Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (47): 2020’de iktidar ve muhalefet cephelerinde neler oldu? 2021’de neler olabilir?

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler ve iyi seneler. 2021’in ilk “Haftaya Bakış” programında, Kemal Can’la birlikte, bu sefer haftayı değil yılı değerlendireceğiz. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. “Yıla Bakış” yapacağız bugün.

Çakır: Evet. Tekrar iyi seneler dileyeyim. Önce 2020 yılına bir bakalım, 2021 yılı için de biraz akıl yürütelim diyorum. Hafta yerine yıla bakalım, “Yıla Bakış” olsun. İktidar ve muhalefeti ayrı ayrı değerlendirip sonunda genel bir toparlama yapalım. Bizim yaptığımız yayınların ana konusu da buydu zaten. Bir yanda Cumhur İttifakı, bir yanda Millet İttifakı. Cumhur İttifakı iktidarda olan bir koalisyon, o hep var. Ama Millet İttifakı seçimden seçime oluşan bir ittifak. Fiilen var mı yok mu? Mesela bugün Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener, İstanbul’da bir raylı sistem hattının açılışını birlikte yapacaklardı. Orada da bir ittifak görüntüsü veriyorlar; birbirlerini ziyaret ediyorlar. Ama sonuç olarak Millet İttifakı seçimden seçime çalışan bir ittifak. 2020 yılı boyunca konuştuğumuz temel konulardan birisi, ilk başta sanıldığı gibi Devlet Bahçeli’nin aslında mecburen Erdoğan’a yanaşıp onun güdümüne girmesinden ziyade, Bahçeli’nin, özellikle ideolojik-politik olarak çok belirleyici olduğu meselesiydi. İçindeki birtakım kırılganlıklar, birbirinden rol çalmalar, Bahçeli’nin gündemi belirlemesi ve Erdoğan’ı da sürüklemeye çalışması… Bu, en son, parti kapatma meselesinde oldu. Erdoğan, Bahçeli’nin açık dayatması kadar olmasa da, parti kapatmanın iyi olmadığını söyledi. 2020 yılı, daha öncekilere kıyasla, Bahçeli-Erdoğan ittifakının kendisini en fazla gösterdiği yıl oldu.

Can: Evet, bunu söyleyebiliriz. 2020 yılının tamamında, iktidar bloku açısından en çok konuşulan şeylerden biri iktidarın kendisinin yaşadığı krizler oldu. Yönetememe krizi, diğer sorun başlıklarında sıkışması, zorlanması ve tıkanması, kendi iç dengelerindeki sorunlar ve ittifakın meseleleri çokça konuşuldu. Ama 2020’nin bilançosuna baktığımızda, bu ittifak sistemi kurulduğu andan beri, hatta öncesinden itibaren, Bahçeli-Erdoğan ilişkisinde, iktidar koalisyonunun iç yapısı ve onun dinamikleri konusunda bir türlü kafalar açılmamıştı. Önce dedikoduvâri gerekçelere dayanarak, Bahçeli’nin Erdoğan’a bîat ettiği ve koşulsuz bir destek verdiği ya da buna mecbur kaldığı konuşulurken, şimdi tam tersi konuşuluyor. Bir uçtan bir uca savruluyor. Bu denge bu sene çokça tartışıldı ve anlaşıldı ki o kadar basit değil; aslında bir taraf bir tarafı bir şeye zorlamıyor. Şimdi hâlâ Bahçeli’nin zorlaması üzerinden analiz yapılıyor, ama aslında bu işin çoktaraflı özel bir durum olduğu biraz daha belirginleşti. Senin de söylediğin gibi, iç sorunları daha görünür hâle geldi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi rejimini yerleşikleştirmek açısından iktidarın elinin çok rahat olduğu düşünülürken, bunun çok fazla sorun ürettiği, hatta ürettiği sorunların görünmemesini sağlamakta bile zorlandığına tanık olduk. Ama yıl bitip bilançoya baktığımızda, bütün bu çelişkilerine rağmen, özellikle son çeyrekteki performans itibarıyla, iktidar ittifakının, bütün o çalkantılarından sonra, 2020’den 2021’e biraz daha sarılmış girdiğini de söyleyebiliriz. Tamam, “Bahçeli Erdoğan’ın gitmesine, onun sağa sola birtakım hamleler yapmasına, reformlara izin vermiyor” görüşü hâlâ hâkim, ama Erdoğan’ın son aylardaki performansında, Bahçeli’nin söyledikleriyle sorunu varmış gibi görünmüyor. Hatta muhalefete dönük söylem bakımından, bugün bile son derece yüksek perdeden açıklamalar yaptı; kutuplaştırma siyasetini hafif vites artırarak devam ettirme niyetini gösterdi. Dolayısıyla 2020’nin bilançosu açısından, evet, ittifak çok konuşuldu; ama ittifak 2021’e de bir tür tazelenme ile geçiyor.

