Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can ile, haftanın önemli olaylarını yorumlamaya çalışacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Hep böyle oluyor. Ben burada kalıyorum. Sen Türkiye’nin dört bir yanından bağlanıyorsun. İstanbul, İzmir derken şimdi Düzce dolaylarındasın, değil mi? Aslında Cumhurbaşkanı da sana yakın bir yerlerde. Zonguldak’ta, çok yakın olmasa da… Yine bir müjde açıklayacak. Önce bir cami açtı. Yeni bir cami: Uzun Mehmet Camii. Daha önce İstanbul’da Taksim Camii’ni açmıştı, biliyorsun. Sürekli bir şeyler açıyor. Çamlıca’da o kuleyi açtı ve bir müjde verecek. Yine Filyos’ta yeni bir doğalgaz yatağı müjdesi herhalde. Bir de devamı da gelecekmiş. Şimdi bugün, Hürriyet gazetesinin internet sayfasına bakıyorum. Şöyle cümleler var: “Heyecan dorukta. Herkesin merak ettiği müjdeyi birazdan açıklayacak” vs. diye. Ama açıkçası çok öyle bir heyecan olduğunu sanmıyorum. Geçen sefer, hatırlayacaksın, bayağıdır konuştuk da onu, çok ciddi bir şekilde “müjde, müjde” dediler ve hakikaten nefesimizi tuttuk ve bekledik. O Karadeniz’deki doğalgaz kaynakları meselesi oldu. 2-3 gün sonra da unutuldu gitti. Açıkçası ne olduğunu da kimse merak etmiyor galiba. Bir müjde ihtiyacı var anlaşılan. Çünkü geçen TRT’de canlı yayında “Merkez Bankası Başkanı’mı aradım, faizleri indir dedim” lâfı üzerine birden kurlar acayip bir şekilde zıpladı, biliyorsun ve indirmek için de kaynak yok Türkiye’de. Garip bir durum ve bunu giderebilmek için, bir yandan mucizeye ihtiyacı var; bir yandan aslında Sedat Peker olayıyla alâkalı olarak… Bahadır yazdı değil mi? Bu “Varlık Barışı”… yani yurtdışındaki paraların Türkiye’ye çekilmesi. Onda da çok başarılı olabilmiş gözükmüyor. Bir diğer yanda da yastık altını piyasaya sürmek. Yani: 1) mucize; 2) yurtdışındaki paraların gelmesi; 3) yurtiçindeki piyasada olmayan paranın piyasaya girmesinin dışında bir şey yok. Onlar da ne kadar olabilir? Olsa ne çıkar? Neye, hangi yaraya ne kadar merhem olur? Çok ciddi bir kıskaç içerisinde sanki ekonomik anlamda ve bu mucizelere tekrar gelecek olursak, açıkçası kendi tabanını bile harekete geçirebildiğini görmüyorum. Mesela, bir önceki mucizede sosyal medyada bayağı bir şey vardı, biliyorsun. Hani böyle konuşulan, konuşturulan bir şeydi. Bugünkü mucize biraz fazla güme gitti galiba. Daha öncekinin yarattığı hayal kırıklığının ardından, iyice işlevsiz kaldı.
Kemal Can: Bu, senin de söylediğin gibi, ikisi arasında yaptığın kıyaslamada olduğu gibi, bu tür şeyler… işte… müjde veya önceden hazırlanmış bir vaat… Buna benzer şeylerin efekti zaman içerisinde zayıflıyor. Bu kaçınılmaz bir şey. Birincisi, o daha önceki müjde açıklaması, hem epey önceden söylenmişti, onun üzerine epey PR yapılmıştı, varsayımlar ileri sürülmüştü; hatta en son, kendi açıkladığından daha yüksek rezervler basına sızdırılmıştı. Sonra daha mâkul seviyede bir rezerv açıklanınca, etkisi de zayıf oldu. Şimdi de anladığımız kadarıyla, yine yeni bir rezerv açıklaması olacak. Ama bunların çoğu, gördüğümüz üzere, doğrudan bir icraatın ürünü olmaktan ya da bir program, bir paket, iktidarın kendi hazırladığı ve hakikaten herkesin birdenbire hayatında karşılığını görebileceği bir adım olarak değil de, işte, zaten muhtemelen yüzyıllardır orada duran birtakım kaynakların, belirsiz bir vâdede ülkenin ekonomisine girebileceği konusundaki müjdelerle idare etmek zorunda kalıyor. Tabii ki bunu, anlık, hayatının içerisinde çok ciddi sorunlarla baş etmeye çalışan insanlar, çok da satın almıyorlar. Çünkü farz-ı misal, şu anda çok önemli bir doğalgaz rezervi bulunmuş olsa bile, bunun en azından insanların hayatına etki etmesi, onların ekonomik olarak daha iyi yaşamalarını sağlaması, epeyce uzun bir süre sonra mümkün olacak. Tamam, bu geleceğe dâir iyimserlik üretmeye yarayabilir; ama insanların şu anda çok âcil olarak yaşadıkları sorunlara hiçbir karşılık vermiyor. Ama senin de dediğin gibi, şu andaki sorunlara, şu andaki insanların yaşadıklarına yapabilecekleri çok fazla bir şey yok yöneticilerin, iktidarın. Siyasî olarak da yapabileceği hamle yok; bu siyasî hamleleri destekleyebilecek ekonomik kaynaklara da sahip değil. İşte en basiti, tartışmanın önemli maddelerinden biri olan Merkez Bankası rezervinin tükenmiş olmasından bile biliyoruz. Şu anda da, işte o Varlık Barışı’ndan turizm meselesine; ihracat hamlelerinden Türkiye’nin gayrimenkul anlamında bile son derece ucuzlatılarak dış alıcıyı cezbetme gayretleri, hep şöyle bir şeye varıyor: Nereden gelirse gelsin, para gelsin. Yüksek miktarda sıcak paraya ihtiyaç var. Bir zamanlar Berat Albayrak’ın “rekabetçi kur” dediği, bu dövizin yüksek seyretmesinden fazla rahatsız olunmaması… Hatta şimdi çok eleştiriliyor, “Erdoğan öyle dedi de, dolar fırladı” filan, ama… Doların yüksek seyrinden çok rahatsız mı iktidar? Ondan da çok emin değilim. Çünkü para girişi için, Türkiye’nin şu anda elindeki en câzip imkân, her şeyin, hizmet ve malın ucuz olmasına dayanıyor. Gerekirse kara paranın bile içeriye girmesine dayanıyor. Kanal İstanbul gibi son derece sorunlu bir projenin, bir uluslararası satış ürününe çevrilebilmesi arayışı var. Bütün bunlarda, hani ne olursa olsun bir para gelsin ve bu paranın geleceği umudunu, siyasî olarak kullanışlı hâle getirebilmek. Bütün hikâye bu…
