Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Süleyman Soylu’nun irticayla mücadelesi

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, dün 24 haber kanalındaki canlı yayında Alparslan Kuytul ve Furkan Vakfı’nın ne derece tehlikeli ve Türkiye’ye düşman olduğunu anlattı. Soylu’nun söyleminin, AKP öncesi dönemdeki iktidarlar tarafından benimsenen “irticayla mücadele” perspektifinden bir farkı var mı?

Yayına hazırlayan: Kubilayhan Kavrazlı 

Merhaba, iyi günler. Süleyman Soylu’dan söz edeceğim, ama onun öncesinde bir noktayı vurgulamak istiyorum: Sedat Peker’in açıklamaları, ikinci videosu bayağı önemliydi ve orada hedef aldığı isimlerden Elazığ Milletvekili Tolga Ağar, Mehmet Ağar’ın oğlu, bir açıklama yaptı. Jandarma Komutanlğı’ndan bir açıklama geldi; onun dışında bu olay gerçekten üzerine çok konuşulması gereken bir olay, ama büyük ölçüde görmezden geliniyor. Bunu bir not olarak düşmek istiyorum ve bugün saat 16.00’da Kemal Can ile yapacağımız “Haftaya Bakış”ta bu konuyu biraz daha deşeceğimizi vurgulamak istiyorum. Bu konuda konuşması gereken isimlerin başında tabii ki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu geliyordu, geliyor. O, dün akşam 24 kanalında uzun bir canlı yayına çıktı ve orada birçok konuya değindi. Bildiğim kadarıyla bu Sedat Peker meselesi yok. Şimdi orada esas öne çıkartılan –bugün sosyal medyada, internet sitelerinde gördüm– Ekrem İmamoğlu’nun türbede eli arkada olmasına soruşturma açılması meselesine, “Bana göre suç, ama buna soruşturma izni vermem” sözü daha çok öne çıkarılmış. 

Bir de alkollü içki yasağını nihayet sağlık gerekçeleriyle getirdikleri açıklaması… Bu başlı başına ilginç bir konu; çünkü ilk anda biliyorsunuz, alkollü içki yasağı vardı ama neden olduğu söylenmiyordu. Sonra Süleyman Soylu, ilk yaptığı açıklamada, “Tekel bâyileri listede yok” diye söylemişti; ama şimdi belli ki bir açıklama yapma ihtiyacı duymuş. Ve bu açıklama yapma ihtiyacı ile beraber, bunun aslında hayat tarzına müdahale değil sağlık gerekçeleriyle olduğunu söylemiş. Bu bize şunu gösteriyor: Süleyman Soylu aslında iktidarda Erdoğan’dan farklı bir konumda. Erdoğan genellikle yapılanları anlatma yoluna gitmiyor. Süleyman Soylu eski tip bir siyasetçi olarak meram anlatmaya çalışan birisi. Şu an gördüğünüz video da ilginç. Bugün benim ele almak istediğim konu Furkan Vakfı olayı, Alparslan Kuytul’un gözaltına alınması ve yapmak istedikleri ittifakın engellenmesi ilk Gaziantep’te ilk başlamıştı. Süleyman Soylu’nun dünkü yayını ağırlıkla bu konuya ayrılmış ve ilginçtir: Furkan Vakfı Gönüllüleri diyorlar kendilerine, en üstte gördüğünüz çarşaflı kadın Alparslan Kuytul’un eşi Semra Kuytul ve diğer Furkan Vakfı Gönüllüleri dört buçuk saatlik bir yayın yapmışlar ve Süleyman Soylu’ya dakika dakika cevap vermişler. Onun kendileri hakkında söyledikleri ve ona verilen cevaplar… 

Benim bu yayını yapma nedenim aslında buydu; yani Süleyman Soylu’nun tek başına Furkan Vakfı üzerinde söylediklerinin de bir anlamı var, ama cevaplarda da başka bir anlam var. Örneğin, dört buçuk saati izlemedim tabii ki çok yoğun bir yayın, ama benim izlediğim bölümlerden bir yerinde Semra Kuytul çok ilginç bir şey söylüyor — bunu özellikle vurgulamak istiyorum: Şimdi, Süleyman Soylu’dan bir bölüm izliyorlar, orada diyor ki Süleyman Soylu: “Ben dört buçuk yıldır İçişleri Bakanı’yım. Dört buçuk yıldır bu adamı tanıyorum, ilgi alanımızda. Adana’da parklarda oturuyor. Türkiye düşmanı ne varsa onların savunucusu, Türkiye’ye karşı ne varsa onların savunucusu. ‘Türkiye düşmanlığı nasıl yapılır?’, onu savunan bir portre ile karşı karşıyayız.” Çok açık ve net bir şekilde bir düşman tarifi yapıyor Alparslan Kuytul’dan. Semra Kuytul’un buna verdiği cevap çok ilginç, not aldım. Diyor ki: “Bu çok iyi bir gelişme” diyor, “İlginç bir perspektif”. “Ulusal kanallarda bizim hakkımızda tek bir haber bile yapılmadı bu dört buçuk yıl içerisinde. Meğer dört buçuk yıldır ilgi alanlarındaymışız. Ama bize sansür uyguladılar ve ilk kez İçişleri Bakanı bu sansürü bu yayın ile delmiş oldu.” Yani müteşekkir olmuş. 