Çakır: Biraz önce “çoklu” bir iktidardan bahsettin. Onu biraz kurcalamakta yarar var. Bahçeli ve Erdoğan ön planda görünüyor, ama bunun görünmeyen yüzleri de olduğu söyleniyor. Örneğin Doğu Perinçek. Yıllardır olmasına rağmen, Perinçek’in partisinin çok büyük bir toplumsal karşılığı yok. Ama özellikle Rusya ve Çin’le olan dış ilişkiler bağlamında önemli. Doğu Perinçek 60’lı yıllardan beri siyasetin içerisinde. 60 yılda çıkmadığı kadar herhalde, son 3 ayda televizyona çıktı. Çıktığı televizyon kanalları da tamamen iktidarın denetiminde olan yerler. Dolayısıyla iktidarın onayı ve teşvikiyle çıkıyor. Uygur meselesinde olduğu gibi, bazen iktidarı kontrpiyede bırakan, ama özellikle Cumhurbaşkanı’na karşı saygılı bir dille çıkışlar da yapıyor. Ama Perinçek dışında başka aktörler olduğu da söyleniyor.

Süleyman Soylu’nun istifası ve istifasının kabul edilmemesi, 2020 yılının dikkat çekici olaylarından birisiydi. Bugün MetroPOLL Araştırma’nın yöneticisi Özer Sencar’la yaptığım yayında Özer Bey, yaptıkları araştırmada, popülaritesi en yüksek kişiler arasında Süleyman Soylu’nun olduğunu söyledi. Fakat bizim de yayınlarda pek konuşmadığımız, iktidarın iki önemli aktörü var: Hulusi Akar ve Hakan Fidan. Bu iki isim, özellikle dış politika militerleştiği için –Libya, Irak, Karabağ’da yaşananları düşünürsek– Hakan Fidan istihbarat alanında, Hulusi Akar ordunun savunması anlamında çok fonksiyoneller. Ama ikisi de bilerek kendilerini siyasallaştırmıyorlar. Hatırlarsan, zamanında Davutoğlu Hakan Fidan’ı milletvekili adayı yapmaya kalktığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan çok kızmış ve itiraz etmişti. Onu siyasallaştırmak istemiyor. Hulusi Akar, Hakan Fidan ve diğerleri Erdoğan’la birlikte mi düşünülür, yoksa ayrı bir güç olarak mı düşünülür? Ben sanki onların birlikte hareket ettiklerini ve Erdoğan’ın onlardan ciddi bir şekilde güç aldığını düşünüyorum. Erdoğan onları geride tutuyor, onlar da siyasete girmeden bir tür siyasî dokunulmazlık elde ediyorlar diye düşünüyorum.

