Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (91): BAE ile barışma, kur krizi, Metin Gürcan olayı, Gezi davası

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. Geçen haftaki programı benim diş tedavim nedeniyle yapamadık. İlk defa böyle ara verdik, değil mi?

Kemal Can: Öyle sanıyorum. Ama galiba bir kez de bir bayramda ara vermiştik. 

Ruşen Çakır: Olabilir. Bu haftanın olayları dedim, ama bugün peş peşe gerçekleşen iki olayla başlayalım. Sabah erken saatlerde, emekli asker, güvenlik uzmanı ve DEVA Partisi kurucu üyelerinden Metin Gürcan, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “siyasî casusluk” iddiasıyla gözaltına alındı. Bugün ayrıca Gezi ve Çarşı davaları görüldü. Bu davada casusluktan yargılanan ve davanın tek tutuklusu Osman Kavala’nın tutukluluğunun devamına karar verildi. Osman Kavala, yargının âdil olmadığını söyleyerek artık duruşmalara katılmayacağını söylemişti. Bugünkü davaya katılmadı. Duruşmalara SEGBİS aracılığı ile bağlanıyordu. Ama bunu da kabul etmedi. Avrupa Konseyi’nin uyarısıyla beraber, Osman Kavala’nın bu sefer çıkma ihtimalinin olduğunu düşünenler vardı; ama Türkiye’de yargı, bir kez daha siyasetle iç içe olduğunu göstererek Kavala’nın tutukluluğunun devamına karar verdi. 

İstersen önce Kavala konusuyla başlayalım. Biz zaten bunu her vesileyle konuşuyoruz. Bu duruşmadan sonra Batı’yla yeni bir sorun mu çıkacak? Avrupa Konseyi, Osman Kavala’nın 30 Kasım tarihine kadar serbest bırakılmaması hâlinde Türkiye hakkında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlâl ettiği gerekçesiyle yasal süreç başlatılacağı uyarısında bulunmuştu. Onların beklentisi karşılanmadı. Bu durumda Avrupa ne yapacak? Ankara ne cevap verecek? Ankara böyle bir şeyden endişe duymuş olsaydı, oy çokluğuyla tahliye kararı verirdi. Çok da endişeli olmadıklarını düşünüyorum. Hatta belki de, “Avrupa sesini çok çıkartamaz. Ama bizim elimize de, iç siyasette Batı karşıtlığı yapmak için bir imkân vermiş olur” diye düşünmüş olabilirler. Ben çok kritik bir şey olacağını düşünmüyorum. 

Kemal Can: Ekim ayında yaşadığımız büyükelçiler krizi, galiba iktidara bu konuda bir deneme yapma, yoklama yapma imkânını da verdi. Çünkü o kararın sonrasında, Erdoğan ve hükümetin diğer üyeleri, biraz oransız biçimde ve özellikle dış politika uzmanlarının kontrolsüz olduğunu iddia ettiği bir çıkış yaptı. Buna karşılık, geri adım attı atmadı, bu belirsiz, ama en azından atılan bir tweet’le, açıklamaya ortak imza koyanların ortayı bulma çabasına, yumuşatma girişimine tanık olduk. Arka tarafta neler konuşuldu, ne oldu bilmiyoruz. Ama o havayı almamış olsa bile, senin dediğin gibi, iktidara, “Çok da bir şey olmaz. Çok endişe edecek bir durum yok” havasını fazlasıyla vermiş olabilir. Son dolar, fâiz kararları, yeniden başlayan gözaltı ve tutuklama dalgaları, MGK’dan çıkan açıklama gibi başlıkları bir araya koyduğumuzda, seninle bu yılı değerlendirmek için, 2021’in ilk “Haftaya Bakış” yayınında söylediğim bir şeyi hatırlatıyor bana: 2021 yılı için, “İyimser bir ihtimalle, önceki yılın kötü bir tekrarı olur” demiştim. Ama kötümser ihtimal gerçekleşti; iktidar daha kötüsünü uygulamaya koydu: Daha fazla zorlama, daha fazla baskı, otoriterleşmenin daha hız kazanması, fütursuzlaşması ve bunun karşısında sorun oluşturabilecek kesimlerle daha sert bir gerilim… bu politikanın devam ettirildiğini gördük. Osman Kavala Davası ve şimdi Çarşı Davası ile birleştirilerek yapılan Gezi Davası’nın ve Erdoğan’ın Gezi meselesine bakışının, hukukî hiçbir tarafı yok, hiçbir zaman da olmadı. “Bir aşamaya kadar hukukîydi de, sonradan siyasîler bu hukukî sürece müdahale ettiler” diye tarif edilecek bir şey değil. Başından itibaren, tamamen siyasî bir mesele. Hiçbir noktasında hukukî bir yönü yok. Varoluşunun hukukî bir zemini yok. Dolayısıyla, bugün olup biten ve yarın olup bitecek her şey de, hukukî sürecin bir sonucu değil. Siyasî bir bütünlüğün içerisinde bu meseleye verilen önemle ilgili. 

