Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

PKK silah bırakırsa neler olur?

Bu soru günümüzde çok anlamsız kaçabilir ancak Kürt sorununun iyice uluslararası bir hal kazandığı günümüzde, Suriye’de PYD/YPG/PKK ile stratejik bir işbirliği içinde olan ABD’nin Biden yönetimiyle birlikte yeni arayışlara girmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler. “PKK silah bırakırsa ne olur?” Bugünün gündeminde çok aykırı bir başlık gibi görünebilir, ama bunu dün yapmayı düşündüm aslında. Dün, Sedat Peker yayını nedeniyle bugüne erteledim. Bu yayının benim açımdan ilginç bir öyküsü var, bir de ilginç bir tesadüf var. Şimdi, şöyle bir şey oldu: Gazetecilik anılarımı anlattığım “Gomaşinen”in geçen hafta yaptığım bölümünde, Emin Ayna’nın bir T24 röportajında benim hakkımda söylediği bazı şeyler vardı, onları aktarmıştım ve orada konu, benim 2008 yılında PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması gerektiğini savunmama geldi — savunuyordum, hâlâ savunuyorum, hep savundum. Bunu savunduğum bir ortamda, bir panelde –sempozyum gibi bir şeydi–, orada yaşanan olayları anlatmıştım; onu uzun uzun tekrar anlatmaya gerek yok. İsteyen oradan dinler ya da zaten dinlemiştir. 

Tekrar o günleri hatırlamak, hafıza tazelemek için o tarihte yazdığım yazılara baktım ve bunlar daha çok Ekim 2008’de, 2008 yılında yazılmış yazılar — o arada NTV yayınlarına da çıkıyordum, yayınlarda söylediğim şeylerdeki perspektifi büyük ölçüde değiştirmeden koruyorum. Yani tekrar, PKK’nın silah bırakma meselesini gündeme getirmenin aslında hiç de yanlış olmayacağını düşünüyorum. Bana göre bunun birtakım nedenleri var; yani herhangi bir bilgiye sahip değilim, bir kulis bilgisi vs. böyle bir şey yok; tamamen açık kaynaklardan yaşananlara baktığımda, PKK’nın uzun süredir çok büyük çaplı saldırılara girişmemiş olması, özellikle büyük kentlerde bir zamanlar “TAK” diye bir taşeron örgüte –aslında PKK’nın yan kolu olduğunu biliyoruz–, ona atfedilen birtakım kör terör eylemlerinin yapılmıyor olması, devletin Irak’ta ve Suriye’de, ama özellikle Irak’ta askerî operasyonlarını özellikle SİHA’lar aracılığıyla çoğaltması, ama buna rağmen çok ciddi çatışmaların yaşanmıyor olması var. Tabii istisnalar da var; özellikle o son, Gare’de yaşanan olay çok çarpıcıydı; orada devletin yaptığı bir operasyonun büyük ölçüde istenildiği gibi gitmemesi olayı yaşanmıştı. Ama bütün bunlar arasında en önemlisi, bence Amerika Birleşik Devletleri’nde Biden yönetiminin devreye girmesiyle beraber, bölgede Kürt meselesinin yeniden masaya oturtulacağı yolunda kişisel olarak bir tahminim var — başka yerlerde de bunu düşünenler var. 

Artık, Türkiye çözüm sürecini iptal ettiği andan itibaren zaten bölgesel bir sorun olan Kürt sorunu, uluslararası bir sorun hâline geldi ve bunun en açık göstergesi de Suriye’nin kuzeyindeki PYD/YPG — ki aslında PKK’nın orada bir tür otonom, özerk yapılanmaya gitmesi, devlet yapılanmasına gitmesi ve bunun da Amerika Birleşik Devletleri’nin himayesinde olması. Bunun karşılığında, PYD/YPG ABD’ye özellikle IŞİD’le mücadele konusunda çok ciddi bir katkı sundu. IŞİD’in Suriye’deki başkenti Rakka’nın –ki bunların hepsini unuttuk ama çok önemli operasyonlardı–, Rakka’nın düşmesinde çok ciddi katkı sağladılar –ki Rakka doğrudan kendilerini ilgilendiren bir bölge değildi– ve ABD’nin Suriye’de YPG/PYD’ye desteğinin sürdüğünü biliyoruz, bu iş de gizlenmiyor. Orada, az sayıda da olsa personel var. Bunlar, Irak Kürt bölgesindeki Amerikan personelleri tarafından da sürekli destekleniyorlar vs.. Yani bu mesele artık uluslararası câmianın, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin meselelerinden birisi ve Biden yönetiminin değişik kademelerinde, Suriye ve Irak’ta Kürtler’e sıcak bakan politika gelenekselleşti; ama Irak ve Suriye’deki Kürtler’in bir anlamda rahat olmasının anahtarının Türkiye’de olduğunu bilen kişiler var; önümüzdeki dönemde bunun çok ciddi bir şekilde gündeme gelebileceğini düşünüyorum. 

