birisi. O süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Davutoğlu: Geriye dönük şeyleri tekrar tekrar konuşma ihtiyacı hissetmiyorum. Açık söyleyeyim Berat Albayrak’ı çok tanımazdım. Eşi Esra Hanım, kızım gibi sevdiğim biridir. Aile olarak da, o anlamda, “Hukuku koruyacağım” dediğim hukuk, o hukuktur. Daha sonra Esra Hanım’a da bazı saldırılar geldiğinde ilk açıklamayı yapanlardan biriyim. Berat Albayrak’ı tanımazdım; bir hukukumuz da olmamıştı. O gün yaşayanlar bilir, milletvekili adaylığı söz konusu olduğunda –bu sadece Berat Albayrak’la ilgili değil– partide bir nesil değişimi yaşandığını gördüm. Partinin önemli isimleri, kendi çocuklarını, yakınlarını potaya sokmaya çalışıyor. Bu da, partide bir kastlaşmaya yol açacaktı. Bu, daha önce birçok partide yaşanmıştır. Onun üzerine 7 Haziran seçimlerine giderken, arkadaşlarla da istişâre ederek, MYK’da karar aldım. Ve bütün MYK bu konuda arkamda durdu. Bu karar, MKYK’dan da geçti. Karar şuydu: “Siyâsîlerin, milletvekillerinin, il başkanlarının ve belediye başkanlarının birinci ve ikinci derece yakınları milletvekili adayı olamaz.” Yani, eğer olacaklarsa, daha önce milletvekili olan yakınları, milletvekilliğini bırakacaklardı. Bu, siyâsetin yenilenmesi için bir fırsattı ve aileler etrafında kast oluşmasını engelleyen bir tutumdu. Aslında bunun içine Berat Albayrak da giriyordu. Ancak Sayın Cumhurbaşkanı’nın ısrarlı ricası üzerine ve kendisinin siyâset dışında olduğunu ifade etmesi üzerine… Çünkü Cumhurbaşkanı formel olarak siyâsetin dışında görülüyordu. Her şeye müdahildi, ama dışında görülüyordu. Zaten o günlerde kamuoyunun da bildiği gibi birçok konuda görüş ayrılıklarının derinleşmemesi için, milletvekili olmasını kabul ettim. Ama şu anda da kanaatim odur. Akrabalık ilişkilerinin siyâsete yansımasına ilkesel olarak karşıyım. O anlamda, Berat Albayrak’ın girmesi de doğru değildi. Bunu Sayın Cumhurbaşkanı’na o zaman da söyledim. Aile ilişkilerinin karışması durumunda, hem kendisine –Berat Albayrak ileride faydalı olabilecekse– hem ona zarar vereceğini, sistemi tıkayacağını, bozacağını, hiyerarşiyi yok edeceğini en başından söyledim. Ancak daha sonraki gelişmeler, maalesef bu kaygılarımın doğruluğunu ortaya çıkardı. Bu konudaki ilkesel tutumumu herkes bilir.

Çakır: Size gelen bir soru var. Bu soruyu da Medyascope Yayın Koordinatörü Sedat Pişirici sormuş. Aslında hafıza tazeleme anlamında bir soru. O yazınca ben de hatırladım: 1 Kasım 2015 seçimlerinden önce, sizi Medyascope’a davet etmiştik. Önce, katılacağınızı söylediniz. Sonra, yerinize Numan Kurtulmuş’un katılacağı söylendi. Numan Bey’in ismi de son anda Tuğrul Türkeş’e çevrildi. Sonuçta Tuğrul Bey de gelemedi. Tabii bunlar hafızanızda kalmamış olabilir, ama şimdi Medyascope’a ikinci kez geliyorsunuz. Tabii burada medya-iktidar ilişkisi de önem kazanıyor. Biz her zaman olduğu gibi, o tarihte de herkese ulaşmaya, herkesi konuşturmaya çalışıyorduk. Bugün de öyle; çizgimiz bozulmadı. O Haziran seçimi ile Kasım seçimi arasında, hem Türkiye’de hem iktidar ilişkilerinde karışık bir dönemdi.

Davutoğlu: Samimiyetle söyleyeyim, şu anda neden olmadığını inanın hatırlamıyorum. Ama benim basınla ilgili tutumumu herkes bilir. Başdanışmanken, beraber nice toplantılarda bulunduk. Dışişleri bakanı iken nice yurtdışı gezilerinde bulunduk. Başbakanlık görevimi aldığımda da ciddi olarak bir akreditasyon problemi vardı; muhalif görünen birçok basın kuruluşu toplantılara çağrılmazdı. Onları da birer birer değiştirdiğimi herkes bilir. Tabii Cumhurbaşkanı ile aramızdaki hukukun bozulmasına da sebebiyet vermeden, akreditasyonları yavaş yavaş esneterek, medyanın her kesiminin toplantılara girmesine izin verdik. Hatırlarsanız, Deniz Yücel daha sonra Türkiye’de tutuklandı, bırakıldı; bir sürü karışıklığa sebep olan kişi. Başbakanlığa gelip Merkel’le birlikte yaptığımız basın toplantımızda bana sorular sordu. Ben basınla olan ilişkilerde hiçbir zaman çekinmedim. Biliyorsunuz, en son bir televizyon kanalında, son derece nezaketsiz bir programda, dört kişinin karşısında sabırla cevap verdim. Çok açık ve net ifade edeyim: “Son 10 yılda muhalif basının karşısına çıkma konusunda en çok özgüven gösteren kimdir?” diye sorsanız, benim ismim başlarda yer alır. Sizinle de çok iletişimimiz oldu, bilirsiniz: “Sayın Başbakan’a şunu sorun, şunu sormayın” gibi hiçbir yönlendirmem olmaz. Herkes her şeyi sorabilir diye düşünürüm. Çünkü ben de geçmişte köşe yazarlığı yaptım, bilirim. Eğer o tarihte programınıza katılamamışsam, bu Medyascope’a yönelik özel bir tutumdan değil. Biliyorsunuz, 1 Kasım seçimleri öncesinde nefes alacak vaktimiz yoktu. Kısa bir süre içerisinde Türkiye’nin bütün illerinde kampanyalar hazırladık. Çalışmalarımız çok yoğundu. Bir taraftan terörle mücadelemiz sürüyordu, bir taraftan siyâsî mücadeleyi, bir taraftan da kampanyaları yürütüyorduk. Gelemememin nedeni özel bir kasıt değildi. Bir önyargıdan kaynaklanmadı yani. Zaten bir dönem hiçbir medya kuruluşuna açıklama yapmadım. Parti kurulduktan sonra ilk geldiğim yayın organlarından biri oldu Medyascope. Diğer arkadaşların neden gelemediğini bilemiyorum. 

Çakır: Burada bir not düşeyim: Biz muhalif bir medya kuruluşu değiliz.

Davutoğlu: Hayır, onu demek istemedim. Muhalif olmanızı bir tanımlama itibariyle söylemiyorum. Ben herhangi bir sorudan kaçınmadım. Uluslararası basında da öyle. Mülteci Anlaşması basın toplantısı sonrasında da, FETÖ yanlısı kuruluşların bile hiçbir sorusundan kaçınmadım. Uluslararası alanda da herkes bilir tutumumu. Hiçbir zaman, yönlendirilmiş, senaryolaştırılmış basın toplantısı yapmadım; yapılmasına da izin vermedim.

Çakır: Anladım. Geçmişle ilgili güzel bir soru gelmiş bir izleyicimizden.

Davutoğlu: Hep geçmişle ilgili sorular soruyorsunuz. Biraz geleceğe dönük konuşalım. Biz kongremizi yaptık, onu konuşalım.

Çakır: Bugünü anlatma bakımından çok anlamlı bir soru bence. Soru şöyle: “Recep Tayyip Erdoğan mı değişti, Ahmet Davutoğlu mu?”

Davutoğlu: Beni akademik hayatımdan da bilirler, bakanken de bilirler. Değişim hayatın gerçeğidir, değişmek gerekiyorsa değişimden kaçmamak lâzım. Dünya bu kadar hızlı değişirken, “Ben değişmem” diyen kişi, dünyayı da kendisini de anlamıyor demektir. Bu kadar akademik ve bilimsel çalışmalar içinde bulunmuş birinin, değişim gerçeğine sırtını dönmesi bilimselliği bitirir. Dolayısıyla, değişim gerekiyorsa değişmek gerekir. Dünya şartları değiştiğinde siz statik kalamazsınız. Ama değişmeyen şudur: İnsanı insan yapan, insanı ilim adamı, siyâsetçi, devlet adamı yapan ilkeler değişmez. Bu konuda benim hiçbir ilkem değişmedi. Görüşlerim değişebiliyor. Mesela, pandemi dolayısıyla, bizim bütün önermelerimiz, daha sosyal devlet ağırlıklı ve sosyal demokrasiye liberal ekonomiden daha yakın politikalar. Bu yüzden de, getirdiğimiz önermeler açısından, bazı diğer partilerden radikal biçimde ayrılıyoruz. Çünkü dünya değişiyor. Pandemi şartlarında neo-liberal ekonomi önermelerini gündeme getirmek, değişimi anlamamak demek. Washington mutabakatı yıllarında kalmak demek. Bu değişim şarttır. Ama insanı insan yapan, insanı vatandaş yapan, ilim adamı, siyâsetçi yapan ilkelerde bir değişim yaşamadım. 

