Gazetecilik anılarımın 36. bölümünde, sırasıyla Milliyet, CNN Türk ve Vatan’da çalışırken gittiğim Filistin ve İsrail’de üç ayrı dönemi, yeşeren ve kısa sürede solan barış umutlarını anlattım.
Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz
35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”
Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 36. bölümünde Ortadoğu’nun en köklü ve çözülemeyecek gibi gözüken sorununa, Filistin sorununa değinmek istiyorum. Filistin sorununa değinmek isterken de, Filistin’e ve İsrail’e gazeteci olarak yaptığım üç ayrı ziyâreti anlatmak istiyorum. İlki Eylül 1993’teydi. Tek başıma gittim, Milliyet gazetesi adına. İkincisi Aralık 1999’daydı, CNN Türk adına gitmiştim, yanımda kameraman arkadaşım Güngör vardı. Daha sonra 2004 Ekim ayında Vatan gazetesi adına gittim. Orada da foto muhâbiri arkadaşım İlker Akgüngör’le gitmiştik. Üç ayrı ziyâret, ama hemen hemen birçoğunda aynı yerlere gittim. Üçünde de Gazze’ye geçtim. Batı Şeria’da bulundum; İsrail’in değişik şehirlerine de gittim. Golan Tepeleri’ne de gittim ve o zamandan bu zamana bölgeye barış gelmedi — geleceğe de benzemiyor. Şu günlerde biraz daha sâkin olmakla berâber, her an kötü şeylerin olma ihtimâli daha yüksek, iyi şeylerin olma ihtimâli de daha düşük.
Halbuki ilk gittiğim Eylül 1993’te, birçok kişi çok ümitliydi. Gazze ve Eriha Planı vardı. İsrail’de İzak Rabin baştaydı. İzak Rabin bayağı bir barışa, çözüme angaje olmuş gözüküyordu. İşçi Partisi’nin belli bir gücü vardı ve sanki bir şeyler olacakmış gibiydi ve ben de ilk kez buraya gittim. Milliyet gazetesinde yeni çalışmaya başlamıştım ve Milliyet gazetesi beni oraya tek başıma yolladı. Çok da büyük bir projeyle yollanmadım. Yani bir yazı dizisi vs. diye değil. Ne yapacağımı çok da fazla bilmeden atladım gittim — öyle söyleyeyim, ya da yolladılar gittim. Harcırah olarak verilen para da çok yüksek bir para değildi. O zamanlar internetin falan, ya olmadığı ya da çok güçlü olmadığı zamanlardı, galiba yoktu. Her şeyi orada hallettim; tam Kudüs’te, Arap kesiminde küçük bir otelde kendime bir yer buldum. Az bir parayla birçok yere yürüyerek ya da toplu taşıma araçlarıyla giderek –ki gazeteciler yurtdışına gittiklerinde genellikle daha iyi imkânlarla giderler ve benim bundan sonraki yurtdışı gezilerimde nispeten daha iyi imkânlarla gittim– bu ilk Filistin İsrail ziyâretim gerçek anlamda yoklukla idi. Ama nedense kazâsız belâsız hallettim; birçok yere gittim, orada birtakım ilişkilerim etkili oldu. Örneğin Türkiye’den bir Mûsevî arkadaşımın sâyesinde, onun İsrail’e yerleşmiş olan bir sosyolog arkadaşını buldum. Türkiye Yahudisi bu kişi bana çok yardımcı oldu. Özellikle İsrail kesiminde birtakım ilişkiler kurmamda çok yardımcı oldu.