İşin iki boyutu var: Biri, iktidarın kendi yapabilirlik kapasitesini, alıştırabilme, yani otoriter baskı yöntemlerine direnci kıran, bu konuda bunu kanıksatan, buna alıştıran tutumunu dozu artırarak devam ettireceğini görüyoruz. Buna karşı, bir baskı oluşturacağı varsayılan kesimlerin de bu konuda çok etkili olmayacağını defaatle göstermeye dönük olduğunu düşünüyorum. Osman Kavala Davası’nın iki yönü var: Biri, büyükelçiler mektubunda da gördüğümüz gibi, Batı ile ilişkiler meselesi. İkincisi de, burada Osman Kavala’nın özel olarak örnek gösterilerek, onu en hukuksuz yöntemlerle en acımasız biçimde cezalandırarak, herkese gözdağı vermenin bir aracı. Yani, Osman Kavala meselesi iki şey için kullanılıyor. Hem Batı meselesinde rehine pazarlığına dönmüş durumda. Hem de, Osman Kavala gibi bir iş insanına, sivil toplum aktivistine bu yapılabiliyorsa, içeride herkesin bundan “Bana neler yapılabilir” dersini çıkartabileceği bir gözdağı davası. Keza, Gezi Davası da aynı şekilde. Gezi Davası’yla bunun birleştirilmesi, hem şahıs bazında bir gözdağı, hem de bugün ekonomik kriz dolayısıyla tekrar yükselebilecek tepkiler açısından, toplumsal direnç unsurlarına da bir gözdağı. 

Ruşen Çakır: Zaten geçen gün, ekonomide yaşanan kötü gidişatın arkasından tepkiler yükselecek gibi oldu, muhalefet partileri ayrı ayrı, “Sakin olalım, sokağa çıkmayalım” uyarısı yaptılar. 

Metin Gürcan olayına gelelim. Aslında çok da fazla bir şey bilmiyoruz; elimizde pek veri yok. Metin Gürcan’ın tutuklanması sadece bir emekli asker ve güvenlik uzmanı kimliğiyle olsaydı, daha başka türlü olabilirdi. Ama kendisinin aynı zamanda DEVA Partisi kurucularından olması işi daha dikkat çekici hâle getiriyor. Ali Babacan bugün saat 18.00’de stüdyomuza gelecek, bu olayı tekrar ona da soracağım. Kendisi, “Eğer bu, partimize yönelik bir şeyse, bu bizi yıldıramaz” açıklamasını yaptı. Ama anladığım kadarıyla, özel olarak DEVA Partisi’ne yönelik bir şey olduğuna çok da emin değiller. Herhalde bir iki gün içerisinde konu netleşir. Çünkü Gürcan İstanbul’da oturduğu için İstanbul’da gözaltına alındı, ama soruşturma Ankara’daymış. O nedenle Ankara’ya götürüldü. Başkalarının da olduğu söylendi; ama o kişilerin kim olduğunu henüz bilmiyoruz. Metin Gürcan göz önünde olan birisi. Zaten ordudan ayrılmadan önce Özel Kuvvetler!de çalışmış, uzmanlığı olan bir isim. Türkiye’de son dönemde –ki Fethullahçılar döneminde de vardı bu–, çok sayıda dava oluyordu. Ama bazı gözaltılar ve tutuklamalar özel olarak dikkati çekiyordu. Mesela Kâşif Kozinoğlu, Enver Altaylı gibi isimler. Metin Gürcan da gerçekten ilginç bir kişilik. Bakalım ne çıkacak? Tabii bu kadar ortada olan bir isim pekâlâ ifadeye çağrılabilirdi. Bırakılsa da bırakılmasa da, bu şekilde gözaltına alınması başlı başına bir gözdağı. En son Güneydoğu’da bazı Kürt siyasetçilerini, parti yöneticilerini bu şekilde, sabahın köründe aldılar. Anladığım kadarıyla ifadeye çağrılıp çağrılmama konusunun teknik bir boyutu da var. İnsanların evlerini ve özellikle bilgisayar, cep telefonu gibi elektronik eşyalarını elden geçirmek istiyorlar. Çünkü ifadeye çağrıldığı zaman, evdeki bilgisayarının, cep telefonunun ekran görüntüsünü alamayacak. Bu yöntemle, artık ne elde edeceklerse böyle bir hesap yapıyorlar herhalde. 