Ruşen Çakır: Kanal İstanbul demişken, orada bir çevre parantezi açmak lâzım. Şimdi, para gelsin vs. ama ülkenin gerçekten dört bir yanından; Karadeniz’den, Ege’den, Akdeniz’den, Güneydoğu’dan, Marmara’dan sürekli bir çevre talanı haberi geliyor. Yani ya HES olayı, ya maden olayı… Sıradan insanların, yoksul insanların –Rize’de örneğini gördüğümüz gibi– Erdoğancı insanların da isyan ettiği olaylar yaşıyoruz. Hani ilk akla gelen lâf nedir? “Vahşi kapitalizm”. Bu vahşi kapitalizm de değil. Başka, bambaşka bir şey. Yani yeter ki bir faaliyet olsun, birileri bir rantlar elde etsin. Medyascope’ta bizim arkadaşlar, mesela madenlerle ilgili geziyorlar. En son Bursa’da, Sakarya’da, birçok yerde, Türkiye’nin alâkasız, birbirinden farklı yerlerinde çok hoyratça ve oranın yerleşik insanlarını çok ciddi rahatsız eden olaylar yaşanıyor. Genellikle şu yapılır ya: “Bu oluyor, burada size istihdam açılıyor” filan… “burada ekonomi canlanıyor”. Hiç de öyle değil. Çünkü insanların, gerçekten ekonomi canlanacak olsa, öyle sırf çevreci olalım diye karşı çıkacakları bir olay da değil. Belli ki oralara geliyorlar, bir şeyleri alıyorlar, bırakıp gidiyorlar ve artık orası iflâh olmuyor. Bu, o kadar çok oldu ki; eskiden de oluyordu herhalde, ama şimdi sonsuz bir şey hâline geldi. Yani Kanal İstanbul olayı zaten orada vahim olaylardan birisi. Oradaki fütursuzluğu görünce, diğerlerini de insan çok iyi anlıyor. Hâlâ mesela Rize’de yasak var, biliyorsun. İnsanların protesto etmesini valilik engelliyor. Her yerden ama yani… Ege’den… Senin de özel olarak bildiklerin vardır. Bize Medyascope’ta her gün yağıyor yani. Gerçekten yağıyor. Bunun yağmasının bir nedeni de insanların gerçekten “Artık yeter!” demeye başlamış olmaları. Öyle bir şey oluyor ki, insanları zorla çevreci yapıyorlar yani.
Kemal Can: Evet. Böyle şey hâli de var. Daha önce, çok önceki yıllar, belki şu anda pek çok insan hatırlamıyor ama, Bergama altın madeni meselesi vardı. Çok uzun süre bir direniş yaşanmıştı orada. Bu maden meselesinin, altın hikâyesinin ilk örneklerinden biriydi. O tarihten itibaren, özellikle maden kaynaklı meseleler çok yaşandı ve artık pek çok insan bunun örneklerini görerek, bunun nasıl bir hasar verdiğini, iddia edildiği gibi oradaki bölge insanına çok da bir katkı sağlamadan sadece onların yaşam alanını tahrip ederek, sadece oradaki kaynakları birilerinin alıp gittiği ve geriye tamamen talan edilmiş, geri döndürülemez çevre felâketleri bıraktığını, artık defalarca gördüler. Bu tür yatırımların, işte Rize’deki bir taş ocağı, biliyorsun, liman inşaatı için, üstelik de işte, yeni AKP ilklerinden olan Cengiz İnşaat’ın yaptığı bir limana taş çıkartmak için orayı tahrip ediyorlar. Yine pek çok yerde, işte Yeşil Yol projesinde olduğu gibi, aslında oradaki insanlara hiçbir katkısı olmayan, istihdam filan da yaratmayacak, sadece büyük, doğal alanları tahrip ederek giden… HES’ler yine aynı şekilde… Sürekli olarak koylar, göl etrafları, nehir çevreleri imara açılıyor. Neredeyse her gün bir tane Cumhurbaşkanlığı Kararnâmesi çıkıyor. Yeni bir bölgenin imara açıldığını duyuyoruz. Bunun yanı sıra şimdi Kanal İstanbul, zaten kendi başına bir dev çevre felâketi müjdecisi. Hani müjdelerden konuşuyoruz ya… Aslında en önemli müjdesi onun, kaçınılmaz bir çevre felâketi — ki aslında şu anda fragmanını Marmara Denizi’nde izliyoruz. Bir denizin gözümüzün önünde nasıl öldüğünü seyrediyoruz. Bütün bunların içerisinde şöyle bir şey var: Dediğin gibi, bu “çark dönüyor” meselesini devam ettirmek için, çark insanlara rağmen, insanların itirazlarına rağmen, doğanın tahribine rağmen döndürülüyor. Ama sonunda, insanlar şunu artık fazlasıyla fark etmiş durumdalar. Sadece bir çevre bilinci olmanın ötesinde, senin söylediğin gibi, artık hayatlarında hissettikleri bir şey. O çark, onları ezerek dönüyor. Bunu fark ediyorlar. Özellikle bu çevre felâketlerine ilişkin yaşananlar, deneyimlenenler, artık böyle geleceğe dâir bir tehlike anlatısı olmaktan çıktı. Eskiden şöyle bir şey vardı çevreyle ilgili meselelerde: “Böyle devam ederse, kötü olacak” diye bir şey anlatıyordu birtakım uzmanlar, birtakım aktivistler. İnsanların önemli bir kısmı ikna olmuyordu ya da o andaki koşulları itibariyle bunu yeterince önemli görmüyorlardı. Ama artık, çoğu çevre felâketini insanlar bizzat içinde yaşayarak deneyimlediği için, çok daha can yakıcı ve dolayısıyla itirazları da çok daha yüksek oluyor. Bunun ben, yayılarak devam edeceğini ve bu AKP’nin ilk döneminin motor hamlesi olan, betonlar, yollar, inşaatlar havasının, artık bir eser değil; bir tahribat olarak herkes tarafından algılanmaya başlandığını düşünüyorum. Üstelik dediğin gibi, İkizdere gibi son derece, iktidar seçmeni açısından zengin bölgelerde –ki daha önce Yeşil Yol hâdisesinde gördük– daha fazla göreceğimizi düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Bu arada, biliyorsun, Yeşiller Partisi’nin kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı hâlâ kabul etmiyor bayağı bir zamandır. Onu da bir not olarak düşelim. Anladığım kadarıyla bir imza kampanyası başlatmışlar bu konuda. Onu da not düşelim.