Sayın Tayyip Erdoğan ise her şeyiyle olumsuz anlamda değişti. Keşke pozitif bir değişim yaşasaydı, takdir de ederdik. Yolsuzluklar konusundaki tutumundan, hayat tarzından, Keçiören’de bir mahalle arasında oturan ve saygı gören bir Başbakan’dan, Beştepe’de ve Türkiye’deki bütün saraylara sığmayan bir Cumhurbaşkanı’na geçiş, olumsuz anlamda bir değişimdir. Yolsuzluklarla mücadele için açık ve şeffaf ihale döneminden, Türkiye’deki bütün ihaleleri gizli ortakların da bulunduğu şirketlere veren bir anlayış, negatif bir değişimdir. Yasaklar konusunda, okuduğu bir şiir nedeniyle hapiste yatmasından dolayı özgürlükçü görünen bir siyâsetçiden, en yakın zamana kadar kendisiyle birlikte olan insanları, “hain, terörist, dış mihrakların oyuncusu” gibi gören bir anlayışa doğru değişti. Halk bunu görüyor. 

Kişisel karşılaştırmalar önemli. Son dönemde bunu da zikrediyorum: Ne Tayyip Erdoğan’ın, ne Ahmet Davutoğlu’nun, ne de herhangi birinin hukuku önemli. Şu anda bizim için bu milletin hukuku önemli. Türkiye büyük bir cendere içinde. Bizim yeni bir siyâsî mücadele içine girmemizin sebebi, statükocu anlayıştan kurtulup değişim yaratmak. Oysa Türkiye 90’lı yılların otoriter anlayışına geri döndü. 21. yüzyıl bitiyor, Türkiye, 22. yüzyıla hazırlanması gereken yerde, hâlâ 20. yüzyılın son çeyreğinde yaşıyor.

Çakır: 90’lı yıllar referansınız çok çarpıcı. Bu anlamda, dönüp dolaşıp Kürt meselesine geliyoruz. Partinizin özellikle Güneydoğu’da bayağı etkili bir örgütlenmesi olduğunu görüyorum, güvendiğim kaynaklarımdan da duyuyorum. Ama sizin başbakanlığınız döneminde bölgede yaşanan birtakım olaylar da var. Onun yaraları ve hafızası hâlâ duruyor. Siz de bizzat bölgeye gittiniz; kongrelerinizi yaptınız, insanlarla konuştunuz. Kişisel olarak Ahmet Davutoğlu’nun ve buna bağlı olarak partinizin Kürtler’le ilişkisi şu an ne durumda?

Davutoğlu: Mükemmel. Zaten eskiden de öyleydi. Bakın, Türkiye ifratlarda gezen bir psikolojiye sahip. Türkiye’de, bir grubun hendeklere, barikatlara izin veren ve kamu düzenini yok eden bir özgürlük anlayışı var. Öbür tarafta da güvenliği, Kürtler’in Kürtçe konuşmasını bile vatana ihanet gibi gören, Kürtler’in seçme ve seçilme hakkının neredeyse yok edilmesini doğal gören, “kayyum” düzenini savunan bir anlayış var. Kürt seçmen bu iki anlayış arasında sıkışmış durumda. KCK düzeninden kayyum düzenine geçildi. Samimi Kürt seçmen –ki hepsi samimi, ben vatandaşlarımı ayırt etmem– baktığında şunu görür: Davutoğlu, en zor şartlarda, Kürtler’in haklarını ve Kürtçe’ye olan saygıyı 2013’te Dicle Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada dile getirmiş, akademik hayatında tümüyle buna yönelik özgürlükçü bir tutum takınmış bir kişidir. Ama aynı ölçüde de, kamu düzeninden taviz vermeyen ve terörle mücadele söz konusu olduğunda da hiçbir zaman dirâyetsizlik göstermeyen bir yöneticidir. Zaten Türkiye’nin temel ihtiyacı da burada. Biz halkımıza, Türk, Kürt, Alevî her kesime, “Biz sizin özgürlük alanlarınızı genişleteceğiz, ama güvenliğinizi kısaltmayacağız ve kısıtlanmasına izin vermeyeceğiz. Sizin güvenliğini en üst düzeyde sağlayacağız, ama özgürlüklerinizi asla sınırlamayacağız” diyoruz. Partimiz Doğu ve Güneydoğu’da süratle örgütlendi. Keşke beraber olsaydık Muş sokağında. Ben çok kısa bir süre kalabildim Muş’ta. Ama sokakta insanların hepsi, pandemi şartlarına rağmen kucaklaşma arzusunda. “Biz sizin döneminizde hiçbir tahkir ve ötekileştirme görmedik. Bize sahip çıkın Sayın Başbakanım” diyen insan seliyle karşılaştık. Diyarbakır’da da öyle. O dönemde, terörle mücadele en sert şartlarda yürürken, ben Ankara’da uyumadım, orada yatmadım. Oraya gittim. Sur’daydım, Silopi’deydim, Ceylanpınar’daydım, Varto’da, Muş’ta, Diyarbakır’da, Van’da, Gevaş’ta, her yerdeydim. Oradaki vatandaşlarımla sokaktaydım. O döneme bakın: 1 Kasım’dan sonra bile Ankara’da rahatça uyuduğum yer yoktur. Şimdikilerin yaptığı gibi bir iki göstermelik yer ziyaret edip ayrılmadım. Hem askerlerimizin ve güvenlik birimlerimizin yanındaydım. Ama aynı zamanda sokaktaydım.1 Kasım’a giden süreçte, Kurban Bayramı’nda, gece herkes benim Konya’da bayram namazı kılacağımı zannetti. Akşam Konya’dan Diyarbakır’a, Ulu Cami’ye geçtim. Terörle mücadele sürerken, ben bütün gece Sur’da, oradaki insanlarla omuz omuza beraberdim. 

Halkın hafızası bazı şeyleri unutmaz. Arkamdan kumpas yapıldı; 29 Nisan tarihiydi. 30 Nisan, Muş’un Kurtuluş Günü’ydü. Kurtuluş Günü’nde orada olacağıma dâir Vartolular’a söz vermiştim. Çünkü Varto’daki PKK saldırısında, o zamanki ilçe başkanının evi kuşatılmıştı. O zaman söz vermiştim. Herkes, benim Ankara’da kapanıp bana o ahlâksız siyâsî komployu yapanlarla hesaplaşacağımı beklerken, ben 30 Nisan’da Varto’ya gittim. 1 hafta sonra, “Başbakanlığı bırakacağım” açıklamasına karar vermeme rağmen, Varto’ya gittim. Orada Sünnî, Kürt, Alevî bütün vatandaşlarımla sokakta beraberdim. Masalarında oturup yemek yedim. Gençleriyle top oynadım. Orada terörle mücadele eden emniyet birimlerimizle de birlikte oldum. Halk bunları unutmaz Ruşen Bey. Unutmadığı için, şimdi ben o sokaklarda başım dik dolaşıyorum. Ankara’da oturup ona buna terörist suçlamasında bulunan, bize lâf atmaya çalışan bazı siyâsîler Ankara’dan çıkmazken, ben o sokaklarda yatıp kalktım.

Çakır: En son gittiğinizde Sur’u gördünüz mü? Sur kötü durumda.

Davutoğlu: Çok vahim. Bazı terör yanlısı gruplar, o dönem bunu da istismar etti. Ben “Sur’u Toledo yapacağız” derken, kastettiğim çok açıktı. Birazcık kültür mirası bilgisine sahip olan insanlar bilir ki, dünyada UNESCO Mirası olarak en iyi korunan şehirlerden biridir Toledo. Kastettiğim de buydu. Eğer başbakan olarak kalsaydım, Sur’u, klasik Diyarbakır evlerinden oluşan bir tarihi mekâna dönüştürecektim. Gördüğüm tablo beni üzdü. Orası da ranta çevrilmiş. Oradaki insanların temel hakları, evlerinden çıkarılmaları nedeniyle kaybettikleri şeyler telâfi edilmemiş. Çok açık insan hakları ihlâli var Sur’da bugün. Kim değiştirecek bunu? Ben değiştiririm. Sur’da yaşayan halk bilir bunu. Çünkü ben 1 Nisan 2016’da Sur’a gittiğimde, henüz terörle mücadele sürerken, “Efendim, Sur’a gitmeyelim. Şu saldırı olabilir, şu suikast olabilir” şeklinde çok sayıda istihbarat kondu önüme. Bir başbakanın önüne böyle bir istihbarat geldiğinde, oraya gitmek şart olur. Gitmekten çekindiği anda başbakanlık yapamaz deyip gittiğimde, Sur’da on binlerce vatandaş spontan bir mitingle karşıladılar.