Bu aslında geçenlerde Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Merkezi tarafından yapılan “CHP: Yalan Üretim Merkezi” çizgi filminin bir benzeri. Ne diyor? Orada mesela neydi? CHP Genel Merkezi, bu kendileri aleyhine yapılan şeyi, çizgi-filmi sosyal medyada paylaştılar, çünkü bundan rahatsız olmadılar. Şimdi Semra Kuytul da diyor ki: “İçişleri Bakanı çok iyi bir şey yaptı, bizden bahsetti.” Burada işte önemli olan husus bu: Neden 4 buçuk yıl sonra İçişleri Bakanı çıkıp bir televizyon kanalında böyle uzun uzun bu konuya değiniyor? Ve bu yayında Alparslan Kuytul’un değişik zamanlarda yaptığı konuşmalardan, yedi tane farklı konuşmadan bölümler kesilmiş. Bunları göstertmiş Süleyman Soylu. Yani Alparslan Kuytul’u teşhir etmeye yönelik bir olay. Bu da bir yere kadar anlaşılır bir şey; ama bir yerden sonra çok da anlaşılır bir şey değil. Normalde, bu tür olaylarda, gazetecilik faaliyetlerinde konuk böyle hazırlanmış, kesilmiş parçalar verir ve onu da televizyoncular yayınlamaz diye bilirdik, ama neyse ilginç bir olay. 

Burada şunu görüyoruz: Bu olay, Adana merkezli Furkan Vakfı olayı belli ki iktidarı çok ciddi bir şekilde rahatsız ediyor. Bunu biliyorduk. Şu âna kadar değişik operasyonlar yaptılar, birtakım öğrenci yurtları kapandı, Kuytul tutuklandı, yargılandı, başkaları gözaltına alındı, başkaları gözaltına alındı, işte üzerlerine basınçlı su sıkıldı, en son camide biber gazı sıkıldı vs.. Ama bu yapı, Alparslan Kuytul ve onu takip edenler pes etmediler ve bu artık iktidarı iyice bunaltmış durumda. Ama burada ilginç olan bir husus, yayının başlığına ona çıkarttım: Bu, irticâ ile mücadele gibi seyretmeye başladı artık. Şimdi “irticâ ile mücadele” diyorum ama bunu, hani çok popüler Z kuşağı bunu bilmez diyeyim. Şundan dolayı bunu bilmez: İrticâ lâfı bir dönem çok yaygındı, özellikle medyada ve iktidarların dilinde çok yaygındı. Dinî hareketlere karşı, İslâmî hareketlere karşı, cemaatlere karşı yöneltilen suçlamaların hepsi irticâ tâbiri üzerinden giderdi. İrticâ, yani bir anlamda gericilik. Gericilik olarak târif edilirdi ve burada bir resmî söylem vardı. 

Bu resmî söylem kabaca şudur: “Tamam, Türkiye’de halkın büyük bir çoğunluğu Müslüman, herkes dinini özgür bir şekilde yaşıyor, ama birileri bu özgürlükleri suiistimal edip din üzerinden ortalığı karıştırmaya çalışıyorlar.” 28 Şubat da böyleydi, bundan önceki dönemlerde de böyle, tek parti döneminde de böyleydi, çokpartili döneminde de böyle. Yani devletin resmî dilinde bir irticâ ile mücadele perspektifi vardı; ama devlet yöneticileri hiçbir zaman kendilerini din karşıtı olarak tarif etmezlerdi. Tam tersine dinin iyiliğini önemsediklerini söylerlerdi. Örneğin 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nin ardından Kenan Evren ülkeyi dolaştığında, her mitingde Kuran’dan âyetler okurdu ve kendisinin ne kadar Müslüman olduğunu ve gericilerin, mürtecilerin, irticânın İslam’a ne kadar zarar verdiğini söylerdi. Şimdi Süleyman Soylu’nun dünkü yayınında söylediklerinden bir bölüm: “Maalesef bu topraklarda bu tip hâdiseler çok gördük. Ama vatandaşımız bilsin ki burası Müslümanlığın doya doya her hâliyle yaşandığı bir ülkedir. Bu meseleyi istismar etmek isteyenler, teröristleri övenler bizim tahammül edebileceğimiz işler değildir. Hukuk da görevini yapar, bizim arkadaşlarımız da yapar.” Ve noktayı koyuyor. Açıkçası, geçmişteki irticâ ile mücadele perspektiflerinden bu söylemin, bu yaklaşımın çok fazla bir farkı yok. 

