Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Dış politikada 180 derece dönüş arayışları

Yayına hazırlayan: Enes Kerim Şafak

Merhaba iyi günler, iyi haftalar. Bugün “Transatlantik”te Gönül Tol ile ağırlıkla bir konuyu işleyeceğiz. O da, Türk dış politikasındaki yeni arayışlar. Aslında bunlar daha çok 180 derece dönüşler. Ben soracağım, Gönül anlatacak. Özellikle Ortadoğu’yu, Gönül’ün en iyi bildiği konuları konuşacağız. Ancak onun öncesinde ben de bu yayınla birazcık kendi perspektifimden bir şeyler söylemek istiyorum. Beni bir tür “uvertür” olarak görün, ama esas yayını, bugün saat 17.00’da Gönül Tol ile yapacağız… Ömer Taşpınar katılamayacak. “Transatlantik”te dinlemenizi tavsiye ederim.

Evet, Mısır meselesi gündeme düştü. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Mısır’la diplomatik ilişkileri yeniden geliştirmeye başladıklarını söyledi; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle de pekâlâ ilişkilerin geliştirilebileceğini söyledi. Türkiye –Ankara– şu anda, dış politikada reel-politiği öne çıkartmış ve her yerde bir “beyaz sayfa” açmaya niyetli bir görüntü sergiliyor. Fakat buna gelen karşılığın birebir aynı olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü Mısır’dan birtakım –önce adını vermeyen kişiler, Dışişleri yetkilileri, ardından Dışişleri Bakanlığı’nın kendisi–, birtakım gelişmelerin olduğunu, ama daha yolun çok başında olunduğunu, çok şeyin yaşanması gerektiğini vurguladılar. Özellikle Mısır ile ilişkiler konusunda, Türkiye’nin Kahire ile ilişkilerde âcil bir ihtiyaç duymasının nedeninin Doğu Akdeniz olduğunu biliyoruz. Doğu Akdeniz’de Türkiye, Libya dışında kendisine hiçbir destekçi bulamıyor ve Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ın bu konuda, Doğu Akdeniz’de, neredeyse bütün önemli uluslararası destekleri yanına çekmesinden ciddi bir şekilde rahatsızlık duyuyor. Bu noktada Mısır önemli. Ama Mısır’dan gelen açıklamalar, Doğu Akdeniz meselesinde de, Güney Kıbrıs’ın ve Yunanistan’ın kabul etmeyeceği herhangi bir çözüme yanaşmayacaklarını bir şekilde, resmî ya da yarı resmî şekilde dile getiriyorlar. Ama Mısır ile ilgili en önemli sorun, bölgeselliğin ötesinde, ideolojik-politik bir sorun — o da şu: Mısır’da General Sisi’nin bir darbeyle Müslüman Kardeşler iktidarını devirmiş olması, ardından Müslüman Kardeşler’e ve diğer İslamcı gruplara karşı çok büyük bir baskı politikası uygulaması, çok kişiyi hapse atması, idam cezaları, çatışmalarda ölenler vs. Ve burada, uluslararası alanda, iktidardan devrilen Müslüman Kardeşler’e destek veren birkaç ülkeden birinin Türkiye olması. Türkiye de, uzun bir süredir, darbeden bu yana, Müslüman Kardeşler’in yerleştikleri Türkiye’den özellikle Mısır’a yönelik medya faaliyetleri –daha çok sosyal medya üzerinden– yürüttükleri biliniyor. Türkiye buna açık bir şekilde sahip çıkıyor. Erdoğan’ın o meşhur “râbia” işareti de zaten bunun bir göstergesi. Mısır’da başlayan “râbia” olayı, AKP’nin iç politikaya yönelik bir simgesi hâline de geldi. Dolayısıyla Mısır’daki yönetimin, Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’le olan ilişkisini ve desteğini değiştirmemesi durumunda Ankara ile çok yoğun bir ilişki geliştireceğini açıkçası sanmıyorum. Erdoğan’ın buradan geri adım atması da ne derece mümkün olabilir, o da belirsiz. Aslında Mısır meselesi, Ankara’nın Müslüman Kardeşler’i bypass ederek, yani onu masaya koymayarak, daha çok enerji gibi, bölgesel güvenlik gibi konular üzerinden yürütmek isteyeceği bir şey olacak; fakat Mısır yönetimi buna çok fazla razı olmayacak, öyle gözüküyor. Yine de bir sürecin başladığını özel olarak vurgulamak lâzım. Nereye evrileceğini kestirmek mümkün değil.