Şimdi Kemal, sen bir yazıda ne dedin? “Erdoğan karşıtlığı yanlış mı?” diye yazdın. Ben de o gün Erdoğan’ın TRT yayını üzerine bir şeyler söylemeyi düşünüyordum, ama formüle edemiyordum. Senin o başlığı çalarak, “Doğru mu?”ya çevirerek… Hatta Youtube’da bir izleyici şey demiş: “Adamın bütün sözlerini kesiyorsun yayında, sonra da kalkıp başlığını çalıyorsun. Ayıp değil mi?” demiş. Evet, ayıp. Ayıp, ama olsun. Şimdi sen yazdın, ben söyledim. Aslında birçok yerde ortak düşünüyoruz; ama bazı noktalarda da farklı perspektifler var. Onu biraz konuşalım. Benim söylemek istediğim şöyle bir şey var, tam ifade edememiş olabilirim. Yazarken daha kolay oluyor da, söylerken, irticâlen konuşurken daha zorlanıyor insan. Şimdi, Türkiye’de muhalefetin, geçmişteki –biliyorsun, Bahçeli muhalifken o da çok yapardı bunu, Deniz Baykal da çok yaptı, Kılıçdaroğlu ilk yıllar çok yaptı– böyle bir “Erdoğan, Erdoğan, Tayyip Bey ya da Recep Bey, Recep Efendi” gibi şeylerle… Tabii ki onun yapıp ettikleri ya da yapmayıp etmedikleri üzerinden, ama onu hedef alarak kampanyalar yürüttüler. Konuşmalar, Meclis konuşmaları böyle oldu. Miting konuşmaları böyle oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı bence. Ne zaman ki Erdoğan’ın öznesi…, mesela Adalet Yürüyüşü örneğinde olduğu gibi ya da “128 milyar dolar nerede?”, o örneği verdim yayında, izlediysen görmüşsündür. Mesela, “128 milyar dolar nerede?” diye sormanın etkisiyle, “Ey Erdoğan! 128 milyar dolar nerede?” diye sormak arasında bence bir fark var. Böyle özneyi koymadan yapıldığı zaman…, ama herkesin aslında özneyi bildiği… Daha etkili oldu diye düşünüyorum. Ama senin orada söylediğin, tabii MetroPOLL’ün o araştırması çok önemli, o kamuoyu araştırmasına göre Erdoğan artık Akşener’in, İmamoğlu’nun ve Mansur Yavaş’ın gerisinde kalıyor, gerisine düşüyor. Bu eskiden böyle değildi. Eskiden, kim olursa olsun hepsinin önündeydi. Hatta kimilerinin 10 puan, 20 puan önündeydi. Şimdi gerileme var ve senin de zaten yazının temelinde, bu MetroPOLL anketi çok önemli bir yer tutuyor anladığım kadarıyla. Öyle değil mi? Yani “Artık Erdoğan, karizmatik, popüler bir siyasetçi olmaktan da çıkıyor” diyorsun. Ben de diyorum ki: Bu olabilir, ama yine de bir es verip, yine de bu Erdoğan’la kişiselleştirme üzerinden yapmaması, bunu yapacaksa daha çok ondan kopan DEVA ve Gelecek partilerinin yapmasının daha anlaşılır olduğu, ama mesela özellikle Kılıçdaroğlu’nun ve Akşener’in, yani CHP ve İYİ Parti’nin bundan yine de uzak durması gerektiğini söylüyorum. Burada galiba ayrılıyoruz.