Can: Evet, ben de şöyle tanımlayabilirim: Kimyasal bir kavram kullanırsak, bu ittifakı kuvvetli bir alaşım gibi görüyorum. Yani, birbirini güçlendiren ama aslında ayrı ayrı özellikleri olan bir karışım olduğunu düşünüyorum. Dediğin gibi, Hakan Fidan ve Hulusi Akar, Erdoğan’a güç transfer ediyorlar, ama buna Bahçeli’yi de dâhil edebiliriz. Bu üçlünün, Erdoğan’a siyasî destek dışında –hani bugün çok tartışılan, bir “parti devleti”ne dönüşmüş olması meselesi var ya–, devletin iktidardan ibaret ya da iktidarın devletten oluşan bir şeye dönüşmesinde çok belirleyici rolleri var. Erdoğan’a, çeşitli güç merkezlerinin –ordusu, bürokrasisi, hatta buna iktisâdî elitleri de dâhil edebiliriz– kapısını açan, onlar nezdinde meşrû bir devlet aktörü olarak kabulünü sağlayan aparatlar bunlar. Hatırlarsan, eskiden Türkiye’de en fazla konuşulan şey, askerin siyaset üzerindeki vesâyeti idi. Şu anda, orduyla siyaset arasındaki ilişkiye baktığımızda gördüğümüz şey şu: Hulusi Akar, seçilmiş bile olmayan atanmış bir siyasî aktör; ama üniforma giyerek, bütün komutanların da kendisine selam vererek “Komutanım” dediği ve aslında fiilî olarak ordunun başında yer alan, aynı zamanda da hükümette bulunan bir aktörden bahsediyoruz. Aslında askerî vesâyetin iktidara ortak olduğu bir tabloyu yaşıyoruz. Erdoğan bundan kendi siyasî gücü için bir şey sağlıyor. Ama bunda bütün aktörlerin, Bahçeli’nin de rolü var. Mesela Erdoğan’ın bürokraside, yargıda, orduda bu kadar kolay kabulünde, Bahçeli’nin o sağladığı yüzde 10 destekten daha büyük bir etkisi var. Söylediğin o iki aktörün de, Erdoğan’a çok yakın ve ona güç devşiren bir rolde görünmelerine rağmen, kendi temsil ettikleri önemli bir ağırlık olduğunu düşünüyorum. Hatta senin örneğini verdiğin Hakan Fidan’ın milletvekili adaylığı süreci, 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki süreç, bu yeni iktidar kombinasyonunun kurulduğu süreç. Bütün bu politik manevra, yeni rotada oluşan iktidar ittifakının oluştuğu süreçte, bunun pek farkına varmamış olan Davutoğlu’nun yanlış bir hamlesi olarak ortaya çıkmıştı. Hemen peşinden de, tasfiye olarak, siyâseten de AK Parti’den uzaklaşmak zorunda kaldı.

Bütün bu sıkışma sürecinde, bu koalisyonda, “Tamam, sizin dediklerinizi ve önceliklerinizi dikkate alıyorum” diyerek, TÜSİAD’dan TOBB’a kadar iktisâdî elitlerle birebir ilişkilerle de kurabildiği dengenin içerisinde, onların önemli rolü olduğunu da görüyoruz. Orada kendi iç çelişkileri var; ama bunun ekonomik, bürokratik cephesi olan, dış politika ayakları olan, siyasî parçaları ve ideolojik tarafı olan karmaşık ama birbirini çeşitli biçimlerde destekleyen ve besleyen, aslında birinin diğerini çok itip çektiği değil, kararsız ve güçlü bir denge içerisinde duran bir ittifaktan bahsediyoruz. Ben buna bu şekilde bakmanın ve anlamaya çalışmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Çakır: Yine Özer Sencar’la yaptığımız yayında Özer Bey’in söylediğini aktarayım: Ekonomi konusunda, damat Albayrak’ın gitmesi ve Merkez Bankası ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın başına, olayı daha rasyonel bir şekilde yürüten ikilinin getirilmesinin, AK Parti oylarında bir iki puanlık olumlu bir artışa neden olduğunu söyledi. Fakat bu sürdürülebilir bir şey mi bunu kimse bilemiyor. Çünkü Erdoğan şu aşamada ekonominin rasyonel bir şekilde yönetilmesine izin vermek zorunda kalmış olabilir. Ama yarın ne yapacağı bilinmediği için, o kestirilemiyor. İktidarın bütün krizlerini, sorunlarını ele aldığımız zaman, öncesi de var ama özellikle Başkanlık Sistemi ile beraber, bütün gücü kendinde topladığı için, reel-politiğin rasyonel dayatmalarına uymak zorunda olmadığını düşünen bir Erdoğan vardı. Bu son olay da gösteriyor ki, Erdoğan’ın, daha mâkul, kurallara uygun bir çizgiye izin vermesi durumunda, krizi hafifletebilme imkânı olabiliyor. Buradan hareketle, reform vaatlerini konuşalım. Mesela Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum, önce Hürriyet gazetesine sonra CNN Türk’e bir röportaj vermiş. Bayağı yüksek perdeden, “Avrupa bizi kıskanacak” şeklinde birtakım reformlardan bahsediyor. Ama hukuk uzmanları, reform yapmaya çok da gerek olmadığını, var olan kurallar uygulandığında, temel hak ve özgürlükler konusunda Türkiye’de birçok sorunu aşacağımızı belirtiyorlar. Erdoğan bu rasyonaliteyi siyasî alanda da yakalayabilir mi? 2020’nin sonlarında yaptığı operasyon, yani yeni bir Merkez Bankası başkanı ataması, Bakan Albayrak’a “Git” demekti. O da istifasını verdi ya da görevden affını talep etti. 2021’de bu rasyonaliteyi sürdürebileceği ihtimalini görüyor musun? Açıkçası ben çok emin değilim. Hem bu hep önünde olacak, hem de bir taraftan “O kadar da değil” diyecek. Demokratikleşme ve temel hak ve özgürlükler konusunda, Bahçeli’den hatta Soylu’dan kendisine birtakım uyarılar ve ayarlar gelebilir. Mesela Bahçeli’nin yeni yıl mesajında da Demirtaş konusu var. AİHM kararına rağmen Demirtaş’ı tahliye etmemek Cumhur İttifakı’nın en önemli meselesi gibi oldu. Erdoğan belli bir rasyonalite içerisinde, “Artık daha fazla içeride tutamayacağız anlaşılan” dese bile, bu kolay kolay hayata geçebilecek mi, emin değilim. Kaldı ki kendisi de o noktaya gelmek istemeyecektir. Öncelikle, rasyonel davranmanın önündeki en temel engel Erdoğan’ın kendisi. Ama daha fazla direnemeyip bazı adımları atmaya mecbur kaldığı zaman, Bahçeli ve diğer koalisyon ortaklarının direnciyle karşılaşabilir. 2021’de, Erdoğan eliyle normalleşme bana pek mümkün görünmüyor.

