AKP’yi bile döven “mahalle baskısı”

AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan’ın, Ayasofya Camii Başimamı Mehmet Boynukalın’a sosyal medyadan “Ayasofya’nın açılışı gibi tarihi bir meydan okumayı gölgede bırakacak bir tavırla sürekli polemiklerin içinde olmanız Ayasofya için bedel ödeyen herkesi üzmekte!” diye seslenmesi, Prof. Şerif Mardin’in 2007 Mayıs ayında dile getirdiği “mahalle baskısı” kavramını akıllara getirdi.

15 Mayıs 2007 Prof. Şerif Mardin: “Mahalle havası diye bir şey var ki AKP’yi bile döver”

Yayına hazırlayan: Senem Görür 

Merhaba, iyi günler. Dün Ayasofya başimamı Mehmet Boynukalın’ın sosyal medya performansından hareketle yaptığım yayında, onun bir tür fahrî şeyhülislam gibi davrandığını ve bunun da aslında köklerinin çok daha gerilere gittiğini anlatmaya çalışmıştım. Ardından ilginç şeyler yaşandı, daha da yaşanacağa benziyor. AKP içerisinden kendisine tepkilerin olduğunu tahmin ediyorduk. Bu tepkiler açık bir şekilde dile getirildi. Grup Başkanvekili Bülent Turan sosyal medyada aynen şunu söyledi, kendisini ekleyerek: “Ayasofya’nın açılışı gibi tarihî bir meydan okumayı gölgede bırakacak bir tavırla sürekli polemikler içerisinde olmanız Ayasofya için bedel ödeyen herkesi üzmekte. Bir siyâsî değil, kardeşiniz olarak bu mecrâda usûlle olmanızın kimseye faydası olmadığı kanaatindeyim.” Şimdi buraya kadar tamam, bu AK Parti’nin önde gelen bir isminin duyduğu rahatsızlığı dile getirmesi. Fakat buna verilen tepkiye, yani Bülent Turan’ın söylediklerine verilen tepkilere baktığımız zaman, yorumlara baktığımız zaman, ezici bir çoğunluğun Boynukalın’ın yanında olduğunu görüyoruz ve Bülent Turan’a bir tür, “Sen kendi işine bak” diyorlar. Hatta kimisi diyor ki: “Git CHP’yle uğraş”. Boynukalın’ın söylediklerini İslam’ın ve Kur’an’ı Kerim’in ifadesi olarak söylüyorlar, kabul ediyorlar. Hepsi değilse bile büyük bir çoğunluğu. 

Bu benim aklıma Prof. Şerif Mardin’in o meşhur “mahalle baskısı” kavramını getirdi. Prof. Şerif Mardin’i 6 Eylül 2017’de kaybettik, aramızdan ayrıldı. Benim de çok yakın bir dostumdur. Kendisi ile 2007 Mayıs ayında Washington’da yaptığımız bir söyleşide, Amerika’da çıkan bir kitabı üzerine konuşmuştuk ve Vatan gazetesinin kitap ekinde yayınlandı bu söyleşi, uzun bir söyleşi idi ve başlığı şuydu: “Mahalle havası diye bir şey var ki AKP’yi bile döver”. Kendi hâlinde bir söyleşi olarak düşündüğümüz bu söyleşi birdenbire Türkiye’nin gündemine oturdu. Hatırlayanlar çoktur, bu kavramın Türkiye’de devreye girmesi Şerif Mardin’in benimle yaptığı söyleşi üzerinden oldu. Şimdi oradan konumuzla doğrudan alâkalı bölümleri aktarmak istiyorum. Hoca şöyle demişti: “Türkiye’de mahalle baskısı diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. Mahalle baskısı bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir davadır. Bu havanın AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla AKP değil de bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa, o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır.” Ben araya girip, “Faşizan bir olgudan mı bahsediyorsunuz?” diye sorduğumda, “Hayır” deyip İran örneğini vermişti ve sonra şöyle devam etmişti Şerif Hoca: “Bazı İslâmî alt çevreler ortaya çıkıyor. Bunda günümüzün gelişmiş imkânları da etkili oluyor.” Bu cümle özel olarak önemli. “Bunda günümüzün gelişmiş imkânları da etkili oluyor” — ki o tarihte sosyal medya, 2007’de, Türkiye’de bu kadar, gündelik hayatta bugünkü kadar etkili değildi; ama yavaş yavaş başlamıştı. “Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslâmî alt çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP’yi döver. Demek istiyorum ki AKP uzun vâdede eğer böyle bir hava gelişirse, ona bîat etmek zorunda kalabilir.” 

