Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (21): HDP’nin tutumu

Adını Koyalım’ın 21. bölümünde Ayşe Çavdar, Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ruşen Çakır, HDP’nin açıkladığı tutum belgesini, bunun Kürt sorununun çözümüne ve ittifaklara etkisinin neler olabileceğini tartıştı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”ın 21. bölümüyle karşınızdayız. Yine her hafta olduğu gibi, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la birlikte bir konuyu ele alıyoruz. Bu haftaki konumuz, bir anlamda geçen haftanın devamı sayılabilir. Geçen haftaki programımızda “Kürt sorununun çözümünde muhâtap kim olmalı?” konusunu tartışmıştık. Bu hafta da HDP’nin tutumunu ele alacağız. HDP’nin bundan sonraki yol haritasını içeren “Tutum Belgesi” bekleniyordu ve açıklandı. Ama tartışmayı da beraberinde getirdi. Biz de bu tartışmaların adını koymak istiyoruz. Arkadaşlar, merhaba. 

Can-Özpek-Çavdar: Merhaba. 

Ruşen Çakır: Kemal, seninle başlayalım. Çünkü sen sıcağı sıcağına Gazete Duvar’da “HDP’nin tutum belgesi” başlığıyla bir yazı yazdın ve yazıyla ilgili genellikle olumlu tepkiler aldığını söyledin. Yazı o kadar olumlu ki, içerisinde, tartışmayı hak eden birçok konu da arada unutuluyor. İttifak meselesini daha sonraya bırakalım, ilk aşamada HDP’yi konuşalım istiyorum. Tabii belgenin tamamıyla ilgili düşüncelerini de soracağım; ama bu olumlu havanın içerisinde, arada kaynayan birtakım tartışma konuları olduğunu söyledin, özel olarak onu soracağım. 

Kemal Can: Bugünlerde yapılan her tür tartışmada, daha önce yaptığımız Kürt sorunu tartışmasında da, Akşener’in ve Kılıçdaroğlu’nun açıklamasında da, göçmen meselesinde de hep aynı sorunu yaşıyoruz. Siyâsî gündemin büyük sorun başlıkları var; büyük bir öbek oluşturuyor. Onun, iç tartışması ve çok katmanlı bir tarafı var. Ama bir de seçim sonucu, ağırlıklı olarak ittifaklar, ittifakların elinin rahatlaması, yapılan hamlelerin iktidar ve muhâlefet stratejilerini nasıl etkilediği konusunda çok da güncel bir tartışma var. Bunlar zaman zaman örtüşüyor, zaman zaman da birbirinden uzaklaşıyor. Bu mesele de öyle. Yazıda değinmek istediğim şey, muhâlefet cephesinde uzunca süredir konuşulan şey, seçimi kazanma stratejilerinin bir parçası olarak sonraya dâir o ortak zemin, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş programının nasıl bir şeye benzeyeceği, onun temel ilkeleri, muhâlefetin birlikte davranmasının çerçevesi gibi konularla ilgili bir içerik tarafı var. Bir de, güncel siyâsî tabloyu etkileyen bir tarafı var. Bu güncel taraf, her olayda, kamuoyunun yüksek beklentisi üzerinden öne çıkıyor ve asıl olarak o konuşuluyor. Yani Akşener bir şey söylüyor, “Bu, ittifâka nasıl etki yapar?” meselesi konuşuluyor. Kılıçdaroğlu bir çıkış yapıyor, “Bu, ittifâkı nasıl etkileyecek? Elini rahatlattı mı? İktidar karşısında daha mı avantajlı konuma geçti?” konusu konuşuluyor. HDP tutum belgesi açıklıyor, yine aynı şey yaşanıyor. Bunun iyi bir tarafı var. Çünkü bu gelişmelerin hepsi, yani birkaç haftadır muhâlefet cephesinde üst üste gördüğümüz, önce Kılıçdaroğlu’nun HDP’yi meşrû bir muhâtap olarak işâret etmesi ve etrafında oluşan tartışmalar, peşinden Akşener’in çıkışı ve cumhurbaşkanı adayı olmayacağını ifâde etmesi, şimdi de HDP’nin “Tutum Belgesi”. Bunlar, birbirini tamamlayan ve muhâlefet aktörlerinin elini rahatlatan, birbirine hareket alanı açan, ama bir yandan da kendilerine daha açıklanabilir pozisyonlar târif eden çıkışlar. 

Sırayla gidersek, meşrûiyet tartışmasıyla, HDP’nin tutum belgesinin örtüşen bir tarafı var. “Bu, koordineli mi yapıldı, önceden bunun üstüne kafa yoruldu mu, bu zamanlama düşünüldü mü düşünülmedi mi?” ayrı bir kalem. Bunun üzerine spekülasyon yapmak istemiyorum. Ama birbirini tamamlayan tarafları var. Meşrûiyet tartışması, yani Kılıçdaroğlu’nun çıkışı, peşinden diğer muhâlefet aktörlerinin katılma biçimi ve iktidarın verdiği tepki şunu gösterdi: Meşrûiyet tartışması, muhâlefet aktörlerinin mecbur kaldığı ve pek de meşrû olmayan bir pozisyonu, yeniden mâkul ve iktidarın belirlemesine izin vermeden, kendi meşrûiyet târifleriyle açıklamalarıydı; bu, böyle bir imkân yarattı. HDP uzunca bir süredir, diğer muhâlefet aktörleri açısından sorunlu bir unsura dönüştürülüp, iktidarın muhâlefeti zorlayıcı bir temaya dönüştürdüğü bir aktördü. Bundan doğan iki problem vardı: Biri, muhâlefetin diğer aktörleri, sürekli HDP’yi diğerleri için hayatı zorlaştıran biri olmaktan çıkacak adımlar atmaya zorluyordu. “Mesafe koyun” meselesi; mesafe koyulamadığı için yan yana durulamadığı iddiası. Diğer taraftan da, bu dışlamadan dolayı kendi seçmenine bile mahcup olan ve bunu kabullenmek zorunda kalan bir HDP resmi vardı; bu da rahatsızlık yaratıyordu. Yani, sürekli muhâlefet bloku içerisinde davranmaya çalışıyorsunuz, ama muhâlefet blokunun bir tür “istenmeyen unsuru” muamelesi görüyorsunuz. Şimdi hem meşrûiyet tartışması ve üstüne gelen tutum belgesi, hem aktörler için birbirini rahatlatma anlamında önemli bir zemin değişimi yarattılar, hem de kendi pozisyonlarını rahatlattılar. HDP, bu tutum belgesiyle, ittifaklar dışı bir pozisyon alarak, kendisinin sıkıntılı pozisyonunu rahatlattı. Aslında bunu daha önce seninle bir yayında konuşmuştuk. Hatta ne meşrûiyet tartışması vardı ne de henüz tutum belgesi açıklanmıştı. Ama HDP’nin böyle bir arayış içerisinde olacağını, muhâlefet aktörlerini kendisiyle davranma zorluğunda bırakmayacak bir çıkış yapabileceğini, bu çıkışın da kendi pozisyonunu rahatlatacağını bir ihtimal olarak konuşmuştuk. Tam da öyle cereyan etti. İlk adım meşrûiyet çerçevesi ile Kılıçdaroğlu’ndan geldi. Dolayısıyla bütün muhâlefet aktörleri, iktidarın meşrû olmayan bir meşrûiyet tartışmasını kabul ederek, meşrû olmayan bir pozisyonda duruyorlardı. Şimdi onu değiştirdiler. Aslında o dışlamanın kendisi gayrimeşrûydu. İktidar, Meclis’te olan bir siyâsî partinin meşrûluğunu açıkça zorladığı için tartışma konusu yapmak, sorunlu bir durumdu; bunu aştılar. Şimdi bu tartışmalı durumda, muhâlefet aktörlerinin tam birliktelik yapamayacağı bir aktör olarak öne çıkan HDP, tutum belgesiyle, kendi seçmeni nezdinde kendi pozisyonunu meşrûlaştırmış oldu. Hani hep tartışılıyordu ya; HDP, muhâlefet tarafından da bu kadar uzun süre itilip kakılırsa –ki iktidar zaten sürekli şeytanlaştırıyordu HDP’yi–, çok derin bir yalnızlaşma içine giren HDP seçmeni bundan rahatsız olabilir, buna tepki verebilir, hatta bazı tartışmalara göre, bu arada kalma yüzünden, kendisini başka pazarlıklara mecbur hissedebilir. 