Ama en önemlisi, beni bir İstanbul Yahudisi’yle –şimdi adını hatırlamıyorum– onunla beni irtibatlandırdı. Türkçesi hâlâ iyi olan, çok erken yaşta İsrail’e göçmüş yerleşmiş. Bu kişinin ilginç bir işi vardı. O sağ partinin yerleşim birimlerinin, –yani işgal altındaki yerleşim bölgeleri diyelim, işgal altında Filistin topraklarında Yahudi yerleşim birimleri var biliyorsunuz ve bu birimlerin kimisi İşçi Partisi’ne, kimisi Likud Partisi’ne yakındı–, bu kişinin Likud’un yerleşim birimleriyle ilgili bir görevi vardı. Bir tür müfettişti ve hemen hemen tüm yerleşim birimlerini bilen birisiydi. O ve yanında Türkçe bilmeyen bir arkadaşıyla berâber, araçlarıyla beni birçok yerleşim birimine götürdüler. Orada tanıdıkları vardı ve ben burada işgal altındaki çok sayıda yeri –yani en aşağı on yere gitmişizdir– gezdim, gözledim; oradaki atmosferi gördüm. Bambaşka bir şeydi; tabii şimdi bir İsrail var, bir Filistin var, bir de işgal altındaki bölgelerdeki Yahudi yerleşimleri var. Yahudi yerleşimlerini Filistin’in bağrındaki üsler olarak düşünün. Buralarda gezdik; çok ilginçti, İstanbul Yahudisi olan kişi –ki yaşça benden büyüktü– çok esprili birisiydi. İstanbul’la ilgili anılarını anlatıyordu; ailesinden duydukları ve kendisinden ama her gittiğimiz yerde de, oradaki insanlarla beni tanıştırıyor; İngilizce ve Fransızca bilenlerle, kimi durumda kendisi çeviri de yapıyordu.
Daha sonra Golan’a gittim. Golan’da da aynı şekilde özellikle benim Türkiye’deki arkadaşımın kuzeni olan kişi beni Golan’da gezdirdi. Golan da Suriye’den alınmış bir işgal bölgesi ve oranın da teslimi söz konusuydu o dönemlerde. O anlamda belli bir gerginlik de vardı. İsrail’le ilgili çok yer gezdim gördüm. Filistin bölümünde ise kendim birtakım çabalarla bir şeyler yapmaya çalıştım. Birtakım ilişkiler kurmaya, Filistinli birtakım kurumların temsilcileriyle konuşmaya çalıştım. Ama en önemlisi tabii ki Gazze idi. Gazze’de ne yapacağımı çok fazla bilmiyordum; ama uzun bir süre Gazze’de kalmış olan Fransız araştırmacı arkadaşım Jean-François Legrain, bana bir Filistinli’nin adını vermişti. O kişi oradaki Fransız Kültür Merkezi’nde çalışan bir Filistinli’ydi. Fransızca bilen birisiydi. Onun yardım edebileceğini söyledi. Ben Gazze’ye –demek ki o tarihte olabiliyormuş– minibüs gibi bir şeyle gittim; öyle olması lâzım, minibüsten indikten sonra Fransız Kültür Merkezi’ne yürüyerek gittim. O Filistinli kişiyi de buldum; bir masada oturuyordu, oranın patronu gibiydi. Anlattım derdimi ve orada Gazze’deki Filistinli kurumlarla irtibata geçmek istediğimi, kendisinden yardım rica ettiğimi söyledim. O biraz top çevirdi, başından savmak istiyordu. Çünkü sonradan anladım ki bir Fransız gazeteciyle ona tercümanlık yapmak üzere anlaşmış ve o gazeteci de gelmek üzereymiş, dolayısıyla bana yardım etme imkânı olmayacaktı. Ama ben şanslı birisiyim; o tarihte de dişlerimi yaptırmamıştım, dişlerim ayrıktı, herkes bana böyle derdi. Kapıdan içeriye bir gazeteci girdi, dev gibi birisi ve benim arkadaşım çıktı: Jean-Marc Gonin, Le Pointdergisinden, daha önce Türkiye’ye gelmişti. Türkiye’ye Saddam zulmünden kaçan Kürtler, Kürt mültecileriyle ilgili haber yapmaya gelmişti. Ve ben de ona mihmandarlık yapmıştım ve çok da iyi bir arkadaşlığımız olmuştu. Ve pat diye Jean-Marc Goninkarşıma çıktı orada; o da çok sevindi, ben tabii daha çok sevindim, çünkü ne yapacağımı bilmezken, Gazze’de Jean-Marc ve yanında Filistinli mihmandar — meğer mihmandar, Jean-Marc için bir yığın randevu ayarlamış, ben de bütün o randevulara Jean-Marc’la beraber girdim. Hepsinde notlarımı aldım; yani Gazze’de bütün görülebilecek kim varsa hepsiyle görüştük.