Tabii ki şöyle bir fark var: Türkiye’de iktidar, uzun bir süredir, neredeyse 20 yıldır İslâmî hareket içerisinden gelmiş bir hareketin ve bir liderin iktidarı, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı. Ama burada ilginç bir olay oluyor. Sonuçta bir yerde kendilerinin istediği şekilde İslâm’ı yaşamayan ya da buradan hareketle bir şeyler yapmaya çalışan, bir sosyal hareket, siyasî hareket yaratmaya çalışanlar kendilerine zarar vermeye başladığı zaman, hemen devlet devreye giriyor; hukuk diyor, ama hukuktan önce, öncelikle polis devreye giriyor. Bu arada camide gaz sıkılmasının yanlış olduğunu kabul ediyor, bir ayrıntı olarak. Ama müdahaleyi, şu âna kadarki müdahalelerin hepsini normal olarak tanımlıyor. “Şimdi bunda ne var?” denebilir. Bunda çok şey var. Bunda öncelikle, Türkiye’de aslında çok şey değişmiş olabilir, ama devletin perspektifinin, özellikle din-devlet ilişkilerindeki perspektifinin büyük ölçüde aynı kaldığını düşünüyorum. Artık irticâ lâfı edilmiyor olabilir; tabii ki edilmeyecek, çünkü Erdoğan’ın iktidarındayız, AKP iktidarındayız. Ama sonuç olarak zamanında irticâ lâfı edenler ile bugün beğenmedikleri dinî grupları engellemek isteyenlerin ettiklerinin üç aşağı beş yukarı aynı olduğunu görüyoruz. Şimdi bakıyorum, Alparslan Kuytul ve Furkan Vakfı’nın başına gelenlere yönelik yapılan uygulamalar hakkında iktidar yanlılarının bunu meşrulaştırma çabaları var. Yapılanın yanlış olmadığını söylüyorlar, tıpkı Süleyman Soylu gibi. Ve bunlara yöneltilen suçlamaların hemen hemen hepsi içerik olarak, birebir aynı değil ama üslûp olarak geçmişte irticâî diye tâbir edilen gruplara yönelik olarak geçmiş iktidarların, sahipleri ve savunucuları ve özellikle medyasının ağzıyla, üslûbu ile aynı. 

Ben açıkçası üslûbun içeriği çok ciddi bir şekilde belirlediğine inananlardanım. Ne dediğinizden ziyade nasıl dediğiniz çok önemlidir. Nasıl bir yerden baktığınız, yukarıdan bakıp kendini her şeye âmir, her şeye hâkim, tek haklı olarak gören ve insanlara, “İslam ise böyle yaşanır, laiklik ise böyle yaşanır, şuysa böyle yaşanır” diye dayatma perspektifi Türkiye Cumhuriyeti topraklarından asla eksilmedi. Ve aslında AKP iktidarı, geçmişten miras aldığı devlet dilini kendi muhaliflerine karşı zaten uyguluyordu; ama onlar zaten muhalif olduğu için –diyelim ki Kemalist, laik vs. ya da CHP’li ya da HDP’li, şu bu– onlara yapılanı zaten normal görüyor, görebiliyor kamuoyu. Ama bu kadar, böyle olaylar olduğu zaman, işin gerçeği böyle olaylarda ortaya çıkıyor. Normalde benim gibi birisinin bu meseleyi çok da fazla konuşması beklenmez. Bu meseleyi daha çok kimlerin konuşması gerekir? Kendilerini din üzerinden târif edenlerin konuşması gereken bir husus olarak düşünülür. Ama görüyoruz ki kaba tâbirle kimse bu topa girmek istemiyor. Çünkü bunlar netâmeli konular. Yani burada mesele Alparslan Kuytul’u savunmak ya da Furkan Vakfı’nı savunmak değil. 