Mısır ile paralel olarak, bölgede, Katar dışındaki Körfez ülkeleriyle Ankara’nın çok ciddi sorunları olduğunu da son birkaç yıldır biliyoruz. Bu sorunların özellikle Türkiye’yi ekonomik açıdan, finans konularında zorladığı da aşikâr. Eskiden Suudi Arabistan ile, Birleşik Arap Emirlikleri ile iyi ilişkiler olduğu zaman, bunun ekonomik anlamda Türkiye’ye ciddi katkıları olabiliyordu. Ama son dönemde yaşanan siyasî gerginlikler, anlaşmazlıklar, kimi zaman İran meselesi üzerinden, ama onun ötesinde genel olarak İslamî hareketlere Ankara’nın bakışı, özel olarak da Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e ve Arap dünyasındaki diğer Müslüman Kardeşler benzeri hareketlerle ilişkileri nedeniyle, Türkiye’nin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile çok ciddi sorunlar yaşadığını biliyoruz. En son, İstanbul’da yaşanan Cemal Kaşıkçı suikasti de, Riyad ile ilişkileri, özellikle de Veliaht Prens Muhammet Bin Salman ile yaşanan sorunları üst düzeye çıkarttı. Fakat Türkiye bunu artık daha fazla sürdürmek istemiyor, bunu anlıyoruz. Tekrar eski günlere dönmek istiyor. Ama bu ne derece gerçekleşebilir? Açıkçası çok sorunlu; çünkü olayın çok ciddi bir iç politika ayağı var. Erdoğan’ın, bu Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve demin de sözünü ettiğimiz Mısır gibi ülkelerdeki rejimleri tatmin edecek bir şekilde, o Arap ülkelerindeki İslamcı hareketlerle ilişkilerini en alta indirmesinin çok fazla mümkün olabileceğini sanmıyorum. Ya da bunu göstere göstere yapması çok fazla mümkün olmayacaktır. Bu anlamda çok ciddi bir sıkıntı var. Dolayısıyla Türkiye’nin, Ankara’nın, dış politikada atmak istediği adımların, yapmak istediği kimi zaman 180 dereceye varan dönüşlerin çok ciddi bir iç politika ayağı var. Zaten bu yaşanan sorunların büyük bir kısmı da iç politikanın da etkisiyle yaşanmıştı. Krizler, iç politik etkilerle alabildiğine tırmanmıştı. Burada Birleşik Arap Emirlikleri’ne ayrı bir parantez açmak lâzım. Çünkü Türkiye’de çok fazla bilinen, üzerinde durulan bir husus değil. Fakat Birleşik Arap Emirlikleri, Körfez’de, Suudi Arabistan’dan kimi durumda çok daha aktif bir dış politikayı izliyor. Ve Türkiye’nin Suudi Arabistan’dan çok Birleşik Arap Emirlikleri ile sıkıntı yaşadığını, sorun yaşadığını biliyoruz ve bu olay 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne kadar taşınıyor. Ankara’da ciddi bir şekilde Fethullahçılar’ın bu darbe girişiminin