Can: Katılıyorum. Bu konuda iki yaklaşım var: Pek reform beklemeyenlerin bile ayrıştığı bir nokta var. Birinci tez: Erdoğan bir şeyler yapmaya mecbur ya da yapmak istiyor. Ama koalisyon ortakları ya da başka aktörler yüzünden bunu yapamaz. İkinci tez de — ki ben buna daha yakınım: Erdoğan’da böyle bir niyetin çok güçlü olduğuna ilişkin dedikodular ve kulisler dışında bir bilgimiz yok. Biraz zorlanıyor. Zorlandığı için de yapmak zorunda hissedeceğine ilişkin bir varsayımımız var. Ama kafasında gerçekten, “Benim yapmam gereken bu” düşüncesinin oluştuğuna dâir çok az işâretimiz var. Mehmet Uçum örneğini verdin az önce. Uçum “yargı reformu”, “İnsan Hakları Eylem planı” diyor ama, orada koyduğu öncelikler, yani siyâseti güvenlik öncelikli bir mesele olarak ele alması, “Hiçbir reform, demokrasi bile Türkiye’nin güvenliğinden daha önemli değildir” vurgusu… Aslında Erdoğan, Bahçeli’nin çıkışlarına doğrudan bir cevap vermedi; hatta ona uyumlu şeyler söyledi. Ama Mehmet Uçum, “Bahçeli ile çok da farkımız yok, biz de zaten böyle bakıyoruz” fikrinin özetlenmiş ve reformun mevcûdu tahkim etmekle ilgili bir mesele olarak algılandığının çok somut bir ifadesi. Hatta hukukî değerlendirme açısından Bahçeli’den daha “korkunç ve tehlikeli” şeyler söylediğini görmek mümkün.