Şimdi bunu düşünürken, birden önüme bir şey çıktı: Cihat Yaycı. Biliyorsunuz, emekli amiral, istifa etti, Mavi Vatan konusunda çıkışlarıyla biliniyordu ve aynı zamanda Fetömetrenin bulucusu ya da yaratıcısı, artık her neyse. Şimdi, orman yangınlarıyla ilgili bir video yapmış. Nasıl bir video bu? Bu, Türk Denizcilik ve Global Stratejiler Merkezi diye, başkanı olduğu bir kurumun yaptığı bir video. 11 dakikalık bu videoda şöyle bir bölüm var — orman yangınları hakkında diyor ki: “Türkiye’de bir çevre terörü gerçeği vardır. Bunu iklim değişikliği şeklinde açıklamak, PKK, vatan hainleri ve FETÖ’nün söylemidir. Hedef iktidar değil devlettir, biz devletten yanayız. Bütün bu yangınların amacı Türkiye Cumhuriyeti’ne diz çöktürmek ve yeniden bir açılım süreci gibi bir süreç başlatarak Türkiye Cumhuriyeti’nin çözülmesine zemin hazırlamaktır. Sakın oyuna gelmeyelim.” 

Tüm dünyada orman yangınları oluyor, Türkiye’de de oluyor; şu anda Yunanistan’da var, İtalya’da da var; dünyanın her yerinden, Cezayir’den vs. orman yangını haberleri geliyor ve bunlar büyük ölçüde herkes tarafından iklim kriziyle irtibatlandırılıyor doğal olarak. İnsan faktörü tabii var; o da, iklim krizine neden olması nedeniyle bir insan faktörü var. Ama burada bir terör suçlaması var; bunun için uzun uzun anlatmaya gerek yok, eski birtakım videolar kullanıldı, sürüme verildi ve birtakım kampanyalar yapıldı, birileri üstlendi sonra geri çekti vs. — ki Yaycı bunlardan da bahsediyor, ama bu olayların bir terör eylemi olduğu yolunda devlet tarafından açıklanmış hiçbir bulgu yok. Herhalde bunu bulmuş olsalardı, bunu çok gürültülü bir şekilde açıklarlardı. Tabii, bu kadar sayıda orman aynı anda bir terör örgütü tarafından yakılıyor olsa –bunu bir başka yayında da dile getirmiştim–, ayrı bir yönü olurdu, o da çok ciddi bir zaaf anlamına gelirdi; güvenlik devleti konseptinde bu kadar mesafe katetmiş bir Türkiye’nin kalkıp aynı anda onlarca ormanını bir örgütün yakmasını engelleyememesi de ayrı bir şey olurdu. 

Yani burada bir terör olayına, yani PKK yaktı ya da bir çevre terörü gerçeği olayına ben inanmıyorum, inananlar varsa da onları kendi inançlarıyla baş başa bırakıyorum; ama burada benim özellikle dikkatimi çeken husus, demin söylediğim, bu silah bırakma meselesi kafamda dolaşırken, –“Bütün bu yangınların amacı Türkiye Cumhuriyeti’ne diz çöktürmek ve yeniden açılım süreci gibi bir süreç başlatarak Türkiye Cumhuriyeti’nin çözülmesine zemin hazırlamaktır” sözü yani–, bir açılım süreci, yeni bir açılım süreci mi olacak? PKK ormanları yakıyor, devlete diz çöktürtüyor, ona açılım süreci dayatıyor. Biliyoruz, geçmişte yaşanan süreçlerde, değişik adlarda süreçler oldu ve ben de bunların hepsini gazeteci olarak çok yakından takip ettim; bunların hiçbirisi böyle devlete diz çöktürme falan gibi bir sürecin sonunda olmadı, tam tersine devletin kendini en güçlü hissettiği anlarda başlattığı girişimler oldu ve hatta Erdoğan, en son yaptığı Diyarbakır gezisinde de açılım sürecinin, ya da neyse artık, çözüm sürecinin bitmesinin sorumlusunun kendisi olmadığını söyledi. Yani o hiçbir zaman, özellikle son dönemde biliyorsunuz artık Kürt meselesini telaffuz etmiyor vs., ama hani kalkıp da, “O yanlıştı, ondan vazgeçtik” falan diye bir şey söylemedi. 

