Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan karşıtlığı doğru mu?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün gece TRT’de katıldığı canlı yayında gösterdiği performans, onun bir süredir yaşadığı krizi gözler önüne serdi. Bir süredir eskilerin güçlü Erdoğan’ından eser kalmadığı ortada. Kemal Can son yazısında, bu durumdan hareketle Erdoğan karşıtlığı yanlış mı? sorusunu sordu. Ben de Can’ın başlığını tersine çevirerek muhalefetin Erdoğan karşıtlığı konusunu nasıl ele alması gerektiği tartışmasını sürdürmeye çalıştım.

Yayına hazırlayan: Kubilayhan Kavrazlı

Merhaba, iyi günler. Bugün üçüncü kez karşınızdayım. Saat 13.00’te yaptığım yayında kafamda bir yayın daha olduğunu söyledim. Tabii ki 16.00’daki Menderes Çınar yayınından da bahsettim, ama kafamda bir yayın daha olduğunu, Erdoğan’ın dün geceki TRT canlı yayının üzerine bir şeyler söylemek istediğimi vurgulamıştım, ama emin değilim demiştim. Yapıp yapmamayı düşünürken, ya da neresinden ele alayım diye düşünürken, Kemal Can’ın Gazete Duvar yazısı ile karşılaştım, “Erdoğan karşıtlığı yanlış mı?” diye. Çok iyi bir yazı, herkese tavsiye ederim. Bu yazıyı cuma günü “Haftaya Bakış”ta kendisiyle tartışırız. Çok verimli bir tartışma konusu. Ben de başlığı ondan çaldım sonuçta. O “Erdoğan karşıtlığı yanlış mı?” diye sormuş; ben de “Erdoğan karşıtlığı doğru mu?” diye bir başlıkla, dünkü TRT yayınının ilham verdiği bazı görüşlerimi aktarmak istiyorum. Bu Erdoğan karşıtlığı meselesi de bunları anlatmada çok iyi bir çerçeve sunuyor sahiden. Bu nedenle Kemal’e de ayrıca burada teşekkür ederim.

Şimdi, dün Erdoğan üç saat civarında konuştu. Karşısında soru sormaktan çekinen insanlar vardı. Hatta bazı yerlerde, bugün öğlen yayında da söylediğim gibi, 128 milyar sorusunu onlar sormadan –ki soracaklarını sanmıyordum–, kendisi sordu ve cevap verdi; aslında cevabı da veremedi. Ama dünkü yayından akılda kalan, bir çokpartili sistem meselesi var — ki büyük bir ihtimalle karıştırdı. Ama nasıl denir? Lapsusların anlamı ortada. Üç doz aşı olma meselesi, yine Merkez Bankası Başkanı meselesi ve bundan dolayı dövizlerin hoplayıp zıplaması, kurların hoplayıp zıplaması ve bir gazeteci arkadaşın korunaklı bir alan olan hayvan hakları meselesi üzerine getirdiği yerde söylediği, “İki hayvanım…” lâfı… yani o “hayvan” lâfı da bir acayip, neyse, “İki tane vardı geçen hafta itibariyle, ama şimdi bir tane var” sözüne, “Öldürdün mü?” demiş olması… — ki acayip bir şey; yani gerçekten insan ne diyeceğini şaşırıyor. Bütün bunlar, Erdoğan’ın bu performansı, televizyon performansı, başlı başına onun ne durumda olduğunu aslında bize gösteriyor. Bilenler bilir — değişik vesilelerle anlattım: Erdoğan’ın ilk yıllarında, yani AKP iktidarının ilk yıllarında, kendisiyle birçok televizyon canlı yayınına katılmış bir gazeteciyim — NTV’de çalışırken. Hemen hemen her seçim ve referandumun öncesinde son yayınları genellikle NTV‘ye verirdi ve biz de kendisine bir grup gazeteci soru sorardık. Ben NTV’den ayrıldığım âna kadar –atmadılar, ama ayrılmak zorunda kaldım diyeyim, ayrılmaktan başka bir seçenek bırakmadılar–, o âna kadarki yayınların hepsine, soru soranlardan birisi olarak katıldım. Bunların en çarpıcı ve sonuncusu tabii ki Ağrı’da yaşanan ve o “Ama öldü efendim!” ile sembolleşen yayındı. O yayınların her birinde, tekrar tekrar bunları söylüyorum ama, Erdoğan soru soran gazeteciler karşısında cevap veren bir siyasetçidir. Bir gücü vardır, belli bir karizması vardır. Bu işlere hâkimdir, dosyalarına hâkimdir ve cevap verir. Ve benim hatırladığım kadarıyla onunla yaptığımız bütün yayınlar bizim açımızdan verimli olmuştu. NTV ve gazetecilik açısından verimli olmuştu. 

