Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan iktidarının gidişatı: Murat Yetkin ile Ruşen Çakır tartışıyor

Gazeteci Murat Yetkin ile AKP ve MHP kongrelerini, Naci Ağbal’ın görevden alınmasını, kabine değişikliği beklentilerini, ekonomik krizi, salgınla mücadelede yaşanan sorunları ve AB’nin Türkiye kararını konuştuk.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Gazeteci Murat Yetkin’le Türkiye’nin gündemini ve özellikle iktidarı konuşacağız. Murat, merhaba.

Murat Yetkin: Merhaba Ruşen.

Çakır: Uzun zamandır bir araya gelemedik. Medyascope izleyicileri sorup duruyordu. Konuşacak çok şey birikti. Hatta bir sabah kalktık ki aynı anda konuşacak birçok konumuz olmuş: İstanbul Sözleşmesi’nden HDP’nin kapatılma davasına, Ömer Gergerlioğlu’na kadar. Ama önce biz gazetecilerin en çok okuduğu gazete olan Resmî Gazete ile başlayalım. Sen de benim gibi, gece saat 24.00’te Resmî Gazete’yi görmeden yatağa girmeyenlerden misin?

Yetkin: Çoğu zaman.

Çakır: Aslında bu pek olan bir şey değildi. 

Yetkin: Ruşen, şöyle bir şeyi hemen başta söyleyeyim: Gece 24:00’te Resmî Gazete’yi görmek de bir “Eski Türkiye” alışkanlığı. Çünkü son durumda da gördük ki bazı kararnâmeler, gece 03.00’te, 04.00’te de yayınlanabiliyor. Örneğin, Merkez Bankası’na atama kararnâmesi. “Niye?” diye baktığımızda, resmen verilen bir cevap yok; ama en mantıklı bulduğumuz cevap, artık Amerika’nın Batı sahili, Los Angeles’taki Borsa’nın kapanması da beklenmiş sanki. Resmî Gazete ona göre yayınlanmış gibi duruyor. Kusura bakma sözünü böldüm, ama artık geceyarısı kriteri filan da kalmadı.

Çakır: Herhalde benim gibi birçok kişi kabine değişikliğini bekliyor. Hatta sen bu konuda birkaç yazı da yazdın; bayağı spekülasyonlar da oldu. Ama kabinede hâlâ bir değişiklik yok. En son Pazartesi günü kabine toplantısından önce değişir diye bekledik; yine değişmedi. Kabinenin değişeceği kesin mi? En başta sormamız gereken soruyu şimdi sormamız lâzım. Ben değişeceğine eminim, ama çok büyük bir değişiklik beklemiyorum. Benim gözümde en önemlisi İçişleri ve Milli Savunma Bakanlığı. Onun dışında, belki ekonomi için ihdas edilecek olan yeni bir Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı olacağı söyleniyor. Oraya kimin getirileceği dışında, Dışişleri Bakanlığı dâhil diğer bakanlıklara kimin getirileceğinin çok önemli olmadığı kanısındayım. Değişiklik olacak herhalde. Sen ne düşünüyorsun?

Yetkin: Öncelikle, izleyicileri selâmlamadım. Medyascope izleyicilerini saygıyla selâmlıyorum. Selâmsız başladım lâfa, kusura bakmayın. Ben bu kadar yıldır Ankara’da gazetecilik yapıyorum. 8 yıl da İstanbul’da yaptım. Ben artık bakanlıklar üzerine “isim-toto” yapmayı ya da “şu tarihte değişecek” diye söylemeyi yıllardır bıraktım. Bunları söylemeyi çok spekülatif buluyorum. Bazı isimlerin hangi amaçlarla ortaya atıldığına dâir geçmişten gelen deneyimler var. Bazen, parti içinde ya da parti dışında, o ismin olmasını istemeyen rakipleri çıkarıyor bu isimleri. Şimdi söyleyeceğim belki en çok Cumhurbaşkanı Erdoğan için geçerli; çünkü merkezî idâreyi en çok savunan o. Bunu Özal Hükümeti’nde, Demirel Hükümeti’nde, Ecevit Hükümeti’nde… hepsinde gördük. Eskiden, bakan olarak açıklandığını radyo ve televizyondan duyan çok isim var. Buna liderler karar veriyor. Birtakım fantezilerde olduğu gibi, “Yakın çevresine danışmış da, Ruşen mi olsun, Murat mı olsun?” gibi bir şey yok. Liderler bilgileri topluyor, ondan sonra kendileri bir karar veriyorlar. İsimler konusunda da, tarihler konusunda da bu böyle. Dolayısıyla, yapılan spekülasyonların bir kısmı tamamen saflıktan, bu mekanizmayı bilmemekten yapılıyor; hoşa gidiyor böyle, “Ruşen olmayacak, Murat olacak orada” demek. İkincisi, bazı isimler de kendine bir bilgi, bir güç atfediyor. Meselâ bir bakanlık için üç isim sayıyor. Üçünden biri tutuyorsa, ne kadar çok bilen biri olarak kabul ediliyor. Maalesef bizim medya dünyasında da bu tür kirlenmeler sıkça görülüyor.