Kemal Can: Senin de söylediğin gibi, bu olayda detaylara hâkim değiliz. Sosyal medyada da pek çok insan karşılaşıyordur: Son günlerde, “İfadeye çağrıldım, evime polis geldi” ya da “Yurtdışındaydım, evime polis baskın yapmış” türünden çokça şey çıkmaya başladı. Zaten İçişleri Bakanlığı, ekonomik kriz meselesi dolayısıyla sosyal medya paylaşımlarına soruşturma açıldığını açıkladı. Böyle bir hareketlenme var bir yandan. Tabii Metin Gürcan olayı çok daha özel bir şey. Bu, bir dalganın içinde olacak bir şey değil. Hem Metin Gürcan’ın kendi özelliğinden hem siyasî pozisyonundan dolayı daha özellikli bir konu. Ayrıca, Metin Gürcan sadece DEVA Partisi’nin kurucusu değil. Eski mesleği dolayısıyla, sosyal medya ve medyada aktif biri. Çeşitli konularda yorum yapan, birtakım çıkışlar yapan, bazı bilgi ve değerlendirmeleriyle de aktif birisi. Dolayısıyla bu, rastgele, herhangi bir soruşturmanın bir parçası olsa bile bir şey ifade ediyor. Babacan belki ihtiyatla, “Bize, partimize karşıysa” diyor, ama sonuçta soruşturma tamamen başka bir yerden açılmış olsa bile, yapılış biçimi açısından onlara karşı bir tarafı olduğuna kuşku yok. Bu tür şeyleri daha fazla görme ihtimalimiz var.

Ruşen Çakır: Daha önce İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu için de benzer bir şey yapmaya çalıştılar. Gözaltı olmadı, ama FETÖ soruşturması açıldı, sonrasında takipsizlik kararı verildi.

Kemal Can: İYİ Parti’ye çok şey yapıldı. İlk kuruluş sürecinde de çok sayıda üyesine operasyonlar ve gözaltı yapıldı. Sonra onların bir kısmı takipsizliğe uğradı. Ama onlar da göstere göstere yapılan, bir şeyler anlatılmak istenen çıkışlardı. Şimdi Metin Gürcan olayının devamı nasıl gelecek, nasıl bir yankı uyandıracak göreceğiz. Ben bu tür meselelerin önümüzdeki günlerin gündemi içerisinde yer tutmaya başlayacağını düşünüyorum. Buradan MGK kararlarına geçebiliriz herhalde. MGK Kararları’na giren temel kararların içerisinde ekonomi bahsinin bulunması bence şaşırtıcı değil. Çünkü daha önceki kriz dönemlerinde de MGK Kararları’nın içerisinde bu tür şeylere temas oldu. 

Ruşen Çakır: Evet, 24 Ocak kararları. 

Kemal Can: Ama buradaki gönderme, buna karşı gelişebilecek tepkilere baştan set koyması. Bunun iki türlü anlamı var. Birisi, iktidar, neredeyse 1 hafta, 10 gündür sistemli biçimde yürüttüğü politikaya, plan ya da tercihe –adı her neyse– itiraz etmenin, bunlarla ilgili sorun ifade etmenin, şikâyet belirtmenin bir ihanet sebebi sayılabileceğine ilişkin çok ciddi bir politik tutum alıyor. Devlet de –eğer MGK devlet ise– bunu onaylayan ve bir tür destekleyen bir tutum takınmış oluyor MGK Kararları ile. 

Ruşen Çakır: Sonuçta bu konudaki eleştiriler şikâyetle suç olarak kabul edilmiş oluyor. 

Kemal Can: Evet. MGK’nın anlamını, eski vesâyet tartışmalarında oturduğu yeri bir kenara bıraksak bile, bugünkü konumu itibarıyla, eski gücünde olmasa bile bir şeyi temsil ediyor. O temsil ettiği şey devletse eğer, o, Erdoğan’ın ve iktidarın arkasında, en azından yanında durduğunu gösteriyor. 