Ama son dönemde, artık her şeyi kontrol ettiği, yani hemen hemen hepsini şike olan yayınlarda, Erdoğan’ın performansının çok ciddi bir şekilde düştüğünü görüyoruz. Bu sadece yayınların şike olması ve gazetecilerin ya da –gazeteci demek istemeyebilirsiniz– soru soran kişilerin ürkekliğinden, yanlılığından olmayabilir. Onların etkisi tabii ki var. Ama esas olarak burada sorun şu: Erdoğan artık bir vizyonu olan, Türkiye’ye doğru ya da yanlış ileriye yönelik bir şeyler söyleyebilen bir siyasetçi değil. Çok açık ve net bir şekilde böyle bir pozisyonda değil artık. Bu uzun zamandan beri gözlenen bir şey. Dolayısıyla Erdoğan’ın bu tür şike yayınları tercih etmesinin böyle bir boyutu da muhakkak vardır. Yani şu an itibariyle ya da son üç dört yılda Erdoğan’ın tarafsız ve bağımsız gazeteciler karşısında yayın yapma ihtimali çok heyecan verici olurdu. Çünkü onların her birinden hâlâ hatırladığımız anlar kalırdı. Gerçek sorulara Erdoğan gerçekten cevap vermek istediğinde –ki geçmişte benim de yaşadığım bazı olaylarda, bazı yayınlarda olmuştu bu–, hep hafızalarda bir şeyler kalmıştı.

Ama son dönemde hafızalarda bir şey kalmıyor; çünkü yayınların hemen hemen hepsi belli bir düşük düzeyde, incitmemeye özen gösterilen şekilde devam ediyor ve Erdoğan da artık anlatacak bir şeyi kalmadığı için böyle heyecansız yayınlar çıkıyor. Ancak nerede heyecanlı oluyor? Bir şekilde sorun çıktığında; yani yanlış yaptığında, yanlış bir şey söylediğinde ya da döviz kurlarını zıplattığında oluyor. Şimdi bazıları benim “Erdoğan’ın krizi”ni çok dilime doladığımı ve bunun aslında benim bir saplantım olduğunu iddia ediyorlar. Baktım: “Reis’in krizi” diye bir yayın yapmışım 2017 Eylül’ünde; ama onun öncesinde “Reisçilerin krizi” diye bir yayınım var kısa bir süre öncesinde. Yani 2017’den beri bir krizi anlatıyorum. Yönetememe krizi, Erdoğan’ın krizi, Erdoğan’ın etrafındakilerinin krizi. Bu çok bâriz. Bunun bâriz olduğu, bunun aslında ilk kendini göstermesi 2015 Haziran Seçimleri’ydi. Bir tür milâdının Gezi Direnişi olduğunu söyleyebiliriz; ama ilk ifadesi 2015 Haziran Seçimleri’ydi. Sonra, mâlûm, Kasım Seçimleri ile bir şekilde durumu kurtardı; ama en son yaşadığımız 31 Mart Yerel Seçimleri’yle beraber Türkiye’nin gerçeği bir kez daha önünde önümüze çıktı. Şu an yaşanan olayda, bir iktidarın ve bu iktidarın merkezindeki kişinin adım adım tükendiğini görüyoruz. Adım adım tükeniyor. Ama bu tükeniş aynı zamanda ülkenin de tükenişi, ülkenin daha da yoksullaşması, yoksulların daha da yoksullaşması anlamına geliyor. Sadece kendilerinin yaşadığı bir tükeniş değil. Ülkeyi o kadar kontrol altında tutuyorlar; her yönüyle, ekonomisiyle, kültürüyle, medyasıyla, her şeyiyle…  Yaşam tarzlarına aleni müdahalelerle… Öyle bir haldeyiz ki hep birlikte tükeniyoruz. 

