Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (40): “Keşke hiç yapmasaydım” dediğim Hüseyin Baybaşin röportajı

Gazetecilik anılarımın 40. bölümünde, 1995 Aralık ayında Milliyet Gazetesi adına Paris’te yeraltı dünyasının ünlü isimlerinden Hüseyin Baybaşin ile yaptığım röportajın öyküsünü anlattım.

Hüseyin Baybaşin Hollanda’daki cezaevinden yolladığı e-posta ile, yayında sözünü ettiğim İstanbul’daki öldürme olayıyla ilgili olarak şu açıklamayı yaptı: “O şahsın öldürülmesiyle benim hiçbir ilgim yok. Benim yakınlarımın da hiçbir ilgisi yok. Türkiye’deki mahkemenin kararı da benim hiçbir ilgimin olmadığına yönelik karara bağlandı.”

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba. İyi günler. “Gomaşinen”in 40. bölümünde yeraltı dünyasını anlatmak istiyorum — daha doğrusu gazetecilik hayâtımda yaptığım belki de tek yeraltı dünyası röportajını. Özellikle son dönemde Sedat Peker’in peş peşe videoları çıkıyor biliyorsunuz ve ben de bu videoların ardından onları değerlendiren analizler yapıyorum ya da videolar çekiyorum ve çok kişi, izleyiciler takipçiler, “Neden Sedat Peker’le yayın yapmıyorsunuz?” diyorlar. Bunun tabii hukukî bir yönü var; ama esas olarak da şimdi size anlatacağım olay var. 95 yılı sonlarında yaptığım bu röportajdan sonra, bu konuda bir daha bir şey yapmaya açıkçası gönlüm el vermedi; hele bu yaştan sonra bir daha yapar mıyım çok emin değilim. 

Evet, 1995 sonlarındaydı — tarihinden çok emin değilim açıkçası, ama bu yaptığım röportaj 27 Aralık 1995’te Milliyet gazetesinde yayınlandı; fakat röportajı onun öncesinde yaptım, uzun bir süre gazetenin elinde bekledi. Dolayısıyla muhtemelen 1995 yılının Aralık ayı başında olması lâzım; Hüseyin Baybaşin Diyarbakır Liceli, âilesi çok bilinen bir âile, yeraltı dünyasıyla irtibatta olarak biliniyor. 

Kendisi İngiltere’de hapis yatmış, sonra çıkmış, Avrupa’da olduğu söyleniyordu ve eroin işinde olduğu söyleniyordu; aslında değişik yerlerde kendisiyle yapılmış birtakım röportajlar vardı, buralarda birtakım açıklamalarda bulunuyordu, isimler veriyordu; o âna kadar çok ilgimi çeken birisi değildi açıkçası. Fakat bir arkadaşım bana birilerini getirdi –bir arkadaşım derken, Galatasaray Lisesi’nden tanıdığım birisi, cezaevinde yatıp çıkmış birisi–; o ve cezaevinden tanıdığı, yine sol bir örgütten yargılanmış arkadaşlarıyla muhabbet ederken, bana Hüseyin Baybaşin’den bahsettiler; Baybaşin’in bir şeyler anlatmak istediğini, yayınlayacak gazeteci ve gazete bulamadığını söylediler ve beni bir anlamda gaza getirdiler. 

Ben de işte, 95 olduğuna göre 33 yaşındayım, biraz gaza geldim açıkçası; ama Milliyet gazetesine çalışıyordum, o tarihlerde Milliyet gazetesinin böyle bir şey yayınlayacağından da çok emin değildim; o sırada Milliyet gazetesi bir geçiş dönemindeydi, gazete yönetimi biraz karışmıştı ve merhum Hikmet Bila, Hikmet Abi fiilen gazetenin yönetimini üstlenmiş durumdaydı; yayın koordinatörü gibi bir titri vardı, onunla ben anlaşmalı olarak dışarıdan Milliyet’e yazı dizileri yapıyordum. Bu olay olunca, gittim Hikmet Abi’ye anlattım — Hikmet Abi çok değişik birisiydi, siyâseten biraz farklı gibiydik, ama çok iyi gazeteciydi Allah için. Anlattım ona; çok sigara içerdi, hep gözümün önüne sigara içerkenki hâli gelir. Anlattım ona, dedim ki: “Ya, böyle böyle bir şey var; zâten adam sağda solda bir şeyler söylemiş”. Arşivden de bulmuştum; o tarihlerde internet falan o kadar yaygın değil. “Bu adamla röportaj yapabileceğimi söylüyorlar, yapalım mı? Yaparsak basar mıyız?” vs. diye sordum. “Nerede?” “Yurtdışında, Avrupa’da”. Hikmet Abi dedi ki: “Sen hele bir yap, sonra bakalım; yani şu anda basamayız diyemem, bir yapalım, malzeme gelsin, mal gelsin, onun üzerinden bakalım. Denemeye değer” dedi. Ben de iyi tamam dedim. 