Benim elde ettiğim bilgilere göre –ki Yetkin Report’ta gâyet ayrıntılı yazdım–, bazı bakanlıkların yeniden bölünmesi, yani 2018’deki seçimden sonra birleştirilen bazı bakanlıkların yeniden bölünmesi var. “Yeni bakanlıklar kurulacak” deniyor, ama aslında eskiye dönüş anlamını taşıyor. Yeni bakanlıkların, şimdiki birleştirilen şeklinin bölünmesiyle oluşturulacağı söyleniyor. Bu konuda hazırlıklar yapılmış durumda. Benim bildiğim, 5 bakanlık bu durumda. Ama bunların beşi birden mi olacak, hiçbiri mi olmayacak, bir kısmı şimdi olacak, bir kısmı sonra mı yapılacak bu belli değil. En azından iki bakanlığın 2019’da çalışmasına başlanıp, 2020’de tamamlanıp, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay tarafından Cumhurbaşkanı’na önerilerde bulunduğunu biliyoruz. Bunlar Aile, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ayrılması; kezâ, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da ayrılması.

Çakır: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın da ayrılacağı söyleniyor.

Yetkin: Yenilerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ayrılması da devreye girmiş durumda. Mesela Ulaştırma Bakanlığı Altyapı Bakanlığı’ndan ayrılacak mı? Böyle bir tartışma da var. Ama özellikle bu son ekonomik vaziyet dolayısıyla, 2018’de birleştirilip Cumhurbaşkanı’nın damadı Berat Albayrak’a verilen Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın yeniden ayrılması çalışması da benim duyduğum kadarıyla tamamlandı ya da tamamlanmak üzere.

Çakır: Murat, sözünü unutma. Berat Albayrak’ı telaffuz ettin, hemen bu konudan devam edelim. Biliyorsun önce partiye gireceği söylendi, gelmedi; kongrede böyle bir değişiklik olmadı. Şimdi de kabineye gireceği, Cumhurbaşkanı Yardımcısı olabileceği, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na dönebileceği konuşuluyor. Bu da esas olarak, Cumhurbaşkanı’nın bir iki yerde kendisinden olumlu söz etmesine dayandırılıyor. Ben pek ihtimal vermiyorum. Bir şey bildiğimden değil; tamâmen akıl yürütmeyle bunu söylüyorum. Berat Albayrak’ın dönüşü sana mantıklı geliyor mu?

Yetkin: Ben de bu konuda ancak akıl yürütebilirim. Çünkü bu özellikle de aile meselesi olunca, bilmediğimiz pek çok parametre var. Aile içinde ne konuşulduğunu, ne yapıldığını bilemeyiz. Bunları bilen ya aile içinden biridir ya da yalan söylüyordur, başka bir yolu yok. Dolayısıyla orada bir bilinmezlik faktörümüz var, onu bir kenara koyalım. Akıl yürütme konusuna gelince: Açık söyleyeyim, bu bana da çok mantıklı gelmiyor. Bir kere, Enerji Bakanlığı’na niye dönsün? Zaten Enerji Bakanlığı yaptı. Kendisinde gelecek gören bir siyasetçi için bu, geri bir adım sayılır. Berat Albayrak’ı icraatı sırasında az çok tanıdık: Egosu yüksek bir kişi. Egosu yüksek birinin tenzil-i rütbeyi kabul etmesi, bana çok akılcı gelmiyor.