Dolayısıyla burada, Türkiye’nin önündeki seçenek, bu tükenişten çıkmasının yolu, bu iktidarın değişmesi ve işte burada o sorunla karşı karşıya kalıyoruz. İktidar ne? İktidar Erdoğan’dan mı ibaret? Ve iktidara karşı eleştiriler Erdoğan eleştirisi üzerinden mi yapılmalı, yoksa yapılmamalı mı? Kemal’in yazısında bu konuda çok ufuk açıcı saptamalar var. Özellikle Erdoğan karşıtlığı meselesi, biliyorsunuz benim de yayınlarda çok ele aldığım ve eleştirdiğim bir husustur. Özellikle son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yapılan çok büyük bir stratejik hataydı. Uzun bir süre muhalefet partileri –ki zamanında Bahçeli de muhalefetteyken aynı durumdaydı; Deniz Baykal’lı CHP ve Kılıçdaroğlu’nun ilk yılları da– uzun bir süre bir Erdoğan karşıtlığı üzerinden gitti. Erdoğan’ın belli bir karizması ve popülaritesi olduğu için, olayın kişiselleştirilmesi büyük ölçüde sonuç almadı; yanlış bir stratejiydi ve Erdoğan’ın işine yarayan bir stratejiydi. Erdoğan bunun üzerinden kutuplaşmayı güçlendirme şansına sahip oluyordu ve kendi kutbunda, kendi etrafında bir şeyi sağlıyordu. Kemal diyor ki: “Bu doğrudur, ama artık Erdoğan’ın kendisini değil de Erdoğan’ın yaptıkları üzerinden Erdoğan’ı eleştirerek yürünebilir” diyor. O cümleyi buradan bulayım. Bir de söylediği çok önemli bir husus var. Son kamuoyu araştırmalarında, özellikle MetroPOLL’ün araştırmasında, “Erdoğan’ın karşısında Ekrem İmamoğlu”, “Erdoğan’ın karşısında Mansur Yavaş”, “Erdoğan’ın karşısında Meral Akşener” diye bakıldığında, hepsi onu geçiyor. Bunun çok önemli olduğunu, artık eski durumu kalmadığını söylüyor. Doğru. Diyor ki: “Karşıtlığın nasıl bir içerikle ele alındığı önemli” diyor Kemal Can. “Eğer bir liderin temsil ettiği şeyi, kendi iddiasındaki bir kimlikle değil yaptıkları ve neden oldukları ile tarif edebilirseniz, karşıtlık başka bir anlam kazanır. Hem kutuplaşmayı kırar, hem geleceği konuşur.” 

Bu aslında çok doğru bir saptama. Yani Erdoğan’ın kendisini değil Erdoğan!ın yaptıklarını eleştirmek; ama burada tabii önemli olan husus, bir şekilde ondan bahsetmek gerektiği için ve hâlâ belli bir gücü olduğu için, Erdoğan bunu kendi karşıtı olarak çevirebiliyor. Yani yapıp ettikleriyle ilgili eleştirileri de, “Pekâlâ görüyorsunuz, bana saldırıyorlar. Beni yok etmek istiyorlar ve dolayısıyla bana sahip çıkın” şeklinde bir perspektifle terse çevirebiliyor. Hâlâ böyle bir imkânı var. Bu bir ölçüde Erdoğan’ın hâlâ birtakım becerilere sahip olması yönüyle var. Bir diğeri de muhalefetin hâlâ birtakım becerilere tam sahip olamaması ile ilgili bir husus. Şimdi, “128 milyar nerede?” sorusu, Kemal’in de yazısında bahsettiği gibi çok başarılı bir soruydu, çok etkili oldu. Buradaki mesele, aslında 128 milyarın nerede olduğu sorusunda gizli bir özne var: O da Erdoğan — ama gizli bir özne. Ortaya bir soru atıyor muhalefet. Diyor ki: “Ya, bu paralar kayboldu. Nereye gitti? Kim ilgiliyse buna cevap versin” diyor. Ama bunu şöyle bir şekilde sorsaydı bence işin rengi değişirdi muhalefetin aleyhine. “Ey Erdoğan, 128 milyarı ne yaptın?” diye sormuş olsaydı; orada bence etki azalırdı. Ama “128 milyar nerede?” sorusu, öznesi belli olmayan, ama çok sahici, can yakıcı bir soru — çok daha fazla etkili olabildi bana göre. Dolayısıyla burada çok ince bir husus var. 