Pratiğe bakıyoruz: Gezi Davası’nın savcısı AYM üyesi yapılmak üzere Yargıtay’a atandı. Hatta Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na hazırlandığı da söyleniyor. Normal şartlarda, öyle bir iddianame hazırlayanın hukukî yeterliliği bile tartışma konusuyken, terfi üstüne terfi alıp, temel hukuk yapısının, yargının en tepesinde kilit bir role doğru itildiğini görüyoruz. Böyle bir pratikten nasıl bir reform tasavvur ettiklerini görmek çok kolay. Sahiden bir demokrasi tasavvurun varsa, onu hazırlayacak yapıya ilişkin adımlardan, kabaca nereye doğru gideceğini görmek mümkün. Burada hem pratikte yapılanlara, hem söylenenlere baktığımızda, bir reform tablosu çıkmıyor. Ayrıca, “reform” diye ortalığa yayılan bilgilerin bir kısmı da, birtakım yargı mensuplarının özlük meselelerinin halledilmesi, yargının hızlandırılması ya da kişisel bilgilerin güvenliği gibi hemen kolayca sansüre gidebilecek veya tıpkı, olmadık yasaların içerisine STK kayyumu eklemek gibi başka bir şeylere de araç olabilecek “reform” kılığında çok daha tehlikeli adımların atılabileceği başlıklar görüyoruz. Demokrasi veya başka başlıkları bunun içerisine yerleştirme değil –hani buna izin alır almaz konusu bir yana– bu niyetinin ucunu bile görmediğimizi düşünüyorum. Söylediğin gibi, bazı sembol olayların çok öne çıkartıldığını daha önce de gördük. Bazı sembol olaylar çok göze sokulduktan sonra, sadece onlarla ilgili bir şeyler yapılarak, birdenbire sanki önemli bir adım atılmış gibi yapılabildiğini gördük. Daha önce Rahip Brunson, gazeteci Deniz Yücel ya da başka olaylarda gördüğümüz gibi, Erdoğan’ın ya da başka iktidar sözcülerinin, bazı kritik meseleleri çok önemli hâle getirip, asla oradan geri adım atmayacağı iddiası, bu tip konularda çok yüksek perdeden çıkışların, birkaç sembol adımla sanki bir şey yapılıyormuş gibi ya da onun kendisinin bir pazarlık haline dönüştürebildiği adımları da gördük. Tabii ki Demirtaş meselesi de böyle olacak anlamında söylemiyorum. Tam tersine, Demirtaş’la ilgili mesele, aslında Bahçeli’nin HDP’nin kapatılması gerektiği, seçim yasasında bazı değişiklikler yapılması gerektiği iddialarıyla birlikte düşünülmesi gereken bir paket. Senin çok gündeme getirdiğin seçim zamanlaması ile bağlı bir mesele. O yüzden bunu belki o kapsamda değerlendirmek daha doğru olur.

Çakır: İstersen iktidar konusunu bir toparla, süremiz muhalefet konusuna da kalsın.

Can: Tamam, şöyle toparlayayım: Ben, iktidarın 2021 için kurduğu stratejinin seçim odaklı değil, mümkün olduğu kadar kendisini içeride ve ekonomide rahatlatacak kadar bir zaman aralığı üreterek ilerlemeye niyetlendiği kanaatindeyim. Ama çeşitli nedenlerle koşullar, bir seçimi ya da hamle yapmasını zorlarsa, o zaman bu demin söylediğim kritik meselelerde… bunun içerisinde HDP’nin aritmetik olarak denklem dışarısına çıkartılmasına yarayacak bir hamle olabileceği endişesini taşıyorum. Zaten çok ciddi demokratik krizler varken, bu da ağır bir seçim krizini ortaya çıkartabilecek bir tablo yaratır. Çünkü AK Parti sözcüleri ve Erdoğan, Bahçeli’nin ısrarla HDP’yi kapatma çıkışlarına direniyor gibi görünseler de, onun yanına bazı şeyler ekliyorlar: Kişiselleşmiş biçimde bazı yasaklarla, belirli bir siyasî varlığı siyaset dışına itmenin meşru olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Bu, Mehmet Uçum’un açıklamalarında da var. Bunun işaretleri var. Bu, Meclis’e gelecek yeni bir dokunulmazlık paketi olabilir. Parti kapatma olmaksızın, doğrudan seçime, siyasete katılmakla ilgili engellerin genişletilmesi biçiminde olabilir. Bu, sadece iktidarın stratejisini değil, muhalefetin de stratejisini önemli ölçüde sarsabilecek adımlar olur. Ben bu anlamda, iktidarın seçime doğru yürüyen bir strateji kurmadığını düşünüyorum. Ama eğer böyle bir şeye mecbur kalırsa da, hiç de kaderine razı olacağı biçimde o seçime çıkmayacağı kanaatindeyim.  Ben yayından mı koptum?