Şimdi bu son derece tartışmalı iktisadî kararlar meselesinde, birkaç gündür, kendi tabanının, kendi ortaklarının da bundan rahatsızlık duyduklarını, şimdiye kadar kendisine destek veren TOBB gibi iş çevrelerinden de bazı itiraz seslerinin yükseldiğini konuştuk. Devlet içerisinde bürokraside bir direnç ve bu iktidarla yürüme konusunda endişeler belirdiği söylendi. Şimdi Erdoğan bunları birer birer temizlemeye çalışıyor. Küçük küçük mızırdanmalar olduğunu görüyoruz. Hatta daha önce, daha yüksek sesle bir şeyler söylemeye kalktılar; ama çok daha güçlü bir kriz ortamı yarattığında, iş dünyasından çok da fazla ses çıkmadı. Şimdi bu sefer, hemen peşinden MGK bildirisi geldi. Buna ek olarak, ne kadar bağlantılı bilmiyorum ama, CHP’nin Mersin mitingiyle yer değişikliği konusu çıktı. Önce, izin verilmiyor havası verilen, en azından bunun olabileceği îmâsını yaratan bir idarî uygulamaya da tanık olduk. Bütün bunları bir araya koyduğumuzda, iktidar, bu uyguladığı ve herkese eleştirmeyi yasakladığı yürüme yoluna, iktidar cephesinde bir sorun olmadığını… “İktidar cephesi”ni geniş anlamda kullanıyorum. Çünkü Bahçeli de bu tercihin arkasında olduğunu açıkça söyledi. Muhalefet onun “Biz muhalefetteyiz” lâflarına bir heyecan duydu, ama Bahçeli o heyecanı çok erken bitiren bir çıkış yaptı. Ona ek olarak, Erdoğan bu kararı MGK’dan da çıkarttırdı. 

Ruşen Çakır: MGK’dan bu kararın çıkması bence çok şaşırtıcı değil. MGK’daki askerlerin ya da herhangi bir bakanın kalkıp, “Efendim, bu politika yanlış, bunu koymayalım” diyecek hâli yok. Erdoğan bunu yaparak, “Bu devlet kararıdır. Benim kişisel meselem değil, bütün devletin meselesidir. Buna karşı çıkanlar devleti karşısında bulur” demek istiyor; ama işler belli bir zamanda çığırından çıkarsa, insanlar, “MGK da böyle demişti şöyle demişti” demezler. 

Kemal Can: Tabii, ama bu zaten önemli değil. Sonuçta, göstermeye çalıştığı resim içeriğe dâir mi onu da bilmiyorum.

Ruşen Çakır: Kamuoyunun bununla çok fazla ilgilendiğini sanmıyorum.

Kemal Can: Ben de düşünmüyorum. Çünkü bir süredir dış çevreler açısından da, “Erdoğan gidici mi değil mi?” meselesi tartışılıyor. Bütün şey bunun üstüne kurulu. İktidar içindeki problemler, gruplar, tartışmalar, Erdoğan sonrası hesaplar, ya desteğini kaybettiği için, ya gücünü kaybettiği için, “Gidiyor mu?” üzerine kurulu. “Onunla devam etmeye göre mi düşünmek lâzım, yoksa ondan sonrasını mı hesap etmeye başlamak lâzım?” Herkes için belirleyici olan bu. “Dış mihraklar” için de böyle, içerideki önemli siyasî aktörler için de böyle, şu andaki iktidar ortakları için de böyle. Erdoğan bu resimde şunu tamamlamaya çalışıyor: Bu “gidici” fikrini yaratan zâfiyetin olmadığını, o devlet partisi görüntüsünün sağlam durduğunu…, ona kimsenin itiraz edip etmediği önemli değil ama bunun MGK kararı hâline getirilmesi, ona bir meşruiyet sağlıyor. “Bu bir milli meseledir. Benim tercihim, bir milli meseledir.” Hani kendi “Kurtuluş Savaşı” dediği şey var ya? Herkesin iki üç gündür “Böyle Kurtuluş Savaşı mı olur?” diye alay ettiği şey var ya? Sonuçta, MGK’dan “Kurtuluş Savaşı” iddiasını destekleyen bir şey çıkartmış oluyor. Bunun işe yaraması önemli değil, kullanımı önemli. 

Ruşen Çakır: Mesela “Biz fâizleri düşük tutup kuru yüksek tutunca, Türkiye ucuzlayacak ve yabancı yatırımcı gelecek” deniliyor. Bunu dinleyen bir yatırımcı, “Fabrikamızı şurada değil de gidip Türkiye’de açalım” diyecek bir insan, ucuz işgücü için bunu diyecekse, ucuz işgücünün garanti altında olmasını bekleyecek. Ama sonra uzmanları, analistleri, “Erdoğan bir daha tek başına iktidara gelemez. Hatta iktidara bile gelemez. Yeni gelenler de bu politikayı sürdürmez” diyecek. O yatırımcı MGK kararına mı bakacak? Yoksa genel analizlere mi bakacak? Yani bunların pek bir işe yarayacağını sanmıyorum. 