Dolayısıyla bir süreç başlatıp Türkiye Cumhuriyeti’nin çözülmesine zemin hazırlamak lâfı, Türkiye Cumhuriyeti devletini uzun zamandır yönetenlerin çok ciddi bir kolaylıkla kullandığı, Yaycı ve diğerlerinin de dediği gibi: “Vatan hainliği”. Yani “Çözüm süreci Türkiye Cumhuriyeti’nin çözülmesine zemin hazırlamaktır” diye bir tespit var, bu bence doğru değil; böyle düşünenler olabilir, eyvallah, ama en azından o süreci yapanlar Türkiye’de barışın kalıcı hâle gelmesi iddiasıyla yola çıkmışlardı, olmadı. Burada beni düşündüren husus, işte, ormanları mesele edip buradan, “Aman sakın yeni bir çözüm süreci olmasın, bu devletimizi yıkmak anlamına gelir” şeklinde bir alarmın veriliyor olması da bana göre bir şeylerin işareti. Yani, bir şeyler oluyor mu bilmiyorum, ama olmak zorunda. Türkiye artık bu olayı çok daha fazla böyle taşıyabilecek durumda değil. Tabii ki şu haliyle baktığımız zaman, Erdoğan yönetiminin bunu böyle yapabilmesi, şu günün Türkiye’sinde yapabilmesi mümkün değil; ama işin içerisine Amerikan faktörü de eklenince ve PKK’nın da Amerika’ya olan bağımlılığının, özellikle Suriye bağlamında bu kadar netleştiği bir yerde işlerin çok daha değişik seyredebileceği kanısındayım. 

Zamanında ilk bu “Neden PKK kayıtsız şartsız silah bırakmalıdır?” diye yazdığımda –ki 11 Ekim 2008 tarihinde yazmışım Vatan gazetesinde–, üç seçenek söylemişim: ilk adım devletten gelir, ikinci seçenekte ise devlet ve PKK aynı anda çatışmaları sona erdirir, üçüncüsü de PKK şart koşmadan buna son verir. Hâlâ ilk ikisinin olamayacağını düşünüyorum; çünkü devletin burada pes etmiş olduğu ya da Yaycı’nın deyimiyle “diz çöktüğü” anlamına gelir. Esas olarak ülkede kalıcı bir çözüm isteniyorsa, PKK’nın bir şekilde silahı bırakması ya da birileri tarafından buna ikna edilmesi gerekiyor. “Çözüm Süreci”nde buna geçici bir formül bulunmuştu biliyorsunuz; silahlı güçlerini Türkiye’den çekmek idi, Öcalan’la yürütülen pazarlıklar sonucunda böyle bir ara çözüm bulunmuştu; ama orayı birileri dinamitledi ve geri çekilenlere, PKK militanlarına yönelik bazı saldırılar olduğu iddiasıyla Kandil geri çekilmeyi durdurdu. Şimdi, bunları çok fazla kimse araştırıp etmedi; ama orada sanki bir sabotaj olmuştu ve o proje orada yatmıştı. Bunun bugün pekâlâ mümkün olabileceği kanısındayım. Burada soru şu tabii ki: Şimdi, bir Cumhur İttifakı var ve bu Cumhur İttifakı seçimi kazanamayacakmış gibi gözüküyor, araştırmalar bunu gösteriyor ve Erdoğan iktidarı kaybetmemek için elinden geleni yapıyor. 