Çakır: Hayır benim bağlantımda bir sorun oldu, tekrar bağlandım. Son söylediklerini ben duymadım, ama izleyicilerimiz duymuştur.

Can: Hemen özetleyeyim: Ben, iktidar tarafında seçime niyetli bir gidişat görmüyorum. Ama buna mecbur kalırsa da, öyle kuzu kuzu kaderine razı olacak bir tabloyla gitmeyeceği kanaatindeyim.

Çakır: Evet. Özellikle HDP’ye yönelik birtakım düzenlemeler yapmak isteyecek. Şimdi durup dururken çıkan bir başörtüsü tartışması var. Aslında Ali Babacan’ın konuşmasıyla başlayan bir tartışma. O konuya geliriz, ama önce Fikri Sağlar’ın söylediği, “Yargılandığım zaman türbanlı bir hâkimin karşısına gittiğimde, benimle ilgili, haklarımı koruyacağı ve adaleti yerine getireceği konusunda kuşkum var” cümlelerinden yine bir mağduriyet çıkartıldı. Ama Kılıçdaroğlu Fikri Sağlar’ın söylediğinin tam zıttı bir duruş sergiledi ve bunu yanında başörtülü bir parti meclis üyesi ile birlikte yaptı. Erdoğan buna çok kızmış. Bugün yaptığı açıklamada da, CHP’de yer alan başörtülü kadınları “vitrin mankeni” diye tanımladı. Erdoğan, 93’te, Refah Partisi İstanbul İl Başkanı iken, eski manken Gülay Pınarbaşı ve diş hekimi Filiz Ergun’u İstanbul’da vitrine koymuştu ve o dönemde onlar “vitrin süsü” olarak tanımlanmıştı. Şimdi Erdoğan CHP’deki başörtülüleri “vitrin mankeni” olarak tanımlıyor.  

Şimdi şöyle bir şey düşünüyorum: Kemal Kılıçdaroğlu ile defalarca yayın yaptım. Kendisi bizzat bu konuları dile getirdiği için biliyorum. Mesela 31 Mart 2019 seçim öncesinde yaptığımız seçim yayınında da başörtülü kadınlara yönelik birtakım etkinlikler düzenlediklerini, ev toplantılarına katıldıklarını anlatmıştı. Ben bunun ciddi bir rahatsızlık yarattığı kanısındayım. Erdoğan bunu dalga geçer gibi yapmıyor bence. CHP’nin, dindar mütedeyyin kesimlere gerçekten ulaşabilme ihtimalinden bayağı endişe ediyor diye düşünüyorum.

İkinci husus da şu: Seçimden seçime olan bir Millet İttifakı var. Bu ittifakta Saadet Partisi var. Hâlâ devam eder mi bilmiyorum, ama 24 Haziran 2018 seçiminde vardı. İYİ Parti var. Muhtemelen DEVA Partisi ve belki Gelecek Partisi de olacak. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun, muhafazakâr kesimlere ayrıca yönelmesine ihtiyaç yok diye düşünülebilir. Fakat kendi partisinden gelen ve daha fazla gelebilecek tepkilere rağmen, o konuda ısrarla bir şey yapmaya çalışıyor. Risk alıyor aslında. Ve bu konuyu ciddi bir şekilde işliyor, gündeme getiriyor. Bence bunun iki nedeni var: Diğerlerine tam olarak güvenmiyor olabilir; ama esas ikinci neden de şu: Diyelim ki seçimde ittifaka gidildi. 31 Mart’ta olduğu gibi, iktidar sürekli olarak HDP’yi kullanacak. “Ce-Ha-Pe zihniyeti” meselesini kullanıyor ve gene kullanacak. Yarın öbür gün seçim aşamasına gelindiğinde, özellikle kendi tabanından gidebilecek dindar kesimlere yönelik, “Siz böyle bir CHP’nin başında olduğu ittifaka nasıl izin verirsiniz?” söylemini ve algısını da kullanacak. Kılıçdaroğlu’nun bunu engellemek istediğini düşünüyorum. Son dönemde, birbirinden ilginç birtakım tepkilere tanık oluyorum. CHP’nin değil, ama Kılıçdaroğlu’nun AK Parti’den uzaklaşmış dindarlar nezdinde… Hatırlarsan, bir ara Ekrem İmamoğlu da böyleydi: Özellikle kendisinin Yasin okuması filan böyle bir şeydi. Sanki burada, CHP’nin muhafazakâr kesimle olan sorunlarını aşma konusunda çok ısrarlı bir çalışması var. Tabii çok zor bir iş bu; ama bunu bir şekilde gerçekleştirebilirse, bence Türkiye’deki siyasî haritayı da bayağı bir değiştirebilir. Hemen olabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. İlk seçimde bunun meyvesi alınmaz; ama istikrarlı bir şekilde bunu yaparsa, iktidarın en önemli silahı olan “CHP din düşmanı” silahını elinden alacak. Hâlâ buna ciddi bir şekilde inanan insanlar var. Bu nedenle de, mesela Fikri Sağlar’ın o söylediklerine büyük bir heyecanla atılmalarının nedeni de zaten bunu engellemek gibi geliyor bana.