Onun üzerine start verdik: Avrupa’da bana genç birisi eşlik edecek, Baybaşin’i tanıyan birisi; onun aracılığıyla ben Baybaşin’le Avrupa’da bir yerde –neresi olduğu bilinmeyen bir yerde– buluşacağım ve röportajı yapacağım. O sıralar şimdiki gibi teknoloji o kadar gelişkin değil, yani cep telefonlarıyla filme almak, video çekmek artık herkesin, benim bile yapabildiğim şeyler; ama o tarihte böyle değildi. Ben dedim ki: “Ya, bu röportajı teybe kaydedelim falan, ne olur ne olmaz; bunun bir de videosunu çeksek iyi olur” diye düşündüm; belki bir haber kanalına falan da veririz diye. Bunu nasıl yapacağımı düşünürken, Paris’te yaşayan gazeteci arkadaşım Levent Tayla –ki Levent Tayla benim Nokta dergisinde ilk gazeteciliğe başlamamı sağlayan kişidir, çok yakın arkadaşımdır–, Levent o sırada Alman gazeteci eşi Steffi ile berâber Paris’te yaşıyordu ve çalışmıyordu; yani evdeydi, öyle diyeyim, hani bir şeyler yapıyordu ama serbestti. Levent’i aradım, dedim ki: “Ya, böyle böyle bir şey var, bana video çeker misin? Berâber yapalım”. Levent de “Tamam” dedi ve bir kamera ayarladı ve o video kısmını halledecek. Olayı da anlattım, kiminle görüşeceğimizi de anlattım; tabii olayın nerede nasıl yapılacağını bilmiyoruz. 

Sonuçta şöyle bir noktada anlaştık: Bir sabah Bonn Köln Havaalanı’na uçuyoruz İstanbul’dan, Levent de Paris’ten oraya uçtu geldi. Aslen Levent Almancacıdır, Avusturya Lisesi mezunudur ve Almancası çok iyidir ve Almanya’da uzun süre yaşamış birisidir, zâten eşi de Alman; ama Fransızca da biliyordu. Neyse Levent’le biz buluştuk; ondan sonra eski model bir Mercedes’le Lübnanlı olduğunu tahmin ettiğimiz ama ağzını hiç açmayan bir şoför bizi aldı ve biz gidiyoruz. Arabayla gidiyoruz, nereye gittiğimizi bilmiyoruz, bir yerde buluşacağız. Gittik gittik gittik, Almanya’dan çıktık, Belçika’ya geçtik, Belçika’dan çıktık. Bu arada Brüksel’e doğru, tabii Levent’le biz arkada oturuyoruz; o genç çocuk ve şoför önde, Levent bana diyor ki: “Ya, işte Namur, burada bir tanıdık var, inşallah buradadır, görüşürüz, evde kalırız”. Ondan sonra Brüksel’de yanılmıyorsam kayınvalidesi vardı, orayı da geçtik, sonra Fransa’ya girdik, Fransa’da sonuçta Paris’e kadar geldik; yani Levent Paris’ten sabah uçağına bindi Bonn Köln Havaalanı’na geldi, arabaya bindik ve en sonunda –o tarihlerde Levent bisiklet kullanıyormuş Paris’te– evine bisikletle 20 dakika mesâfede bir yere gittik, bir kafeye. Kafede Baybaşin’le buluştuk; kafenin adını da Levent’e sordum, o hatırlıyordu, Fouquet yanılmıyorsam, kafenin adı Fouquet. Evet, Fouquet Levent’in evine metroyla 5-6 durakmış.

Her neyse, Baybaşin’le orada buluştuk; ondan sonra da akşam Şanzelize’de acayip lüks bir Lübnan lokantasında yemek yedik; avukatı vardı yanında, Türkiyeli birisiydi. Bayağı bir muhabbet ettik, Levent de, ben de, o da; ondan sonra bize bir oda ayarlamışlar bir otelde, orada Levent’le ikimiz aynı odada kaldık ve ertesi gün o odada röportajı yaptık: Levent kameraya alıyor, karşılıklı koltuklara oturmuşuz Hüseyin Baybaşin’le. Bayağı uzun bir röportaj yaptık; her şeyden bahsetti, bir yığın isim verdi, şaşırtıcı şaşırtıcı isimler ve şunu söylüyordu: En çok 12 Eylül döneminde iş yapmışlar; askerî rejim döneminde askerin bilgisi dâhilinde olduğunu söylüyordu. Bir lâfı vardı çok çarpıcı: “Devlet memuru gibiydik” diyordu.