Kemal diyor ki: “Kendiliğinden gelişen ve muhalefeti de kendisine çağıran güçlü bir Erdoğan karşıtlığı gelişiyor. Uzun süre üzerinde taşıdığı teflon tabakanın artık iyice inceldiği, döküldüğü görünüyor. Evet, iktidar seçmeni açısından hâlâ ana taşıyıcı Erdoğan. Tek başına çok geniş bir kalabalığı temsil yeteneğine sahip. Kimlik sayımını zorlayabildiği sürece tek başına en güçlü aktör. Fakat bu döngüyü kıracak olan sözleri ve temsiliyeti açısından değil; yaptıkları ve neden oldukları ile tarif edilecek bir Erdoğan karşıtlığı.”  Bunlar çok doğru saptamalar; fakat Türkiye’de muhalefetin bu çok parçalı yapısı ve hâlâ kendine güvenini tam olarak sağlayamaması, kendi birlikteliğini sağlayamaması, söylem birliğini sağlayamaması nedeniyle, burada Kemal’in çizdiği perspektifte, çerçeve içerisinde bir Erdoğan karşıtlığını hayata geçirip geçiremeyecekleri bence tartışmalı bir konu. Orada bir sorun var. 

Şimdi hatırlayalım: Gelecek ve DEVA partilerinin ilk dönemlerinde mahcup bir muhaliflik vardı ve bunu ne diye vurgulayıp eleştiriyorduk? Birtakım olumsuzluklardan bahsediyorlar, ama bunun öznesini koymuyorlar, yani Erdoğan’ın adını vermiyorlar diye. Yani şöyle diyeyim: Ülke kötü yönetiliyor, ülke şöyle kötü durumda, şu işler kötü, bunlar şunlar oldu, şunlar olmadı”. Burada: “Kim bunun sorumlusu?” sorusuna uzun bir süre cevap vermediler. Ama yakın bir tarihten itibaren bunun cevabını vermeye ve doğrudan Erdoğan’ı karşılarına almaya başladılar. Davutoğlu çok daha fazla yapıyor, Ali Babacan da yapıyor. Artık bunu görmeye başladılar, telaffuz etmeye başladılar ve bu bağlamda tek başına Erdoğan’ı değil –ki özellikle Babacan bunu yapıyor–,tek başına Erdoğan’ı değil, yapıp ettikleri ve yapmayıp etmedikleriyle eleştiren bir çizgiye geldiler. Bu geç oldu, ama olmaya başladı ve belli bir etkiyi de sağlıyor; fakat bana göre burada Davutoğlu ve Babacan’ın Erdoğan’ı doğrudan telaffuz etmeleri ne kadar gerekli ise, Kılıçdaroğlu ve Akşener’in Erdoğan’ı doğrudan karşılarına alacak şekilde çıkmaları hâlâ bana çok da fazla gerekliymiş gibi gelmiyor, çok da fazla öne çıkartılması gerekiyormuş gibi gelmiyor. Biraz karışık bir şey söylediğim farkındayım. Şöyle toplayalım: Davutoğlu ve Babacan ya da Gelecek ve DEVA partileri, AK Parti’den neden koptuklarını anlatmak için Erdoğan’la bir hesaplaşmaya girmek ve gerektiğinde geçmişi somut bir şekilde, birtakım yeni bilgilerle tekrar ortaya koymak zorundalar. Burada Kemal’in de söylediği, “Biz kendisiyle beraberken iyiydi” diye tanımlanan bir Erdoğan tek başına yeterli değil. Erdoğan’ın geçmişte yaptıklarını da ve bugün yapmakta olduklarını da adını koyarak eleştirmeleri çok anlaşılır bir şey ve gerekli bir şey. Ama bir CHP’nin ve İYİ Parti’nin ve HDP’nin, hatta Saadet Partisi’nin Erdoğan üzerinden bir eleştiriden ziyade, Erdoğan’ı çok fazla gündeme getirerek değil, onun yerine daha fazla yapılan edilenler ya da yapılmayanlar edilmeyenler üzerinden yürümesini daha akılcı olduğunu, en azından şu aşamada daha akılcı olduğunu düşünüyorum. 