İkincisi, mevcut sisteme göre Cumhurbaşkanı Yardımcısı demek, zaten kabinede yer alması demek. İzleyiciler isterlerse Cumhurbaşkanlığı web sitesine girip bakabilir, şu anda Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nin iki numaralı ismi, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay. Yani 1 ya da 2 Cumhurbaşkanı Yardımcısı da atansa, onlar da kabine üyesi olabilecek. Dolayısıyla, Albayrak’ın bakan olarak atanıp atanmaması, “Bakan değil de Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacak” denmesi, fiilen bir anlam tanımıyor. Çünkü icrâ organında yine yer alacak demektir. Bu da ekonomi açısından, Erdoğan için yeni bir riskli karar anlamına gelir. Merkez Bankası Başkanı’nı değiştirince piyasalar bir şok yaşadı. Başkan Yardımcısı’nı değiştirince bir şok daha yaşadı. Berat Albayrak’ın yeniden göreve gelmesinin piyasalarda ne tür bir şoka yol açacağı… Aslında sadece piyasalarda da değil. Dün, TÜSİAD’ın 50. yılı idi ve Genel Kurul yapıldı. Hem Yüksek İstişâre Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın hem de Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski’nin konuşmalarına bakılırsa, sadece piyasaları değil, artık ekonomiyi, üretimi de etkileyecek boyutta sonuçları olabilir. O yüzden ben de sana katılıyorum; Berat Albayrak’ın yeniden göreve gelmesine çok ihtimal vermiyorum. Sadece akıl yürütmeme dayanıyorum; bir şekilde parçaları, noktaları birleştirerek bir şekil bulmaya çalışıyorum.

Çakır: Belli bir süredir şöyle bir sorun yaşıyoruz — şahsen ben yaşıyorum, senin de yaşadığını tahmin ediyorum: Rasyonalitelerin denk gelmemesi gibi bir olay var. Bize mâkul ve rasyonel gelen, Erdoğan’a gayri mâkul ve irrasyonel gelebiliyor ve mantık yürütmelerde de çok ciddi bir ayrışma olabiliyor. Yayının başlığındaki gibi, “iktidarın gidişâtı” derken, izlediği yola baktığımızda en önemli özelliklerden birinin öngörülemezlik olduğunu söyleyebiliriz. TÜSİAD’ın da şikâyeti bu, biz gazetecilerin de şikâyeti bu. Neyi ne zaman yapacağını, kimi niye değiştireceğini, hangi gerekçeyle değiştireceğini, hangi anda nasıl pozisyon alacağını bilemiyoruz. Salgında da böyle oldu, Doğu Akdeniz meselesinde de böyle oldu. Böyle bir öngörülemezlik hâli var. Bunun nedeni de herhalde tek adam yönetimi. 