Şimdi HDP bu tutum belgesiyle hem kendi pozisyonunu rahatlattı, hem arada kalmadan durumunu netleştirdi, hem de diğer aktörlerin elini rahatlattı. Tıpkı meşrûiyet tartışmasında olduğu gibi, iktidarın stratejisini de önemli ölçüde sıkıntıya soktu. En azından sonuç almasını zorlaştıran bir durum yarattı. Bu, genel anlamda pozitif bir şey. Ama bu ortaklık zemininin kuruluşundaki daha sonraya ilişkin, yani “seçim sonrasını seçim sonrasına bırakma” tezi etrafındaki ana çerçeve, birliktelik çerçevesinin târifi, onun sınırları konusundaki tartışmayı ertelemeye bir tür onay veren bir tutum aslında. HDP de, diğer muhâlefet partilerinin seçmeninin önceliğine bir tür saygı gösterip, radikal demokrasi iddiasıyla onları sıkıştırmak tercihini kullanmadı. O yüzden bazı başlıklarda çok detaya girmemeyi tercih etti. Belki Ayşe birazdan içeriğine dâir daha fazla şeyler söyleyecektir, epeyce notlar çıkarmış çünkü. Yani, HDP de güncele cevap veren bir tutum çizerek, birkaç haftadır akmakta olan akıntıya uygun bir devam sağladı. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seni sona saklıyorum, hazırladığın bütün notları okuyacaksın. Burak, Kemal’in bıraktığı yerden seninle devam edelim. HDP’nin açıkladığı “Tutum Belgesi”nde 11 başlık var:  “Güçlü demokrasi”, “Tarafsız ve bağımsız yargı”, “Kayyım rejimi değil halk iradesi”, “Kürt sorununda demokratik çözüm”, “Barışçı dış politika”, “Kadına özgürlük ve eşitlik”, “Ekonomide adalet”, “Kamu yönetiminde liyâkat”, “Doğaya saygı”, “Gençler için özgür yaşam”, “Demokratik anayasa”.  Bu başlıkların içeriğinde belki kelimelerde tartışma çıkabilir; ama benim gördüğüm kadarıyla, muhâlefetin diğer aktörlerine, “Biz bu metinle yan yana duramayız” dedirtecek bir durum yok. Hatta birçok açıdan baktığımızda, bu metni, Türkiye konseptini bilmeyen yabancı birisine versek, tekil olayları bir kenara bıraksak, liberal, demokratik merkez partisinin metni gibi düşünülebilir. “Kürt sorunu” Türkiye’ye özgü bir sorun olduğu için bir istisnâ olabilir. Ne dersin?

Burak Bilgehan Özpek: Zaten ittifak başka türlü kurulamaz. 

Ruşen Çakır: Sözünü keseceğim, ama şunu da özellikle sorayım: Kemal bu ittifakın zeminini korumak için böyle bir şeye özellikle özen gösterildiğini söyledi. HDP, bir anlamda kendisini bu metin için frenlemiş mi, yoksa HDP gerçekten bu mu? Görüşünü merak ediyorum. 

Burak Bilgehan Özpek: Motivasyonuna ve amacına dâir bir şey söyleyemem; sadece sonuçlarına dâir bir şeyler söyleyebilirim. HDP’nin bunu hangi amaçla yaptığını, parti içindeki tartışmalara hâkim olmadığım için bilmiyorum. Ama sonucu, ittifakın geleceğine yönelik olumlu katkılar yapacaktır. Sonucu açısından bunu net olarak söyleyebiliriz. Çünkü şöyle bir fikir birliği var: Bu popülist otoriter yönetimlere karşı çok geniş bir muhâlefet cephesi kurmak gerekiyor. Bu da çok kolay kurulmuyor. Çünkü muhâlefet partileri genel îtibâriyle çok parçalı. Bunun sebebi de, farklı ideolojik ve kimliksel önceliklerle hareket etmeleri. Bu öncelikleri sürdürmeye çalışırlarsa, bir araya gelmeleri oldukça zor. Çünkü onları tâviz vermeye yanaşmadıkları bir noktaya sürükleyebilir. Merkezde konumlanmalarını önleyen şey, onların öncelikleri olabilir. Zaten sadece HDP’nin değil, muhâlefetteki bütün aktörlerin benzer bir tutum içerisinde olduğunu görüyoruz. Daha az Kemalizm yapan ya da daha az milliyetçilik yapan muhâlefet partileri var. CHP daha az Kemalizm yaptığı için ya da İYİ Parti daha az milliyetçi hamâset yaptığı için diğer partilerle uzlaşma zemini bulabiliyor. Şimdi HDP’nin de bu cepheye katılması, bir şeyleri daha az yapmasıyla mümkün olacak. Ya da bir şeyleri, tâviz verilmeyen, sürekli olarak seslendirilmesi gereken kavram olmaktan çıkarttıkça mümkün olacak. Bir araya gelmek ancak böyle mümkün olabilir. Aksi takdirde, tarafların Türkiye’ye dâir özlemleri, ütopyaları tartışılmaya başlandığı zaman, aynı arabaya bağlanmış atlar gibi, durduğu yerde iyi durur. Fakat hareket etmeye başladığında farklı yönlere gidecekleri için, arabanın dağılması gibi bir sonuçla karşılaşabiliriz. O yüzden, HDP’nin buraya eklemlenmesi zaten bunu mecbur kılıyor. Aksi türlü davransaydı, o cephenin içinde yer alamazdı. Böyle davrandığı için cephe genişliyor. Bu, kendi içinde tabii ki huzursuzluk yaratır. Bugün muhâlefet partilerini yeteri kadar ortodoks olmamakla suçlayan, hatta yeteri kadar idealist olmamakla suçlayan daha radikal sesler var zâten. Bunlar İYİ Parti’nin, CHP’nin içinden çıktı. Muhtemelen HDP’nin içinde de bu sesler var — ki duyuyoruz bunları. Ancak, muhâlefet partilerinin parçalı yapısını devam ettirebilecek kadar ideolojik tutkulara sahip olmasını destekleyen, tabii ki iktidar. İktidar, İYİ Parti’nin daha milliyetçi olup diğerleriyle konuşamamasını veya CHP’nin daha Kemalist olup diğerleriyle konuşamamasını tabii ki ister. İktidar, muhafazakâr geçmişe sâhip olan partilerin sürekli olarak kimlik siyâseti yapıp diğerleriyle konuşamamasını ve HDP’nin kendi ideolojik tutkularına bağlı kalıp, mümkün mertebe Türkiye partisi olmamasını ister. Dolayısıyla, iktidarın isteğinin karşısında başka bir politika uygulamanız gerekiyor. O da, siyâseti merkezde toplamak. 

Siyâseti merkezde toplamak çok konuşulan bir şey, ama merkez siyâsetin ne olduğunu kimse bilmiyor. Merkez siyâset, ideolojik olarak konumlanabileceğiniz bir yer değil; sizin, ideolojik programınızı koruyarak, bunu bir şekilde ilerletme metodolojinizle, yani yöntemle alâkalı bir şeydir. Bu yöntem de, müzâkereye açık olmanız ve müzâkere kanallarını olabildiğince diri tutmanızla alâkalıdır. Müzâkere kanallarını açık tutmak, herhangi bir meseleyi somut, rasyonel ve teknik tartışmanın konusu hâline getirmenizle olur. İnsanların konuşabilmesi, ancak, hamâsetten, romantizmden arınmış bir müzâkere zeminiyle işleyebilir. Bu mesele bizi hep aynı noktaya getiriyor: Demokratik, medenî bir toplumda en meşrû müzâkere zemini tabii ki parlamentodur. Müzâkerenin devam edebilmesi için, parlamentoda, mesela HDP ve HDP milletvekilleri için bir güvenlik sağlanacak. Müzâkere zemini, kamusal alanda yürütülen tartışmalardır. İnsanlar, fikirlerinden dolayı bir yaptırıma mâruz kalma endişesi taşımayacaklar ki müzâkere edebilsinler. Bu da fikir hürriyetine anayasal garantiler getirmenizi beraberinde getirir. Müzâkere zeminlerini diri tutmak, aslında tutum belgesinde veya diğer parti liderlerinin konuşmalarında da söyledikleri, parlamenter sistem, devletin tarafsız olması, vatandaşlar arasında farklı hukuk sistemi uygulamaması, insanların fikirlerinin anayasal garantiler altında olması, çoğulculuğun anayasal temînatlarla korunması gibi durumları içerir. Bu sadece HDP’nin değil, demokratik bir sistem içerisinde kendi ajandasını meşrû bir kanaldan yürütmek isteyen her partinin söyleyeceği şeyler. Dolayısıyla, tutum belgesi, HDP’nin fikirsel ya da ideolojik tutumundan ziyâde, onun bu meseleleri tartışma tutumuna yani yönteme dâir bir şeyler söylüyor. Yönteme dâir kapsayıcı bir şey söylediğiniz zaman, ittifakın içerisine de girebiliyorsunuz, ittifakın sağlamlığına da katkıda bulunabiliyorsunuz. 