Bu hareketler, İslâmcı hareketler, toplumun kendileri gibi olmayan kesimlerine karşı bakışları çok belli olan hareketler ve dolayısıyla siyâseten yaptıklarının… yani şöyle söyleyeyim: Savunduklarının doğru olduğunu hiçbir şekilde düşünmüyorum, fakat şunu da biliyorum ki herkes gibi onların da bu Türkiye’de özgürlükleri var, özgürlük alanları var, kanunlar çerçevesinde çizilmiş sınırlar içerisinde. Ama biliyoruz ki Türkiye’de uzun bir süredir hukuk devleti söz konusu değil ve dolayısıyla bu hukuksuzluktan herkes gibi onlar da nasiplerini alıyorlar. Burada önemli olan devlet dilinin, sistemin dilinin aynı olması. Tekrar söylüyorum; bir irticâ eksik, bir irticâ eksik. Bakıyoruz insanların burada söylediklerine, bu grup hakkında söylediklerine, mesela Süleyman Soylu’nun bu grup hakkında söyledikleri çok sert. Bunları herhangi bir İslâmcı gruba böyle lâflar ediyor olsam, hemen bana ya da başkasına ya da bir CHP’liye falan, hemen, işte “paranoyak”, şu bu gibi lâflar edilir. Ama Süleyman Soylu o dilini, ilginçtir; PKK’ya ya da başka terör örgütlerine yönelik kullandığı dilini burada da aynen tekrar edebiliyor, ediyor. 

Burada tekrar başa dönecek olursak, Süleyman Soylu’nun ilginç bir özelliği var. Süleyman Soylu, hâlâ eski tip siyasetçi ve hâlâ meram anlatıp yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyor. “Bunu yaptık, çünkü…”, “Bunu yaptık, çünkü…”, “Şundan haklıyız” diye anlatıyor, ama ortada çok ciddi bir sorun var. Yaptıklarının çoğunda haklı değil; hatta burada söz konusu olan içki yasağı doğrudan özel hayata müdahale. Ama kendisi bize Dünya Sağlık Örgütü’nden birtakım aktarmalar ile bunun sağlık nedeniyle yapıldığını anlatmaya çalışıyor ya da Ekrem İmamoğlu’nun türbede elini arkasına bağlamış olmasının suç olduğunu söylüyor. Değil, bana göre tabii ki değil. Ya da Alparslan Kuytul’un yaptıklarının çok sert bir şekilde cezalandırılması gerektiğini söylüyor; bana göre değil. Bunları anlatmaya çalıştığı zaman, bunları anlatmaya çalıştığı zaman tabii ki siyaset yapıyor. Siyaset yaptığı zaman dikkat çekiyor. Ama anlatımlarındaki eksiklikler –ki bunların bir kısmı kendisinden, ama büyük bir kısmı Türkiye’deki genel sistemden kaynaklanıyor– bunların hepsini de üstlenmiş oluyor. Yani şu anda gördüğüm kadarıyla, siyaseten ülkede iktidarın yükünü esas olarak Süleyman Soylu, büyük ihtimalle de gönüllü bir şekilde sırtlanmış gidiyor. Bu yükü sırtlanmanın tabii ki artıları ama çok da eksileri olacaktır. Şu anda onun arasında nasıl bir denge tutturduğunu düşünüyor bilmiyorum, ama ben dışarıdan bir gözlemci olarak baktığımda, siyasî iktidarın olumsuzluklarının ya da eleştirilen yönlerinin büyük ölçüde sahibi Süleyman Soylu gibi görünüyor. 

Kimi yorumculara göre bu Süleyman Soylu’nun siyasî geleceği için pozitif bir şey — bana göre değil. Bu, bugün geleceğe yatırım yaptığı düşünülen, yani özellikle Erdoğan sonrasına yatırım yaptığı düşünülen, varsayılan –ki galiba öyle– Süleyman Soylu için bu günlerde yaptıkları, söyledikleri bence çok iyi bir miras olmayacak. Çünkü Süleyman Soylu’nun bütün bu söylediklerinde, hepsinde özgürlükçülük, demokrasi, çoğulculuk yok. Tamamen güvenlik, güvenlik, güvenlik var. Yarın Erdoğan sonrası dönemde bir siyasetçi Türkiye’de iddia sahibi olacaksa, artık özgürlükleri telaffuz eden bir siyasetçi olması lâzım. Bugünden biriktirdikleri yarın Süleyman Soylu’nun ve benzer siyasetçilerin önünde engel olarak çıkacaktır diye düşünüyorum. Evet saat 16.00’da Kemal Can ile “Haftaya Bakış”ta Süleyman Soylu’yu yine konuşuruz, aman ben artık söylediklerimi söylediğim için Kemal’e pas atarım. Saat 16.00’da tekrar buluşmak üzere. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.