Bir de şunu hep söylüyordu: “Kimimizi Kürt diye…” –ki kendisi öyleydi– “…kandırırlar, kimimizi Türk milliyetçisi diye kandırırlar, kimimizi şu diye kandırırlar, vs..” Ben de, Türk milliyetçisi deyip durduğu zaman da hep, “Alaattin Çakıcı’yı mı kastediyorsunuz?” derdim — ki o tarihte Çakıcı çok meşhurdu. Baybaşin Alaattin Çakıcı’yı önemsemiyordu; “Yok ya, o değil” falan diyordu; ama isim de vermiyordu. Bu olaydan bir yıl sonra meşhur Susurluk kazâsı olduğu zaman, Abdullah Çatlı orada hayâtını kaybettiğinde, tabii ki bende bir yıl sonra jeton düştü, orada kastettiği büyük bir ihtimalle Çatlı’ymış. 

Birbirlerini tanıyan, ama sonra aralarında sorun çıkan insanlar ve sorun çıktıktan sonra da tasfiye edileceğini düşündüğünde de bir şekilde kendini ifâde etmesi, bu anlamıyla Sedat Peker’in olayına benziyor; eğer bugün o olay olsaydı, muhtemelen Baybaşin beni ya da başka bir gazeteciyi çağırmaz, kendisi video doldurur yapar ve YouTube’a koyardı; tıpkı bugün Sedat Peker’in yaptığı gibi. 

Her neyse, bayağı uzun bir söyleşi yaptık; çok isim verdi, çok olay anlattı ve ben bütün bunların karşısında neye uğradığımı şaşırdım tabii. Ağzımız açık kaldı, ama bunların hepsi tabii ki onun iddiaları, bizim bunu kanıtlama imkânımız da yok, hukukî olarak bu şeyleri basma durumumuz var mı yok mu açıkçası hiçbir şey bilmiyordum. Tabii ki orada işin kolayı, “Gazeteye teslim edelim, gazete bakar; onlar ne derse ona göre yaparız” diyordum; çünkü gerçekten çok büyük bir olaydı ve anlattıkça anlatıyordu. Yani burada sahte dolar da var, uyuşturucu da var, silâh da var, birçok şey var ve siyâsetçiler var, devlet var, değişik değişik yeraltı dünyasının isimleri var. Örneğin kendisine İngiltere’de cezaevindeyken ziyâretine gelenler var, şu var bu var ve çok büyük bir şok oldu. 

Büyük bir gazetecilik yapıyoruz, ama elimizde bir ateş topu gibi kaldı; sonuçta ben bunları İstanbul’da gazeteye teslim ettim ve beklemeye başladım. Gazete karar verecek; ne yapacağız ne edeceğiz o karar verecek. Bu arada Baybaşin sürekli beni arıyor cep telefonundan ve soruyor: “Ne oluyor ne bitiyor?” diye. Ben de diyorum ki: “Vallahi bilmiyorum. Gazetenin kararı olacak. Şu olacak bu olacak, bekliyoruz” diyorum. Hattâ bir keresinde, yurtdışına gitmiştim, Barcelona’da bir arkadaşımın yanında tatile; beni Barcelona’dayken aradı, çok da güzel bir tatil yaparken, tatilin ortasında aradı, dedi ki: “Şimdi kaynaklarımdan öğrendim, Türkiye’ye girdiğinde seni alacaklarmış”. “Niye alacaklar?” “İşte, bu röportaj nedeniyle”. Halbuki ortada röportaj yayınlanmış falan değil; neye uğradığımı şaşırdım. Ondan sonra birilerine danıştım, sonra dedim ki: “Ne yapalım, e girelim gidelim”. 

Hiç de bir şey olmadı ondan sonra; sonuçta, o malzemeden, isimlerin hiçbirisini kullanmadan kısa bir haber yaptık; ancak o kadarını yapabildik, fakat o hâliyle bile hiç unutmuyorum, Mehmet Altan o sırada hangi gazetedeydi bilmiyorum, ben o güzelim röportaj –güzelim röportaj diyorum ama, dediğim gibi o böyle bir patlayıcı gibiydi, zaman ayarlı patlayıcı gibiydi–; o hâliyle oradaki, “Devlet memuru gibiydik” lâfını alarak oradan bir köşe yazısı yazmıştı onun farkındayım; ama bizim o malzeme olduğu gibi heder oldu. Şu anda düşünüyorum, bakıyorum o tarihten bu zamana Türkiye’de yaşananlara falan, gerçekten yayınlanabilecek bir şey değilmiş; yani bir de hukukî olarak orada verdiği isimlerin her biri dava açsa, herhalde Milliyet gazetesi hayatı boyunca o davaların altından kalkamazdı. 