Burada kilit rolü oynayanın da esas olarak Kürt oyları olduğunu biliyoruz; çünkü iki tarafın oyları yüzde 40’larda kalıyor ve yüzde 10’un üzerinde bir HDP oyu var ve bunların büyük çoğunluğu da Kürt seçmenden geliyor, bunu biliyoruz. Dolayısıyla orayı etkilemek gerekiyor. Nitekim yerel seçim öncesinde Erdoğan, Osman Öcalan’ı kullanarak ya da Abdullah Öcalan’a bir akademisyen gönderip onun ağzından laflar ettirerek o oyları kazanmaya çalıştı; ama olmadı ve çok büyük bir hüsrana uğradı. Şimdi, böyle üstünkörü çözümler yerine daha kalıcı çözümler, daha etkili çözümler arayışına pekâlâ girebilir. Burada tabii şöyle bir soru var: Peki Devlet Bahçeli ve diğer o şahin kanat buna nasıl izin verir? Tabii ki normalde vermez, ama normalde şahinlik atfettiğimiz kişiler, o akademisyenin gidip Öcalan’la konuşup sonra Öcalan’ın mesajını aktarmasına da ses çıkartmadılar, Osman Öcalan’ın TRT Kürdi’ye çıkmasına da ses çıkartmadılar; yani siyasette her şey pekâlâ mümkün olabilir. Sonuçta, iktidarını kaybetmekte olan bir Erdoğan var ve bu kaybı engellemek için özellikle Kürtler’i bir şekilde kazanması ya da en azından nötralize etmesi gerekiyor ve burada kilit nokta çatışmalar ve çatışmaların geleceği. Şu anda çatışmalar çok düşük düzeyde seyrediyor; ama bunun mutlak bir şekilde biteceğine yönelik bir gelişme olursa, Türkiye’de siyasî dengeler pekâlâ değişir. Bunun, bu günlerin meselesi olduğunu, ama gerçekleşmesinin çok çok zor olduğunu düşünüyorum; kişisel görüşüm bu. Özellikle eğer Türkiye’de iktidar değişirse, muhalefetin iktidara gelmesi durumunda, bu sanki daha fazla mümkünmüş gibi gözüküyor; ama yine de oraya bir şerh düşmek lâzım, çünkü Türkiye’de aslında iktidarın ve muhalefetin bu konuya bakışlarında çok çok köklü farklılıklar yok; ama bu olay, yani Kürt sorunu artık tamamen uluslararası bir sorun hâline geldiği için ve Ortadoğu’dan iyice çekilmek isteyen Amerikan yönetiminin bu meseleyi de bir şekilde bir an önce sonlandırmak istemesi söz konusu olduğu için, burada birtakım yenilikler beklemekte yarar var. 

Şimdi bunun konuşulmasının çok erken olduğunu biliyorum, bunu alabildiğine özgür bir şekilde konuşmamızın imkânsız olduğunu da biliyorum, böyle bir meselenin gündeme getirilmesinin her taraftan –nasıl söyleyeyim?– reddedileceğini de biliyorum; mesela ben bunu söylediğimde, o başta bahsettiğim, katıldığım Barış Meclisi’nin toplantısında Ankara’da bunu söylediğimde, onlarca yazılı soru ve yorum geliyordu, onlarca şey gelmişti ve bunların hemen hemen hepsi beni “satılmış” vs. diye niteleyip, “Sen ne sanıyorsun? Kürtler kurbanlık koyun değildir” vs. şeklinde yorumlar gelmişti. Gazeteye yazdığımda da böyle tepkiler gelmişti. Bir diğer taraftan da tabii ki, “Devlet böyle terör örgütüyle pazarlık etmez, şu yapmaz bu yapmaz” gibi tepkiler geliyor; ama işin realitesine baktığımız zaman, olayın seyri çok daha farklı olabilir. Neyse, bunu bir girizgah olarak kabul edin. Bir de tesadüf var; o tesadüfü de söyleyeyim: Şimdi ben “PKK silah bırakırsa neler olur?” demeden önce, “PKK silahı bırakırsa” dedim, tanıtımı da öyle yaptık; sonra bir baktım ki neredeyse iki yıl önce aynı başlıkta bir yayın yapmışım ve yayının girişini arkadaşlarımız deşifre etmiş, oradan okuyorum: “Bugün bu yayını yapmaya karar verdiğimde, inanın bu günün PKK’nın ilk saldırılarını yaptığı 15 Ağustos 1984 Eruh Şemdinli’nin yıldönümü olduğu aklımda değildi.” Tesadüfen olmuş ve hakikaten de o Eruh Şemdinli’nin yıldönümüne denk gelmiş; şimdi iki yıl sonra, o yıldönümünden birkaç gün önceye denk geldi. Tabii yaşlılık böyle kötü bir şey. İnanın böyle bir yayın yaptığımdan, kendi Youtube sayfama girip arama motoruna basmasam haberim olmayacaktı, yani hatırlamayacaktım gerçekten. Yaşlılık gerçekten böyle bir şey. 