Kemal Can: Doğru. Ama biz “İktidar şunu yapmaya kalkıyor” diye bir değerlendirme yaptığımızda, bunun işe yarayacağını söylüyor değiliz.  Senelerdir şunu söylüyoruz: “Kutuplaştırma işe yaradı, ama bir süre sonra işe yaramamaya başladı. Fakat bunu yapmaya devam edecek. Bu, yaramaya devam ettiği için oluyor” demedik. Başka bir aracı olmadığı için buna abanmaya devam edecek. Yaradığı kadar bunu kullanacak. Bu söylediğin şey de, onu kurtarır ya da kurtarmaz, işe yarar ya da yaramaz, o ayrı mesele. Ama yürüttüğü akıl, bunu yapmaya dönük. Bunu tamamlayacak hamleler ve adımlar atıyor. Çok ölçüsüz ve saçma gibi gelen çok yüksek çıkışlar yapıyor. Mesela “Niye Erdoğan çıkıp çıkıp, konuşup doları zıplatıyor?” deniliyor.

Ruşen Çakır: Zıplasın diye yapıyor.

Kemal Can: Bir tarafı öyle. Ama bir yandan da, o inatlaşmanın kendi gücünü gösteren bir tarafı var. Bahçeli’nin 50+1 iddiasındaki ısrarı gibi. Bazı şeyler vazgeçildiği zaman, bir adım geriye değil, tamamen bırakmaya neden olacak şeyler. Erdoğan bu şeyi yapacak durumda değil. Mecburen ilerlemek zorunda. Bunu yaparken de bazı noktalarda, hatalı ve sonuç almayacağı durumları bilse bile, bazı şeyleri yapmak zorunda. Onun için tek ölçü, “Her şeyi işine yaradığı için yapıyor” değil. 

Ruşen Çakır: Buna katılıyorum, tamam. Ama mesela Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile kurulan ilişkide olduğu gibi, bazı şeylerde tamamen bırakıyor. Mesela, şu anda içeride ve dışarıda insanlar –normal olarak bir daha indireceği varsayılıyor ya? –,  tam tersine fâiz artırmasını bekliyor. Mesela bir sonraki hamlede Erdoğan fâiz artırımına izin verebilir belki. 

Kemal Can: Daha önce verdi. Bakanı gönderip, Naci Ağbal’ı getirdi ve fâiz artırımı yapıldı. 

Ruşen Çakır: Evet. Hatta grup toplantısında, “Fâizi savunanlarla beraber yürümem” dediğinde, bazı insanlar, “Bunlar iyi polis-kötü polis oynuyorlar. Sonra Merkez Bankası fâiz artıracak, bağımsız olduğunu göstermiş olacak” dediler. Ama öyle olmadı. Senin söylediğin konu doğru, ama Erdoğan’ın özellikle son dört senesi her yaptığını bozmakla geçiyor. Şimdi büyük ihtimalle sırada, kendisi olmasa bile birilerinin Beşar Esad’la aleni görüşmesi var. “Zaten istihbarat örgütleri görüşüyor” diyorlar; ama benim kastettiğim, açık, aleni bir görüşme. Çünkü bütün Arap dünyası görüştü. İsrail de belli bir şekilde bu işin içinde olacak. Mesela en son, İsrailli iki vatandaşın Erdoğan’ın konutunun fotoğrafını çektikleri için siyasî ve askerî casuslukla suçlanıp tutuklanmaları meselesi vardı. İddialara göre İsrail’den, işbirliği için Erdoğan’a ve hükümete alenen teşekkür etmesini istemişler. Yani, Erdoğan İsrail’in teşekkür etmesini kendi gücü gibi gösteriyor. Ama bir taraftan da İsrail ve Yahudi aleyhtarlığı yapıyor. Böyle tuhaf bir durum var. Büyük bir ihtimalle, İsrail’le ilişkileri de bir düzene sokacak. 

Fâiz meselesindeki politikanın bir sonuç alması, en iyimser ihtimalle 1 yıl. Kendi ifadeleri bu biliyorsun — ki o da gerçek bir şey değil. O zamana kadar bunu nasıl taşıyacak? Büyük bir ihtimalle bu politika bir yerde su kaynatmaya başlayacak ve arayışlar olacak. İnsanlar yine geceyarıları Resmî Gazete’nin başında, “Kim gitti, yerine kim geldi?” diye bakacak. Hatta ben, birilerinin çıkıp görevden affını isteyeceklerini bekliyorum. Çünkü fatura giderek ağırlaşıyor. Daha 1 ay öncesine kadar Merkez Bankası Başkanı olan Prof. Şahap Kavcıoğlu, şimdi fâiz indirimine zehir zemberek açıklamalar yaptı. Buna benzer şeyler de çıkacak. Erdoğan’ın tek aktör olduğu ve her şeyi inatla götürmesi tamam da, artık onun başarısızlığı iyice görünür hâle geldikçe, kaçaklar başlayacak ve tabanda çok büyük bir çözülmeye neden olacak. 