Şunu unutmamak lâzım: Erdoğan’ın popülaritesi geçmişte genellikle hep partisinin çok daha ilerisinde çıkardı ve rakipleriyle arasında çok büyük farklar olurdu. Şimdi tersi bir yere doğru gidiyoruz. Partisinden hâlâ ileride olabilir, hatta ortada parti var mı yok mu bile tartışılabilir; ama kendisinin popülaritesinin düşüyor olması, onun üzerinden bir karşı propagandanın çok gerçekçi olduğu, mâkul olduğu anlamına bence hâlâ gelmiyor. Bu anlamda Erdoğan karşıtlığının hâlâ çok câzip bir seçenek olmadığını; AKP’den kopanları istisna tutarak, hâlâ çok gerçekçi bir yaklaşım ve strateji olmadığı düşüncemi koruyorum ve cuma günü muhtemelen Kemal’le bunun tartışmasını da bir şekilde yaparız diye umuyorum. Evet, çok uzatmaya gerek yok. Zaten Erdoğan kamuoyunun karşısına çıktıkça –ki çok seviyor çıkmayı hâlâ– bazen ortadan tam kayboluyor, en cevap vermesi gereken soruları görmezden geliyor; ama sonra birdenbire çıkıyor, uzun uzun konuşuyor. Özellikle her kabine toplantısının ardından, insanlar salgınla mücadele konusunda kararları beklerken, uzun uzun konuşuyor. Ama dikkat edilirse, anlattıklarını içerisinde çok ileriye yönelik bir şey yok; çok değil, hiçbir şey yok. Geçenlerde Ak Parti İstanbul yönetimine de giren gazeteci Halime Kökçe sosyal medyadan bir paylaşım yaptı, görenler olmuştur. Bir yanda Erdoğan’ın yaptıkları, bir yanda İstanbul Belediyesi’nin yaptıkları diye. Bir tarafta sadece binalar, kuleler, camiler… Diğer yanda doğrudan insana dokunan, kadınlara, yoksullara yönelik birtakım sosyal projeler.

Aslında övündükleri şey, kaybettiklerinin itirafından başka bir şey değil. Şunu tersine çevirelim. AKP’yi Türkiye’de iktidara taşıyan şeyleri, argümanları, iddiaları, projeleri bugün ellerindeki bütün imkânsızlıklara rağmen muhalif büyükşehir belediyeleri yapabildikleri kadar yapmaya çalışıyorlar. Genellikle Erdoğan, yaptığı şey olarak, işte, Çamlıca’daki kuleyi, camiyi, vs.’yi göstererek, betondan bahseden bir siyasetçi olarak ve bir cümlesiyle Türkiye’nin parasının değerini ânında düşürebilen bir siyasetçi olarak karşımızda duruyor. Sonuçta bu hâliyle bakıldığı zaman Erdoğan’ı bir seçimde yenmek muhalefet için her zamankinden daha kolay, hiçbir zaman olmadığı kadar kolaylaştı ve adım adım daha da kolaylaşacağa benziyor. Fakat bunun verdiği bir heyecanla muhalefetin stratejilerinde çok köklü değişiklikler yapması hâlinde, Erdoğan’a bir tür doping etkisi olabilir. Yeni stratejilerde olayın kişiselleştirilmesinin Erdoğan’a doping yapma imkânı olduğunu, ihtimali olduğunu vurgulamakta yarar var. Evet, bugün çok fazla mesai yaptık. Ben de yoruldum sizi de yordum. Özür diliyorum, kusura bakmayın. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.