Muhâlefet bloku devam ettiği takdirde, “Kürt sorunu” meselesine dâir bir şey konuşulacak mı? Bence, Kürt sorununun çözümüne ya da çözümün içeriğine dâir bir şey konuşulmayacak; konuşulması çok zor. Fakat Kürt sorununun çözülmesinin yöntemine dâir bir şey, sonuna kadar konuşulmalı. Demokrasiyi işâret eden o yöntem konuşulacak ki, bu muhâlif blok, demokratikleştirici bir güç hüviyetine kavuşsun ve bir arada kalabilsin. 

Ruşen Çakır: Gerek Kılıçdaroğlu’nun gerekse Mithat Sancar’ın ısrarlı bir şekilde “Muhatap HDP’dir ve adres Meclis’tir” demeleri, zaten yöntemi ortaya koyuyor. Mutâbakatın en azından muhâlefette oluştuğunu görüyoruz. Meclis derken, güçlendirilmiş parlamenter sistemden bahsediyoruz. Zaten, HDP’nin tutum belgesinin 1. maddesinde, parlamenter sisteme dönüş talebi dile getiriliyor. Meselâ, şu anda muhâlefet temsilcilerinin İstanbul’da güçlendirilmiş parlamenter sistemle ilgili birtakım toplantılar yaptığını biliyoruz. HDP o toplantılarda yok, ama bir şekilde aynı hatta durduğunu söylemiş oluyor. 

Burak Bilgehan Özpek: Tabii. Burada şunu kabul etmemiz lâzım: Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına paralel olarak, bir de Cumhur İttifakı’nın kurduğu bir meşrûluk ekseni var. Türkiye Cumhuriyeti kanunları tarafından meşrû kabul edilen aktörler, Cumhur İttifakı mensupları tarafından gayrimeşrû ilan edilebilirler. Bu aslında otoriterlik demek. Çünkü siyâset yapma alanını daraltıyor. Yani, Türkiye Cumhuriyeti kanunları, Cumhur İttifakı kanunlarından daha demokratik bir alan sunuyor. Dolayısıyla, HDP’nin meşrûluk sorununu Cumhur İttifakı’nın diliyle konuşmak, aslında zımnî olarak, Cumhuriyet kanunları çerçevesi yerine, Cumhur İttifakı kanunlarını benimsemiş olduğunuzu îmâ ediyor. Sizi iktidarla yan yana düşüren mesele bu. İktidarın diliyle konuşmak, sizi Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından da ayrıştıran bir şey. Şu aşamada, güvenli bir liman olarak bu tip söylemlere sarılmak, bence çok da mantıksız değil. Yöntem konuşmak, yöntem konuşurken de, parlamenter sistemin meşrûluğu ya da aktörlerin sivil siyâset yaptığı sürece meşrû kabul edilmesi gibi, Türkiye Cumhuriyeti kanunları ile daha uyumlu söylemler dile getirmek, hükümeti felç eden bir şey. Çünkü oradan bir darbe beklemiyorlar. İşbirliğini görüyorlar, işbirliğine tepki duymak istiyorlar. Fakat ellerinde o işbirliğini bozabilecek ne bir söylem ne de bir enstrüman var. Çünkü taraflar işbirliğini son derece meşrû söylemler üzerine kurmuş oluyorlar. Ben böyle görüyorum. 

Ruşen Çakır: Ayşe, senin notlarına gelelim. Tutum belgesindeki maddelerin hepsi için ayrı ayrı not aldıysan, yandık.  

Ayşe Çavdar: Hayır, hayır. Ben maddelerle ilgili değil, mimârîsiyle ilgili bir şeyler söyleyeceğim. Çünkü bu metnin, kurucu bir müdâhale olduğunu düşünüyorum. Bundan sonra siyâsetin ne yönde gideceğine dâir kurucu bir müdâhalede bulunmuş oldu HDP. Bu, hem iktidarın hem de Millet İttifakı ve Cumhur İttifakı’nın ona verdiği, bir tür dokunulmaması gereken, “cıs parti” olarak konumlayan yerden kendini çıkardı. Hem de kendini oradan çıkartırken, bir şekilde siyâsetin zeminini kurdu. Bu, HDP’nin mevcut siyâsî ortama yaptığı en doğrudan müdâhalelerden bir tanesiydi. Dolayısıyla, ben sadece tutum belgesinden dolayı değil, öncesindeki muhâtaplık tartışması ve sonrasında Akşener’in “Ben cumhurbaşkanı adayı değilim, başbakan adayıyım” demesiyle şekillenen bu haftayı ileride çok konuşacağımızı düşünüyorum. 

Mimârî konusuna gelince: Dikkat çekmek istediğim konulardan biri, bu metnin zamanlaması. Herkes ilkelerden bahsederken, o ilkelerin ne olduğunu da çok söylemezken –ki aşağı yukarı iki senedir var olan bir tartışma bu–, “Millet İttifakı genişleyecek mi? Ne tarafa doğru genişleyecek?” tartışmaları içerisinde gelen bir şey bu ilke vurgusu. Güçlendirilmiş parlamenter sistem ve parlamenter sisteme dönüş konusunun ötesinde, bu ilkeleri ilk adını koyarak söyleyen, onları başlık başlık sunan ve “tartışmaya buradan devam edelim” diyen ilk metin bu. Dolayısıyla ilkelere adını koymuş oldu. Ben buna “masayı açtı” diyorum. Böylece, HDP bir şekilde siyâsetin masasını açmış ve üstelik bir de yöntem önermiş oldu. Sadece kendi tutumunu koymadı ortaya; ayrıca siyâsetin diğer aktörlerine, “Buyrun, siz de tutum belgelerinizi açıklayın” demiş oldu. Bence bu da, ilk açıklayanın yakaladığı önemli bir avantaj. İki senedir, “Ne yapacaksınız? Planınız nedir?” diye sorduğumuz şeye ilk cevap HDP’den gelmiş oldu. “Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçeceğiz.” —“Ama o ne demek? Nasıl geçilecek ona? Güçlendirilmiş parlamenter sistemin diğerlerinden farkı ne olacak?” sorularına bir türlü cevap gelmiyordu. İlk cevap önerileri HDP’den gelmiş oldu ve bunun nasıl yapılacağı konusunda da bir yöntem önermiş oldu. “Karşı karşıya oturun. Topluma seslenin, ilkelerinizi söyleyin ve tartışmaya açın” demiş oldu. 

İkincisi, ele aldığı konular spektrumu. Çok geniş konular. Sadece Türkiye değil; çevre, kadın gibi evrensel konular. Bu, HDP’nin, sürekli Kürt sorunuyla ilgili köşeye sıkıştırılan bir partinin, oradan çıkmak için yaptığı müthiş bir hamle bence. “Sadece bu sorunla ilgili değilim” diyor. “Kürt sorununun çözümünün muhâtabı kim?” tartışmasında, Selahattin Demirtaş “Türkiye’nin bütün sorunlarının çözümüne muhatabız” demişti. Oradan bir ilhamla, bütün sorunlara ana hatlarıyla değinen ve onları yerli yerine yerleştiren, birbirleriyle ilişkilendiren bir metin var karşımızda. Dolayısıyla bu anlamda da, kurucu ve kendi pozisyonunu güçlendiren bir metin. 