Kemal Can: Evet. Şimdi ben kendi argümanlarımı, yani gözlemlerim filan dışında birtakım verilere dayandırarak savunmaya çalıştım o yazıda. Birkaç faktörün değiştiğini düşünüyorum. Bir tane faktör hiç değişmedi aslında. Biraz önce senin, Erdoğan karşıtlığının kaçınılmaz yenilgisinin sebebi olarak tarif ettiğin şey; aslında o karşıtlığın yanlış konumlanışından. Yani zaten o, yanlış bir karşıtlık biçimiydi. Çünkü orada çok açık biçimde, onun temsil ettiği kimliğe ilişkin ve daha çok geleceğe dâir endişeleri işaret ederek, bir baraj oluşturulmaya çalışılıyordu. Bunu daha da geriye getirirsek, 2007’de “Eşi başörtülü Cumhurbaşkanı olur mu?” ya kadar giden bir başka hat. Yani bir savunma hattı biçiminde bir karşıtlık kuruluyordu. O savunma hattı da yapılana, edilene değil; yapılması muhtemel şeylere ve asıl olarak o politik aktörün hangi kimliği temsil ettiğine dâir bir tartışmaydı. İşte bu bazen yaşam biçimiyle ilgili bir tartışma, bazen dinî hassasiyetlerle ilgili bir tartışmayla buluşuyordu. Bazen Batı’yla ilişkilerle ilgili bir çerçeveye oturuyordu. Hatta bugünün tam tersi, o zaman Erdoğan karşıtlığı, büyük ölçüde aslında Batı karşıtlığıyla beraber dile getirilen bir şeydi. Dolayısıyla o karşıtlık, kendi zemininde hatalı bir konumlanıştı ve o yüzden de sonuç alamıyordu. İkinci bir nokta var. Daha sonra senin yine işaret ettiğin hata, benim de katıldığım… Kişiselleştirme, Erdoğan’ı, Erdoğan’ın bir benzerini, onu yenebilecek bir aktörü üreterek yenme. Böyle bir kişiselleştirme arayışı. Bunu zorlama… Bu da yanlış bir şeydi. Çünkü aslında, onu yenecek, onu değiştirecek, onun gibi birini bulmanın aslında kendi başına bir anlam ifade etmediğini, asıl olarak onun temsil ettiği ve yapmaya devam ettiği şeylerle ilgili bir muhalefet tarzı geliştirmek gerekiyordu. Ama tam tersine ona denk, onu yenebilecek bir aktör… İşte bu 2018’in aslında sonucu da büyük ölçüde onun başarılamamasıyla ilgili bir şey. Şimdi ben nereden yola çıkıyorum? Bence doğru konumlanmış bir karşıtlık, önceden de yanlış değildi. Doğru konumlanınca… Doğru konumlanmaktan neyi anlıyorum? Tercihleri, yaptıkları, neden oldukları konusunda, yani doğrudan iktidarın tercihleri ve seçimleri üzerinden ve onların çeşitli toplum katmanları açısından nasıl bir sorun teşkil ettiği üzerinden kurulan bir karşıtlık, o zaman da yanlış değildi. Ama bunu kuran yoktu. Böyle kurulmuyordu. Ama şimdi kendiliğinden, bunu kuran birileri olup olmamasından bağımsız olarak, birkaç dinamik bunu kendiliğinden işler hâle getirdi. Birincisi, aslında iktidarın kendi yaptığı sistem değişikliği. Yani bu, Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi diye formüle edilen ve işte sonunda da “tek adam rejimi” diye tarif edilen şeyi inşa ederek, aslında yapılan edilen her şeydeki kişisel rolü, bir temsilden bir politik çizgi haline dönüştürdü. Yani artık bu insan, bir şahsı temsil etmiyor. “Bana karşılar, sadece bütün sermayeleri bu” diyebileceği bir şey yok. Çünkü aslında kendi ortaya koyduğu şey zaten, “İktidar benim ve benden ibaret” diyen kendisi olduğu için, itiraz edebileceği bir şey yok. Yani dolayısıyla, kaçınılmaz olarak iktidara itiraz etmenin adresi zaten bu yeni sistemde, doğrudan doğruya Erdoğan’ın kendisi oldu. Bunu da o yaptı. Hani birileri, “Bak, her şeyin müsebbibi bu” demiyor. “Her şeyin kararını ben veriyorum, ekonomiyi ben yönetiyorum.” Geçen TRT’de de söylediği gibi, “Parlamenter sistem mâzide kaldı, artık böyle bir yönetim altındayız” dediği andan itibaren, bu anayasa değişikliğiyle birlikte, herkesin hafızasında artık bu kişiselleştirme özel bir isme yüklenme değil; doğrudan sistemin kendisini ifade eden bir şeye dönüştü. İkincisi, daha önemli bir argüman. Biraz önce MetroPOLL araştırmasında söylediğim gibi… MetroPOLL ve başka araştırmalarda da ortaya çıkıyor. Şu anda tek tek, “Kimin Cumhurbaşkanı olmasını istersin?” diye sorduğunda, tek başına en büyük bloku hâlâ Erdoğan alıyor. Bir sürü aday onun peşinden geliyor. Ama birebire getirdiğinde, yani tek adaya tek aday ölçümü yaptığında, demin dediğin sonuç çıkıyor. Bir sürü aday onu geçebiliyor. Bu neden oluyor? Çünkü asıl olarak düşmekte olan, “Kesinlikle Erdoğan’a oy vermeyeceğim” diyenlerin oranının yükseliyor olması ve onun karşısındaki blokun yükseliyor olması — ki önceden neydi? İktidarın bile önünde bir lokomotifti Erdoğan. İktidardan fazla oy alabiliyordu, toplayabiliyordu. Bugün ise, neredeyse iktidarla aynı seviyede bir durumda. Ayrıca kesinlikle ona direnç gösteren, ama kesinlikle ona direnç gösterenlerin önemli bir kısmı, “Kesinlikle ona oy vermeyeceğim” diyenlerin önemli bir kısmı, daha önce yapılan Erdoğan karşıtlığının destekçisi olan insanlar değil. Onun varlığından ya da temsil ettiği kimlikten rahatsız olanlar