Bu tespitlerin bugün özellikle sosyal medyanın bu kadar güçlü bir şekilde hayatımıza girmesiyle beraber büyük ölçüde yaşanmakta olduğu kanısındayım. Mehmet Boynukalın bunun ilk örneği değildi, son örneği de olmayacak. İki tür insan ortaya çıktı ya da üçtür diyelim. Bir, birtakım ilâhiyatçılar, yani ilâhiyatçı derken daha çok din görevlisi diyelim, Diyânet’te çalışan birtakım isimler, şimdi isimlerini verip reklamlarını yapmayalım. Bunlar sosyal medya üzerinden, Youtube’dan ve başka yerlerden, Twitter’dan, Facebook’tan sürekli olarak birtakım tezleri Şerif Hoca’nın söylediği İslâmî alt çevreler oluşturmak için inşa ettiler. Bazıları da –meselâ bunun en çarpıcı örneği Cübbeli Ahmet Hoca’dır– var olan bir cemaatin içerisinden kendine ayrı bir alan açtı, özellikle sosyal medyayı kullanarak. Daha sonra yine ilâhiyat ile alâkası olan ya da ilâhiyatçı olmasa da bile İslâmî bir profile sahip olan akademisyenler çıktı. Genellikle Ebubekir isimli olanlar çok revaçta biliyorsunuz. Çok sayıda akademisyen, Türkiye’nin değişik yerlerinde üniversitede hocalık yapan kişiler. Özellikle cinsellik bağlantılı konulardaki birtakım çıkışlarıyla, çocuk yaşta evlilik gibi, çokeşli evlilik gibi başka konularda, özellikle kadın haklarının reddi konusunda, LGBTİ konusunda birtakım çıkışlar yaptılar ve bunlar da genellikle bu alt çevreleri harekete geçirip belli bir prim yaptılar ve buradan da kendilerine gelen güvenle yollarına devam ettiler. Başlarına çok fazla bir şey gelmedi. Haklarında kampanyalar yapıldı, suçlamalar yapıldı; ama ciddi bir şekilde bedel ödeyene rastlamadık. Bu arada tabii bu ortamı görüp durumdan vazife çıkaran, hiçbir titri olmayan, yani bir din görevlisi ya da akademisyen olmadan da sosyal medya üzerinden trollüğü kurumsallaştıran şahıslar ortaya çıktı, kadın erkek fark etmiyor. Bunlar da kimi zaman böyle birtakım radikal çıkışlarla –aslında radikal diyorum ama, geniş bir kitlenin, belli bir kitlenin çok sıradan gördüğü birtakım çıkışlarla– ortalığı bir şekilde karıştırıyorlar ve yaptıkları genellikle yanlarına kâr kalıyor.

Şimdi Bülent Turan olayı. Bülent Turan’ın Boynukalın’a gösterdiği tepkiye baktığımız zaman, iktidar bunların belli bir sınır içerisinde olmasını tercih ediyor. O sınır da ne? Kendi çizdikleri sınır, kendi dillerinden bağımsız, kendilerinin çizdiği alanın dışına çıkılmasını istemiyorlar, kontrol etmek istiyorlar. Aslında biliyoruz, Fethullahçılar ile savaşın ardından özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’deki tüm İslâmî cemaatlerin kendine bîat etmesini dayattı. Bîat etmeyenlerin üzerinde birtakım baskılar uygulandı vs.. Ana hatlarıyla baktığımız zaman, siyâsî iktidardan bağımsız, kendi ayakları üzerinde duran ve oradan birtakım çıkışlar yapan çok ciddi yapılanmalar yok. Var olup yapmaya çalışanların da etkisi sınırlı. AKP çizgisinde hareket edenler zaten AKP iktidarının kendilerine sunduğu birtakım nîmetlerden, imkânlardan da yararlanıyorlar. Özellikle maddî imkânlardan, teşviklerden, kendilerine sunulan arsalardan, binalardan vs. yararlanıyorlar ve hallerinden büyük ölçüde memnunlar. Fakat hallerinden büyük ölçüde memnun olmaları, kimi durumda ölçüyü kaçırmalarına –“ölçüyü kaçırmak”tan kastım, tabii ki iktidarın belirlediği ölçüyü kaçırmalarına– engel olmuyor. Fakat özel olarak bizim burada mahalle baskısı olayının tezâhürü olarak ele aldığımız kişiler, almamız gereken kişiler, daha çok kabaca “tek tabanca” olan kişiler, kendi başlarına hareket eden ya da küçük bir cemaati olan, dinleyicisi olan, izleyicisi olan ya da öğrencisi olan kişiler. Mesela Mehmet Boynukalın. Onun Diyanet İşleri Başkanı olmak istediğini ya da bir cemaat kurmak istediğini falan düşünenler var. Böyle olmadığını düşünüyorum ve kendisini tanıyan kişilerle de konuştuğumda çıkarttığım sonuç, tamamen kendisi bunun doğru olduğunu düşünerek böyle davranıyor. Tabii aldığı olumlu tepkiler, destekler ona bir özgüven vermiş anlaşılan ve buradan da önünü açık görüp devam ediyor. Burada önünü açık görüp devam ederken birtakım –nasıl söyleyeyim?– kendisine ilk başlangıçta atfetmediği birtakım önemler atfediyor olabilir. Fakat Bülent Turan’ın buradaki çıkışı bize şunu gösteriyor. Tam işte Şerif Hoca’nın burada söylediğine geliyoruz: “Bana bîat etmek zorundasın, ben sana bîat etmem. Çünkü bu alanı size sunan aslında biziz.” 