Yetkin: Evet, öyle. Fakat bu yönetim, bu yetkiler de Sayın Erdoğan’a yetmiyor. “Bunu nereden uyduruyorsun?” diyecek olursan –demezsin ama, hani diyecek olursan–, 29 Mart’ta, Covid salgını ile başa çıkılamadığının adeta îtirâfı olan… Harita kıpkırmızı olarak çıktı. Erdoğan’ın o haritaya, “Nasıl çıkacağız biz bu işin içinden?” gibi bir bakışı var — ki Cumhurbaşkanlığı sitesinde de var o fotoğraf. Açıkçası o kongrelerle patladı bu durum. Bir yıl içerisinde üçüncü patlayışı bu. Mart 2020 ilk çıkışı, sonra Kasım-Aralık ayı ve şimdi Şubat-Mart 2021. Şubat ve Mart 2021’de değişen ne vardı? Her tarafta, tıklım tıklım bütün kuralların ihlâl edildiği AK Parti’nin il ve ilçe kongreleri var. Ben bilim insanı değilim, bunun kesin kanıtını veremem. Ama bilim insanlarının, tıpçıların da söylediği bu. En çok kongrelerin yapıldığı, trafiğin olduğu Karadeniz Bölgesi’nden, özellikle Doğu Karadeniz’den başladı yayılma. Samsun hâlâ 1. sırada. Şimdi bu detayları bir kenara bırakalım. Ama evet, ne yazık ki bu da yetmiyor Erdoğan’a. 29 Mart konuşmasında daha fazla yetki istemeye başladı. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Meclis’te yaptığı grup konuşmasında da, daha çok demokratikleşme değil, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin güçlendirilmesi için yeni bir anayasa gerektiğini apaçık söylüyor. Bahçeli Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni, “Türk tipi Başkanlık Sistemi” olarak tanımlıyor. Bence bu tanım daha gerçekçi. Başkanlık dememek için başına “Cumhurbaşkanlığı” eklediler. Erdoğan, yeni bir anayasa gerektiğinin amacını Bahçeli kadar açık söylemiyor. Yok “darbeye karşı”, yok “12 Eylül Anayasası” imiş. 2017’de istediği değişiklikleri yapabilirdi. 2017’de AK Parti ve MHP ittifakıyla ne getirseler yine o oyu alacaktı. Artık kimse içeriğine bakmıyordu ki. Orada bir şeyden yana, ya da bir şeye karşı oy verildi.

Çakır: Kemal Can’ın bugünkü Gazete Duvar’daki Manifesto Bahçeli’den geldi başlıklı yazısını okudun mu? Kongrede Erdoğan’a atfedilen bir manifesto vardı. Aslında Erdoğan’ın kongre konuşması çok zayıftı.

Yetkin: Evet, çok zayıftı. Ankara’da siyâset çevrelerinde, “MHP Kongresi’nin, AK Parti Kongresi’nin önüne alınmasının, yani 18 Mart’ta yapılmasının en önemli nedeni, 24 Mart’ta yapılacak AK Parti Kongresi’nde o kadar önemli şeyler söylenecek ki, MHP’nin söyledikleri gölgede kalmasın” diye konuşuluyordu. Ben bunu Dağ fare doğurdu diye yazdım. Hakikaten öyle oldu. Bahçeli’nin söylediklerinin daha önemli olduğu ortaya çıktı. Kemal’in yazdığı da meâlen budur.

Çakır: Kemal’in yazısında şu vurgu da çok önemli: En son senin referans verdiğin dünkü grup toplantısı konuşması. Mesele artık çok daha netleşiyor sanki; olayın ideolojik şeklini şemâilini ve iyice daraltılmış sınırını… Yetki artırılırken, siyâsetin sınırı daraltılıyor aslında. 

Yetkin: Amaç da o zannediyorum. Bu açmaz bir çözüm zannediliyor. Ama iktidar paydaşları Erdoğan ve Bahçeli – ki buna 2,5’uncu paydaş olarak Saadet Partisi’ni de ekleyebiliriz. Saadet Partisi tam olarak “tavşana kaç, tazıya tut” davranıyor. Temel Karamollaoğlu iyi polisi, Oğuzhan Asiltürk kötü polisi oynuyor. Daha doğrusu, “iyi polis-kötü polis” demeyelim de, Oğuzhan Asiltürk Erdoğan’dan yana, Temel Karamollaoğlu da sanki Erdoğan’a muhalifmiş gibi yapıyor. Böylece aslında onlar da bir nevi koalisyonun yanındaymış gibi görünüyorlar. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması temel olarak budur. Saadet Partisi ve Saadet Partisi’yle flört hâlinde olan, yani “Sen olmazsan ona oy veririz” diyen İslâmî cemaat ve tarikatların bastırmasıyla oldu bu iş.