Ondan sonra bir tek Hamas’la görüşmedi — ki Hamas o tarihlerde çok güçlü değildi, yeni yeni güçleniyordu. Adı çok ediliyordu, ama Hamas’la görüşmedi; çünkü Hamas’la daha önce görüşmüş. Benden önce görüşmüş. Sonra şöyle bir şey oldu: Biz Batı Kudüs’e geçtik; orada çok büyük bir yürüyüş olacaktı. İsrailliler’in savaşa karşı, yani barış yanlısı yürüyüşü olacaktı. Jean-Marc’ın tuttuğu araba vardı; ben de oraya minibüsle gelmiş birisi olarak Jean-Marc ile berâber Kudüs’e geçtik. Batı Kudüs’te onun kaldığı otele gittik; o üstünü değiştirirken ben aşağıda kafede bekledim. Daha sonra bana Hamas’la daha önce yapmış olduğu röportajın notlarını da verdi ve akşam da berâber –akşamüstü bir saatteydi– barış yanlısı gösteriyi izledik birlikte. Hiç unutmuyorum, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı, Jean-Marc Gonin’in yanılmıyorsam İsviçre’de üniversiteden ya da liseden arkadaşıydı. Onunla da mitinge berâber gittik. Onunla da konuşma imkânımız oldu. Ve ilk cep telefonunu orada gördüğümü hatırlıyorum. Yani daha doğrusu cep telefonu görmüş olabilirim, ama gazetecilik faaliyetinde cep telefonu kullanımını, orada büyük bir cep telefonuydu oradaki İsrail’in gazetecilerin kullandığını hatırlıyorum. Ardından o mitingi de berâber izledik; ardından Jean-Marc bana çok güzel bir yemek ısmarladı. Abartılı gelebilir, ama o yemeğin faturası belki de o gezi boyunca bana verilen harcırahın yarısı –diyeyim hadi– gibi bir paraydı. Ama dediğim gibi, fazla param yoktu, ama genç bir gazeteci olarak şevkim vardı ve de şansım vardı. Jean-Marc ile karşılaşmak. Ardından bu Milliyet’te çok geniş yer bulmadı; yani haber olarak yaptım geçtim. Bu haberleri –tabii o zamanlar internet falan yok– yazıp postaneden faksla yolluyordum. Birtakım yöntemlerle bütün bunların her birinde de bayağı bir çile çektiğimi hatırlıyorum.
Neyse, 99’da Aralık’ta gittiğimde, tabii çok daha iyi bir imkânla gittik. Ve CNN Türk adına gittik; kameraman arkadaşla berâber, orada da hem İsrail’de bulunduk hem Golan’a gittik. Ehud Barak’ınbaşbakan olduğu dönemdeydi. Yine daha nispeten sâkin, barış eğilimlerinin güçlü olduğu bir dönemdi Aralık 1999. Orada Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iadesi bayağı gündemdeydi. Ve biz Golan’da buna karşı örgütlenen İsrailliler’le röportajlar ve canlı yayın yaptık. Canlı yayını Golan’da, Amerikan vatandaşı olan ama orada Golan’ın terk edilmesine karşı mücâdele eden komitenin sözcüsü olan bir kadınla yaptım. Canlı yayın İstanbul’da önce Mehmet Ali Birand’a bağlanıyordu — rahmetli. CNN Türk’te o sonra pası bana atıyordu ve ben de orada kiraladığımız bir linkle, uplink’le bu canlı yayını Golan’dan yaptık. Daha sonra Gazze’ye geçtik; Gazze’de de bir yerel Filistin televizyonun stüdyosundan Hamas’ın o tarihteki sözcüsüyle canlı yayın yaptık. Yine ben yaptım. O sözcü daha sonra Hamas’ta üst yüzey bir yerlere geldi. Bunun nedeni de tabii ki Hamas liderlerinin çoğunun suikaste kurban gitmesiydi.