Şimdi burada tam bir tavuk-yumurta meselesi var. AKP iktidarı diyor ki: “Ben olmasam siz bu tweet’leri atamazsınız, siz bu videoları çekemezsiniz. Onun için benim çizdiğim sınır içerisinde hareket edin kardeşim” derken, öteki taraftaki insanlar da diyor ki: “Pekâlâ, esas siz bizim sâyemizde oradasınız ve siz burada birtakım ilkelere göre hareket etmezseniz biz sizi pekâlâ oradan da indirmesini biliriz.” Kimin kime zemin hazırladığı… aslında burada her iki tarafın da haklı olduğu yerler var. Fakat şunu özellikle vurgulamak lâzım. AKP’nin iktidara gelmesi ve iktidarda kalmasının zeminini bu kişiler, bu perspektifler sağlamıyor. Bu kişilerin tabii ki katkıları oldu ve olmaya da devam ediyor. Fakat çok daha geniş bir olay söz konusu. Buradaki soru şu: Erdoğan ve AKP iktidarı başı sıkıştıkça ya da zamanının geldiğini düşündükçe bu çevrelerin desteklediği, talep ettiği şeyleri gerçekleştiriyor. 

Meselâ İstanbul Sözleşmesi. İstanbul Sözleşmesi’ni AKP getirdi. İlk başlarda çok fazla anlaşılmadı belki; ama daha sonra özellikle kadın hareketinin sözleşmeye sahip çıkmasıyla beraber, Şerif Hoca’nın dediği bu İslâmî alt-çevreler olaydan şüphelenmeye başladılar ve bunu kendilerine yönelik, kendi inançlarına yönelik bir tehdit olarak görüp kalkmasını istediler. Böyle bir talepte bulundular, baskı oluşturmaya çalıştılar. İlk başta evet dedi Erdoğan. Sonra gelen karşı tepkiler, yine kendi mahallesinden gelen karşıt tepkilerle geri adım attı ve şimdi Erdoğan bir geceyarısı sözleşmeden çıkardı. Sonuçta ne oldu? Bu alt-çevreler kazanmış oldu. Bu alt-çevreler kazanmış olsun diye yaptığı bir şey değildi. Burada çok önemli bir ayrım var. Erdoğan kendi iktidarını uzatmak için bunları yapıyor ve onu uzatmak için attığı adımlar bu alt-çevrelerle örtüşüyor. Ve sonuçta bu alt-çevreler de kendilerinin yarattığı havanın çok etkili olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Normalde sahip oldukları gücün ötesinde bir gücü kendilerine atfediyorlar, öyle sanıyorlar ve bir şekilde de Erdoğan bu krizini çözememenin verdiği panikle, attığı adımlarla bu kişileri güçlendiriyor. Mesela şu günlerde yeni bir gündem maddemiz olacağa benziyor. O da zinanın yeniden Türk Ceza Kanunu’nda suç olarak tanımlanması. Bu da yine bu çevrelerin öteden beri dile getirdikleri bir husus. Erdoğan zaten bunu 2004 yılında hayata geçirmek istemişti; ama o zaman Avrupa Birliği’nden çok ciddi bir dirençle karşılaşmıştı, geri adım atmıştı. Daha sonra 2018 Ocak ayında bir grup konuşmasında Meclis’te tekrar bunu gündeme getirdi — 2004’te geri adım atmasının yanlış olduğunu söyleyerek. Şimdi bu da tekrar gündeme gelecek ve bu anlamda baktığımız zaman da bu çevrelerin bir başka talebi de hayata geçmiş olacak. Lâf aramızda şunu da söylemekte yarar var — 2004’te de bu söyleniyordu, bugün daha fazla söylenecektir: Zina meselesinin Türk Ceza Kanunu’na konulacak olmasından tabii ki toplumda çok büyük bir rahatsızlık olacaktır, ama bu mahalle denen ve iktidara destek veren mahallenin erkeklerinin de bundan hepsi değilse bile önemli bir kesiminin tedirgin olacaklarını da not düşmek lâzım. Çünkü imkânlar geliştikten beri özel hayatların da büyük ölçüde değiştiğini biliyoruz. Bunu bir parantez olarak koyalım. Belki bundan sonra yeni bir talep olarak çokeşliliği dayatma yoluna gidebilirler. Çünkü hem zinanın yasak olup hem de kendilerini özgür kılmak için bu erkek egemen bakış bunu pekâlâ dayatabilir.