Çakır: Burada ilginç bir şey oldu tabii. Bahçeli’nin dünkü konuşmasına atfen söylüyorum: İstanbul Sözleşmesi meselesi ilk gündeme geldiğinde, Bahçeli gazetecilerle sohbet ederken, İstanbul Sözleşmesi lehine bir pozisyon takınmıştı. Ardından da Erdoğan olayı askıya almıştı. Hatta Bahçeli’nin çıkışının etkili olup olmadığını da yorumlamıştık. Şimdi Erdoğan’ın bu sözleşmeden çıkmasıyla beraber –ki İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye değil, Erdoğan çıktı–, Bahçeli, dünkü konuşmasında bunun çok abartılacak bir şey olmadığını söyleyerek Erdoğan’la yan yana duruyor. Ama buna karşılık Meral Akşener de çok net bir şekilde İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkan ve Danıştay’a başvuru gibi süreçleri dile getiren bir tavır alıyor. Anladığım kadarıyla burada safları iyice netleşiyor. Bahçeli’nin bu yönelişi, İYİ Parti’nin Cumhur İttifakı’na katılıp katılmayacağı düşüncesini de sonlandırıyor sanki.

Yetkin: Bu çok güzel bir nokta. Şu anda iki tane Türk milliyetçiliği kökeninden gelen iki parti, MHP ile İYİ Parti var. MHP, AK Parti ile olan ittifakı nedeniyle, giderek daha İslâmcılaşma eğiliminde. İYİ Parti de, CHP ile olan ittifakı nedeniyle, kendi tabanının zorlamasıyla, daha Cumhuriyet değerleri ve demokrasiye doğru bir gidiş içinde. Son zamanlardaki anketlerde, sonucu belirleyecek oranda olmasa da oy oranı yükselen tek partinin İYİ Parti olmasından da bu görülüyor. Şöyle bir soruyu sorabiliriz: Bahçeli, kadına şiddetin önlenmesi ile özdeşleşen İstanbul Sözleşmesi’nden –eski Türkiye’nin siyâset deyimiyle– “çark ederken” ya da ondan vaz geçmiş görünürken, Akşener’in Cumhuriyet’e, Atatürk’e, laikliğe sahip çıkması var. Burada kim kazanır? Bence, uzun vâdede Bahçeli kazanmaz.

Çakır: Çok doğru. Zaten bunun da işâretlerini görüyoruz. Belki sübjektif gelebilir, ama bunu Bahçeli’nin ve Akşener’in kürsüdeki duruşlarından da görüyoruz. Zaten birisi daha enerjik, diğeri daha sâkin, yaş olarak da fark var aralarında. Mesela Meral Akşener medya karşısına çıkmaktan çekinmiyor. Bahçeli ise medyaya pek îtibar etmiyor. Bu imajlar, aslında kimin yükseldiğini, kimin yerinde saydığını gösteriyor sanki.

Yetkin: Bence, artık Türk siyasetinde, bundan 15 yıl öncesine kadar olmayan çok önemli bir faktör var: Kadınlarla zıt düşen kaybedecek. Bunu çok açık söylüyorum: Kadınları karşısına alan, kaybeder. Erdoğan’ın kendi seçim rekorlarını kırdığı döneme bakarsan, kadınlardan daha fazla oy aldığını görürsün. Bundan sonraki ilk seçimde bunun böyle olmayacağı tahmininde bulunuyorum. AK Parti’nin oy oranında, kadınların çoğunlukta olmayacağını tahmin ediyorum. Çünkü Türkiye büyük bir hızla şehirleşiyor. Nüfusun yüzde 90’ı, büyük ilçeler de dâhil şehirleşmiş durumda. Bu ister istemez başka bir yaşam tarzını getiriyor. Bunu, illâ dindar ya da değil anlamında söylemiyorum. “Şehirli kültürü” denen bir şey var. Erdoğan da geçen gün, “30 yaşına gelmişler, niye evlenmiyorlar? Evlenecekleri de yok. Çocuk da yapmıyorlar” diye yakındı. Bambaşka bir şey var artık. Kadınlar şehir hayatına alıştıkça, çok doğal olarak hukukî, siyâsî, toplumsal haklarını da görüyorlar. İllâ bunun için bir bilinçlendirme süreci, dersler, seminerler, konferanslar gerekmiyor ki. Görüyorlar zâten. Kendi gibi eğitimli ya da olmayan kadınların başka türlü yaşayabildiğini görüyor. Artık Anadolu’nun bir uzak kasabasında ya da köyünde yaşamadığı için görüyor. Büyükşehirlerdeki getto niteliğindeki mahallelerde yaşayanlar dışındakiler –mesela İstanbul’da yaşayıp, hiç denizi görmeyen insanlar var– görüyor artık. Televizyondan izliyor, internete giriyor ve görüyor. Yine tekrarlayacağım, izleyiciler kusura bakmasın: Artık günümüz Türkiye’sinde ve dünyada da, kadınlarla zıtlaşan siyasetçiler kaybetmeye mahkûmdur; kaybedecektir.