Bugün iktidar bize nasip olsa, Sur’da hakları ihlâl edilmiş bütün vatandaşların haklarını geri verdiririm. Sur’da kirada oturan, mülk sahibi olan bir tek vatandaşımın hakkının gasp edilmesine izin vermem. Başbakanlığa devam etmiş olsaydım –ki bunu daha önce açıklamıştım–, Ankara’da bir Başbakanlık Ofisi vardı; sonra İstanbul’da Dolmabahçe Ofisi açıldı; üçüncü ofisi İzmir’de açmıştım; dördüncü ofisi de bir Başbakanlık Ofisi olarak Diyarbakır’da açmaya niyetliydim. Ve belli aralıklarla, Bakanlar Kurulu’nu kimi zaman İstanbul’da, kimi zaman İzmir’de, kimi zaman Diyarbakır’da toplamaya niyetliydim. Benim Diyarbakır’a olan sevgimi, muhabbetimi herkes bilir. Daha akademisyenken Diyarbakır üzerine makaleler yazmış bir insanım. Dolayısıyla Sur’un en iyi şekilde korunması bizim için bir namus meselesidir. İnşallah günü geldiğinde, Diyarbakırlılar’ın da desteğiyle iktidara geldiğimizde Sur’u aslî Diyarbakır evlerinden oluşan bir hâle getirip, bütün Diyarbakırlılar’ın hukukunu vermiş olurum.

Çakır: Konuyla ilgili bir başka soru soracağım. Devlet Bahçeli tarafından ısrarla dile getirilen HDP’nin bir daha açılmamak üzere kapatılması konusu. Bu konuda partinizin duruşu nedir?

Davutoğlu: Bunu geçen gün Sayın Temel Karamollaoğlu ile yaptığımız basın toplantısında da açıkladım. Bizim terörle mücadele sicilimizi herkes bilir. Ben 28 Ağustos 2014’te başbakanlığı devraldıktan 1 ay sonra, Kobani olayları ile karşı karşıya kaldığımızda, kamu düzeninde ne kadar büyük bir yıpranma olduğunu bizzat gördüm. Bu kamu düzeninin mutlak surette oluşturulması için her türlü tedbiri almaya karar verdim, aldım da. 5 Mayıs 2016’da başbakanlık görevimden ayrılma kararımı açıkladığımda, Türkiye’de tek bir hendek, barikat, girilemeyen ilçe, mezra kalmamıştı. Tamamıyla temizlemiştik. Göreve devam edebilseydim, yaz itibarıyla kırsal alanda da devam edecektik. Bizim terörle mücadele sicilimiz açık. Bunun yanında, demokrasiye sahip çıkma sicilimiz de açık. Ben terörle mücadeleyi terör alanında sürdürürüm. Siyâsî mücadeleyi de meşrû yollarla ve meşrû rakiplerle sürdürürüm. Bugün HDP, siyâsî alanda seçimlere girmeye hak kazanmış, MHP ile Meclis’te yan yana oturan bir parti. Aynı yerde konuşmalar yapıyorlar. HDP’nin bir milletvekili Meclis’i yönettiği zaman da, MHP’liler onlarla ilişkiye giriyorlar. Sonra da çıkıp dışarıda, sadece İç Anadolu ve Karadeniz’deki seçmene mesaj verebilmek ve kendi tabanlarını konsolide etmek için, “HDP kapatılsın” diyorlar. Benim daha önce de birçok partinin kapatılma sürecinde ve akademik olarak bugün de savunduğum, Sayın Erdoğan’ın da hayatı boyunca savunduğu ama şimdi unuttuğu ilke şudur: Parti kapatılması esastan yanlıştır. Eğer bir terör bağlantısı varsa, bunu çıkaracak olan mahkemelerdir, siyâsîler değil. Böyle bir bağlantı varsa, parti kapatarak yaptığınız her iş, o seçmenin iradesini yok sayarak, seçmeni terör örgütünün propagandasına açık hâle getirirsiniz. Siyâsî mücadele siyâsî alanda olmalı. Bir suç varsa, suçu işleyen cezalandırılmalı. Ama o partiye oy veren seçmenlerin cezalandırılması yoluna gidilmemeli. 

Çakır: Özgürlükler bahsinde farklı bir alana gidelim. Geçenlerde Prof. Mustafa Öztürk ile bir yayın yaptım. Olayı biliyorsunuzdur.

Davutoğlu: Ona geçmeden önce, konuyu toparlamama izin verin. Şu anda benim Doğu ve Güneydoğu’da gördüğüm tablo şu: Türkiye, Doğu ve Güneydoğu’da bir kıskaca sokuluyor. Sayın Bahçeli’nin son açıklamaları, bu kıskacı derinleştirmeye dönük. Nedir bu kıskaç? Demokratik siyâsî mücadele alanını daraltarak, bir tarafta, “Devletin bekası var” deyip, Kürt seçmeni bu bekanın karşısında bir tehdit gibi gösteren bir yaklaşım, diğer tarafta da “Türkiye’de demokrasi yoktur” diyerek, o seçmeni PKK’nın terör propagandasına açık hâle getiren bir yaklaşım var. Benim Doğu ve Güneydoğu’da hatta büyükşehirlerde, Kürt seçmenlerin yoğun olduğu bazı ilçelerde de gördüğüm bu tablo, Kürt seçmeni sistemden uzaklaştırıyor. Halbuki Türkiye’nin birlik ve beraberliğinin en temel teminatı, Kürt, Alevî ya da Türkiye’de yeterince temsil edilmediğine inanan bütün kesimlerin, sistemde temsil edildiğine inandırılmasıdır. 2019’da yapılan seçim sonucunda seçilen belediye başkanlarının neredeyse tümü bugün görevden alındıysa, bir daha o seçmene siyâsî mücadelenin meziyetlerini nasıl anlatabilirsiniz? Bugün Türkiye 90’lı yıllardaki gibi o iki kıskaca sokuldu: Ya özgürlük talep etmeden mutî bir vatandaş olacaksın ve bize oy vereceksin. Ya da “Bak bu devlet seni baskı altında tutuyor” deyip terör yapılarının içinde bırakacaksın. Bugün bu seçmen, AK Parti’nin güvenlikçi ve özgürlüklerden kopmuş diliyle, PKK ve HDP’nin kamu düzenini ihlâl eden dili arasına sıkıştırılmış durumda. 

Gelecek Partisi Doğu ve Güneydoğu’da niye bu kadar çabuk örgütleniyor biliyor musunuz? Çünkü Kürt seçmen, bugün, onurlu bir şekilde, kendi kültürel özelliklerini yaşamak ve eşit bir vatandaş olmak istiyor. Terörden bunalmış durumda. Biz bu kıskacı kıracağız. KCK düzenine de, kayyım düzenine de karşıyız. MHP oralarda zaten yok. Onların kafalarındaki haritalarda Türkiye zaten bölünmüş durumda; oralara gitmiyorlar. Ama AK Parti üzerinden bunu yapıyorlar. AK Parti’nin o güvenlikçi diliyle, teröre açık HDP dili arasında bir alana sıkışmış durumda. Biz HDP’ye şunu diyoruz: “Terörle aranıza net bir çizgi koyun. Siyâsî bir mücadele verecekseniz bunu netleştirin.” AK Parti’ye de söylediğim şey şu: “Demokratik mücadele içinde ortaya çıkan tablodan rahatsız olmayın, demokratik mücadeleyi siz verin.” Doğu ve Güneydoğu’da gittiğim her yerde de şunu söyledim: Bir dahaki seçimlerde, bu halkı KCK ve KYK’ya mahkûm etmemek için Gelecek Partisi’nin yerel yöneticilerini seçeceksiniz. Bunu yapacağız. O zaman bu mesele çözülür. Kusura bakmayın sorunuzu kestim, ama tablo netleşsin istedim.

Çakır: Mustafa Öztürk olayını soruyordum. Sosyal medyada başlayan linç kampanyasının ardından emekliliğini isteyip üniversiteden ayrıldı. Mustafa Öztürk Türkiye’nin önde gelen tefsircilerinden biliyorsunuz. Belli ki hâkim yaklaşımın dışında bir çıkış yaptı. Aslında bu mesele, akademik özgürlüğe de giriyor, ifade özgürlüğüne de giriyor. Şahsen tanıyor musunuz, bilmiyorum.

Davutoğlu: Tabii tanıyorum. Çok yakın bir geçmişimiz, geçmişte akademik hukukumuz olmuş değil, ama tanıyorum.

Çakır: Ne diyorsunuz bu olaya?

Davutoğlu: Bir ilim adamı olarak herkes her düşünceyi söyleyebilir. Şahsî düşüncem Mustafa Bey’in birçok kanaatiyle uyuşmayabilir, anlaştığımız noktalar olur ya da olmaz. Ama herkes düşüncesini açıklar. Zaten o konuşmanın bütününü dinleyenler de, oluşturulan algıdan farklı bir kontekstte oturduğunu görebilirler. Mustafa Bey olayından bağımsız olarak söylüyorum: Bir akademisyen olarak bu tür analizlere hep eleştirel bakmışımdır. Farklı görüşlere karşı çıkabiliriz, tartışabiliriz, uzlaşılan uzlaşılmayan noktalarda görüşler beyan edebiliriz. Ama şu veya bu şekilde fikir beyan etmeyi baskı altına aldığınız zaman, bir müddet sonra başka fikirler de o fikirleri savunanları baskı altına almaya başlar. O nedenle, Türkiye’de özgür şartlarda akademik bir tartışma olanağının sağlanması hayâtî derecede önemlidir. Bugün beni bir akademisyen olarak en fazla üzen hususlardan birisi, üniversitelerimizdeki düşünce yetersizliği, fikir üretme kapasitesindeki kalitenin düşmesi. En son, bir televizyon kanalında yapılan bir tartışmada da ortaya çıktı ki, üniversitelerin bizâtihi kendisiyle ilgili son derece olumsuz ifadelerin kullanılması, akademik yetkinliklerini ispat etmeyenlerin üniversiteleri yönetmeye başlaması ve Türkiye’nin en kaliteli üniversitelerinden birinin kapatılmasına kadar giden süreçte, Türkiye’de düşünce hayatı ve akademik özgürlükler ciddi şekilde sınırlanmıştır.