değil. Onun yaptıklarının artık ciddi hasar vermeye başladığını gören insanlar. Dolayısıyla onun karşısına kim konursa onu geçebiliyor olması, aslında ona karşı, onun karşıtlığı üzerinden çok kuvvetli bir zeminin oluştuğunu gösteriyor. Bunun dünyada da pek çok örneğini görüyoruz. Trump’a karşı seçim böyle kazanıldı. Biden, böyle kazandı. Çok yakın, en yakın örneği çok kısa bir süre önce, İsrail’de Netanyahu, bir ittifakla yenilgiye doğru sürükleniyor. Polonya’da ve Macaristan’da benzer örnekler var. Bu popülist, kuşatıcı, otoriter liderlerin karşısındaki direnç, artık çok kuvvetli biçimde onların temsil ettiği şey olarak yaptıklarını, bazen yolsuzluklarını, bazen usulsüzlüklerini, bazen haksızlıklarını, bazen keyfîliklerini, bazen yanlış yönetimlerini, ama sonuçta yaptıklarını ciddi bir karşıtlık halinde bir arada topluyor. Daha önemli bir şey –hep konuşuyoruz ya, pek çok meseleyi tartışırken gündeme geliyor– iktidarın oylarını konsolide etmek için birtakım adımlar attığı, bir şeyler yaptığı… Bu çok konuşuluyor, biliyorsun. Pek çok yayında ve yazıda bahsettiğim için, benim biraz karşı olduğum bir yorumlama biçimi bu konsolidasyon. İktidarın, ne yapsa kendi seçmenini konsolide ettiği… Edemiyor; ama iktidar başka bir şeyi konsolide etmeye başladı. Karşısındaki bloku konsolide ediyor. Bu dediğim gibi sadece Türkiye’de değil; bütün dünyada bu tür, bu popülist dil, bu kendisi herhangi bir şeyi çözme yeteneği gösteremeyen, ayrıca sahici sorunlara tosladığında her sefer büyük sorunlara yol açan ve krizlerle ve olağanüstülüklerle yönetirken, bunların içinde kendisini de krizlerin içine sokan ve genellikle –mesela pandemide çok güçlü örneklerini gördük, ekonomik sorunlarda çok bâriz örneklerini görüyoruz– herhangi bir sorun çözemediği gibi kendisi sorun hâline gelen bu dilin, artık kendi karşıtlarını konsolide eden bir sürece evrildiğini düşünüyorum. Tüm bunları birleştirince, artık başka bir konjonktür var ve burada, bu şey ezberini bırakmak lâzım diye yazdım. Senin söylediğine sonra geleceğim.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Şöyle bir husus var: Tek adam rejimini inşa ederken, parti içerisindeki ya da iktidarın içerisindeki güç olabilecek insanları elimine etmesi, marjinalize etmesi… ya küstürdü, ya şu oldu bu oldu, kontrolü tam anlamıyla elinde tutabilsin diye. Ama şimdi şunu görüyorum: Kişisel performans anlamında Erdoğan’ın kendisinde çok ciddi bir düşüş var. Ekrana çıktığı zaman da görüyoruz. Eskiden biz NTV’de kaç tane yayın yaptık, biliyorsun sen de. O tarihlerdeki Erdoğan’la, şimdi TRT’deki yayın… Tabii arada yaşlanıyor filan da… Ama bayağı ciddi bir düşüş var. Normal şartlarda liderin böyle birtakım düşüşe geçtiği yerde, kadrosunun, partisinin ona destek olması gerekir. Sen demin bir şey söyledin. Bu sistemi getirerek kendi kendine bir şey yaptı. Aynı şekilde, her yerde tek adamı kurarken, partisinin içini boşaltırken, etkisini, güçlü insanları elimine ettikten sonra, ihtiyacı olduğu zaman yanına kimse gelemiyor. Normal şartlarda, bugün mesela, bugün dediğim şu son dönemde, isimlerin önemi yok, var olan isimleri de alalım. Mesela diyelim ki; Abdülhamit Gül, Ömer Çelik, hatta Süleyman Soylu, hatta Hulusi Akar… Bunların belli bir gücü olsa, arada sırada televizyonlara bunlar çıksa, dinamik birtakım mesajlar verebilse, mitingler yapsa, halkın arasına karışsa, en azından tabanında bir hareket olabilir ve insanlar hâlâ şunu diyebilir: “İktidarda yine bir dinamizm var,” diyebilir. Şimdi, bütün her şey Erdoğan’a endekslendi. Onun dışında kimse konuşamıyor. En fazla MKYK toplantısının ardından, Ömer Çelik sözcü olarak mecburen bir iki kelâm ediyor ya da İletişi Başkanı vs. tweet atıyor. Değil mi? Onun dışında bir şey yok. Böyle bir durumda, Erdoğan’ın kendi performansı da iyice düşünce, tam bir çöküş yaşanıyor. Tam bir tükeniş yaşanıyor. Bu TRT yayını mesela… Büyük bir ihtimalle TRT yayınını bir şeyleri toparlayalım diye yaptı, değil mi? Sorunlar var, kafalar karışık, Sedat Peker bir şeyler yapıyor. Reis çıksın TRT’ye, seçtiği insanların karşısına, birazcık hareket katsın. Tam tersi oldu. Şimdi dışarıdan bakıp birazcık ona destek veren insanlar gözüyle baktığın zaman, onlara bir şey söyleyemedi. Söyleyebildi mi? Hep akılda kalan şeyler, genellikle yaptığı, ya lapsus’lar ya da acayip bir şey, işte o “İki tane hayvanı vardı, artık yok, öldürdün mü?” demesi gibi şeyler. Erdoğan’ın kendisinde çok ciddi bir düşüş var. Yanında ona destek olabilecek hiçbir yapı yok. Bir de şöyle de bir şey var: Destek olabilecek olan varsa bile, destek olmaya da korkuyorlardır. Öyle değil mi? Çıkıp rol çalıyor gözükmek de istemiyorlardır. Böyle garip bir şekilde kendi kaderini ve kendi tükenişini kendisi yaratmış gibi bir durum çıkıyor ortaya.