Çakır: O zaman, kadınların sorunlarına sahip çıkma konusunda öne çıkanların kazanma potansiyeli çok yüksek. Bu anlamda, Meral Akşener çok sistemli ve isâbetli bir politika izliyor bence.

Yetkin: Bence de. Şu âna kadar izlediği çizgi îtibâriyle söylüyorum: Akşener, özellikle bu konuda son derece yeni bir tavır geliştiriyor. CHP, HDP gibi daha soldaki, merkezde ve soldaki partiler için bu hep böyleydi. Ama şimdi, ilk defa sağdan gelen bir liderin, gâyet cesâretle böyle bir tutum aldığını görüyoruz. Üstü kapalı, örtülü, dolaylı filan değil, cesâretle ve doğrudan bu tutumu aldığını görüyoruz.

Çakır: Özellikle de şunu vurgulamak lâzım. Mesela Çiller dönemini hatırla. Kendisinin kadın olması tek başına bir şey ifâde etmiyor. Çiller kadındı, ama erkek gibiydi. Bunu olumlu anlamda söylemiyorum. Kadın kimliğine sahip çıkan bir kadın değildi.

Yetkin: Çiller erkek gibi bir kadın değildi, ama sadece kendine kadındı. Türk toplumundaki kadınlar, kadınların haklarına, eşitlik mücadelesine kadın değildi. O, sadece kendine kadındı.

Çakır: Murat, ortada çok ciddi bir soru var, bunu bilsen bilsen sen bilirsin.

Yetkin: Estağfurullah. 

Çakır: Cumhurbaşkanı Merkez Bankası Başkanı’nı niye görevden aldı?

Yetkin: “Ben bunu çok gizli kaynaklarıma dayanarak söylememek durumundayım” dermişim sana. Öyle bir şey yok tabii. Az önce irrasyonaliteden bahsettin ya. Akılla açıklanamayacak şeyler var. Çünkü yerine gelen Şahap Kavcıoğlu da “Ben politikayı değiştirmeyeceğim” diyor. Politikayı değiştirmeyeceksen, o zaman Naci Ağbal niye gitti? Burada “Çok öne çıktı. Sanki bağımsızmış gibi davrandı” açıklamaları yapılıyor. Lütfü Elvan’la beraber TÜSİAD’la, MÜSİAD’la, TOBB’la, TESK’le görüşmeye gittiler biliyorsun. Mesela Lütfü Elvan’dan tek kelime bir ses çıktı mı? Çıkmadı. Çünkü Lütfü Elvan siyâseti kendi kurallarına göre oynuyor ve kafayı çok fazla öne çıkarmıyor ve “ben” kipiyle konuşmuyor. Bende bir kulis bilgisi vardı. Bunu Yetkin Report’ta da yazdım. Şubat ayının 3. haftası gibi, İstanbul’da iş çevreleriyle olan bir toplantıda, Naci Ağbal’ın, “Ben burada oldukça bu politika değişmeyecek” türünden bir sözünün hemen Beştepe’ye uçurulduğunu ve bir süredir Naci Ağbal’ın kendisini çok öne çıkarmasının ya da İstanbul sermayesi tarafından çok pohpohlanır hâle gelmesinin sonucu olarak görülüyor bu mesele. Yine saptadığımız bir şey var: Meselâ Erdoğan 10 Ocak’ta Kavcıoğlu ile baş başa bir görüşme yapmış. Sonra 5 Şubat’ta bir görüşme daha yapmış. Hani futbolda vardır ya, bir yandan oyuncu değiştirmek için düz koşu yaptırırlar yan tarafta, ısınsın diye. Kavcıoğlu, âdeta Erdoğan tarafından bir mevkie ısındırılmış. Bu, Merkez Bankası Başkanlığı olmayabilirdi. Meselâ Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü olabilirdi. Bunu rastgele söylemiyorum; seçeneklerden biri olarak konuşulduğu için söylüyorum.