Çakır: Siz, yoğun bir şekilde “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e dönüş konusunda bir çalışma yaptınız. Sanıyorum, hazırladığınız bu parlamenter sistem önerisini iktidarla da görüşmek istediniz. Diğer parti liderleri ile de bir araya geldiniz. Geçen hafta Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığım yayında Kemal Bey bu çalışmayı bayağı övdü. Nasıl bir perspektifin hâkim olmasını istiyorsunuz Türkiye’de?

Davutoğlu: Türkiye’de bir Anayasa meselesi var. Bu konuda da bir çalışma yürütüyoruz. Fakat geçmiş Anayasa tecrübelerine baktığımızda, Anayasa’nın temellerini sarsan en önemli tartışma konularından birisi, hükümet sistemi konusunda herkes gücü elinde tutmak istediği için, Anayasa’yı da ona göre şekillendirmiş. Dolayısı ile Anayasa iç bütünlükten kopmuş. Şimdi biz hükümet sistemi konusunda bir netliğe kavuşursak, Anayasa’nın bütünlüğünün, daha özgürlükçü bir niteliğe kavuşmasının önü açılır. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yol açtığı zaaflar açıktır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, demokrasinin temel unsurlarının hayat damarlarını kesmiştir. Ben ilk aşamadan itibaren, daha o zaman, itirazlarımı Cumhurbaşkanı’na ve AK Parti içindeki bütün yetkililere dile getirmiştim. Hiçbir zaman propagandalarına katılmadım ve savunmadığımı da ifade ettim. Bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin Türkiye’yi getirdiği bu siyâsî ve ekonomik açmazın açık ve net alternatifi, tam demokratik güçlendirilmiş parlamenter sistemdir. Şimdi bunu biz söyleyince, iktidar yanlısı bazı çevreler, “Eskiye mi dönmek istiyorsunuz?” diyorlar. Net olarak söyleyeyim, biz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni değiştireceğiz. Bu değişim Türkiye’nin demokratikleşmesi için şarttır. Ama asla 1924’ün çoğunlukçu sistemine dönmeyeceğiz. Asla 1961 Anayasası’nın vesâyetçi sistemine geri dönmeyeceğiz. Asla 12 Eylül Anayasası’nın getirdiği ve mağdurlarından birisinin de ben olduğum, melez sisteme de geri dönmeyeceğiz. Eskiye dönmeyeceğiz, yeni bir sistem öneriyoruz. Bu yeni sistem, gücün Parlamento’da temerküz ettiği ve Parlamento’nun içinden, yasamanın içinden yürütmenin çıktığı, pür ve net parlamenter sistemdir. 

Niçin bunu teklif ediyoruz? Bir: Siyâset ve demokraside en önemli şey temsildir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gösterdi ki, bir kişide temerküz eden temsil, toplumun geniş kesimlerini temsilin dışına itiyor. Bir cumhurbaşkanı seçiyorsunuz, o cumhurbaşkanının şu veya bu niteliği, düşüncesi, etnisitesi ve siyâsî düşüncesinin dışında olan herkes, yürütme ve siyasal sistemin dışına itiliyor. Halbuki Türkiye gibi çok köklü ve derin bir geçmişe sahip bir ülkenin, siyâsî ve kültürel çeşitliliği bağlamında, parlamentosunda herkes kendisini temsil edilebilir bir yerde görüyor. 600 kişilik bir parlamentoda herkes temsil edilir. Burada eski sistemin zaafı neredeydi? Yüzde 10 barajına rağmen, temsili sağlıyor. Biz yüzde 10 barajının kaldırılmasını savunuyoruz. Parlamento’ya tam anlamıyla herkes yansımalı. Ama istikrar problemi doğuruyordu. Zaten Sayın Erdoğan’ın koalisyonlara karşı olması da, 70’li ve 90’lı yılların koalisyonlarından korkularındandır. 

Biz, temsil ile istikrar arasındaki açığı kapatacak olan, “yapıcı güvensizlik oylaması” diye yeni bir sistem getirdik. Yani, bir hükümeti gensoruyla değiştirmek istiyorsanız veya parlamenter sistem içinde devirmek istiyorsanız –kastettiğim, darbe değil–  aynı anda alternatifini Parlamento’ya sunup, onayını alacaksınız. Bu Almanya ve İspanya’da olan bir sistem. Böylece yürütmede bir zaaf ortaya çıkmayacak. Diğer taraftan, tüm yetkiler Başbakanlık makamında olacak. Hesap verme de onda olacak. 

İkinci husus da yetki ve sorumluluk konusu. 12 Eylül Anayasası’nın getirdiği sistemde, sorumluluk Başbakan’da, yetki Cumhurbaşkanı’ndaydı. Böyle bir durum olmayacak. Kim yetkiliyse, o sorumlu olacak. Bu sistemde sorumluluk Başbakanlık makamı. Cumhurbaşkanı ise, toplumun bütününü temsil edecek nitelikte, tarafsız, yetkisiz ve sorumsuz bir Cumhurbaşkanlığı makamı olacak. Böylece sistemde yargı ve yürütme arasında tam bir denge sağlanacak.

Çakır: Şu andaki sistemi hangi ülkeye benzetirsiniz?

Davutoğlu: Türkiye’ninki üniter yapı içinde parlamenter sistem. Modelleri Almanya ve İngiltere’deki yapılara yakın. Ama Almanya’da federal sistem, İngiltere’de monarşik geçmişi olduğu için onlardan da farklı. Pür parlamenter sistem üniter devlet yapısı içinde. Cumhurbaşkanlığı Sistemi gibi bir sistemi, üniter devlet içinde yaptığınızda, yani Almanya ve Amerika’daki federal sistem gibi olmadığında, gördüğünüz gibi otoriterleşmeye ve örneği olmayan bir yapıya gidiyor. Biz bunu doğru görmüyoruz. Üniter devlet içinde, temsilin bütün Meclis’e yansıdığı, herkesin temsil edildiği, kimsenin dışlanmadığı, yargı ve yasamanın, yürütmeyi denetleyen konuma sahip olduğu, ama yürütmenin istikrarını ve etkinliğini yok etmediği bir sistem. 70’li 90’lı yıllarda olduğu gibi yürütme etkinliğini kaybetmeyecek. Yürütmede etkinliği, yargıda tarafsızlığı ve bağımsızlığı, yasamada da temsili öne çıkaran bir yapı öngörüyoruz. 

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir parti çıktı ve iktidar olduğunda getireceği sistemi bütün detayıyla anlattı. Bunu yaparken bizim ümidimiz şuydu ve bunu yapanlar da salt siyâsî birikimden değil. Daha önce Sayın Serap Yazıcı ve Sayın Ergün Özbudun, parti programının yazımına da katkıda bulunmuşlardı. Her ikisi de Türkiye’nin saygın akademisyenlerindendir. Bu arada birçok hukukçuyla da şahsî olarak yaptığım görüşmelerim oldu. Onlarla birlikte, benim de içinde bulunduğum çalışma grubunda, iki üç ay, bu sistemi bütünüyle çalıştık. Bir taraftan da, partide adalet politikalarında görevli, HSYK’da görev yapmış hukukçu arkadaşlarımız var. Yani yargıdan gelen arkadaşlar var. Üç-dört dönem milletvekilliği yapmış, yasamadan gelen, komisyonlardan görev yapmış arkadaşlar var. Mülkiye’den gelen bakanlık ve valilik yapmış arkadaşlar var. Bunların hepsini topladık. Tüm bu süreçleri bizzat yaşamış eski başbakan olarak, günlerce çalışarak bunları karşılayacak bir şey ortaya çıkardık. Bizim parti olarak tutumumuz çok açık ve net: Salt eleştiren değil, model ortaya koyan, çözüm üreten ve bu konuda, toplumun önüne alternatif koyan bir yaklaşım sergiliyoruz.

Çakır: Biraz partiyi sormak istiyorum. AK Parti’de genel başkanlık ve başbakanlık yaptınız. Kurucu kadronuzda, il başkanlığı yapmış, önemli yerlerde görev yapmış birçok isim var. Şu anda hızlı bir şekilde bütün illerde kongrenizi yaptınız, genel kongrenizi de yaptınız. Ama Gelecek Partisi, hep AK Parti ile birlikte düşünülüyor. Herhalde bütün yapıyı da biliyorsunuzdur. Yüzde kaçı AK Partili, bu parti yaklaşık olarak ne kadar yeni, ne kadar eskiden beraber çalıştığınız insanlar var?