O tarihte yaptığım yayında, iki yıl önce bunun imkânsız olduğunu, bu seçeneğin olduğunu ama bunun mümkün olmadığını söylemişim büyük ölçüde. Bugün bunun daha mümkün olduğunu söylüyorum ve bunun Türkiye’nin gündemine bir şekilde gireceğini düşünüyorum, iddia ediyorum. Nasıl derseniz deyin. Neye istinâden bunu söylüyorum? Tekrarlıyorum: Açık kaynaklardan, olup bitenlerden… Geçenlerde Murat Karayılan’ın bir açıklamasında, “Bize güvendiğimiz birileri aracılığıyla mesaj geldi” sözlerinin bir anlamı olabilir vs.. Bunlara istinâden söylüyorum. Bu konunun çok ilgi uyandıran bir konu olmadığının farkındayım, ama ben bu konunun takipçisiyim ve bu dile getirdiğim görüşleri önümüzdeki günlerde daha da açacağımı şimdiden söyleyeyim. 

Bugün Mehmet Altan’la bir yayın yapacağız, onu da duyurmuş olayım, saat 20.00’de. Kendisiyle en son 2020 Nisan ayında bir yayın yapmıştık. Şimdi tekrar yapacağız, onu da duyurmuş olayım ve son olarak da kişisel bir notla bitirmek istiyorum: Yayına girmeden önce, birtakım medya siteleri –yani var ya, öyle adlarının içinde medya kelimesi, bizim Medyascope, biz başka bir şeyiz–, onlar, medya dedikoduları vs. yapan sitelerden yanılmıyorsam Medya Radar ve daha önemlisi Cumhuriyet gazetesinin internet sitelerinde bir şey gördüm, görenleriniz olmuştur: “Yılmaz Özdil’den Ruşen Çakır’a çok sert sözler” diye, Yılmaz’la benim resimlerimizi yan yana koymuşlar, bana “çantacı” demiş, “foncu” demiş, bilmem ne demiş vs.. 

Yılmaz’la çok eskiden beri tanışırız, Milliyet gazetesinde yıllar önce beraber çalıştığımız da oldu. Siyasî olarak örtüştüğümüz nokta çok fazla yoktur diyelim. Ülkenin iyiliğini isteme dışında çok farklı düşünürüz, ama birbirimizi tanırız, birbirimizin gazeteciliğini de biliriz. Bunu görünce –nasıl diyeyim?– hayal kırıklığı gibi bir şey yaşadım ve Yılmaz’a bir mesaj atıp sordum ve kendisiyle tam yayına girmeden önce konuştum: Bunun tamamen yalan olduğunu, kesinlikle doğru olmadığını söyledi. Bana da o kadarının yeter olduğunu söyledim, bunu da bir not olarak düşeyim; çünkü insanlar, zaten az sayıda kalmış olan gazetecileri, bağımsız olarak gazetecilik yapmaya çalışan insanları birbirlerine düşürmeye çok meraklılar, pekâlâ ben bunu Yılmaz’a sormadan doğru olarak kabul edip de hareket edebilirdim; ama kendisi bunun kesinlikle doğru olmadığını vurguladı. Herhalde önümüzdeki günlerde bir yerlerde, bugün yarın bilmiyorum, kendisi de bir açıklama yapacaktır; ama bana söylediğini aktarmakta bir sakınca olduğunu sanmıyorum. 

Bu acı bir şey; ama bütün bu tür şeylere rağmen, yani bir kere daha vurguluyorum, Cumhuriyet gazetesi –ki ben zamanında Cumhuriyet gazetesinde çalıştım–, böyle bir şeyi yapmış olmasını hem anlıyorum, hem de kabullenemiyorum; onu özellikle izliyorlarsa kendileri ya da izleyenler kendilerine iletsinler, ben kendilerine iletmeyeceğim, bu yaptıklarının ayıp olduğunu özel olarak vurgulamak istiyorum. Medya siteleri kimlerdir nedir bilmiyorum, ama Cumhuriyet gazetesini biliyorum, yani böyle şeyler üreterek, köpürtüp ederek, insanları birbirlerine düşürerek Türkiye’de neye nasıl katkıda bulunmak istediklerini inanın anlayamıyorum; ama her şeye inat, her şeye rağmen biz bildiğimiz yolda bağımsız, özgür gazetecilik yapmaya devam edeceğiz, sizlerin de destekleriyle. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.