Bir de Yeni Şafak gazetesinin o meşhur “Sen kimin adına operasyon çekiyorsun?” çıkışı da var tabii. Erdoğan “ekonomik reform” adı altında birtakım tedbirler açıkladı ya. Bu, hiç kimse açısından bekleneni vermedi. Son anda o reform paketinde çok ciddi tıraşlamalar olduğu da konuşuluyordu — ki Erdal Sağlam Cumhuriyet gazetesinde bunu yazdı. Erdal’ın yazısı çok açıklayıcıydı. Âdeta piyasanın tedirginliğini silmek için, hani “Reformdan beklenen olmadı, ama faiz artırımı devam edecek” şeklindeydi. Fakat benim bulgularıma göre, piyasanın beklentisi dahi, 75 ila 100 baz puan dedikleri, yani yüzde 0,75 ya da yüzde 1 faiz artırımı şeklindeydi. Ama yüzde 2 gelince, yani yüzde 17’den yüzde 19’a çıkarılınca, ben bile ilk okuduğumda, “Bu kadar yüksek olmayacaktı” dedim. Ben finansçı değilim. Sadece ekonomi-politik açısından bakıyorum olaylara. Finans konularında yorum yapacak kadar bir bilgim yok, ben de bilenlere danışarak bir çıkarsama yapmaya çalışıyorum. Ama bu bilgi elimdeyken, birden yüzde 0,75 ya da yüzde 1 beklentisi varken, yüzde 2 çıkmasına ben bile şaşırdım. Zaten o gece de Naci Ağbal görevden alındı. Yani bu tür spekülasyonlar çok.

Çakır: Senin en hâkim olduğun alanlardan biri diplomasi ve Avrupa. Bunu konuşalım istiyorum. Dışişleri Bakanlığımız, Batı’dan gelen bir deklarasyona pozitif bir cevap verdi biliyorsun. Bir iki şerh düştü, ama Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilgili kararını olumlu karşıladıklarını söylediler. Çünkü Avrupa Birliği, Türkiye’ye karşı –hani sopa-havuç denklemi vardır–, neredeyse hiç sopa, çok havuçlu bir şey sundu. Bu, tabii ki Türkiye’yi çok muazzam uçuracak bir şey değildi; ama en azından yaptırım telaffuz edilmedi. Bunun bir nedeni Doğu Akdeniz, diğer nedeninin de mülteciler olduğunu biliyoruz. Ama öte yandan, Türkiye’de Avrupa değerleri ile çok çelişen, temel hak ve özgürlükler, demokrasi, kadın hakları vs. konusunda “Avrupalıları derinden kaygılandıran” başlıklar olduğunu da biliyoruz. Avrupa’nın bu tavrı, çok aşırı reel-politik bir tavır değil mi?

Yetkin: Avrupa’nın ve ABD’nin, Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi konusundaki tutumları son derece sahte ve ikiyüzlüdür. Bu, benim yıllardır hep vurguladığım bir şey. Ben de bir kıyısından insan hakları mücadelesiyle âşinâ birisi olarak söylüyorum; büyük bir ikiyüzlülüktür bu. Her zaman, askerî ve siyasî çıkarlar için, Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi meseleleri maalesef sonuna kadar istismar edilmiştir Avrupalılar tarafından. Burada da, son açıklamada Dışişleri Bakanlığı’nın olumlu görüş beyan etmesi büyük bir fiyaskodur. Evet, âdet yerini bulsun diye “tek taraflı yazılmıştır” diye bir cümle eklenmiştir; ama bunun hiçbir anlamı yok. Artık Türkiye’nin “aday üye” olarak adı geçmiyor. Son iki metinde söz edilmedi. Kıbrıs Türkleri’nden hiç söz edilmiyor; öyle bir şey yok gibi sanki. Peki, bunun nesini olumlu buluyor Dışişleri Bakanlığı? “Ne güzel! Demokrasi ve insan hakları meselesi nedeniyle bana yaptırım gelmeyecek” diye düşünüyor. Bu duruma gerilemiş vaziyetteyiz. Yani bu kadarıyla yetinme, bunu olumlu bulma vaziyetindeyiz.