Davutoğlu: Biz partileşme sürecindeyken, ben daha AK Parti içinde itirazlarımı dile getirdiğimde, “Sayın Davutoğlu AK Parti’de genel başkanlık yaptı ve AK Parti’nin devamı olan bir şey üzerinde çalışıyor veya en azından AK Parti içinde kalacak gibi” bir algı ve kanaat hâkimdi. Açık ve net söyleyeyim. Eğer eleştirilerim göz ardı edilmemiş olsa ve bir ümit görseydim, AK Parti içinde bir mücadeleyi sürdürürdüm. Zaten, ümidimi kesen nihâî olay, partiden ihraç kararının alınmasıydı. Partiden altı arkadaşımızla birlikte ihraç edildik. Dolayısıyla partinin kuruluşunda bu altı arkadaşımızın öne çıkması ve baştaki algının böyle olması doğal. Başka partiler ve çalışmalar gibi, AK Parti içinde bir mücadele vermeden ayrılmış değiliz. Mücadele verdik, itirazlarımızı dile getirdik, bedel ödedik. Türkiye’de siyasal parti kurmak bedelle birlikte gelir. Bedel ödemeden siyâsî parti kurduğunuzda, bir müddet sonra o bir tortu olarak çıkar. Biz AK Parti içinde mücadele ettik. Düzelseydi bir şeye yönelmezdik; ama ihraç edildik. Bunu AK Parti kökenli diğer siyâsî hareketlerden farklılık olarak söylüyorum. O konuda samîmî ve net bir mücadele sergiledik. İhraç kararı alındığında da samîmî ve net bir şekilde, yeni bir parti inşa ettik. 

Kurucularımızın arasında toplumun her kesiminden isimler var. İttihat ve Terakkî’den beri –İttihat ve Terakkî’yi ayrı değerlendirelim– Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurulması, Cumhuriyet dönemi partilerinin kurucularını alın, bir de Gelecek Partisi kurucular listesini alın. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en kapsayıcı parti Gelecek Partisi’dir. Çünkü ilk defa Hıristiyan vatandaşlarımız –Ermeni, Süryani ve Rum olmak üzere–, değişik renkleriyle parti kurucusu olmuşlardır. Musevî bir vatandaşımızın olmasını da çok arzu ettim, ama olmadı. Görüştüğüm birçok isim oldu; haklı olarak duydukları kaygılar var. İlk defa Türkiye’de, kategorik olarak 70’li yılların en sol ve sağ ekollerinin içinde olmuş ve hapishanede birlikte yatmış isimler, bu parti çatısında buluştu. AK Parti’nin ilk döneminde olduğu gibi vitrinvâri bir çalışmayla da olmadı. Sünnî ve Alevîler aynı çatı altında buluştu. En saygın Alevî dedelerinden birisi ve bir iş adamı olarak da Alevî yapılanmalarında bulunmuş Dinçer Türkmen de, Alevî Dernekleri Konfederasyonu Başkanı Doğan Demir de bizim partide. Sünnî, Kürt ve Türk isimler de var. Balkan Dernekleri Başkanı da bizim partide, Kafkas Dernekleri’nin temsilcileri de bizim partimizde. Arap Dernekleri Başkanı da bizim partimize girdi. Biz kurucu kadromuzla yepyeni bir partiyiz. Bu parti, AK Parti’nin devamı değildir. İlk anda ihraç edilme dolayısıyla, kurucu kadroda altı isim öne çıktığı için, böyle bir algı oluşmuş olabilir. Yönetim kadroları itibarıyla da, Parti Başkanlık Kurulu’na, Politika İzleme Kurulu’na, yani bizim gölge kabinemize bakın. Bu oran, Türkiye’nin genel oranına nispet edilebilir. Yani AK Parti’nin toplumsal oy oranı neyse, o kadar yansıması vardır. AK Parti mirasını ret mi ediyoruz? Hayır. Bize gelen, geçmişte orada görev yapmış Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlarımız da var; onlar da CHP mirasını reddetmiyorlar. MHP kökenli arkadaşlarımız da var, onlar da o mirası reddetmiyor. Ama o mirasta değiller artık. Bizde herkes Gelecek Partisi mensubudur. Ben de “eski AK Parti Genel Başkanı” değilim. Gelecek Partisi’nin Genel Başkanı’yım.

Çakır: Partinizde çok zengin kadrolar var. İsmen bildiğimiz, şahsen tanıdığımız, değişik dallarda, değişik ihtisaslara sahip olan çok kişi var. Ama Ahmet Davutoğlu… Burada bir lider partisi görünümü var.

Davutoğlu: Asla. Siz de bunu çok işlediniz, arada biz de sizi eleştirelim. Burada “Bir lider partisi doğuyor” algısı oluştu. Bir yılı doldurduk. Allah aşkına, Gelecek Partisi adına konuşan arkadaşlara bakın. Bu hafta içinde bile çok değişik kanallarda birçok arkadaş konuştu. Bir tek kişi bile beni arayıp da, “Bu konuda ne dersiniz? Ben ne söyleyeyim?” diye sormadı. Ben de onlara, “Bana sormanıza gerek yok. Ben size güvenmemiş olsaydım, sizi kurucu ya da partide görevli yapmazdım. Parti programımız belli, hepimiz imza attık. O parti programıyla çelişkiye düşmemek kaydıyla, her şeyi konuşabilirsiniz. Size yönelik bir saldırı olursa göğüsleyecek olan da benim” diyorum. Hatta geçenlerde Parti Başkanlık Kurulu toplantılarından birini basına açık yapsak diye çok güzel bir teklif geldi. Belki de yapacağız. Bizim Parti Başkanlık Kurulu toplantıları, Parti Yönetim Kurulu toplantıları, tam bir entelektüel şölen şeklinde yürüyor. Ben bundan da haz alırım. Türkiye’nin en saygın aydınlarının olduğu bir platform orası, Etyen Mahçupyan’dan tutun Vahdettin İnce’ye kadar, değişik ideolojik görüşlerin hepsinin en zenginleri orada. Bir de, doğrudan Genel Başkanlığa bağlı üç komisyon daha kurdum. Bir tanesi, Siyâsî Söylem Danışma Kurulu. Bir de, İç Denetim Kurulu ve Siyâsî Etik Kurulu. Bu kurulların içinde Türkiye’nin çok saygıdeğer isimleri var. Kimisi parti üyesi, kimisi değil. Bunu Kongre esnasında kurduk, belli aralıklarla toplanacağız. Türkiye’de büyük kurumların kurumsallaşmasında rol almış arkadaşlardan oluşan bir heyet. Türkiye’de son dönemde şöyle bir endişe var: “Eğer güçlü bir şahsiyet varsa, bu ileride Erdoğan’vâri bir şeye dönüşür mü?” korkusu var.

Çakır: Sorumu elimden aldınız.

Davutoğlu: E, öyle tabii. Ben yüzleştiğim hiçbir şeyi konuşmaktan kaçınmam. Ama bunun karşıtı, lidersiz bir parti. Lidersiz bir parti görüntüsü de aslında bir başka ikili hayatı başlatır. İsimlerini zikretmeyeyim, ama geçmişteki lidersiz görünümlü partilere bakın, çoğu partileşememiştir. Partileştikleri zaman, ciddi bir siyâsî mücadele içine girememişlerdir. Türkiye’de 90’lı yılların başlarındaki değişim hareketleri ve birtakım entelektüel faaliyetlerle yürüyen siyâsî çalışmalara bakın. Siyâsî çalışma, bir entelektüel zihin egzersizi yeri değil. Ben zihin egzersizinden hoşlanan biriyim. Zihin egzersizini yaparsınız; ama siyâset, dirâyetle yürür. Lidersiz bir parti de düşünülmez. Liderin, herhangi bir şekilde “tek adam”a dönüştüğü yapıyı engelleyecek mekanizmalar olmadan, bir parti, geleceğini teminat altına alamaz. Onun için CHP dışında hiçbir parti Türkiye’de kurumsallaşamadı. Çünkü liderle birlikte anıldı. Rahmetli Özal’ı düşünün: ANAP ile birlikte Özal. Rahmetli Demirel’in çizgisini düşünün.

Çakır: AK Parti de böyle mi olacak?

Davutoğlu: Maalesef AK Parti de böyle olacak. Ne zaman böyle oldu? Ben bunu Sayın Erdoğan’a çok söyledim. Olağan ilk kongrede, benim aleyhimde birtakım imzalar toplandığında, Sayın Cumhurbaşkanı’na, “Yapmayın. Bırakın bu partiyi kurumsallaştıralım. Bu parti 100 yıl yaşasa da, kurumsallaşırsa, 200 yıl yaşar. Hep ‘Erdoğan’ın partisi’ diye anılacak. Bu partiyi siz kurdunuz. Ama benim bu partiyi kurumsallaştırmama izin vermezseniz, bu parti sizinle birlikte bitecek” dedim. Bakın, bu parti bugün bitiyor. Artık bu partinin kendi ilkeleri oturmamış. Ne kadar güçlü liderlik olursa olsun, bir kişiyle ömrü sınırlı bir partinin siyâsî hareket oluşturması mümkün değil. Biz Gelecek Partisi’ni, Davutoğlu’nun partisi gibi kurmadık. Biz Gelecek Partisi’ni bir neslin partisi olarak da kurmadık. Çok iddialı bir şekilde söylüyorum: Gelecek Partisi Türkiye’de gerçek anlamda kurumsallaşmış, on yıllar, yüz yıllar sürecek bir siyâsî gelenek oluşturacaktır. Teşkilatlanmada, arkadaşlara da, “Biz, bir seçime girecek bir parti kurmuyoruz. Bulduğunuz unsurlar, hangi ildeyseniz o ildeki bütün unsurlar olacak bu partide: Muhafazakâr, liberal, milliyetçi, Sünnî, Alevî, Türk, Kürt hepsi olacak” diye söylüyorum. Biz böyle bir parti kurma çabası içindeyiz. Kuralları da koyduk. Bizim parti tüzüğümüzde, genel başkanın süresi dört kongredir. Ben buradan taahhüt ediyorum, göreceksiniz. İnşallah bizim partimiz için daha nice iktidarlar da söz konusu olacak. Ama bu kurala önce ben uyacağım.