Kemal Can: Zaten bu oluyor. Kamuoyu anketlerinde sayısal olarak ölçülen bir şey var. Bunun nedeni de, bu söylediğin durumun algılanması, görülmesi, fark edilerek buna tepki verilmesiyle ilgili. Şunu tekrar söyleyeyim: Bu iktidar kombinasyonunda Erdoğan’ın temel rolü, geniş desteği temin etmek. Bu gücü, bunu sağlayabilme imkânını da büyük ölçüde inat siyasetiyle yürütüyor. Dış politikada da bunu yapıyor. Mesela Doğu Akdeniz meselesindeki büyük virajı gördük. Ortadoğu politikasında, şimdi Müslüman Kardeşler meselesindeki aslında BAE ile uzlaşmanın başka bir politikadan vazgeçiş olduğunu biliyoruz. Yine mesela aynı anda, “Her şeyin müsebbibi ve darbenin bile arkasındaki güç” dediği ABD ile, Biden’la beyaz sayfa için ne kadar çaba sarf ettiğini, bir görüşme için ne kadar gayret gösterildiğini gördük. Şimdi BAE meselesini bir geri dönüş değil, “Ayağına getirtti” diye sunmaya kalkıldığını görüyoruz. Ama bunların hepsinde şöyle bir şey var. Bu virajları alırken, özellikle dış politikayı bu kadar kolay kullanabilmesinin nedeni, dış politika meselelerine genel kamuoyunun ve kendi tabanının çok hâkim olmaması. BAE ile mesele neydi ki şimdi vazgeçmekle ilgili sorun teşkil etsin? Mesela İsrail meselesi ya da Batı ile ilişkiler başka bir şey. Ama BAE, Mısır, Doğu Akdeniz sorunu bile, ortalama AKP tabanı için çok anlaşılmış meseleler değil. Mesela Libya, çok anlaşılmış bir mesele değil. 

Ruşen Çakır: Açıkçası ben de anlamış değilim. 

Kemal Can: Dolayısıyla nasıl anlatılıyorsa öyle kabul ediliyor. 

Ruşen Çakır: “Tek adam rejimi” diyoruz da, işler öyle bir gidiyor ki, Erdoğan’ın bir şekilde devre dışı kalmasıyla bu politikalar asla yürüyemez. Bütün bu söylediklerin, çoğu irrasyonel gibi gözüken, konunun uzmanlarının “Bu şekilde olmaz” dediği birçok şeyi, Erdoğan inadıyla götürüyor. Erdoğan’ın bir müddet kenarda durması hâlinde bunları kim nasıl taşıyacak? O anlamda çok sakat. Sadece iktidar anlamında değil, ülke için de sakat bir durum. Her şey dönüp dolaşıp Erdoğan’da düğümleniyor. 

Kemal Can: Evet, ama dış politika meselelerinde bir süredir, hatta geçen yılın ortalarında, çok yüksek reaksiyonlar verilen zamanında bile, aslında eteklerin suya erdiğini ve gerçekçiliğe doğru dönüşün başladığını görebiliyoruz. En yüksek gürültünün çıkartıldığı an, bu geriye dönüşlerin başladığı andı. Burada anlatmak istediğim şey bu. İçeride o inat görüntüsünü sürdürmekle sorumlu Erdoğan. Geçen senenin başından itibaren, ortasına kadar yükseltilen bütün gerilimlerde, o gerilimler yükseltilirken bile, bu geri adımların temasları yürütülüyordu. 

Ruşen Çakır: Buradan BAE meselesine geçelim. Geride kala kala, demin zikrettiğim Suriye kaldı. Mısır’la görüşmeler epey ilerliyor ve İsrail kaldı. Bunların hepsinde bir yumuşama işaretleri var. Kamuoyu bilmiyor veya umursamıyor olabilir, ama BAE meselesi çok ciddi bir mesele. Doğru yanlış, bunu bayağı kullandılar. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında BAE olduğu iddiasını çok da geri plana atmamak lâzım. Çünkü Erdoğan, özellikle İslâmcı hareketlere verdiği destekle, Arap Baharı’nın sürmesi umuduyla ve Mısır’la olan ilişkileriyle, bölgede çok ciddi bir rahatsızlık veriyordu. Dolayısıyla, Türkiye’de Erdoğan’ın aleyhine olabilecek her şeye, BAE gibi kendisi küçük ama motivasyonu geniş olan bir ülkenin, burada birtakım yatırımlar yapması gerçek olabilir. Belki bu darbe konusunda belli ölçülerde bir doğruluk payı vardı, ama bunu iyice büyüttüler. Türkiye’ye gelen Veliaht-Prens Muhammed bin Zayed el Nahyan çok değişik biri. Hatta bir iddiaya göre Suudi Arabistan’ı bile onun yönlendirdiği söyleniyordu. Şimdi, sanki hiçbir şey olmamış gibi, dün BAE’ye her türlü lâfı söyleyenler, bugün, “Aslında kadim bir ortaklık” diyebiliyor. Birisi geçen gün, “Geçmişi benim yaşımdan genç bir ülke nasıl kadim ortak olabiliyor?” diye yazmıştı. 