Kemal Can: Bu biraz kaçınılmaz bir şey. Tek adam olmanın böyle bir kaderi var, ne yazık ki. Kaçınılmaz bir şey bu. Şimdi hani çok konuşuluyor ya; “Yalnızlaştırıyorlar, onun etrafını boşaltıyorlar” filan. Yalnızlaştırma eyleminin kendisi, zaten inşa edilen sistemde var. Yani sistem, onun yalnızlaştırılması sistemiydi. Yanında sadece işte, “Bakanlarım” dediği, “Merkez Bankası Başkanım” dediği, “Şahsım sistemi” üzerine kurulu, bütün bakanların herhangi bir bürokrat gibi, ayrıca daha da fazlası, onun talimatlarıyla hareket ettiğini söyleme mecburiyetindeki birtakım insanlar hâline dönüşmesi; parti dediğin şeyin, hani şimdi arkasında değil dediğin teşkilatın, aslında yine bir seçim makinesinden başka hiçbir işlevinin kalmamış olması… Şimdi sürekli konuşuluyor ya? “AKP şuna itiraz ediyormuş, AKP’de bundan rahatsızlar varmış” filan. Bunların hepsi için konuşulan tek şey ne? “Erdoğan bunları duyar, dikkate alır mı almaz mı?” Bunun dışında bunların herhangi bir yaptırım mekanizmaları, bunu ortaya çıkaracak herhangi bir… Yani söylemeye bile dermanları yok. İsimleriyle çıkıp, “Buna itiraz ediyoruz biz, biz de bir siyasî hareketiz; ben de burada siyaset yapıyorum, bu yanlış” diyen bir tane adam görüyor muyuz? Konuşabildikleri gazetecileri çekip çekip kulaklarına bir şeyler söylüyorlar. Meclis bahçesinde dedikodu yapıyorlar. Ama sonuçta, siyasî olarak sonuç alabilmek için yaptıkları şey ne? “Etrafını diğerleri sardı, biz ona sesimizi duyurursak ve bizi duyarsa ve bize hak vererek bizim dediğimizi yaparsa bir şey olur.” Ama bu inşa edilirken, kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü tek adamlığı inşa ediyorsan, etrafını boşaltarak yaptın bunu. Bunu hep beraber seyrettik. Yani etrafındaki insanları birileri alıp oralardan kopartmadı. Etrafındaki insanları birer birer tasfiye etti. Çünkü sistem böyle inşa edilmek zorundaydı. Bu bir mecburiyetti. Bu bir tercihti. Bu tercihin kaçınılmaz sonucu o. Şimdi bu performansıyla bunu tek başına karşılayabilmesi zaten imkânsız. Bir de üstüne, sahici sorunlara tosladığı için, cevap ve sorunları çözme kabiliyeti anlamında hiçbir cevap üretemiyor. Daha sonraya dâir pozitif hiçbir öneri yok. İşte böyle arada sırada çıkan müjdeler dışında bir şey söyleyemiyor. Sadece şunu söylüyor: “Beni harcamak isteyenler var, hatta bütün meseleleri bu olanlar var içeride ve dışarıda… beni kollayın”. Yani bu biat ilişkisi ve sadakat üzerine kurulu bir talebi var. Bunu söylüyor sürekli ve aslında şu anda karşıtlığı meselesini politikleştiren, o yanlış karşıtlığı politikleştiren kendisine dönüşmüş durumda. Kendisi bunu yapıyor. Yani daha önce muhalefetin yanlış yaparak ona güç kazandırdığı karşıtlık denklemini, şimdi o kuruyor. Eskiden şunu diyordu ya: “Bana karşıt olmaktan başka hiçbir özellikleri yok”. Şu anda da kendi dışındaki herkesi, kendisine karşıt olmaktan başka hiçbir şeyle tarif edemeyen ve bunu sadece kendini korumak için, neden kendini koruması gerektiğini bile mâkul ve ikna edici biçimde ortaya koyamayan, sadece “Beni kollayın” diyen biri var. Sonuçta herkes de ona baktığı ve cevabı ondan beklediği için, bunu karşılayabilmesi imkânsız. Şimdi senin itiraz ettiğin noktaya da bir şey söylemek istiyorum. Hani sen diyorsun ya? Evet, bunun doğru bir tarafı var, ama yine bu kutuplaştırmayı ve kimlik siyasetini kullanarak, bu kişiselleştirmeyi tersine çevirir ve bunu eskiden kullandığı gibi kullanabilir. Doğru söylüyorsun. Bunu daha önce böyle kullandı. Çünkü Erdoğan’a kişiselleşmiş bir siyasî muhalefet kurulduğu anda, bunu hemen yeni bir kimlik meselesine dönüştürerek, büyük kalabalıkların kendini desteklemesini devam ettirebildi. Ama bu artık hem işlemeyen bir araç hâline geldi, hem de özellikle bu genel seçmen kitlesi içerisinde, hatta iktidar seçmeni içerisinde bile, tam tersine bu kutuplaştırma ve kimlik siyasetinin savunmasına abanan iktidarın, en sorunlu icraatı olarak görülmeye başlandı. Bunu savunmaya kalktığında, eski sonucu alması hemen hemen imkânsız. Ama yapmaz mı? Yapar, doğru. Sen söylüyorsan yapar.
Ruşen Çakır: Burada belki şöyle bir şerh düşebilirim. Erdoğan’ın iktidarı kaybetmesini engellemeyebilir bu, ama sonraki normalleşme sürecini zorlaştırabilir. Kişiselleşmesi olayı… Anlatabiliyor muyum? Yani oyları toparlayamayabilir, ama ondan sonraki geçişi zorlaştırabilir o kimlik üzerinden kutuplaşma. İstediği kadar kutuplaştırsın, seçimi kaybeder; ama seçimi kaybettikten sonraki Türkiye’de, fazladan sorunlar çıkabilir. Gerginliği daha bir tırmandırabilir.
Her neyse… Şimdi fazla vaktimiz kalmıyor. Biliyorsun, Mehmet Metiner şey demiş: “Reis helâlleşsin,” demiş. Çünkü artık böyle gitmeyeceğini… Reis’i, Erdoğan’ın bir lûtfu gibi söylüyor, ama aslında ne diyor? “Helâlleşsin, belki bir şeyleri kurtarır” demeye getiriyor. Yoksa, Erdoğan’ın gücünden yana bir sorun yoksa, neyi helâlleşecek yani? Belli ki Erdoğan’ın ihtiyacı var. Şimdi, helâlleşme lâfı çok yerleşti. Mâlûm Sedat Peker helâlleşecekti pazar günü, erteledi. Ben söyleyeceğimi söyledim. Sen nasıl değerlendiriyorsun bu ertelemeyi? Biden’a karşı elini zayıflatmamak vs. “Ama muhakkak yapacağım, sözüm söz. 14 Haziran sonrası yapacağım” dedi. Ben bunu şöyle özetledim. Erken dile getirmişti bunu. Şimdi öteliyor çünkü… Şöyle söyledim hatta: Erken bir sezon finali olur, Erdoğan’ı doğrudan karşıya alması. Ben öyle görüyorum. Yanlış yaptığını ve yanlıştan dönmeye çalıştığını düşünüyorum Sedat Peker’in. Sen ne düşünüyorsun?