Çakır: Çok sorulan bir soru var, herkese soruluyor, size de soran var. Seçim güvenliği meselesi. Biliyorsunuz, en son İstanbul Seçimleri olayını yaşadık. Daha önce de tartışmalar oldu. Yayının başında da söylediğiniz “güven” meselesi. Partiniz de seçime girebilecek, kongrenizi de yaptınız. Hangi tarihte olduğunun ve hangi seçim olduğunun da önemi yok. Gireceğiniz ilk seçimin, gerçekten özgür, âdil ve uluslararası standartlara uygun bir seçim olabileceğine inanıyor musunuz?

Davutoğlu: Bu bana çok soruluyor. Ama ben bu sorunun kendisini doğru bulmuyorum. Bu sorunun sorulmaması lâzım. Biri böyle bir şüphe taşısa bile, bu soruyu gündeme bile getirmemesi lâzım.

Çakır: “Karpuz kabuğu” meselesi.

Davutoğlu: Tabii. Böyle bir şey Türkiye’de olmaz. Zaten biz bu partiyi bunun için kurduk. Çok açık söylüyorum: Biz nefes alıp verdiğimiz sürece –nefes alıp vermeyecek şartlardaysak o ayrı–, bu topraklarda seçimler, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da güven içinde yapılacaktır. Bunu kahramanlık ve hamâset olarak söylemiyorum. Ben ve arkadaşlarım bu işe kellemizi koyduk. Kim bunu engellerse, nasıl 12 Eylül şartlarına karşı çıkan bir gençlik hareketi içinde bulunmuşsam, nasıl 28 Şubat döneminde herkesin kenara çekildiği bir şartta biz hiçbir faaliyetimizi azaltmadıysak, nasıl AK Parti’ye kapatılma davası açıldığı gün, ben o zamanki Başbakan’a gidip, siyâsete girmeye karar verdiğimi söyleyip, girmişsem ve hiçbir şeyden çekinmeden bu mücadeleyi vermişsem, kendisi gayrı ahlâkî yöntemlerle başbakanlıktan edilmiş birisi olarak, 15 Temmuz gecesi, hiç tereddüt etmeden Sayın Erdoğan’a sahip çıkmışsam, bugün de ona dönük bir hareket ve darbe olsa, yine sahip çıkacaksak, eğer Erdoğan veya başka birileri, Türkiye’de seçim sandığına dönük olarak bir baskı kurmaya kalkarlarsa, onlara karşı da en sert mücadeleyi veririm. 

Bilirsiniz, 1947’de sandığın üstüne kapanan Arslanköy’lü kadınlar vardır. Seçim sandığı, o kahraman kadınların mirasıdır. Ben şahsî olarak da, Gelecek Partisi’nin kadroları adına da, şu an bir taahhütte bulunuyorum: Hangi partiye oy verirse versin, bütün seçmenlerimiz, biz nefes aldıkça, bu ülkede, vaktinde ya da vaktinden önce, ama mutlaka, seçim demokratik şartlarda yapılacaktır. Yapmayan kim olursa, kellemizi ortaya koyar ve bu mücadeleyi veririz. Bunu iktidar yapsa da, başkaları yapsa da, bir an bile tereddüt etmeyiz. Sayın Erdoğan ile benim ihtilâfım var. Parti kurduk, o bizi ihraç etti, ağır hakaretler etti. Bugün seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak Sayın Erdoğan’a karşı bir darbe teşebbüsü olsa, açık ve net söylüyorum, seçilmiş olması bakımından, sonuna kadar o darbe teşebbüsüne karşı mücadele eder, kellemizi ortaya koyarız. Ama yarın, Erdoğan seçimi engelleyecek şekilde milli irâdeyi engelleyecek yollara tevessül ederse, ona karşı da en kararlı mücadeleyi sürdürürüm. Bu ilkesel bir meseledir. Ama bunu gündeme getirmek, seçmenin sisteme olan güvenini sarsar. 

Bunu nasıl yapacağız biliyor musunuz? Biz sadece kongreyi bitirmedik, kongreyi sadece 41 il şartıyla da yapmadık. Türkiye’nin 44 ilinde kongreyi gerçekleştirdik. Ama seçmenin dörtte üçünün yaşadığı yerlerde kongre yaptık. İstanbul, Ankara, İzmir gibi bütün büyük şehirlerin çoğunluğunu yaptık. Diğerlerinde de kademe kademe yapıyoruz. Bütün o örgütlerde bulunmuş ve 20 binlere doğru giden, ama Yargıtay’a girme sürecindeki 100 bine yakın Gelecek Partisi üyesi adına da söylüyorum. Şu anda ne yapıyoruz, biliyor musunuz? Bir taraftan parlamenter sistemi çalışırken, bir taraftan da Seçim ve Hukuk İşleri Başkanımız Ayhan Sefer Üstün başkanlığında il il seçim eğitimlerine başladık. Antalya Alanya’da ve Konya’da yaptık. Şimdi Ankara’da yapıyoruz. 3 kademeli seçim güvenliği sistemi oluşturduk. Birinci aşama: “Seçim gününe kadar seçmene sahip çık.” Gelecek Partisi’nin bilgi işlem merkezinde, bütün seçmenlerin listesini topluyoruz. Her biriyle tek tek iletişim kuracağız. İkinci aşama: “Seçim günü sandığa sahip çık.” Mahalle bazında örgütleneceğiz ve seçim günü sadece kendi partimizin hukukunu değil, bir başka partiye karşı haksızlık yapılırsa da, o hukuku koruyacak mübâşirlerle seçim sandıklarının başında olacağız. Üçüncü aşama: “Sandıklar kapandıktan sonra, oya sahip çık.” Türkiye’de 2019 Mahalli Seçimleri’nde olduğu gibi rezaletlerin yaşanmaması için, Gelecek Partisi bir teminattır. Önce seçmene, sonra sandığa ve sonra da oya sahip çıkacağız. Hangi partiye oy verecek olursa olsun, buradan bütün vatandaşlarımıza ve seçmenlerimize sesleniyorum: Biz bu ülkede nefes alıp verdikçe, kimse seçim güvenliğini tehdit edemeyecek. Kaybetsek de, kazansak da, sandık ne diyorsa ona tâbi olacağız.

Çakır: KHK meselesinin her yerde karşınıza çıktığını tahmin ediyorum. Artık sayı korkunç durumda. Sizin KHK’lılar meselesindeki duruşunuz nedir?

Davutoğlu: Bu da çok açık. Eskilerin “Berâet-i zimmet asıldır” diye bir sözü vardır. Hukuk felsefesinin çok temel kuralları vardır. Suç ve suçlu arasında hukukî bir illiyet bağı kurulmadan yapılan her işlem, zamanla adaleti zedeler. Belli olağanüstü dönemlerde, psikolojik refleks olarak birtakım hatalar yapılabilir. Ama bu kalıcı hâle dönüşürse, bir müddet sonra adalet sistemini yok eder. KHK’nın kendisinin mantığına zaten şüphe ile yaklaşmışımdır ve doğru görmemişimdir. KHK yoluyla cezalandırılan insanların, normal hukukî prosedürlerden geçmeden cezalarının bedelini ödüyor olmalarını doğru görmüyorum. Kastettiğim şey şu: Bir KHK’lı bilmem kaçıncı dereceden akrabasının FETÖ iltisakı yüzünden görevden alınmış. Bu ilişkilerin, tek tek, suç ile suçlu arasındaki illiyet bağını sağlayacak şekilde, bağımsız mahkemeler tarafından yapılması lâzım. Bu, idârî bir tasarrufla olmaz. Bu hem adaletsizliğe hem de çifte standarda yol açıyor. 

Azledilen, daha doğrusu affedilen Hazine ve Maliye Bakanı da dâhil olmak üzere, FETÖ okullarında okumuş insanlar bakan oldu. Kimse bunu sorgulamıyor. Kardeşleri büyükelçi oldu vs.. Ülkede adalete güveni sarstığınız zaman, o ülke, insanların umutla sahiplendikleri, âidiyet bağı duydukları mülk olmaktan çıkar. KHK’lıların birçoğu da, özellikle hakkında mahkeme kararı yoksa –ki bir kısmının yok– normal idârî işlemlerin hemen yapılması gerekir. Mahkeme kararı olanların, bütün o mahkeme süreçleriyle ilgili îtirazları göz önüne alınır. Ama asla, hiç kimse, şüpheler üzerinden kamu hakkından doğan eşit vatandaşlık hakkını yok edecek şekilde, bu haklardan mahrum kılınamaz. Zaten parti programımızda açık ve net bir şekilde yazdık.

Çakır: Mağduriyetleri Türkiye’de ve dünyada da çok yakından takip edilen birtakım isimler var. Mesela, dün yine tutukluluğuna devam kararı çıkan Osman Kavala olayı var. Yeni bir davadan yargılanıyor. Osman Kavala olayına ne diyorsunuz?