Üçüncüsü, bir hayli önemli bence. En önemli demeyeceğim, çünkü “en önemli” diye bir şey yok; metnin tamamı çok büyük bir önem arz ediyor. Bu da, dördüncü başlıkta yer alan Kürt sorununu konumlandırdığı yer. Ben, arka planda HDP’den herhangi birisiyle konuşmuş değilim, ama metnin çözümlemesini yaparak söylüyorum: Bu meselenin dördüncü sırada gelmesi, Kürt sorununun yeni bir târifi aslında. Tutum belgesinin ilk üç maddesinde, demokrasinin niteliği ve parlamenter sisteme dönüş, temel hak ve özgürlükler, yargı bağımsızlığı ve yerel yönetimlerden bahsediyor. Dolayısıyla Kürt sorunu bu yapılar içerisinde şekillenen ve orada yaratılmış bir sorundur. Çözümü de buralarda olacak demektir. Bu, Kürt sorununun bağlamının bir târifi. Bu sıralama ve bu târifle, bir tür kimlik sorunundan çok, demokrasinin temel niteliklerine, genel niteliğine ilişkin tekrar târif ediyor Kürt sorununu. Ben bunun hayli ileri bir aşama olduğunu düşünüyorum. Dördüncü maddede altını çizdiğim bazı ifâdeler var, onları söyleyeceğim. Bu maddede, “Türkiye’nin çözmesi gereken en köklü sorunu Kürt sorunudur” diyor. Kürt sorununu birinci sıraya almamasının sebebi, Kürt sorununu gündeminde dördüncü sıraya yerleştirmesi değil; ilk üç sırada söylediği maddelerin, demokrasinin niteliği, parlamenter demokrasi temel hak ve özgürlüklerinin, o sorun bağlamını oluşturması. Hâlâ en köklü sorun. Çünkü Cumhuriyet’in demokratikleşmesiyle ilgili bir sorun bu. Yani sadece Kürtler’le ilgili değil, hepimizle ilgili bir sorun. Kendisine biçtiği rolü de çok güzel anlatıyor: “HDP, demokratik çözüm ve barış konusunda üzerine düşen her şeyi yapmaya, muhâtaplarla diyalog kurmaya hazırdır”. Bu, yine ileri bir şey. Biz “Kürt sorununun çözümünde muhâtap kim?” diye konuştuk geçen haftalarda. HDP bir adım ileri giderek, “Ben kendimde, Kürt sorununun çözümünde muhâtap olmanın ötesinde, bir başka pozisyon daha görüyorum. O da, muhâtapların kim olacağı konusunda söz sâhibiyim” diye açıklıyor. Çünkü burada, “İç içe geçmiş olan bu sorunun çözümü için muhâtaplarla diyalog kurulması, inkâr ve bastırma siyâseti yerine demokratik ve barışçı bir çözüm için adım atılması gereklidir. Meclis, diyalog ve çözüm zeminini kurarak, demokratik müzâkere yöntemleriyle tüm toplum için geleceğin kazanılmasına ön ayak ve odak olmalıdır” diye belirtiyor. Bu ifâdenin bir öncesinde de, “HDP, Türkiye’deki bütün toplumsal kesimlerin sorunlarını ve kaygılarını dikkate alan yapıcı bir rol üstlenmeye hazırdır” demişti.  

Buradan benim çıkardığım sonuç şu: “Ben bu sorunun çözümünün sadece muhâtabı değilim. Orada bir devlet var. Ben de devletin Kürt sorununun çözümünde dinleyeceği muhâtaplardan biri değilim. Aynı zamanda, Kürt sorununda başka kimlerin muhâtap olduğu konusunda da söz sâhibiyim.” Yani, yeni dönemde iktidarda kim olacaksa, bu sorunun çözümünde, kendisi için, o iktidarla bir tür eş pozisyon yaratıyor. Ben çözüm sürecinden dolayı bunun önemli ve ileri bir pozisyon olduğunu düşünüyorum. Çünkü çözüm sürecinde, HDP’nin pratikte üstlendiği rol, iktidarda olanların belirledikleri çözüm yönteminde bir aracılıktı. Bu metinde, oradan daha ileri bir aşamadan bahsediyoruz. Dediğim gibi, hangi mekanizmaların ürettiği dokunun bir sonucu olduğuna işâret ediyor. Buradan hareketle o mekanizmalara ilişkin bir şeyler öneriyor ve sonrasında da ona devam ediyor. 

Bu metnin bu yapısının önemi, bir muhâtap olarak HDP’nin, Kürt sorununun çözümünü, sadece Kürtler’e yönelik bir vaat olarak sunmaması. Bunu, bütün ülkenin demokratik niteliğiyle ilgili bir sorun olarak yeniden, bu şekilde bağlamlandırarak târif etmesi; aynı zamanda, Kürt sorunundan hareketle bir demokrasi sorununun çözüleceği, bunda HDP’nin de rol alacağı bir pozisyonu işâret ediyor. Bu, sadece Kürtler’e değil, herkese ulaştırdığı bir vaat. Sonrası çok güzel. Çünkü sonrası, artık bir çıta koymak. Kürt sorununun ve kendisinin pozisyonunu târif ettikten sonra söylediklerini, olumlu anlamda gerçekten eğlenceli buluyorum. Metnin içinde, bu pozisyonun tadını çıkarmaya başlıyor ve şöyle tanımlıyor: Kürt sorununu demokrasi sorunu olarak görme hikâyesini, dış politikayla, kadın haklarıyla, iktisâdî adâletle, doğayla, gençlerle ilişkilendiriyor. Kamu yönetiminde “liyâkat” kavramını kullanıyor ve onunla da ilişkilendiriyor. Bütün bu sorunların adını koyan ve ilkeleri belirleyen bir dil kullanıyor. O yüzden, ondan sonrası hem çok rahat hem de kurucu rolünün tadını çıkarmaya başladığı bir yer. 

HDP, tutum belgesinde, adresi Meclis olarak gösterdi, sorunları târif etti, kendi pozisyonunu belirledikten sonra, metnin en sonunda, “Bir de yeni bir anayasa yapacağız” diyor. Burada ilgimi çeken ifâde şu: “Bu anayasa, farklı kültürlere, kimliklere, inançlara, anadillerine ve yaşam tarzlarına saygıya dayalı eşit yurttaşlığı esas almalıdır”. Ben bu ifâdenin, iki hafta önceki programımızda konuştuğumuz “endişe” hikâyesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. İnançlar, yaşam tarzları, anadil meselesini, Kürt sorununun da içinde olduğu demokrasi sorununu, geniş bir çerçevede herkesi eşitleyerek, aynı cümle içerisinde birbirlerine muhâtap kılarak çözüyor. 

Hülâsa, söyleyeceğim, bu metin HDP’nin yalnızca kendisini yeniden târif ettiği değil, kendi pozisyonunu, sadece Kürt sorunuyla ilgili olmayan, Türkiye’nin bütün sorunlarıyla ilgili bir siyâset olarak târif ettiği, ama onun ötesinde, çıtayı bayağı yüksek bir yere koymanın hazzıyla da yazılmış bir metin gibi geldi bana. O yüzden, dediğim gibi, olumlu anlamda gâyet eğlenceli ve umut verici bir metin olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, sen programın başında, ittifak çerçevesinde geniş bir değerlendirme yaptın; ama bu turda yine bunun üzerinden gidelim istiyorum. Farklı yerlerden, farklı açıklamalar ve pozisyonlar var. HDP, bu belgenin sunumunda, bir ittifak arayışı içinde olmadıklarını söyledi. Ama senin de bahsettiğin gibi, hem metnin kendisi hem kullanılan üslûp ve dil nedeniyle, HDP’nin tamamen Millet İttifakı ile ortak bir zeminin oluşmasına katkı vermeye hazır ve gönüllü olduğunu görüyoruz. 