Can: CHP’nin, dediğin türden bir rolü var. Kendisi böyle bir role soyunmuş durumda zaten. Kimlik duvarlarını zorlama stratejisi bir süredir yürütülüyor. Ama bir yandan da, iktidarın, bu kimlik duvarlarına yönelen tazyiki itmek veya o duvarları kalınlaştırmak için bir çabası var. Bu, iki taraflı olarak böyle işliyor. Çünkü iktidar, özellikle Erdoğan, çok net biçimde şunu görüyor: Kendi iktidarının siyasî güvencesi, ya da erimenin düşünüldüğü hızda sonuç doğurmamasını, yani “Bu kadar sorun oluyor, tamam, biraz oy kaybetmiş olabilir, ama iktidar çok önemli bir gövdeyi hâlâ nasıl tutabiliyor?” meselesini sağlayan şey, kimlik siyasetinin, kutuplaştırmanın devamı. Biraz önceki tartışmada, “Neden reform yapmaz?” sorusunun cevabı da orada aslında. Çünkü bunun dışında güvenebileceği çok sağlam bir siyasî argüman yok. Yeniden açılım, birtakım çevrelere olumlu şeyler vererek durumunu düzeltmesi ihtimâli zayıf. Mecburen, bu kutuplaştırma hattını sağlam tutmak zorunda. Bunun için de, dediğin gibi HDP’yi ve şimdi daha çok CHP’yi hedefe koymuş durumda, bütün saldırılarını ona yöneltiyor. Ama burada CHP de bu kimlik duvarlarını yıkmak değil, o kimlik âidiyetlerini kabul ederek, onlara o kimlik üzerinden ses duyurmaya çalışarak cevap üretme çabası içerisinde. Bunun sonucu şu: Yerel seçimlerde, “İYİ Parti, muhalefet içinde kendi kazanmayan ama kazandıran parti oldu” diye konuşulmuştu. Şimdi de CHP bunu yaparak, kendi oy kazanmayan İYİ Parti’ye oy taşıyan bir rol edinmiş oluyor. O kimlik alanlarını bozduğunda, oralara ulaşmaya çalıştığında, oradan yonttuğunu kendisine alamıyor, ama ittifak cephesine alıyor.

Çakır: Tabii oraya DEVA ve Gelecek partilerini de eklemek gerekiyor.

Can: Tabii olabilir. Ama şu anda ölçülebilir şey, daha çok İYİ Parti’de görünüyor. Kılıçdaroğlu bir süredir, ittifakın öncelikleriyle siyaset yapma tarzını çok fazla zorlamış, hatta parti içinde de tartışmalara neden olan bir zararı da vermiş olabilir. Ama muhalefet ittifakının bütününde iktidarın güvencesinin tam tersi var. Sonuç alabilmesi için, bu kimlik siyasetinin dışında bir ilişki biçimi, bir ulaşma zemini kurabilmesi gerekiyor. Ben hâlâ muhalefetin bu eşiği geçemediği kanaatindeyim. Zorladıkları duvar, hâlâ o duvarın özelliklerini taşıyarak, onlara o kimliğin özellikleriyle hitap etmeyi seçen bir tarz — ki bu biraz daha “taklitçi” ya da “aşırı müsamahakâr” bir siyaset tarzı demek. Bunun ne kadar sonuç alıcı olacağını süreç içerisinde göreceğiz. İktidar açısından endişe yarattığına katılıyorum. Ama muhalefetin bir dalga yaratmasına, bunun karşısında bir ivme yükseltmesine de yaradığı söylenemez.