Tabii Hamas denince en önemli olay: Şeyh Ahmet Yasin’di. Şeyh Ahmet Yasin Hamas’ın lideri olarak biliyordu. Ama esas olarak rûhânî lideriydi. Kendisi ufak tefek birisiydi ve tekerlekli sandalyeyle giden bir şeyh idi. Ve biz onunla da görüşmek istedik. Ama Şeyh Ahmet Yasin çok hedefte olan birisiydi. Dolayısıyla güvenlik nedeniyle bize bu konuda söz vermediler. Ama biz yine de başvurumuzu yaptık. Daha sonra Gazze’de Hamas’ın kuruluş yıldönümü vardı. Aralık 1999’da; demek ki Aralık’ta kurulmuş, kaçıncı yılıydı bilmiyorum. Bir futbol sahasındaki o törene biz de gittik Güngör’le beraber. Ve orada, plastik sandalyeler kurulmuş, insanlar oturuyorlar, sahneye değişik insanlar çıkıp konuşmalar yapıyor, marşlar söyleniyor vs.. Ve birden büyük bir an oldu, bir heyecan oldu. Bir baktık: Minibüs değil de büyük bir araçla Şeyh Ahmet Yasin geldi, o da kutlamalara katıldı ve çok kısa kaldı. Hemen geri gidecekti ve bu arada bizim Hamas’tan temas kurduğumuz insanlar da “Hadi” dediler, “bizi takip edin”. Meğer Ahmet Yasin ile randevu talebimiz, röportaj talebimiz kabul edilmiş. Bizim de arabamız vardı; tabii artık terfi etmiştik. Güngör’e “Hadi gidiyoruz” dedik, atladık arabaya ve öndeki cip gibi olan aracı takip etmeye başladık; ama öndeki araç, Şeyh Ahmet Yasin söz konusu olduğu için bayağı böyle zikzaklar yaparak çok hızlı bir şekilde gidiyordu — İsrail’in muhtemel bir saldırısına karşı tedbir olarak. Biz zar zor sonuçta bir yere geldik. Küçük bir apartmanın önüne geldik. Orada durdu araç ve bizi de bir süre sonra içeri aldılar. Büyük bir salona aldılar ve dediler ki: “Siz burada hazırlığınızı yapın, Şeyh Yasin birazdan gelecek sorularınızı sorabilirsiniz”. Çok heyecanlı bir andı tabii benim için. “Hadi” dedim Güngör’e, “hazırlık yapalım”. Güngör birden dedi ki: “Tripod yok”. Tripod nedir? Kameranın üzerine konduğu ayak. Yani o karambolde tripodu unutmuş. Nerede unutmuş? Top sahasında, yani o kutlamanın olduğu yerde. Neye uğradığımızı şaşırdık. Ve ben hemen Hamasçılar’a dedim ki: “Ya, böyle böyle… Arkadaş da şeyi unutmuş falan o şeyde;” çok acayip bir şeydi, “Tripod olmadan nasıl çekeriz?” vs.. Tabii ki mümkündü, ama bu eski, o tarihte… tabii şimdi cep telefonu ile falan da çekiyoruz. Ve o tarihte profesyonel kameralar kullanılıyor. Bayağı bir umutsuzluğa kapıldık; kapıldık, ama en çok tabii ki Güngör kapıldı. Ama sonra, gerçekten Hamas muazzam bir örgütlülük içerisinde; “Biz tripodumuzu kaybettik” dememizden yarım saat mi ne sonra geldi tripodumuz, geldi tripod.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Neyse, Şeyh Yasin’le röportajımızı da yapıp kaydettik. Canlı yayın olmadı bu; yolladık, ama CNN Türk bunu çok kısa kullandı. Haber bülteninde bir dakika falan –unuttum artık–, fakat sonra, aradan birkaç yıl geçtikten sonra –şimdi tarihine çok emin değilim, ama çok zaman geçmeden– Şeyh Yasin gerçekten İsrail’in suikasti sonucu hayatını kaybetti. O dediğim, arabayla zikzakşar yapmasının vs. tabii ki bir nedeni vardı. Ve birkaç yıl sonra bunu da gördük. Şeyh Yasin hayatını kaybetti İsrail saldırısıyla. Ve CNN Türk de yıllar sonra o bizim yaptığımız röportajın çok daha geniş bir kısmını –ki ben o tarihte CNN Türk’ten ayrılmıştım–, “Kendisiyle CNN Türk’te röportaj yapmıştık” diye yayınladı.