Kemal Can: 50 senelik bir ülke. 

Ruşen Çakır: Buradaki sadece para meselesi değil aslında. Para meselesi tabii ki var, yatırım yapacaklar. Ama onun dışında, Türkiye’nin dış politikada tam bir sürünme hâlini gösteriyor. Bu haftaki “Transatlantik” yayınında Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’ın ısrarla altını çizdiği şey şuydu: “Ortadoğu artık Amerika’sız bir Ortadoğu’ya hazırlanıyor. ‘Biden ABD’yi Ortadoğu’dan çekiyor’ meselesi herkesi çok kontrpiyede bıraktı.” Trump garip bir şey yapmıştı. Yok, ama var gibiydi. Şimdi Biden, “İran meselesini de halledersem, gerisi o kadar önemli değil” pozisyonunda. Amerikan yönetimi tabii ki İsrail’in güvenliğini her zaman için gözetecektir. Ama onun dışında çok da fazla yoğunlaşmayıp, olayı tamamen Çin’le karşılaşmaya yönlendirecekler ve eksen iyice kayacak. Burada bütün ülkeler, Suudi Arabistan, BAE, hatta İran ve İsrail bir arayış içerisinde. Bütün sorunlarla oluşan statüko herkesin işine gelir. Çünkü aktörler bellidir. Birtakım küçük hareketler olur, ama sonuçta o sorunlarla beraber yaşarsın. Şimdi birden, o sorunların içerisinde çok önemli bir aktör olan ABD birdenbire çekilince, Ankara da dâhil birçok ülke kalakaldı. Mesela, “ABD’nin gitmesi ne iyi oldu. Artık ABD’nin caydırıcılığı olamadan, burada yapmak istediklerimizi daha iyi yaparız” diyemiyorlar. Hepsi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldılar ve kendi aralarındaki sorunları bir şekilde yumuşatmaya çalışıyorlar. Mesela BAE ve Suudi Arabistan, İran’la ilişkilerini de yumuşamaya doğru götürmeye çalışıyorlar. Öncesinde İsrail’le yaptılar. Garip bir durum. Normal şartlarda, Erdoğan ekonomik anlamda daha güçlü olduğu bir zamanda, ABD’nin bölgeden çıkması hâlinde, o sert politikalarını daha ısrarlı bir şekilde sürdürebilirdi. Şimdi Ankara da çok zor durumda. Yani birbirlerine muhtaç oldular.

Kemal Can: Doğru. Ama şöyle bir şey var: BAE meselesini konuşuyorsak, “Türkiye, Erdoğan, nasıl bir manevra yapıp, eskiye göre tam zıttı bir pozisyona nasıl geldi?” sorusunu soruyoruz ve buna ekonomik gerekçeler, artık elinde fazla oynayabileceği kart kalmaması, ayaklarının suya ermesi gibi birtakım önermeler koyuyoruz. Ama mesela, BAE ziyaretini senin söylediğin çerçeveden okuduğumuzda, “BAE niye geldi?” sorusu burada daha kritik. “Onların politika değişikliği ne anlama geliyor?” sorusu üzerinden bulunacak cevaplar daha ilginç olabilir. “Erdoğan eskiden kavga ettiği BAE ile neden şimdi kadimdost oldu ve anlaşmalar yapıyor?” Peki, daha önce Erdoğan’ın ipini çekmeye çalıştığı iddia edilen BAE ne yapmaya çalışıyor ve neden kalkıp buraya geliyor? Meseleye böyle baktığımızda, demin tartıştığımız, Erdoğan’lı formülasyonlar üzerinden birtakım şeyleri düşünüp düşünmeme konusunda herkesin o kadar köprüleri attığı kanaati çıkmıyor ortaya. Çünkü BAE, neden şu anda gitmekte olan ve kendi tâbiriyle “iktidarının son demlerini yaşayan” biriyle böyle bir politika değişikliği yapsın ki? Bence orada da oluşan bir âciliyet var. Biz her şeyi Türkiye üzerinden okuyoruz. “Erdoğan eskiden niye öyle yapıyordu da şimdi niye böyle yapıyor?” sorusunun cevabı, artık alandaki şartlar değişmiş durumda. 