içinde bir şekilde Birleşik Arap Emirlikleri’nin olduğunu düşünen, Birleşik Arap Emirlikleri sponsorluğunun var olduğuna inanan bir kesim var. Bu da, çözülmesi hayli zor bir olay olarak önümüzde duruyor. İslamcı hareketlerle ilişki bağlamında bir başka sorunlu ülke tabii ki İsrail. İsrail’in de Türkiye’yle ilişkilerde en çok gündeme getirdiği husus Hamas. Hamas da, Müslüman Kardeşler gibi Türkiye’de uzun süredir çok ciddi bir şekilde örgütlenmiş. Buradan faaliyetlerini yürüten bir hareket. Türkiye bunu çok da fazla gizleme ihtiyacı hissetmiyordu. Fakat İsrail ile de ilişkilerini yeniden tesis etmek istiyor Türkiye. Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini tesis etmek istemesinin en önemli nedenlerinden birisi yine ekonomik. Doğu Akdeniz meselesinin de çok ciddi bir İsrail ayağı var. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri, ekonomik ilişkileri, bütün diplomatik krizlere rağmen sürüyor. Bu iki ülke arasında dinamik bir ekonomik faaliyet var. Bunun, diplomatik kriz olmaması durumunda, çok daha gelişebileceği de bir gerçek. Bir başka husus da tabii ki, İsrail’in ülke olarak kendi gücünün çok ötesindeki uluslararası nüfuzu. Bu kimi zaman doğrudan İsrail’in kendisi, kimi zaman da Batı ülkelerinde özellikle var olan Musevi lobilerinin etkisi. Türkiye uzun bir süredir, Musevi lobilerinin –özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde– desteğinden yoksun. Halbuki, uzun bir süre, özellikle AKP öncesi dönemlerde, Musevi lobileri Türkiye’nin lehine birçok gelişimde bulunabiliyorlardı. Şimdi, bu destekten mahrum olduğu gibi, aynı zamanda köstek ile de karşı karşıya. Bunu da özel olarak not etmek lâzım. Fakat burada da yine aynı mesele karşımıza çıkıyor. Mısır ile iyi ilişkiler kurabilmek için, yeniden ilişkileri geliştirebilmek için, Müslüman Kardeşler; İsrail ile de yine birtakım ilerlemeler yapabilmek için Hamas’la olan ilişkilerinden vazgeçer mi? İlişkinin ötesinde, “destek”, “himaye”… böyle söyleyebiliriz. Bundan vazgeçer mi? Açıkçası çok emin değilim. Dolayısıyla bütün bu gelişimler çok sancılı olacak. Ve Türkiye istese de bu dönüşümleri tam anlamıyla gerçekleştiremeyecek; çünkü muhatapları ondan, Ankara’dan çok şey isteyecek. Ve bunları verdiği andan itibaren, bunlara razı olduğu andan itibaren, dış politikada belki birtakım ilerlemeler kat edecek ama içeride çok ciddi sıkıntılar yaşayabilir. Dolayısıyla bunlar çok zorlu meseleler.