Kemal Can: Olabilir. Sedat Peker hakikaten biraz daha ilgiyi canlı tutmak için, asıl beklenen yani “Az sonra!” şeyini, biraz daha ileriye itmeyi denemiş olabilir. Geçen hafta da konuştuk. Arada da Ayşe ve Burak’la yaptığımız programda da konuştuk. Ben artık Sedat Peker işinde, biraz söylenenlerin, onun performansının –tabii ki her açtığı şeyle yeni bir hareket yaratıyor, yeni bilgilerle yani bir tartışma başlığı açılıyor– ama artık oradan zaten büyük ölçüde çıktığını, şu andaki şeyin ben zaten işlemeye başladığını düşünüyorum. Yani bir etki oluştu zaten. Yine daha önceki programda da söyledim, aslında zaten başından itibaren, neredeyse ikinci videosundan itibaren, biraz önce konuştuğumuz…, yani Erdoğan’ı merkeze yerleştirmek… Aslında benim de söylediğim şu: Seçmen de artık Erdoğan’ı merkeze yerleştiriyor. Zaten sistem Erdoğan’ı merkeze yerleştirmiş. Şimdi seçmen de oraya yerleştiriyor. Sedat Peker de oraya yerleştiriyor. Süleyman Soylu da oraya yerleştiriyor. Devlet Bahçeli de oraya yerleştiriyor. “Ekonomiyi zaten ben yönetiyorum” diyen kendisi. İhâleleri dağıtan kendisi. Onu yapan kendisi. Dolayısıyla bütün bunların merkezinde olan bir aktör haline dönüşmüş birinin, daha birinci andan itibaren, bütün olanların aslında talimatını değilse bile onayını; onayını değilse bile görmezden gelmesinin kaynağını işaret etmiş oldu yani aslında. Dolayısıyla şimdi bütün bunlar, yani Mehmet Ağar hapisten çıkıp, Fethullah Gülen’e aracı olmak için gönderilip, daha sonra güvenlik politikasını tanzim için tekrar aktif göreve çağrılıp, ondan sonra oğlunun milletvekili yapılıp, sonra marinanın başına koyup, sonra dört tane adam marinada fotoğraf çektirip, sonra da bilmem ne yapılan sürecin içerisinde, ne anlatırsa anlatsın, hikâyenin başından sonuna, bunun her aşamasında kimin olduğunu herkes biliyor artık.
Ruşen Çakır: Bu arada sözünü unutma. Çok çarpıcı bir şey geldi aklıma. Hani bir fotoğraf var, İHH Başkanı Bülent Yıldırım… Taha Ün’ün düğünündeki fotoğraf. Ben onunla ilgili başlı başına yayın yapmıştım. O fotoğrafla ilgili, Sedat Peker’in bir yazısı var. Onu gördün mü? O fotoğrafı anlatıyor. Rize’de yerel bir internet sitesinden gördüm ben. Esas orijinal yerin neresi olduğunu bilmiyorum. Belki kendisi sosyal medyadan paylaşmış. Tam birebir aklımda değil; ama meâlen şunu söylüyordu: “Bu fotoğraf benim meşrulaşmamı sağlıyor,” diyordu. Buna getiriyordu. Teşekkür ediyordu. Onun için ne kadar önemli olduğunu söylüyordu. Onun popülaritesi ve yasallığı ya da meşruluğu kavramlarından birisini kullanarak, ne kadar minnettar olduğunu anlatıyordu. Çünkü Erdoğan’la fotoğraf veriyor. O zamana gelene kadar bir yığın insanla fotoğrafı var. Ama fotoğrafla beraber ne dedik? O fotoğrafı ilk gördüğümüzde, “Allah Allah!” dedik önce değil mi? Erdoğan’ın bu kişiyle, yani Sedat Peker’le fotoğraf çektirmesi… Ondan sonra da ne dedik? “Daha önce Ergenekon gibi bir şeyler olmuştu, ama demek ki şimdi iktidarla beraber hizalanıyor.” Hizalanıyor olması tek başına yeterli değil; Erdoğan tarafından tanınıyor. Bunu, o da o zaman görmüştü ve pek çok cümleyle bunu ifade etmişti. Yani hepimizden daha iyi biliyor Türkiye’de sistemin nasıl işlediğini ve burada aslında bir kişinin olduğunu. Senin geçen yayında söylediğin, ben de geçen onu tekrarladım seni referans vererek. Gerçekten tek bir patron var. Her ne kadar halka, “Gerçek patron sizsiniz” dese de… Hitabı, başından itibaren videolarının muhatabı Erdoğan. Erdoğan’dan destek bekledi, çağrı bekledi. Ama şimdi gelmediğini görünce belki ona daha sert, Biden karşısında onu zor durumda bırakacak ölçüde sert bir şeyler mi söyleyecek acaba? Bilmiyorum, çok emin değilim, sanmıyorum açıkçası. En fazla ne kadar yakın olduğunu vs.. Onları anlatacaktır diye tahmin ediyorum.