Diğer yandan, Meral Akşener’in, “Ben cumhurbaşkanı adayı değilim, başbakan adayıyım” sözleri var — ki bence o çok önemli. Bu konuyu belki ayrıca bir Meral Akşener yayını yapıp orada konuşuruz. Bence ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: CHP’nin seçeceği ve kendilerinin de râzı olacağı bir cumhurbaşkanı adayında mutâbık kalmak. Zaten HDP’nin Meclis seçimleri için bir ittifaka ihtiyâcı yok; milletvekili seçimine kendisi girer. Hatta cumhurbaşkanı adayı da gösterebilir. Ama ikinci tura kalması halinde –ki HDP aday gösterirse, ikinci tura kalma ihtimâli bayağı yüksek– Millet İttifakı’nın, CHP’nin belirlediği ve sembolik olacağı varsayılan cumhurbaşkanı adayına destek verir. Sence de olay bu yalınlıkta mı seyrediyor? Ben böyle söylüyorum, ama yalınlaştırmak için bu şekilde anlatıyorum. Tabii ki çok karmaşık olduğunun farkındayım. 

Kemal Can: Bu yalınlıktan daha kaba basitleştirmeleri de duyuyoruz. Bu işi, sadece “çok basit bir taktik mesele” seviyesinde yorumlayanlar da var. Yani şöyle bir süreç de işliyor: Akşener aday olmayarak, Kılıçdaroğlu’nun elini rahatlattı. HDP, “İllâ ittifakta olacağım” demeyerek ve Cumhur İttifakı’nda yer almayacağını, hangi blokta yer alacağını, sistem tartışması dolayısıyla nerede konumlandığını söyleyerek elini rahatlattı; ona dokunmadan yürüyebilmenin önünü açtı ve bunu bir sıkıntı olmaktan çıkarttı. İYİ Parti ile CHP’nin oyu, neredeyse Cumhur İttifakı kadar. HDP de kendi oyunu korursa, ikinci turda da denkleşirse, gâyet güzel bir tablo çıkıyor. Dolayısıyla her şey yolunda gidiyor. Bu olumlu bir bakış ve muhâlefet seçmeninde de karşılık bulan bir bakış. Ama problemli bir bakış. Çünkü burada, daha sonra yapılacak olan şeye dâir bir çerçeve oluşmuyor. Biraz önce Ayşe’nin söylediği gibi, bu açılan alanı genişleten taktik hamlelerin, kendisini bir kurucu ve tâmir edici yola doğru ilerletmesi lâzım; buna ihtiyaç var.

Bu meselelere, “Aman, ne iyi! HDP sorun olmaktan çıktı. Aman, ne güzel! Akşener problem çıkartmayacak” diye bakmak…, tamam, bunlar iyi şeyler, ama yeterli değil. Burak’ın sık sık söylediği ve biraz önce de belirttiği merkez siyâsetin yöntemsel üstünlüğü varsa –bu, tartışmalı tabii– onu çağıran bir şey değil bu bakış açısı. Bu, sadece, merkezi aritmetik olarak biçimlendiren ve burada en az ârıza çıkartarak bir arada durmayı sağlayan bir şey yaratıyor. Benim kastettiğim ve hep tartışmaya çalıştığım şey, çeşitli partilerin, nihâî hedefleri, kendi ilkeleri, gelecek tasavvurları değil, bu blok her ne biçimde olacaksa, birlikte davranma hâlinin çerçevesi ve onun yöntemlerini netleştirmeye çalışmasıyla ilgili bir eksikliği anlatmaya çalışıyorum.

Ayrıca bu konuda şöyle bir sorun da var: Bu konuda netleşirlerse, muhâlefette problem çıkar; daha çok kavga ve dağılma riski var zannediliyor. Halbuki tam tersine, her netleşme hamlesi muhâlefetin ivmesini artırıyor. Netleşmeden kastettiğim, kendi tezlerini, bütün muhâlefetin ortak tezi hâline getirmek için yapılan bir zorlamadan bahsetmiyorum. Kılıçdaroğlu çıkıp “HDP meşrû muhataptır” diyor. Bu bir netleşme adımı. Bu netleşme adımından, sanıldığı gibi bir tepki çıkmıyor. Tam tersine, herkes buna olumlu olarak katılarak, ilerletiyor. Akşener çıkıp –sistem önceliği açısından bazılarına göre fedakârlık, bazılarına göre kendine yeni bir hamle imkânı yaratma gibi düşünülse de–, yaptığıyla bir şeyin önünü açıyor. HDP, açıkladığı tutum belgesi ile, “İktidarın beni kullanarak muhâlefet için hayatı zorlaştırmasına izin vermeyeceğim. Kendimi bu kullanıma açmıyorum, başka bir şey târif ediyorum” diyerek, hem kendini hem diğer aktörleri rahatlatıyor ve bir netleşme hamlesi yapıyor. Bu netleşme hamlesi şöyle bir şey değil; o yüzden eksikleri söylüyorum. Mesela Kürt meselesi önemli bir mesele ve kendisini de muhâtap olarak koyduğu bir mesele. Ama bir tutum belgesi içerisinde, pek çok Kürt, HDP için “Kürt” başlığındaki târifi yeterli bulmayabilir; bu, tartışmaya açık olabilir. Mesela Alevîler kendilerini orada bulamadıklarını söylediler. Ya da, laiklik meselesinde yeterince vurgu olmadığı söylendi. Aslında iktidara da kapı açan, “Onlara da sinyal” diye yorumlayanlar çıktı. 

Ama benim söylemeye çalıştığım mesele şu: Bu olayda, senin dediğin bu değerlendirme biçiminde, genel olarak pozitif olan şeylerin kendini ilerletmesi lâzım. Bu pozitifliği bu yorum sınırında tuttuğu zaman, evet, muhâlefet bir moral kazanıyor, önündeki taşları temizliyor. Ama taşları temizledikten sonra gideceği yola ilişkin daha fazla şey üretmesi gerekiyor. Bu mesele, hemen her konuşmamızda önümüze geliyor ve “Sorunlar azalıyor, ârıza çıkartmaya gerek yok” diye bakılıyor. Ama mesele merkez siyâset oluşturmak ve buradaki meşrûluk alanını genişleterek siyâsete alan kazandırmaksa, bunların ilerletilmesi lâzım. Bu netleşmeyi, “Ekonomi programı ne olacak? Şu ne olacak?” diye değil, bu restorasyon programı, revizyon programı, yeni bir sistem inşası –ya da her ne olacaksa–, onun yöntemine dâir daha fazlasını içermesi gerekiyor. Bunlar aslında küçük küçük adımlar. Korkularak, beklenerek geciktirilmiş her netleşmenin, sanıldığı gibi risk değil, avantaj yarattığı… Meselâ Akşener’in ve İYİ Parti’nin ivme kazanmasının en önemli unsurlarından biri –tabii ki alan çalışması da önemli ama– bence, muhâlefet blokundaki yerinin sağlamlığı konusunda netleşmesidir; bununla birlikte çok yüksek bir ivme kazanmıştır. Yerel seçime kadar olmayan, hep yüzde 10 barajının civarında giden, ama bu davetler, çağrılar ve başka birtakım spekülasyonların sonrasında, Akşener’in çıkıp, “Yok öyle bir şey. Benim yerim gâyet net. Buradayım” dediği andan itibaren, birdenbire yüksek bir ivmeye dönüştüğünü görüyoruz.  Aynı şekilde, CHP’nin de bazı alanlarda daha net târiflerle, biraz da cesur adımlar attığında, problem çıktığı, kendi içinde tartışmaların büyüdüğü değil, sanılanın aksine, gâyet mâkul bir zeminde daha fazla ilerleme kaydettiğini ve birbirleriyle ilişkilerinde de bir rahatlama oluştuğunu görüyoruz. İktidarın bir tehdit olarak kullandığı parçalayıcı unsurların, başka bir bağlamda ve kendi târifiyle konuşulmaya başlandığında, tam tersine yapıştırıcı ve ivme artırıcı bir işlevi olduğunu da görüyoruz. 

Ruşen Çakır: Yani sen “Buradan devam etmekte bir sakınca yok. Tam tersine, iktidarın, elinde silah olarak kullandığı şeyleri alıp, kendi aranızda daha kuvvetli bir birlikteliğin aracına dönüştürebilirsiniz” diyorsun. 