Hem ABD’nin hem AB’nin Türkiye’den istediği şey 3 konuda özetlenebilir. Birincisi, “Rusya’ya karşı yanımda ol. Ya da en azından o tarafta olma.” İkincisi, “Aman bize Müslüman göçmen gelmesin.” Bunu “Suriyeli göçmen” diye çok daraltıyoruz; ama aslında Avrupalı’nın dilin altındaki bakla, “Avrupa’ya Müslüman nüfus gelmesin”dir. Çünkü Avrupa’ya Türkiye üzerinden giden nüfus –Afrika üzerinden giden de öyle– Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Irak, Suriye — yani Arap ülkeleri; Müslüman ülkeler. “Sen bunları tut, bize gelmesinler.”  Üçüncüsü de: “Yunanistan ve Kıbrıs’a dokunma. O bizim üyemiz. Biz başka nedenlerle de onların oyuna muhtacız. Hem de ne güzel, sana karşı çıkışları onlar yapıyor, biz de onların arkasında saklanıyoruz” tavrı. Bu üç konudur, başka da bir şey yoktur. O yüzden, Türkiye’de son derece saf bulduğum bazı kesimlerin, “Biden geldi. Türkiye’de insan hakları… Avrupa’da da bilmem ne demişler. Bak kaygılanmışlar” demesini gerçekçi bulmuyorum. O kaygıların iyi niyetli olanları vicdan azabıyla söylenmiştir. Kötü niyetli olanları da zaten kötüdür.

Çakır: Avrupa Birliği bizi bayağı kaygılandırıyor diyelim. Tabii bunun çok önemli bir ayağı da basın özgürlüğü. Türkiye’nin en temel sorunlarından birisi basın özgürlüğü. Bizler de, bağımsız ve özgür gazetecilik yapmaya çalışanlar olarak, ne kadar az kaldığımızı ve bu işin ne kadar zorlaştığını da biliyoruz; bunu bizzat yaşıyoruz. İzleyicilerimize yaptığımız bir çağrıyı buradan tekrarlamak istiyorum: Türkiye’de sayıları az olan bağımsız ve özgür gazetecilik yapmak isteyen kişi ve kurumlara sahip çıkmalarını tekrar tekrar vurgulamakta yarar var. Aksi takdirde, ülke medya konusunda tam bir çöle dönüşecek. İstesek, sen de ben de, emekliliğimizi güzel bir şekilde yaşardık. Ama hâlâ bir şekilde sözümüzü söylemeye, haberlerimizi yapmaya çalışıyoruz. Fakat bunlar öyle kolay olmuyor. Bunu özellikle vurgulamakta yarar var.

Yetkin: Hiç kolay olmuyor. Bunu söylerken, “Olmuyorsa biz de bunu bırakırız” tutumuyla söylemiyorum. Ben doğru bildiğimi yapıyorum, sen de öyle. Başka meslektaşlarımız da yapıyor. Ama bazıları da bu dönemde enseyi çok kötü kararttılar, bunu da söylememiz lâzım. “Gazetecilik ulvî meslektir” filan diyorlar. Böyle ulvî bir meslek yok. Her meslekte olduğu gibi enseyi feci şekilde karartanlar var. Zaten, çeşitli gruplara gönüllü işbirlikçilik yapanlar var. Yani sadece iktidar işbirlikçiliği yapanlar var diye söylemiyorum bunu. Ama işini doğru ve düzgün yapmaya çalışan, bunda ısrar edenler de var. Belki senin çağrın onlar içindir.

Çakır: Murat, çok teşekkürler. Uzunca bir ara vermiştik. Bir dahaki sefere arayı daha kısa tutalım. Güzel bir sohbet oldu.

Yetkin: Ben teşekkür ederim.

Çakır: İzleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.