Ruşen Çakır: İşte bu, demin söylediğim karşılıklı birbirlerine muhtaç olma durumu. Gönül ve Ömer geçen günkü “Transatlantik”te bunu çok iyi anlattılar. Bir de BAE ile Suudi Arabistan arasında bir rekabet başlamış. Suudi Arabistan, kendisini finans ve teknoloji merkezi hâline getirmeye çalıştığı için, BAE bundan çok rahatsız. Her iki tarafın da, artık bu kavgayı sürdürmekten yana bir çıkarı yok. Her iki taraf da birbirlerine doğru gidiyorlar. Yani, “Erdoğan yalvardı da, onlar da ‘hadi bakalım sana şu kadar milyar dolar veriyoruz’ dedi” diye bir durum yok. O milyar doları Erdoğan’a bir lütuf olsun diye vermiyor. Bölgedeki yeni yapılanmanın gereği olarak, Türkiye’ye yatırım yapmayı istiyor. Anladığım kadarıyla da, Erdoğan’dan sonra kim gelirse gelsin,  BAE Türkiye ile iyi bir ilişki içerisinde olmak istiyor. Çünkü bölge böyle şekilleniyor. Böyle ilginç bir durum da yaşıyoruz. Tam da buna denk geldi. İşin içine ABD-Çin rekabetinin gerilim boyutuna çıkması durumu da girerse, mesela dünyada bir Tayvan olayı gibi bir şey yaşanırsa, o zaman durum daha ilginç olacak. Çünkü şu anda biz bunun yansımalarını yaşıyoruz. Ama tabii şu mesele çok acayip: Sen “15 Temmuz darbesini bunlar destekledi” diyorsun, bunun ekmeğini yiyorsun. Kim ne kadar anladı bu propagandayı? Ama BAE bunu görüyordu. Bütün bunları söyledikten sonra şimdi oturup o insanı kabul ediyorsun. 

Kemal Can: İç politikada yaşadığımız tuhaf dönüşümlere baktığımız zaman o kadar uzak bir şey ki. “Zamanında BAE’ye öyle söylüyordun, şimdi böyle söylüyorsun” diyene kadar, Bahçeli Erdoğan’a neler diyordu? Süleyman Soylu meydanlarda ne sözü vermişti? Erdoğan Bahçeli’ye ne demişti? Bütün bunları yedik yuttuk. O söylenenlerin yanında, “Vay efendim! BAE şeyhine öyle diyordun da şimdi böyle diyorsun” demek, kaçıncı sıraya gelir acaba?

Ruşen Çakır. Tamam, demiyoruz. 

Kemal Can: Yani şunu demek istiyorum: Niye bu kadar kolay geçiyor bunlar? Çünkü neler neler geçti. Dış politikayı iç politikada kullanmak — çok elverişli olmasını sağlayan bu. Çünkü çok hâkim olunan konular değil. Öyle deyince öyle, böyle deyince böyle. Sonra, “Onlar değişti” oluyor. Bütün MHP tabanı, Erdoğan’ın yola geldiğine inandığı için, bir zamanlar beka meselesi olan şeye karşılık, beraber Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday yaptığı CHP’yi şimdi kapatmaktan bahsediyor. Bunların hepsi de 4-5 sene içerisinde oldu. 

Ruşen Çakır: Evet, burada noktayı koyalım. İzleyicilerimize de bir haberimiz var. Zaten artık her yayının sonunda dönüyor. Kemal, artık Medyascope’ta yazmaya da başlıyorsun, başka arkadaşlarla beraber. 

Kemal Can: Evet. Yazılarıma bir müddet ara verdikten sonra, şimdi Medyascope’ta başlıyorum.

Ruşen Çakır: Ben de yıllar sonra, şimdilik 10 isimle beraber artık hafta sonları yazmaya başlıyorum. Bu 10 ismin hepsini de zaten Medyascope’tan tanıyorsunuz. Kemal Can, Aydın Selcen, Ülkü Doğanay, Sevilay Çelenk, Roj Girasun, Seren Selvi Korkmaz, Ayşe Çavdar, bizim genç akademisyenlerimiz, Medyascope çalışanları siyasetbilimciler Alphan Telek ve Edgar Şar, Cumartesi ve Pazar günleri yazı yazmaya başlıyoruz. Bir tür haftasonu ilavesi gibi düşünün. Ama yayınlarımız da devam edecek. Bazen, “Bu yayınların metinleri yok mu?” diye soranlar oluyor. Birçok yayının metnini yapıyoruz zaten. Ama bu isimler, yazılarıyla da hafta sonları ayrıca karşınızda olacak. Bir müddet sonra aramıza başka isimler de katılacak. Evet, artık “Haftaya Bakış”ı burada bitiriyoruz. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.