Davutoğlu: Yine tekrar edeceğim: Ben, ilkesel olarak, tutuklu yargılamalara esastan karşıyım. Başbakanken de bunu söyledim, daha önce Dışişleri Bakanı iken de. Mesela Büşra Ersan gibi bazı akademisyenler olayı olduğunda da tavır koymuştum. Hak ve hukuklarını yurtdışında da savundum. Maalesef Türkiye’de tutuklu yargılama öyle bir hâl aldı ki, insanlar, sanki hüküm verilmiş gibi yıllarca cezaevinde kalıyor. Daha önce, değişik vesilelerle, Sayın Cumhurbaşkanı ile olan görüş ayrılıklarımıza rağmen o zaman da dile getirmiştim. Sonuçları tazmin edilemeyen bir eylemi meşrû göstermek mümkün değil. Siz birinden haksız bir şekilde bir kazanç sahibi oldunuz, 1000 Lira elde ettiniz. Suçunuz tespit edildiğinde, o 1000 lirayı iâde edebilirsiniz, tazmin mümkün. Ama tutuklu yargılama üzerinden özgürlüklerin kısıtlanmasının tazmini mümkün değil. Kişi bir müddet sonra yargılanıp beraat ettiği zaman, hapishanede geçirdiği ve ailesinden ayrı yaşadığı iki, üç yılı, kim ve nasıl tazmin edecek? 

Demokratik hukuk devletlerinin en önemli hususiyetlerinden birisi, istisnâî şartlar dışında, tutuklu yargılanmanın sınırlarının tasnif edilmesidir. Kavala ve daha birçok dosyadaki en temel âraz burada. Hâkim huzuruna çıkarılmadan yıllar geçiyor, orada tutuyorsunuz. Suçlamalarda, iddianame ile hüküm arasında irtibat kurulmuyor. Bir gün tahliye ediliyor, başka bir suçtan çıkartılan dosyadan tekrar tutuklanıyor. Bunlar hukuk sistemine olan güveni yok etmiştir. Rahip Brunson Davası’nı sormak gerekmez mi? Hani hiç teslim edilmeyecekti. “Bu can bu bedendeyken teslim etmeyeceğiz” dendi. Aynı şekilde Deniz Yücel, casuslukla suçlandı. Kavala ya da bir başka birinin serbest kalması için, illâ bir dış baskı mı gerekecek?

Çakır: Sizin bir dönem siyâseten epeyce polemik yaptığınız, Selahattin Demirtaş olayı var.

Davutoğlu: Tabii, aynı. Ben çok netim. Geçen gün bir soru da soruldu bu çerçevede, Başbakanlık döneminde terörle mücadele esnasında, Demirtaş’la sert mücadele ettim. O zaman kamu düzenini tehdit eden herkesle mücadele ettim. Ama hiçbir zaman, siyâsî mücadeleyle güvenlik mücadelesini iç içe geçirmedim. O yüzden zaten Kürt seçmenin gönlünü kazandım. Bugün de aynı şeyleri söylüyorum: Kim teröre illiyet bağıyla destek veriyorsa cezalandırılmalı. Ama siyâsî rakipleri terör, ihanet vs. üzerinden cezalandırmaya kalktığınız zaman, bu sefer, terörle mücadeleye zarar vermeye başlarsınız. Çünkü insanların o mücadeleye güveni kalmaz. Burada da, Sayın Demirtaş’ın eşine, Sayın Başak Demirtaş’a dönük olarak son derece ahlâksızca bir saldırı söz konusu olduğunda da, eşimle birlikte aradım ve kendisine “Ben eşinizle siyâsî mücadele yürüttüm. Ama bir kadın olarak sizin onurunuzla, benim eşimin onuru arasında bir fark yok. Size dönük her saldırıda bilin ki yanınızdayım” diye ifade ettim. Bizim artık bu çizgileri ayırt etmemiz lâzım. Biriyle siyâsî mücadele yürütmemiz, hukuku araçsallaştırarak, o siyâsî mücadeleyi, bir hukuk ve aile mücadelesine dönüştürmemizi gerektirmez. Bunların ilkelerinin yerine oturması için Türkiye’de demokratik hukuk kurallarının işlemesi lâzım.

Çakır: Hak ve özgürlükler konusunda, yakın zamanda HDP Milletvekili Ömer Gergerlioğlu’nun gündeme taşıdığı çıplak arama iddiaları var. Takip ettiğinizi düşünüyorum.

Davutoğlu: Evet, tabii ki.

Çakır: AK Parti sözcüleri tarafından kesin bir dille reddedildi. Ama Ömer Faruk Bey’i siz de tanıyıp biliyorsunuzdur, hak savunuculuğundan gelen bir milletvekili. Ayrıca bunu yaşayanlar ve tanıklar da var. Daha önce de bu değişik vesilelerle gündeme gelen bir olaydı. Ne diyorsunuz? Parti olarak bu konuya baktınız mı?

Davutoğlu: Tabii. Hem baktık, hem partiden yetkili arkadaşlarımız açıklamalar yaptı. Benim tutumum da açıktır. İnsan onuru esastır. Ama insan onuru içinde de, kadın onuru esastır. Kendi kadınlarının onuruna sahip çıkamayan bir toplumun, demokratik bir kültür oluşturması mümkün değil. Ben, bizzat bunu yaşadığını söyleyen kadınların videosunu izledim. Şahsî kanaatim, kadınlar, cesurca yaşadıklarını anlatmış, videolarını çekmişler. 

Ben ülkeyi yönetiyor olsaydım, açık söyleyeyim, o kadınları çağırır ve konuşurdum. Sayın Cumhurbaşkanı kimsesizlerin sahibiyse, önce o kadınları alıp dinlemeli. Yüz karası bir olaydır. İzlediğim videoların birinde, bir kadın şu ifadeyi kullanıyor. Kadını tanımam. Hangi siyâsî düşüncede olduğu ve geçmişte ne yaşadığı da beni hiç ilgilendirmiyor. Hatta suçlu olup olmadığı da ikincil bir meseledir. Suçlu olarak cezasını hapishanede çekebilir. Ama bir kadın, hapishanede çıplak bir halde, erkek gardiyanların önünde muayene edilemez. Suçu ne olursa olsun yapılamaz. Velev ki, suçlu. O beni ilgilendiren bir husus değil. O hâkimlerin vereceği bir karar. Ama o kadın o ifadesini kullanmışsa… “Bütün o kamera kayıtları incelensin” diyor. Birisine bir suç isnat ettiğinizde, o kişinin ifadesine önem verip “Böyle bir suç yok” demek kolaydır. Peki, mağdur olanın ifadesine neden aynı derecede değer vermiyorsunuz? O da “Bu var” diyor. O zaman yapacağınız şey çok açık. Bütün o kamera kayıtlarını incelemek, hangi ildeyse, nerede olduğu iddia ediliyorsa –ben illeri saymamayım, kimseyi töhmet altında bırakmak istemem, ama birçok ille ilgili bunu inceledim–, ben bugün iktidarda olmuş olsaydım, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ya da herhangi bir makamda olsaydım, önce bu kadınları çağırır ve dinlerdim. Gerçekten böyle bir şey varsa, hesabını sorardım. Yok olduğu iddia ediliyorsa, araştırma başlatırdım. Çok basit. Bugün üzüntü duyuyorum. Kimilerini de takdir ettiğim AK Parti sözcülerinin bu konuda takındıkları tutum üzüntü vericidir. 28 Şubat’ta da, o zamanki yöneticiler birçok zulmü reddediyordu. Biz de “Araştırın” diyorduk. Bugün onların yapması gereken, bir Meclis araştırmasıyla bunun tetkik edilmesidir. Sonunda gerçekten böyle bir şey yoksa, iş ortaya çıkar. Ama varsa, bu affedilecek bir hata değil.

Çakır: Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) meselesi var. Onu da çok soruyorlar. EYT’liler bayağı bir kamuoyu oluşturdular biliyorsunuz. Siz herhalde olayın detaylarına daha hâkimsiniz. Cumhurbaşkanı çok net bir şekilde o talepleri dinlemiyor. Sizin partinizin gündeminde böyle bir sorun var mı?

Davutoğlu: Var. Partinin kurulmasından hemen sonra, bu konuda çok özel bir çalışma yürüttük. Öncesinde de ben şahsen ilgileniyordum; EYT dernekleriyle temasımız vardı. Partideki ilgili arkadaşlarımız, EYT dernek temsilcileriyle uzun oturumlar yaptı. Ben de dernek yetkilileriyle iki kez bir araya geldim. Hatta bu konuda birlikte bir açıklama yapmak üzerine de mutâbık kaldık. Daha sonra pandemi şartları gündeme geldi. Onlara da ifade ettiğim gibi bu konuda iki şey beni ilgilendirir. 1) adalet, aynı durumdaki herkese, sistemin aynı şekilde uygulanması; 2) daha önce taahhüt edilmiş şeylerin hak ve hukuk ihlâlleri varsa, onların giderilmesi ve tazmin edilmesi. Burada ciddi bir sorun var. Adalet bağlamında da, sözleşme hukuku bağlamında da bazı hususlar var. Buna gözümüzü kapatamayız. Sayın Cumhurbaşkanı muhalefette olsa sahip çıkardı. Cumhurbaşkanı’nın şu anda zihniyetindeki tek şey, “Acaba bir şey söylediğimde, kaç kişiyi mobilize ederim? Kaç kişinin desteğini alırım? Kaç kişiyi kaybederim?” 