Kemal Can: Olabilir, ama onu anlatsa bile, yani sanıldığı gibi onu zorda bırakacak şeyler değil; tam tersi ona ne kadar bağlı ve yakın olduğunu… Çünkü daha önce ima ederek şeyi söyledi ya? “Kimse yokken ben vardım.” Onu anlatsa bile, o aslında şuna yol açacak. Şu anda doğrudan, Erdoğan’la ilgili çok özel bir bilgi verip vermemesi değil. Demin anlattığım şeye yol açacak. Yani bütün bu sürecin içerisinde, onu hikâyesinde nasıl bir belirleyiciliği olduğunu ortaya koymuş olacak. Zaten kendisi de, bir videosunda o fotoğraflarla ilgili şöyle bir şey söyledi hatırlıyorsan: “Benimle bir sürü insan gelip fotoğraf çektirip, sonra bunları kullanıyorlardı”. Yani şimdi bu şeyi biliyoruz. Fotoğraf verme işinin ne anlama geldiğini… Sonra Süleyman Soylu ile ilgili de bir sürü fotoğraflar çekildi ve o da çıkıp şey dedi ya: “Zaten benimle herkes çektiriyor”. Ama herkes, bu fotoğrafların neden çektirildiğini biliyor. Hatırlıyorsan, bütün seçim dönemlerinin öncesinde, aday adayı isimler, hep liderle fotoğraflarını yayarlar. “Ben yakınım, ben onay aldım” demenin ifadesi olarak gösterilir. Dolayısıyla çıkan bütün fotoğraflar, ister bu bir hastane odasındaki bir hasta ziyareti olsun, ister bir hapishane ziyareti olsun, ister “Biz bir aradayız” resmi olsun, ister “Biz tanışıyoruz, aramız çok iyi” resmi olsun. Bu resimlerin hiçbirisinin rastlantısal olmadığını, hele bu resimlerin çekilip servis edilmesinin hiç de boş olmadığını, her birinin bir karşılığı olduğunu, çeken de çektiren de o resme bakan da her zaman bilir. Bu çok açık bir şey. Dolayısıyla şimdi, birine en çok zarar veren ilişki sorunları, bu videolar tartışmaları içerisinde ne ile çıktı? Aslında birbiriyle kavga edenlerin değil; birbiriyle ahbap olanların bilgisiyle bir sürü şey öğrendik. Aslında “Kim kiminle kavga ediyor?”dan daha fazla şeyi nereden öğreniyoruz biz? Kim kiminle ne için ilişki kurmuş ve ne kadar bir yakınlığı var? Genellikle bu daha önemli bir bilgi. Şimdi hep şu konuşuluyor ya? Yani evet, bir şekilde Erdoğan’dan konuştu ve ondan bir şey bekledi; ama ben sahiden bu video serisine başlandığı anda, bunlar çıktıktan sonra Erdoğan’ın, “Evet, bu çocuk da haklı” diyerek ona destek vereceği ve onun Türkiye’ye gelip, sorunsuz biçimde eski hayatına geri dönmesini sağlayacağını düşündüğü için bu yola çıktı kanaatine çok katılamıyorum. Çünkü bu hayatın gerçeğine uymuyor. Ne olacaktı? Üçüncü videoda ne yapacaktı Erdoğan? “Evet, bu çocuk doğru söylüyor. Süleyman Soylu’yu aldım. Getirin bu çocuğu, Alaattin Çakıcı da içeri…” Yani böyle yapacağını mı bekliyorduk?
Ruşen Çakır: Ama orada biliyorsun, bir Çakıcı örneği var. Bahçeli, Çakıcı’yı kurtardı.
Kemal Can: Evet.
Ruşen Çakır: Yani Çakıcı’nın içeride yatmasıyla, Sedat Peker’e atfedilen soruşturma, yurtdışına kaçmasına neden olan soruşturmaların, Bursa’daki köfteciye çökmek filan… Kıyaslanamaz bile yani. Çok daha tolere edilebilecek bir şeydi.
Kemal Can: Ama orada şu var. Ben şunun için söylüyorum. Bunu tabii ki yapabilir. Aynen Çakıcı’yı hapisten çıkardıkları gibi, Sedat Peker’i de yurtdışından getirebilirler. Zaten Sedat Peker’i daha önce içeri de attılar, dışarı da çıkardılar. Bunu yapabilirler. Ama ben, o videolar yayınlandıktan sonra yapmaktan bahsediyorum. Çakıcı’nın Bahçeli’ye iki üç tane böyle mesaj gönderen video yayınlayıp, sonra da bir şeyler yaptırması gibi bir şeyden bahsediyorum. Yani anladın mı? Benim kastettiğim şey bu. Ben, videolara başlarken zaten bence yapamayacağını bildiği şeyi biraz zorladığı kanaatindeyim. Onu söylemek istiyorum.
Ruşen Çakır: Bir şey söyleyeceğim. Sen biraz önce fotoğraf çekme meselesini anlatırken… Bir olay anlatayım, izleyicilerimiz de duysun; sen de bilmiyorsundur. Şimdi bir tane fotoğraf var. Erdoğan’ın AK Partili gençlerle çektirdiği bir selfie. Gençler çekiyor tabii. Çok güzel bir fotoğraf ve biz bunu AK Parti’yle ilgili bir içerik girdiğimizde, fotoğrafı arşivden alıp koyuyoruz. Güzel, dinamik bir fotoğraf. Ama fotoğraftaki çocuklardan birisi ayrılmış, yeni partilerden birisine girmiş. Bir tanıdığı aracılığıyla bize haber yolluyor. “Lütfen onu kullanmasınlar” diye. Bir de böyle şeyler var. Hani Süleyman Soylu’nun yanında, kaçan adamın fotoğrafı var. “Ben nereden bileyim kardeşim…” Az da olsa böyle örnek de yaşıyoruz. Ben hâlâ kullanıyorum. Çok güzel fotoğraf. Her kullandığımda da aklıma… Hangisi olduğunu bilmiyorum. O fotoğraftaki gençlerden birisi, ama yollarını ayırmış. Normalde insanlar Erdoğan’la fotoğraf çektirmek için kuyruğa girer. Bir de böyle kaderin garip cilveleri de oluyor diyelim.
Kemal Can: Evet.
Ruşen Çakır: Kemal, bu haftayı böyle noktalayalım. Bakalım pazar sabahı mesaimizde ne olacak? Ben yine sabahın köründe onu izlemek durumundayım. Seni bilmiyorum. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. “Haftaya Bakış” a burada noktayı koyalım. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. İyi günler…