Kemal Can: Evet. Sessiz kalmak değil, bağlamını ve yöntemini değiştirerek, her şeyi konuşabilir olduğunu göstermek bir fark yaratıyor. Şimdiye kadar bazı alanlarda mahcup bir sessizlikle, bir muğlâk alan üretilmeye çalışılıyordu. Ama sonra şunu görmeye başladılar: O alanlara sertleşerek değil, bu yöntemsel müdâhaleyle –buna siyâsetin meşrûluğu da diyebiliriz, mâkul alan da diyebiliriz, siyâsetin muhâtaplarını zenginleştirmek de diyebiliriz– her şeyi konuşabilir olduğunu gösteren bir muhâlefet, her şeyi konuşabilir, her şeyi “birlikte” müzâkere edebilir olduğunu göstermeye başladığında, daha fazla bir şey yaratmış olacak. Bence, bu anlamda önemli. 

Televizyonlarda, “Zâten hesap ortada. Millet İttifakı tablosu böyle. Cumhur İttifakı, onun gerisine düşmüş durumda. HDP de oyunu korur. Gâyet iyi bir tablo var. Kimse kimsenin hayatını da zorlaştırmıyor. Tamam, artık, her şey bitti” yorumlarını yapan taktisyenler görüyorum. Bence bundan daha fazlasına açılan bir imkân var. Bu imkânı siyâsî partilerin avantajına değil, Türkiye’nin avantajına çevirme irâdesini gösterenler ivme kazanacak ve dikkat çekecek. 

Ruşen Çakır: Burak, aynı şeyi sana da sorayım. Muhâlefette işler gerçekten tıkırında mı gidiyor? Taşlar yerli yerine oturdu mu, yoksa bu, sürecin daha ilk aşamaları mı?

Burak Bilgehan Özpek: Bende iyimser olmayan bir umut var açıkçası. İyimser olmamamın sebebi, siyâsetin doğası çok dinamik. Türkiye’de yaşıyorsanız, 1,5 sene sonra yapılacak seçimler için, bizi nelerin beklediği konusunda kesin bir kanaat sâhibi olamıyorsunuz. İyimser olmamamın sebebi, Türkiye’ye has, bu öngörülemez tablo. Umutlu olmamın sebebi de, yöntem konusu. Meseleleri konuşma yöntemi üzerinde mutâbakata vardığımız zaman, çok önemli bir merhaleyi aşmış oluyoruz zaten. Yöntemin kendisi, aslında kurumları oluşturan nüve. Biz yöntem üzerinde uzlaştığımız zaman, hangi kurumların bizim müzâkere sürecini düzenleyeceğini de îmâ etmiş oluyoruz. Küçük, bencil siyâsî çıkarlardan yola çıkarak, dayanıklı, güçlü kurumları böyle inşâ ediyoruz. Siyâset, çok idealist insanların, tutkulu bir şekilde kendilerinden fedakârlık yaparak kurumu inşâ etme süreci değildir. Siyâsî dinamikler kendi aralarında bir şekilde ilişkiye girerler ve kurumlar oradan türer. Böyle bir andayız aslında. 

Bugün “müzâkere” kavramının kendisi, müzâkerenin sonucundan daha önemli gözüküyorsa, bu, bizim demokratik olarak bir aşamada olduğumuz gösteriyor. HDP’nin meşrû bir muhâtap olması, Meclis’in meşrû bir müzâkere zemini olması, muhâlefetin diğer aktörleri tarafından da kabul görüyorsa, o muhâlefetin diğer aktörleri, sizin öyle bir seferde bahsedip geçeceğiniz nitelikte aktörler değil. Çok önemli bu. Bugün CHP ve İYİ Parti’den bahsediyoruz. İki senede bir Kürt politikası değişen bir AK Parti’den bahsetmiyoruz. Ya da, inanılmaz derecede pragmatik bir İslâmcı siyâsetten bahsetmiyoruz. Bugün bu realiteyi kabul eden, bu söylemi benimseyen aktörler hakîkaten çok önemli aktörler. 

Ama şunu da gözden kaçırmamak gerekiyor: Bir yandan da, aritmetik olarak bir hesap var. Amaç ile sonuç arasında bir fark var. Biraz önce söylediğim gibi, sonuç olarak bunu üretebilir; fakat bu, muhâlefet içerisindeki aktörlerin amacı mıdır değil midir, bilmiyorum. İYİ Parti’nin, CHP’nin ve tabii ki HDP’nin, aslında birer siyâsî parti olduğu, kendi faydalarını maksimize etmeye çalıştığı, oluşabilecek demokratik kurumlar, kendi hilâflarına çalışmaya başlayınca o projeden geri adım atacağını da akıldan çıkartmamak lâzım. Şu anda, hem partiler kazanıyor olduğu için hem de bu ittifak geleceğe yönelik işe yarayacağı için, biz o umuda sâhibiz. 

Bugün Kürt meselesinde hamâsî bir milliyetçiliğe savrulmamak, hamâset yapmamak, millî güvenlikçi bir dile teslim olmamak, İYİ Parti’nin merkezdeki pozisyonunu tahkim ettiği için tercih edilen bir şey. Yani, onu merkez sağda konumlandıran bir hareket bu ve oradan kazanıyor. Son araştırma sonuçları bunu söylüyor. CHP’nin, yüzde 25’lik cismini daha büyük bir gölge ile ifâde edebilmek için ittifaklara ihtiyâcı var ve kendi ideolojik karakterini daha az vurgulayarak bunu başarıyor. Bugün İslâmcı siyâsetin önemli isimleri CHP’de siyâset yapıyorlar; Güneydoğu’ya gidiyorlar ve CHP için oy istiyorlar. Bu, 1923’te kurulan CHP’den farklı. Buna yönelik eleştiriler de var. Ama 1923’te kurulan CHP’nin, çokpartili hayat içerisinde oy kazanmak gibi bir amacı yoktu. Şu anda yüzde 25’i yüzde 50 gibi göstermenin yolu, farklı kesimlerle diyalog ve uzlaşı içerisinde olmaktır. HDP’ye baktığımızda da böyle bir bencil durum olabilir. HDP’nin de tek amacı Türkiye’yi demokratikleştirme olmayabilir. HDP bir siyâsî parti; oyunu ve milletvekili sayısını artırmak istiyor. Temsil ettiği bir kitle var. O kitlenin sorunlarını çözmek istiyor. Bunun için de pragmatik davranıyor olabilir. Şunu söylemek istiyorum: Bugün HDP’nin pozisyonu, bir sene önceki pozisyonundan biraz daha onu tutum belgesindeki gibi davranmaya zorlayan bir noktada olabilir. Çünkü Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı’nın oyları artık hemen hemen kafa kafaya. Bir sene önce, HDP’nin muhâlif partilere karşı pazarlık gücü biraz daha yüksekti. Çünkü kazanmak için HDP’nin dâhil olması gerekiyordu. Ama şu anda, HDP’nin dâhil olmadığı durumda bile kazanma ihtimalleri var. Kaybetmelerinin tek yolu, Cumhur İttifakı ile anlaşması. O da HDP için, seçmeni açısından birçok problem doğuracaktır. O yüzden, aritmetik olarak, HDP de şu anda bu şekilde davranmak zorunda biraz. Bu durum, önümüzdeki aylarda daha da değişebilir: İYİ Parti ve CHP’nin oyu yükselirse, bu iki partinin oyu diyelim yüzde 45’e ulaşırsa… Şu anda bize imkânsız görünüyor. Çünkü biz hep mevcut oy dağılımı üzerinden, biraz da ezbere konuşuyoruz. Ama son aylarda bu yükselmeyi gözlemledik. Ağustos ve Eylül aylarında bu gündemi tartışmamızın sebebi, Millet İttifakı’nın oylarının Cumhur İttifakı’nın oylarını yakalaması, hatta biraz geçmesi, HDP’yi de böyle davranmaya itiyor. Bu, utanılacak, ayıp bir şey de değil; çok normal bir durum. Siyâsî gerçekçilikle açıkladığımız zaman, siyâsî partiler böyle davranır. Ama şunu ayırt etmemiz lâzım: Ne İYİ Parti’nin ne CHP’nin ne HDP’nin ne de yeni kurulan DEVA ve Gelecek partilerinin, siyâsî olarak bir performans ortaya koyarken nihâî amacı, bu kurumları inşâ etmek değil. Bu kurumları inşâ etmek, onların nihâî amacı olan kendi çıkarlarını maksimize etmenin sonucu olarak bizim bulacağımız bir şey. Bunu da söylemek isterim. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle bitireceğiz programı. Burak, “Ben iyimser olmayan umutluyum” dedi. Senin de “umutlu olmayan iyimser” olmanı bekliyorum.