Bölgesel olarak baktığımız zaman Türkiye’nin başka bir önemli sorunu, tabii bambaşka bir sorunu: Suriye meselesi. Suriye meselesi üzerine söylenebilecek çok şey var. Kaç yıl oldu?… Ve tabii ki en büyük mağdur Suriye, bir ülke olarak Suriyeliler, Suriye halkları diyelim. Ama belki de ikinci, belki de üçüncü sırada, Suriye’deki iç savaşın birinci derecede mağduru ülkelerden birisi Türkiye. Türkiye bunun mağduru; ama aynı zamanda bu savaşın bunca zaman sürmesinin de birinci derecede sorumlularından birisi. Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini nasıl yeniden tesis edebileceği, nasıl bir geçiş dönemi olabileceği… Açıkçası bunlar çok belirsiz ve belki de en zoru. Çünkü Esad rejiminin Suriye’de devrilmesi diye bir ihtimal şu hâliyle hiç gözükmüyor. Bir zamanlar çok inanılıyordu ve bayağı gün kesiliyordu. Hatta saatler söyleniyordu, hatırlanacaktır. İşte, namazlar kılınıyordu vs.. Yıllar geçti: Bunların olmadığı görüldü, olacağa da benzemiyor. Hatta Esad rejiminden önce, Türkiye’de Erdoğan iktidarı pekâlâ ilk seçimde kaybedebilir. Böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Son olarak, dış politikadaki diğer bir değişiklik de, herhalde Batı ile olacak, olmak durumunda. Avrupa Birliği ile ve Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerinde Türkiye’nin, Ankara’nın dilinde çok bâriz birtakım değişiklikler var. Fakat bu değişikliklerin tam anlamıyla karşılığını alabilmesi o kadar kolay olacağa benzemiyor. Türkiye’nin Batı ile, AB ve Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerini âcil olarak iyileştirmek, geliştirmek ihtiyacının en temel nedeni ekonomik. Türkiye içinden geçtiği bu ekonomik kriz şartlarında –ki salgınla beraber bu alabildiğine artmış durumda–, artık Batı ile ekonomik ilişkilerini geliştirme şansından başka bir şeyi yok. Buna mecbur, mahkûm. Fakat Batı da bunu bildiği için, Türkiye’nin kendisine, bir şekilde Ankara’nın elinin mahkûm olduğunu bildiği için, ona göre bu ilişkileri geliştirmede çok temkinli davranıyor, acele etmiyor. Örneğin Amerikan Başkanı, yeni başkan Joe Biden’ın hâlâ Erdoğan’ı aramamış olması bunun bir göstergesi. Avrupa Birliği’nde de, Merkel dışında kimse yok — ki o da yakında siyasete veda edecek biliyorsunuz… Ve Almanya’da iktidarda çok ciddi bir şekilde Yeşiller’in –son yapılan iki eyalet seçimlerinde görüldü–, Sosyal-Demokratlar’ın gelişme katettiği görülüyor. Bu iki parti, özellikle Yeşiller’in de Merkel’den çok daha ciddi bir şekilde Türkiye’deki demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları konusunda hassasiyet sahibi olduğunu biliyoruz. Ve Türkiye’nin önüne Avrupa Birliği sürekli olarak bu insan hakları meselesini, demokrasi meselesini getirecek. Şu âna kadar yapılan, “İnsan Hakları Eylem Planı” gibi açıklamaların Batı’yı hiçbir şekilde tatmin etmediğini çok iyi biliyoruz. Özellikle Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi davalar, HDP’den tutuklu kişiler, Ahmet Altan gibi olaylar… Bütün bunların hepsi Türkiye’nin önünde çok ciddi bir şekilde duruyor. Sonuçta, toparlayacak olursak: Türkiye’yi yönetenler kendilerini çok ciddi bir kıskaç içerisinde hissediyorlar. Buraya kendi politikalarıyla geldiler, özellikle dış politikayı esas olarak iç politikaya feda ederek geldiler. İçeride bir Batı karşıtlığı, içeride herkesle kavga eden –herkesle dediğim, hem içeride kavga eden, hem de dışarıya yönelik olarak son derece hırçın– bir dış politikayla, sürekli ayar vermeye çalışan bir dış politikayla geldi ve yolun sonuna vardı Ankara. Ve işin ilginç tarafı, şu