Burada da ilk defa Gelecek Partisi olarak biz EYT’ye kesin ve nihâî çözüm formülü bulduk. Onlarla da istişâre ederek ürettik. Bunu da kamuoyuyla uygun şartlarda paylaşacağız. EYT’den mağdur tüm vatandaşlarıma seslenerek şunu ifade etmek istiyorum: Sizin haklarınız, herhangi başka emeklilik sürecinden farklı bir şekilde muamele görmeyecek. Evet, bunun bütçeye bir maliyeti olacaktır; ama hiçbir maliyet, adaletsizliğin getirdiği maliyetten daha ağır değildir. Bu adaletsizliği giderecek, hem sistem olarak formülümüz var, hem de arkadaşlarla bunun bütçe üzerinde doğurabileceği maliyeti giderecek kalemleri de çıkarttık.

Çakır: Gerek siz, gerekse DEVA Partisi gibi, özellikle AK Parti’den kopmuş gibi görünen partilerin önüne genel ve yerel olarak bir dizi engel çıkartıldığını biliyorum. Siz de değişik vesilelerle dile getiriyorsunuz. Hazine yardımınız da yok, Gelecek Partisi’ni nasıl finanse ediyorsunuz?

Davutoğlu: Yalnız şöyle bir farkı ortaya koyalım: Biraz önce de söyledim: “Tarih, her zaman, bedel ödeyenlerin, ödedikleri bedellerle halkın takdiri arasında bir denge kurar. Gelecek Partisi’nin farkı şu. Bunu herkesin görmesi lâzım. Size basit bir istatistik vereceğim: 2018 yılında bu ülkede sadece iki parti kuruldu. 2019 yılında da sadece iki parti kuruldu. 2019 Aralık ayında, biz üçüncü parti olarak, partiyi kurduk. Bizden sonra bir yıl içinde, 23 Parti kuruldu. Muharrem İnce ve Mustafa Sarıgül’ün partileri de olursa, sayı 25’e çıkacak. Peki, niye Gelecek Partisi’nden önce böyle partiler kurulmuyordu? Çünkü birilerinin bedel ödemesi gerekiyordu. Birilerinin çıkıp cesurca, baskılara göğüs germesi gerekiyordu. Başta ben olmak üzere, Gelecek Partisi’nin kurucularının, Anadolu ve Trakya sathındaki il kurucularının ödediği bedeli hiç kimse ödememiştir. Sadece bana yakınlığı dolayısıyla bir üniversite kapatıldı. Yakınlarımıza uygulanan baskıları ben biliyorum. Partilerimizin kurucularının yakınlarına uygulanan baskıları ben biliyorum. Gelecek Partisi’ni diğer partilerden ayıran en önemli vasıf, ileride, bu dönemin siyâsî tarihi yazıldığında herkesin sinip kenara çekildiği ve “Şartlar uygun olduğunda çıkarız” diye beklediği bir dönemde çıkıp, “Biz buradayız!” demesi ve bedel ödemeyi göze almasıdır. Hayatı temel ilkelerle yürümüş bir insan için, dolandırıcılık suçlaması başta olmak üzere, üzerime ne kadar gelindiği herkesçe mâlûm. Ama bizim geriye dönük olarak çekindiğimiz bir husus yok. İleriye dönük olarak da, teminatımız burada. Biz bu bedeli ödedik ve halk bunu görüyor. Biz bedeli ödeyip engelleri aştıkça, hani, sanki çığ düşmüş, biz karları kenara doğru iteledikçe, başka partilerin önleri açıldı.

Çakır: Bana sanki “mayın tarlası” daha uygun geliyor.

Davutoğlu: O kötü bir örnek. 

Çakır: O anlamda söylemedim. Mayın temizlemek gibi.

Davutoğlu: Öyledir. Tarih, mayınlardan korkanlar tarafından yazılmaz. Tarih, mayınlara basma riski olmakla birlikte ufka doğru yürümek isteyenlerce yazılır. Biz bunu yaptık. Geçmişte AK Parti’de Tayyip Erdoğan da bunu yapmıştı, onu da söyleyeyim. Daha önceki dönemde 1946’da Adnan Menderes, Refik Koraltan, Celal Bayar ve Fuat Köprülü de bunu yaparak çıkmışlardı.  Şimdi biz çıktık ve bu işin önü ondan sonra açıldı. Ondan sonra insanlar açık bir şekilde… 

Siz bana daha önceki yayında “Niye özneyi kullanmıyorsunuz?” diye sorduğunuzda, “Vakti var” diyordum hatırlarsanız. Ruşen Bey, biz özneleri de ortaya koyarak açık ve net konuştuk. Bunu başkalarını eleştirmek için söylemiyorum. Bir kere bu hakkı teslim etmeniz lâzım. Siz bu işi gözlüyor ve izliyorsunuz. Bu hakkı teslim etmedikçe Türk siyâsetinin önü açılmaz. Şimdi de baskılarla karşı karşıyayız. 

Pandemi şartlarına rağmen, risk almak durumundasınız. Ben iki kez rahatsızlık geçirdim. Arkadaşlarımdan birçoğu da rahatsız. Şu anda Parti Genel Sekreterimiz Kani Torun, Özel Kalem yardımcılarımız, Politika İzleme Kurulu (PİK) Koordinatör Başkanımız Feridun Bilgin, Covid-19’dan rahatsız. Ama bir risk almak zorundasınız. Bir taraftan tedbir alıyoruz ama bir taraftan da çalışmak durumundayız. Biz alanda o şekilde varlık gösterdiğimizde, karşı karşıya kaldığımız baskılar açık. 

Finans konusuna gelirsem. Şeffaf bir süreç yönetiyoruz. Bir kere herkese, il başkanlığı için gelen arkadaşlarımıza, adayları seçerken de “Bu bir ‘Kuvâ-yi Milliye’ hareketidir. Herkes kendi ilini örgütleyecek” diyoruz. Bizim arkamızda, ne içeriden ne dışarıdan, büyük sermaye destekleri yok. Birilerinin olduğu için söylemiyorum. Ama Anadolu sathında, bütün iller kendi masraflarını karşılıyorlar. “Merkezden bir şey veremeyiz” dedik. Öyle. Bu, rant sağlamak için yola çıkanların, siyâseti rant aracı olarak görenlerin, ne bedel ödettiği belli. Rant için gelen bize gelmesin. Başka bir sürü imkân var, oralara gitsinler. Makam bekleyen bize gelmesin. Makamlar olmayacak mı? Olacak. Artık Gelecek Partisi, Türkiye’nin denklem kuran partisidir. Anketlerin hepsi –hani Erbakan “fasa fiso” derdi, o anlamda söylemiyorum–, ama seçim şartlarına girmeyen anketlere de, korku psikolojisindeki anketlere de güven olmaz. Şu anda, Türkiye’de gelecek seçimlerin belirleyici aktörlerinden başında Gelecek Partisi geliyorsa, bu bedeller sebebiyledir. 

Merkezdeki harcamalarımızı, faaliyet harcamalarımızı, başta ben de olmak üzere, kurucularımızın katkılarıyla elimizden geldiği kadarıyla kıt kanaat sağlıyoruz. Bundan sonra üyelerimizden de yardım talep edeceğiz. Biz bu toprakların çocuklarıyız. Demokrasinin, ne Biden ile ne Avrupa’nın telkinleriyle –ki Türkiye’nin vizyon olarak Avrupa Birliği’ne dönük tutumumuzu bilirsiniz– ne de başka bir yolla geleceğine inanırız. Demokrasi, işte o 1947’de Arslanköy’de sandığa kapanan kadınların fedakârlıklarıyla gelir. Bugün de Gelecek Partisi’nin neferleri bu fedakârlıkları yapıyorlar. Biz o fedakârlıklar üzerinde sadece bir parti değil, yeni bir siyâsî gelenek kuruyoruz. “Bu partileri kimse kuramaz” dediler, kurduk. “Örgütlenemez” dediler, örgütlendik. “Büyük Kongre yapamaz” dediler, neredeyse bütün büyük illerde örgütlenerek Büyük Kongre’yi yaptık. Birinci kuruluş yıldönümünü de geçirdik. Sonrasında da “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerimizi açıkladık. Yakında “Temiz Siyâset” belgemizi açıklayacağız. Ekonomide yeni modelimizi daha detaylandırarak açıklayacağız. Tarımda reform modelimizi açıklayacağız. Türkiye’nin çözülmeyecek hiçbir meselesini bırakmayacak şekilde yolumuza devam edeceğiz.

Çakır: Evet, burada noktayı koyalım Ahmet Bey.

Davutoğlu: Virgül olsun, nasıl olsa daha sık geleceğiz. Burası güzel olmuş.

Çakır: Konuşacak çok şey vardı. Hâlâ sormak istediğimiz sorular var. Ama daha önceki yayında sorduğum bazı soruları tekrar sormak istemedim. Konuşacak çok şey vardı, ama bir yerde de durmak gerekiyor. Çok teşekkür ediyorum.

Davutoğlu: Ben teşekkür ediyorum. Ayrıca hem güzel bir mekân olmuş, hem de şahsen sizi ve Medyascope ekibini, bu zor dönemlerde basın özgürlüğü konusundaki cesur tutumunuz sebebiyle tebrik ediyorum.

Çakır: Çok sağolun, eksik olmayın. Gelecek Partisi Genel Başkanı Sayın Prof. Ahmet Davutoğlu ile 90 dakika boyunca konuştuk. Çok verimli bir sohbet oldu. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.