Ayşe Çavdar: Yok, ben iyimserlikten pek hazzetmiyorum, hep umutluyum.

Ruşen Çakır: Ben de hep iyimserim; adım çıktı biliyorsun. 

Ayşe Çavdar: Hayır, sen de umutlusun. Çünkü umut biraz yöntem ve çabayla ilgili bir şey. İyimserlik ise, “Ben iyi biri olduğum için başıma hep iyi şeyler gelecek” demek gibi bir pozisyon. Sen de umutlusun. Çünkü çaba sarf ediyorsun; önüne verileri koyup yöntemler geliştiriyorsun. Umut, teknikle ilgili, aklı çağıran bir şey. İyimserlik ise biraz romantik bir pozisyon. Romantizmin ise akılla çok işi yok. 

Ben gâyet umutluyum. Çünkü az uğraşılmadı bunlarla. Biz burada ne zaman muhâlefet eleştirisi yapsak, “Gene mi muhâlefeti eleştiriyorsun? Sen de ne kadar karamsarsın?” deniyordu. Ama aşağı yukarı bir iki yıldır, sadece buradan değil, birbirimizle konuştuğumuz daha geniş toplantılarda, “Şunlar olsa, şu yönde adım atılsa” dediğimiz bir sürü şey, şu anda olmaya başladı. Dolayısıyla, daha fazlasının olacağı konusunda, hem bir arzu ve istek hem de bir taraftan da umut var. Çünkü bu olabiliyorsa, sonrası da olabilir. 

Şu anda beni endişelendiren, biz AKP’nin oyun planını henüz bilmiyoruz. Ama daha önemlisi, AKP’nin oyun kurabilecek bir durumda olup olmadığını da bilmiyoruz. AKP’nin öngörülemez bir yerde olması tehlikeli bir şey. Çünkü öngörsek ya da muhâlefet de öngörse, belki bir karşı plan koyabilir. Sadece kendi arasındaki bilinen toplantılar, görüşmeler değil, bizlerin bilmediği, kendi aralarında yaptıkları görüşmelerde de bunlar gündeme gelebilir. Ama bilmiyoruz. Çünkü AKP öngörülebilir bir parti değil ve şu anda da çok fena köşeye sıkışmış vaziyette. Şimdiye kadar kurduğu oyun planı, HDP’yi bir “cıs parti” olarak ortaya koyup diğerlerini ona göre pozisyonlandırdığı ve genel seçmene ulaşmayı, HDP ile mesâfe üzerinden tanımladığı hikâye, artık geçen hafta îtibâriyle sona erdi ve bunun arkasından AKP’nin ne yapacağını bilmiyoruz. Parti bir şey yapabilir, ama orada süper yetkili bir Cumhurbaşkanı ve ne yaptığı çok da belli olmayan bir İçişleri Bakanı var. Yargının durumu ortada. Bu mekanizmaların ne şekilde işleyeceği konusunda emin değiliz. 2015’te iki seçim arasını hatırlatmak istiyorum. Bundan endişelenerek, cumhurbaşkanı seçiminin birinci turda bitmesi lâzım — sonrası için. Şimdi, seçim ikinci tura kalırsa, o iki tur arasında benzer bir durum yaşanabilir deniliyor ya; Erdoğan, seçimin elinden gittiğini düşünüyorsa, daha oralara gelmeden de yaşanabilir diye düşünüyorum. Düşünülmesi gereken konulardan bir tanesi, hep birlikte, “Cumhurbaşkanı’nın bu şekilde davranmasını önleyecek ne yapılabilir?” meselesi. Sonra sırada, “Seçim nasıl yapılacak, güvenliği nasıl sağlanacak?” konusu da var. Muhâlefetin ve sıradan yurttaşların bütün bunları düşünmek zorunda kalması, zaten başlı başına bir trajedi. Bu, ülkenin geldiği hâli gösteriyor. Dolayısıyla, endişelenmemiz gereken çok şey var. Yani iyimser olmak için henüz bir zemin yok ortada. Hani bizler bütün ödevlerimizi yaptık da, artık iyi şeyler olmasını bekliyoruz gibi bir durum yok. Aksine, daha düşünülmesi gereken çok şey var.

Ruşen Çakır: Yani sen meâlen, iyimser olamamanın kaynağının artık muhâlefet olmadığını, muhâlefetin büyük ölçüde eşiği aştığını söylüyorsun. Ama iktidarın, neyi nasıl yapmak istediğini kestiremediğin için, oraya bir soru işâreti, endişe, kaygı koyuyorsun. Doğru özetledim mi?

Ayşe Çavdar: Evet, doğru. Ama kestiremeyen yalnızca ben değilim. Kestirebilen biri varsa, gelsin bize söylesin. Ama programdan önce seninle konuşurken de söyledim: İhsan Aktaş’ın, Gazete Duvar’da Serkan Alan’a verdiği bir görüş var. Serkan Alan, kamuoyu araştırmacıları İbrahim Uslu, Aksoy Araştırma Müdürü Ertan Aksoy ve GENAR Araştırma Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı İhsan Aktaş’a, hem HDP’nin tutum belgesini hem de Akşener’in çıkışını sormuş — Akşener’le ilgili çok şey söyleyeceğim, ama onu daha sonraya saklıyorum. Serkan Alan bu ikisini bir arada sormuş. Dışarıdan nasıl göründüğü önemli değil, ama İhsan Aktaş, AKP’yi sürekli onaylayan ve yüksek gösteren araştırmaları yapan, Erdoğan’la da çok eski hukuku olan birisi. Aktaş, çok enteresan bir şey söylemiş Serkan Ala’ya, okumam lâzım:  “HDP seçmeni içerisinde AK Parti’ye kültürel olarak yatkın yüzde 3’lük bir kitle var. Fakat AK Parti, son yerel seçimlerde bu yüzde 3’lük kesimden istifâde edemedi. Tarih boyunca yüzde 3 yüzde 4 oranında HDP seçmeni, AK Parti’nin belediye başkanı adayına oy vermişti. Son yerel seçimde bu oran sıfıra yaklaştı ve AK Parti için büyük bir kayıptı. AK Parti, bundan sonra AK Parti dili kuracak, MHP de MHP dili kuracak. HDP seçmeni zaten MHP’nin kurduğu dilden rahatsız olmaz, bu biliniyor.” Burada, karman çorman, acayip bir dünya var. Bana sadece şunu söylüyor: Bu 1 haftadan sonra, AKP’nin içerisinde çeşitli eğilimler devreye girecek. Bir taraf, “Biz Kürtler’i kazanmalıyız ve şu şu yollarla kazanabiliriz” diyecek. Bir taraf, “MHP ile aramızdaki ilişki bizi çok zorluyor” diyecek. Diğer taraf “MHP’yi kaybedersek şu olur bu olur” diyecek. Bir de içeride kurulmuş birtakım girift ilişkiler var; o ilişkiler kendilerini sorgulamaya başlayacak. Zaten, itirafçıların ortaya çıkmaya başladığını da görüyoruz. Ben, Melih Gökçek’in yargılanması ihtimâlinin belirmesinin de önemli bir gösterge olduğunu düşünüyorum. Bütün bunlar arasında, AKP içinde de bir kaynama olacak. Bu kaynama karşısında Erdoğan’ın ne yapacağı konusunda hiçbir fikrimiz yok. Çünkü Erdoğan, genel olarak kendi partisi açısından da öngörülebilir biri değil. Partinin “Ne yaparsak yapalım, seçim sisteminde nasıl bir oynama yaparsak yapalım, bundan kârlı çıkmıyoruz” gibi endişelerle yüklü olduğu da ortada. Şimdi bu koşullar altında, “Durum sertleşecek mi, geri mi çekilecek?’”meseleleri var. Her bir seçenek için muhâlefetin de kendisine yeni pozisyonlar belirlemesi gerekiyor. Diyalog kapısının açılması, umut verici bir şey. Ama dediğim gibi, şu anda en belirleyici veri, “AKP ne yapacak?” meselesi elimizde yok. 