Evet, son İsrail-Filistin gezimiz 2004 Ekim ayında Vatan gazetesindeyken oldu. Burada da Zafer Mutlu, Vatan gazetesinin sâhibi, bir kitap okumuş ve orada o kitaptan ilhamla bana: Filistinlilerin ve İsraillilerin acı çeken insanlarıyla, insan öyküleri yapmamı istedi. Yani ne olacak? Diyelim ki çocuğunu, çocuklarını terör saldırısında kaybetmiş İsrailli anneler, babalar ya da aynı şekilde İsrail askerinin saldırıları sonucu hayatını kaybeden Filistinlilerin aileleri gibi böyle bir röportaj dizisi yapmamı istedi. İsrail Başkonsolosluğu’na gittik. Her seferinde vize almak gerekiyor. Onu da söyleyeyim, vizeyi alıyoruz, ama vizeyi ayrı bir kâğıda alıyoruz. Çünkü İsrail vizesini gören Arap ülkeleri sizi ülkelerine sokmuyorlar, böyle bir şey var. Dolayısıyla ayrı bir kâğıda alıyoruz; ama orada bayağı bir soruyorlar ediyorlar. Konsolosluktaki kişiler ve konuştuğumuzda çok hoşlarına gitti; “Çok iyi olur” dediler. Hiç sorunsuz bir şekilde bize vizemizi verdiler ve de bir kâğıt verdiler. Bir zarf verdiler; “Gerekirse bunu da gösterirsiniz” dediler.
Biz İlker Akgüngör ile atladık gittik İsrail’e. Şunu söyleyeyim: Filistin’e gidemiyorsunuz, İsrail’e gidiyorsunuz, sonra İsrail’den Filistin topraklarına geçiyorsunuz. Özellikle Gazze’ye geçişte de bir kapıdan geçiyorsunuz; orada ayrı bir kontrolden geçiyorsunuz. Yani Batı Şeria’da birtakım kontrol noktaları olabilir; ama Gazze’ye geçişte bayağı gümrük gibi bir yer var — tabii ki askerî bir yer, oradan geçmeniz gerekiyor. Giriş-çıkışlar kontrollü oluyor ve özellikle Gazze’den çok sayıda Filistinli İsrail’e çalışmaya gidiyor –tarım sektörü başta olmak üzere– ve bunların büyük bir kısmı sabah çıkıp akşam dönüyorlar, ama kimi durumlarda İsrail yönetimi giriş-çıkışları durduruyor ve bu kişiler de işlerinden olabiliyorlar. Çok kötü bir sistem var orada. Neyse, biz gittik; İsrail’de ve Filistin’de çok sayıda insanla, annelerle, babalarla, kardeşlerle röportajlar yaptık. Bombalanan otobüste hayatını kaybeden İsrailli çocukların anneleri, babaları gibi, ya da hayatını kaybeden İsrailli askerin sonra savaş karşıtı olmuş babası gibi, ya da İsrail bombardımanında hayatını kaybeden Filistinli çocukların anne babaları gibi, yedi gün süren, “Acının İki Yüzü”diye bir yazı dizisi yaptık. Çok çok etkilemişti beni her iki taraftaki hikâyeler de. İlker de çok çarpıcı fotoğraflar çekmişti ve biz bu arada tabii İsrail’in içerisinde İnsan Hakları Derneği gibi savaş karşıtı birtakım kuruluşlarla da görüştük; onlardan bayağı bir doküman falan da aldık.
En sonunda şöyle bir şey ayarlamıştık: Her şeyi yaptık, en son Gazze’ye gidiyoruz ve Gazze’den sonra havaalanına gideceğiz; yani Tel Aviv’den uçak kalkacak, diyelim ki Gazze de işimizi saat 13.00’te bitiriyoruz, akşam uçağımız 18.00’de. İşte, bir şeyler atıştırdıktan sonra uçağa binip gideceğiz. Ama böyle olmadı; çünkü bizi Erez Kapısı’nda, Gazze’de içeri almadı İsrailliler; herkes geçti, bizi almayıp beklettiler. Yani şöyle oluyor: Filistin tarafıyla irtibatlılar; onlar kimlerin geçmekte olduğunu söylüyorlar, onlar da çağırıyor, öyle geçiyorsunuz. Yani Filistin’den çıkmak serbest, ama İsrail’e girmek sorunlu. Bekledik, bekledik, bekledik; en sonunda biz bayağı bir saatlerce bekledik. Bu arada tabii, beklerken ben artık cep telefonu falan olduğu için bizim konsolosluk yetkililerini arayıp söyledim: “Böyle böyle… bizi bekletiyorlar, uçağımız var falan diye. Onlar da bir şekilde devreye girdiler; ama sonra anladık ki zâten her şey planlıymış. Bizi uçak saatimize çok az bir süre kala bıraktılar ve hattâ Erez’e geçerken, “Uçağınız saat yedideydi, değil mi?” dediler ve biliyorlardı tam biz oradan uçağa yetişebilecek bir şekilde gittik. Bir akşam vaktiydi; havaalanına gelmeden önce o kalabalık trafikte bizim aracı kenara çektiler. Bir çadır gibi bir yerde bütün üstümüzü başımızı ve eşyalarımızı aradılar havaalanına girmeden önce; o belli ki, bizi biliyorlardı ve bize bir anlamda gözdağı vermekti. Yani oradaki varlığımızdan memnun olmadıklarını dile getirmekti.