Sonuçta şöyle bir ilginç bir olayla karşı karşıyayız. Dünkü yayında söylemeye çalıştım. Aslında toplumda çok da güçlü olmayan, İslâmî kesim içerisinde de, muhafazakâr câmia içerisinde de iyice etkileri azalan bir hareketin ya da hareketin sözcülerinin, savunucularının, sosyal medya imkânlarını kullanarak ve iktidarın zaaflarını kullanarak, kimi zaman da düşmanlarının yanlış stratejilerinden beslenerek –ki bu olayda çok oldu, bu kişilerin büyük bir kısmının hızla popülerleşmesinde özel olarak bunlardan rahatsız olanların verdiği tepkiler de çok etkili oldu, bunu da özellikle vurgulamak laâım–, sonuçta bir mahalle havasıyla tüm Türkiye’ye karabulut gibi bir baskı kurulmak istendiğini ve bunun AKP’nin de sınırlarını bayağı ciddi bir şekilde belirleyebildiğini görüyoruz. İlginç bir olay. Tamam, bütün yapılar bir şekilde Erdoğan’a bağlı. Mesela Ayasofya’nın başimamı. Sonuçta onu oradan görevden bir telefonla alabilir, bir imzayla alabilir, alabilir de yani. Pekâlâ önümüzdeki günlerde böyle bir şeye tanık olabiliriz. Marmara Üniversitesi’ndeki görevinden de alabilir… yüzlerce, binlerce akademisyeni bir çırpıda işlerinden etmiş bir iktidar söz konusu. Hatta kendisinin, Boynukalın’ın, Marmara Üniversitesi’nden önce görev yaptığı Şehir Üniversitesi’ni bizzat kapatmış bir Erdoğan’dan bahsediyoruz. Bütün bunları yapabilir. Daha önce de gördük, birtakım sivri çıkışlar yapan Diyânet görevlilerinin işlerinden uzaklaştırıldığını ya da kızağa çekildiği şeklinde haberler de duyuyoruz. Tamam, cemaatlerin birtakım isimleri de gerektiğinde ayar alabilir, birtakım imkânları kısıtlanabilir vs.. Bütün bunlar olabiliyor, ama burada iktidar kendi sıkıştıkça ideolojik olarak başvurduğu birtakım argümanlarla bu kişilerin maddî alanda önlerini tıkatsa da, görevlerinden alsa ya da maddî imkânlarını kısıtlasa da, onların söylemine çok geniş bir meşruiyet alanı açıyor. Erdoğan’ın son dönemde yaptığı bu. Tek başına İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmış olmak bile bu kişilerin, Boynukalın ve benzeri kişilerin ne zamandan beri söyleyegeldiklerii sosyal medya üzerinden yaydıkları bütün sözüm ona fetvalarının doğru olduğunu gösterdi. Doğru derken tabii ki benim açımdan, toplum açısından değil, iktidar nezdinde doğru görüldüğünü gösterdi. Burada ilginç bir durumla karşı karşıyayız. İktidarın bunlara teslim olduğunu sanmıyorum. Teslim olmak isteyeceğini sanmıyorum. Fakat onlarla o kadar çok aynı dili konuşmaya başladılar ki, yaratılmasına ciddi bir şekilde kendilerinin katkıda bulundukları bu mahalle havası kendilerini de çok ciddi bir şekilde esir alıyor. 

Evet, bugün saat 14.00’te uzun zamandır Medyascope’ta görmediğiniz Kadri Gürsel ile bir yayın yapacağız. Orada Türkiye’nin gidişatını konuşacağız. Onu da şimdiden duyurmak istiyorum. Bir diğer husus da son yayınlarda söylüyorum. Medyascope’un ve Medyascope gibi bağımsız ve özgür bir gazetecilik için, yayıncılık için çalışanların sizlerin desteğine ihtiyacı var. Lütfen bunu elinizden geldiğince, imkânlarınız ölçüsünde yerine getirin ki, Türkiye’nin çok ciddi bir şekilde ihtiyacı olan özgür ve bağımsız haber alma, yorum alma ve tartışma ihtiyacının karşılanmasına katkılarınız olsun. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.