Belki sonraki programlarda tartışırız, ama “Merkezde kim olacak?” konusunda küçücük bir şey söylemek istiyorum. Biz merkezi, siyâset biliminin verisiyle tanımlıyoruz. O da biraz eskimiş, özellikle son 20 yılı pek açıklamayan bir veri. Nedir bu veri? En uç ideolojik pozisyonlardan uzaklaşarak, kendini müdâhaleye açık hâle getirme ve bu şekilde merkeze yerleşme. Merkezi, herkesin sâhip çıkabileceği taleplerle ve siyâset önerileriyle gelmesi olarak tanımlıyoruz. Bir de, en çok oy alan olarak tanımlıyoruz. Eğer öyleyse, en çok oy alan hâlâ AKP. Fakat söylemine baktığımızda, son derece radikal bir söylem görüyoruz AKP’de. Merkezi, ağır sağ radikal bir partinin işgal ettiğini görüyoruz. Burak, özellikle sana söylemek istiyorum bunu: Bir de şöyle bir merkez var: Biz, kime bakarak pozisyon alıyoruz? Bu anlamda, HDP’nin geçen hafta açıkladığı ve bugün konuştuğumuz bu metinle, merkeze en hızlı ve radikal yolculuğun HDP tarafından yapıldığını düşünüyorum. Bu önemli bir şey. Az önceki endişemi gideren şeyin ne olduğunu söylemek için bunu anlatıyorum. O endişe üstüne neden konuşmuyorum, bu meseleyi konuşurken neden hâlâ yüzüm gülüyor, bunu anlatayım: Çünkü hem Cumhur İttifakı, hem kusura bakmasınlar ama Millet İttifakı, HDP’yi, “Aman dokunmayalım” diyerek merkeze yerleştirdiler. Bu metinle ve geçen hafta Selahattin Demirtaş’ın yaptığı çıkışlarla, şu anda oyu az da olsa –ki baraj sorunu da yok– hem mevzuların başlıklarını koyarak, “Arkadaşlar, şunları şunları konuşacağız. Müzâkere başlıklarımız şunlardır” diyerek, hem kendi pozisyonunu herkesten önce belirleyerek, hem de bu rahatlatma konusunda –ki siz bile konuşurken, “HDP tutum belgesini açıklayınca, herkesin eli rahatladı” dediniz–  ya da rahatsız etme gücünü elinde bulundurarak, merkezdeki en belirleyici parti bence şu anda HDP. Bu, çok güçlü bir şey. Muhâlefetin üzerinde durabileceği, tadını çıkarabileceği bir şey. Çünkü iktidarın kurduğu oyun, şu anda tepesine geçmiş durumda. Ama buradan ileriye nasıl gidileceği çok önemli. Meral Akşener’in adaylık hikâyesini konuşmadan bunu söylemem çok zor; o yüzden bunu gelecek programa bırakalım isterseniz. Bunu çok ciddi olarak konuşmamız lâzım.

Kemal Can: Burak’ın “merkez ideolojik değil”, “merkez sadece yöntemsel bir pozisyondur” târifi üzerine, ben de birkaç programdır bu mevzuya girip girmeme konusunda kararsız kalıyorum. Türkiye’de de, dünyada da, siyâset merkezi kaybettiği için bunları yaşamıyoruz. Tam tersine, merkez cevap üretemediği için, merkezin oluşturduğu ideolojik durum yaşanana cevap üretemediği için bir şey yaşıyoruz. O, çok tartışmalı bir şey. “Merkez” diye târif edilen şeyin ideolojik bir içeriği var; ama yöntemsel bir mesele değil. Bu, derin bir mevzu. Akşener vesilesiyle, “merkez siyâset” kısmını açabiliriz. Burak bir şey söylediği zaman ben de hevesle bir şeyler söylemek istiyorum, ama mevzu kopup gidecek, o yüzden hiç girmiyorum. 

Ruşen Çakır: Bir hatırlatma yapayım: 95 seçimlerinde, ben Milliyet gazetesinde çalışıyordum.  O seçimde, Refah Partisi’nin birinci parti olarak çıkmasının ardından, dışarıdan Kemal ve Tanıl Bora’yı da aramıza katarak, merkez sağ ve sol partilerin çökmesini anlatan “Merkez nasıl çöktü?” başlığıyla uzun bir yazı dizisi yapmıştık. Anadolu’da farklı yerlere gidip, insanlarla konuşmuş ve orada gerçekten bir ideolojinin çöküşünü görmüştük. Ama Ayşe’nin söylediği husus çok ilginç. Zamanında, Refah Partisi, Fazilet ve AKP’nin doldurduğu düşünülen merkezde oluşan boşluğa, şimdi HDP’nin hamle ediyor olması ilginç. İYİ Parti’yi zaten biliyoruz. 

Ayşe bir de sen, “Erdoğan’ın ne yapacağını bilemiyoruz” diyorsun; ama bence Bahçeli’nin de ne yapacağını bilemiyoruz. Çünkü Bahçeli Türkiye’nin en kritik anlarında öyle çıkışlar yapıyor ki, ülkeyi ânında toplu halde bambaşka bir yere, erken seçime taşıyor. Hatta ilk yaptığında, biliyorsunuz kendisi baraj altında kaldı; tam bir intihardı, ama yaptı. 

Kemal Can: İntihar olmadığını yaşayarak gördük ama. 

Ayşe Çavdar: Evet, sonraki seçimlerde.

Kemal Can: Hayır, sadece sonraki seçimlerde değil. Bugünkü pozisyonu dâhil olmak üzere, bu 20 yılın hikâyesinde, Bahçeli’nin hamlesinin bir intihar hamlesi olmadığını herhalde herkes yaşayarak gördü.

Ayşe Çavdar: Bu “merkez” hikâyesinde Burak’a söz hakkı doğdu. 

Kemal Can: O konuyu sonraya bırakmak üzere randevulaştık. Ama yine de Burak bir şey söyleyecekse söyleyebilir tabii. 

Burak Bilgehan Özpek: Zaten şu anda çok vakit yok bunu tartışmaya; ama şunu söyleyebilirim: Ayşe’nin belirttiği “HDP’nin merkeze gelme” meselesi hakîkaten önemli. Bu, mecbûrî bir şey. Siyâseti buradan kurmamız lâzım. Çünkü Kemal Can’ın söylediği “Merkez siyâsetin cevap verememe” olgusu, 2002- 2003’ün mevzuuydu. 

Ayşe Çavdar: 90’ların mevzuuydu. 

Burak Bilgehan Özpek: Doğru, 90’lı yılların mevzuuydu. Onun bir sonucunu yaşadık. Şu anda, belki yeni bir kurallar manzumesi, belki yeni bir metot üzerinde uzlaşı metni, yeni bir kurum, yeni bir çerçeve, merkezi yeniden inşâ etme vaktidir. Onu da “demokratlık” dediğimiz… yani demokratlığı bir ideoloji olarak veya ideolojiler üstü bir norm olarak kabul edebilirsiniz. Ben ideolojiler üstü norm olarak kabul ediyorum. Benim açımdan, ifâde hürriyetinin sübjektif bir tarafı yoktur. Bu, bütün ifâdelerin üzerinde konumlanan bir şeydir. Dolayısıyla, ben ifâde hürriyetini apolitik bir kavram olarak değerlendiriyorum. Onun için böyle konuşuyorum. Farkı değerlendirebilirsiniz, ama o zaman o açıdan bir tartışma yürür. O yüzden, belki de yeni bir merkez bu değerler üzerinden kurulacaktır. Çünkü merkezin en önemli alâmet-i fârikası, bu en güçlü olanın temsil ettiği bir nokta değildir. Tam tersine, en güçlü olmasına rağmen, kendisini belli bir kurallar bütünüyle bağlayan insanlar ve ona uydukları sürece ayakta tuttukları bir merkezden bahsedebiliriz. Şimdilik bu kadar, ama ayrıntılı konuşmayı hak eden bir konu bu. 

Ruşen Çakır: Evet, merkez medyadaki “Adını Koyalım” programının sonuna geldik. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.