Bu olaydan kısa bir süre sonra, yani birkaç sene sonra Baybaşin Hollanda’da tutuklandı ve hâlâ cezaevinde, onu biliyorum. Yirmi küsur yıldır cezaevinde; bu bizim röportajdan bir yıl sonra Susurluk oldu. Orada Mehmet Ağar, Sedat Bucak, Abdullah Çatlı birbirinden farklı isimler aynı anda bu olayın içerisinde ve Türkiye işte bir hesaplaşmaya girdi, sözüm ona bu derin devletle hesaplaşmaya — hiçbir şey çıkmadı, o tarihteki isimlerin bir kısmı tekrar çıktılar. Bugün Mehmet Ağar yeniden Türkiye’nin gündeminde birinci sırada yer alıyor, Baybaşin içeride, ama hâlâ bir etkisi olduğunu arada sırada görüyorum; avukatları aracılığıyla vs.. Âilesi büyük bir âile olarak varlığını sürdürüyor. 

Bir de tabii burada en acı olaylardan birisi, bu röportajı yapmamda bana aracılık yapan kişilerden birisi de Baybaşin’le yaşadığı bir husûmet nedeniyle bizim röportajı yapmamızdan iki yıl sonra yanılmıyorsam İstanbul’da bir tetikçi tarafından vuruldu, öldürüldü — bir de olayın böyle başka bir boyutu da var; yani sonuçta neresinden bakarsanız bakın, karanlık bir olaydı. Kafamı uzattım, uzattıktan sonra uzattığıma açıkçası pişman oldum ve bu tür olaylar yani bu tür gazeteciliğin şimdi mesela Baybaşi’nin açıklamaları üzerinden bir şeyler söylemek ya da Sedat Peker’in açıklamaları üzerinden bir şey söylemek eyvallah, ama orada doğrudan bu olayın detaylarını onlarla konuşarak yapmak etmek gerçekten çok netâmeli bir konu — en azından tür olarak benim gazeteciliğime çok uygun değilmiş. Baybaşin olayıyla berâber böyle bir deneyim sahibi oldum ve o günden bugüne değişik vesîlelerle önüme bu tür fırsatlar çıktığı zaman hiçbirisini değerlendirmeye yönelmedim. 

Ama şunu biliyorum: Yeraltı dünyası denen olay öteden beri bildiğim, ilgimi çeken bir olaydır; yani bizim ilk gençliğimizde Dündar Kılıç, Kürt İdris, Oflu İsmail gibi isimler vardı, onların gazetelerde arada sırada haberleri çıkardı. Yılmaz Güney’in “Çirkin Kral” olarak filmleri vardı. Daha sonra dünya çapında tabii ki Baba ve diğer mafya filmleri şunlar bunlar, bildiğimiz âşinâ olduğumuz ve ilgi de duyduğumuz şeyler; ama gazeteci olarak bunların içerisine çok fazla girmek çok akıl kârı değil. Tanıdığım birtakım meslektaşlarımın içerisinde bunu gerçekten çok düzgün yapanlar oldu; bir de bu olaylara girip bunun bir şekilde parçası olanlar oldu — özellikle son Sedat Peker’in videolarında arada sırada birtakım gazetecilere referans verdiğini görüyoruz, bu “gazeteciler”in aslında onunla birileri arasında mesaj taşıyıcı olduklarını görüyoruz. 

Bu tür olayların, yani bu tür gazeteciliğin çok yanlış olduğu kanısındayım; gazetecilikte en önemli husus mesâfedir. Ama mafya olaylarına giren gazeteciler için burada garip bir şey var, efsun var, bunun bir câzibesi var; ona kapılması çok kolay oluyor. Burada hem yeraltı var, hem şatafat var, güç var ve bunun etkisinde kalmak çok kolay oluyor ve kendini bunun bir şekilde parçası olarak gören birtakım meslektaşlar oldu, hattâ dönem dönem bu nedenle başlarına iş gelenler de oldu. Ben açıkçası 1995 sonunda yaşadığım bu deney nedeniyle –ki tam olmuş bir olay değil, boşuna yapılmış bir röportaj oldu– bu da bana ders oldu diyeyim; aslında ucuz atlattığımı da söyleyebilirim. Şimdi, yıllar sonra, 26 yıl sonra hâlâ o dönemle ilgili, o röportajla ilgili bazı şeyleri hatırlayamıyorum, hatırlamak istemiyorum herhalde; çünkü kötü, yani “olmasaydı iyi olurdu” deneyimlerden birisi; ama “Gomaşinen”de buna yer vermesem de olmazdı. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.