Daha sonra havaalanına girdik; İsrail’de havaalanına gidenler bilir, çok ciddî sorgulamalar vardır — girişte ve çıkışta. Ve bunları genellikle genç yaşta kadınlar ve erkekler yapar. Size bir yığın soru sorarlar; “Neden geldiniz?” girerken. Çıkarken de, o sırada neler yaptığınız üzerine sorular sorulur Tabii ki normal turist de bu sorguya muhâtap oluyor; ama hele gazeteciyseniz, çok daha fazla muhâtap oluyorsunuz. Bayağı bir uzun sürdü sorgulanmamız; sorgulanırken orada sinirlenip bir ters hareket yaparsanız, başınıza işler de gelebilir. Olabildiğince sâkin bir şekilde –daha önceki deneyimlerimden biliyordum ama, hazırlıklıydım ama, zâten Gazze’de bekletmek, ardından yolda didik didik aranmak ve en son orası olunca, artık hakikaten illallah demiştim. En son geçtik giderken, X-ray’den geçen eşyaların içerisinde, genç bir kadın görevli, bizim oradaki İnsan Hakları Derneği’nden aldığımız kitapları gördü. Bunun üzerine bir kere daha sorguya çekildik vs.. Ama sonunda uçağa bindik; sanki bu bize şey demekti: “Gelmeyin bir daha buraya; sizi istemiyoruz” demekti. Ve ben de o tarihten sonra bir daha gitmedim; ama gitmeme nedenim bu başıma gelenlerden dolayı değil, vesîle olmadı. Yoksa orada gazetecilik yapmak her zaman için çok ilginç bir şeydir.
Bir kere, o bölgeyi Kudüs başlı başına, ama neredeyse bütün her yeri gezdim. Özellikle ilk gidişimde o bahsettiğim İsrailli yerleşim birimi müfettişleri sâyesinde, daha sonra ikinci gidişimizde de bayağı bir yer gördük. Zâten küçük bir ülke; birçok yerini görme imkânım oldu. Çok güzel; bir bütün olarak bakıldığında, gerek İsrailliler’in olduğu yerler, gerek Filistinliler’in olduğu yerler; ama tabii ki Kudüs başlı başına çok etkileyici, tarih fışkıran, çok önemli kültürlere beşiklik etmiş bir yer; ama acıların çok olduğu bir yer, sorunların çok olduğu bir yer, kanın sürekli aktığı bir yer, çok politik bir yer. Özellikle son dönemde tabii Filistin cephesinde benim özel çalışma alanım olan İslâmcılığın çok fazla öne çıktığı bir yer; dolayısıyla herhangi bir vesîlede yeniden hiç tereddütsüz gitmek isteyeceğim bir yer olduğu kesin; ama dediğim gibi 2004’teki o son kötü muameleden sonra gitmek nasip olmadı. Bakalım, umarım bir gün Medyascope adına daha sâkin bir şekilde, orada daha rahat bir gazetecilik yapma imkânını bulurum. Evet, bitirmeden tekrar sizlerin desteklerine, katkılarına, katkılarınıza ihtiyâcımız olduğunu; bu dönemde Türkiye gibi bir ülkede bağımsız ve özgür gazeteciliğin sadece gazetecilerin üzerine yüklenebilecek bir sorumluluk olamadığını hatırlatmama izin verin. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.