anda Türkiye’de dış politikayı kimin belirlediği çok da belli değil. Eskiden bir zamanlar, Ahmet Davutoğlu gibi bir olay vardı. Onun öncesinde Abdullah Gül vardı, daha sonra Ahmet Davutoğlu. En azından dış politika deyince bakabileceğimiz birileri vardı. Şu hâliyle Türkiye’de, dış politikaya bugün itibariyle baktığımız zaman, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu görmüyoruz. O en fazla birtakım şeylerin icrasıyla yükümlü bir kişi, bir bakan. Esas olarak dış politikanın Cumhurbaşkanlığı tarafından, yani Erdoğan ve etrafındaki birkaç kişi tarafından kotarıldığını düşünebiliriz. Ama şu anda Türkiye’nin dış politikasının bir omurgası yok. Uzun bir süre iç politik hesaplarla yürüyen bir dış politika vardı. En azından bir omurga vardı. Ama bu omurga yanlıştı. Şimdi Türkiye tekrar pragmatist, reel-politiğe dayalı bir dış politikaya gitmeye çalışıyor; fakat buradaki temel sorunlardan birisi, kimse ama hiç kimse Ankara’ya güvenmiyor. Ankara’nın çıkışlarını, uzattığı elleri pek güvenilir bulmuyor. Bu bir realite, madem reel-politik söz konusu: Bu bir realite. Tabii ki dış politikada esas olan husus, çıkarlardır. Karşılıklı çıkarlardır. Türkiye de bunu realist bir dış politika izleme çizgisiyle karşı tarafa hatırlatıyor. Ama karşı taraf Türkiye’nin elini daha fazla mahkûm gördüğü için, kendi çıkarlarını ve beklentilerini Ankara’nın beklentilerinin önüne koyuyor. Dolayısıyla şu anda, Ankara, dış politikada birbirinden farklı kesimlerle yaşadığı sorun giderme hareketinde, arayışlarında çok ciddi bir şekilde bocalayacağa benziyor. Hatırlanacaktır, hatırlayan kaldı mı aslında çok emin değilim: Türkiye bir zamanlar, yine AKP iktidarında, Suriye ile İsrail arasındaki sorunların –ki çok ciddi sorunlardı bunlar, hâlâ sürüyor– çözümü için arabuluculuğa soyunmuş bir ülkeydi. Çok zordu ama imkânsız değildi. Şimdi Türkiye’nin, ne Suriye ile ne İsrail ile, onun ötesinde ne Mısır ile, bölgenin önemli güçleriyle çok ciddi bir ilişkisi yok, büyük bir kısmıyla büyükelçilikler düzeyinde giden bir diplomatik ilişkiden bile mahrum. Bütün bunlar ne için yapıldı? Bütün bunlar diyelim ki son 5 yılda esas olarak yaşandıysa, ya da 10 yılda; bütün bunlar ne için yapıldı? Türkiye buralardan ne kazandı? Bu tür sertleşmelerden meydan okuyuşlardan ne kazandı? Pek bir şey kazanmadı, insanın aklına bir tek Erdoğan’ın iktidarını uzatabilmesi geliyor. Onun dışında Türkiye’nin İsrail ile kavga ederek, Mısır ile kavga ederek, Suudi Arabistan ile kavga ederek, Avrupa Birliği ile kavga ederek… — Fransa mesela, özellikle Macron ile çok ciddi bir meydan okuyuş içerisine girmişti Erdoğan yakın bir zamana kadar; ama geçtiğimiz günlerde Macron ile de uzun bir görüşme yaparak ilişkileri geliştirme konusunda kararlılık beyanında bulundu. Bütün bunlar bize aslında şunu gösteriyor: Türkiye dış politikada birçok meydan okuyuşu daha çok iç politik hedefler nedeniyle, iç politik çıkarlar, beklentiler nedeniyle gerçekleştirmiş; şimdi yaşanan bütün, özellikle ekonomik ağırlıklı krizler nedeniyle bunu telafi etmeye çalışıyor. Ama bütün muhatapları, bütün bu öyküyü, süreci çok iyi not etmiş oldukları için, Ankara ile Ankara’nın beklediği şekilde hızlı ve sonuç üretici bir şekilde iyileştirmelere gideceğe benzemiyorlar. Evet, tekrar bu konuyu bir uzmanıyla, Gönül Tol ile bugün saat 17’de “Transatlantik”te daha uzun bir şekilde konuşacağız. Şimdi burada benim daha çok iç politika temelli değerlendirmelerim böyle. Evet, söyleyeceklerim bu kadar; iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.