Çakır: Herhalde 2020’nin kapanışında en beklenmedik olaylardan birisi, Ali Babacan’ın kongrede başörtüsü anekdotunu anlatarak gözlerinin dolması oldu. Tartışma ve spekülasyonları da tetikleyen olay bu oldu. Fikri Sağlar’ın söyledikleri, Kılıçdaroğlu’nun duruşu ve Cumhurbaşkanı’nın açıklaması. Açıkçası, bu olayı ilk duyduğumda ne diyeceğimi bilemedim. Babacan’a oy vermeyi düşünen, ona ilgi gösteren ve AK Parti ile hiç ilişkisi olmayan çok geniş bir çevre var. Özellikle genç kesimler de olduğu söyleniyor. Onların çok da önemsemediği, geride kaldığını düşündüğü bir olay üzerinden ağlamasını… Bu konuyu Özer Sencar’la yaptığım yayında sorduğumda, çok yanlış bulduğunu ve toplumun hassasiyetleri ile ilgili bir konuda duygulanması ve güncel bir konuda böyle bir şey yapması gerektiğini söyledi — ki çok mâkul bir eleştiri. Ama diğer yandan da şunu düşünmeden edemiyorum: “DEVA ve Gelecek partileri kuruldu kurulmasına, ama AK Parti’den oy koparabiliyor mu?” diye soruluyor hep. Özellikle DEVA Partisi için, muhalefetin oylarından aldığı söyleniyor. Ali Babacan, konuşmasının içine böyle bir şeyi koymayı bilinçli yapmıştır herhalde. Gözlerinin dolması bilinçli yapılmış olmayabilir; ama o anekdotu, başörtüsü yasağı nedeniyle kardeşinin başına geleni anlatması aslında AK Parti tabanına yönelik bir hamle. Özer Bey’in söylediği çok mâkul ve anlaşılır bir şey. Ama diğer yandan, bu partilerin etkili olabilmesi için, AK Parti tabanında bir aşınmaya yol açmaları gerektiği gerçeği de önümüzde olduğu için, açıkçası çok emin olamadım.

Can: Ben biraz Özer Bey’in söylediklerine benzer bir şey düşünüyorum. İktidar bloku seçmeninden oy almadan, muhalefetin onu yenilgiye uğratması mümkün değil. Ama bu cümleyi kurduğunda bunun otomatik sonucu, “Onlara onlar gibi davrandığında bu oyu alabilirsin” cevabını ürettiği kanaatinde değilim. Evet, o oya talip olmak zorundasın. Bu ülkede iktidar olmak için çok büyük bir kitleyi oluşturan o oya sahip olmak zorundasın. Ama o oya, o kimlik özelliklerinden ibaret bir blok olarak baktığında çok fazla şansın yok. Kutuplaştırma ya da kimlik siyâsetine onun kodlarıyla yaklaştığında pek alabileceğin bir sonuç yok. İyi bir örnek olmayabilir, ama “Benim de Kürt arkadaşlarım var” diyerek Kürt sorunuyla ilişki kurmazsın. Birtakım Kürtler de, “Bunun da Kürt tanıdıkları, arkadaşları varmış” diye sana güven duymazlar. Aynı şekilde başörtülü birilerine, “Saygı duyuyoruz” demen yetmez. Tam tersine, belki o kimlik duvarlarını kıran, bilmem kaç yıl önceki geçmişin hassasiyetleri ve duygusallığıyla davrandığında, o kimlik kodlarını tazelemiş oluyorsun aslında. Sonuçta onun aslî sahibi var. Duygulanan Babacan’a mı bakacaklar, yoksa bugün çıkıp, “Her yere girecekler. Hâkim de olacaklar, polis de olacaklar” diyen Erdoğan’a mı güvenirler? Başörtüsü hassasiyeti üzerinden siyaset yaparsan, o kimlik duvarlarını aşıp orada gedik açmak için kararsız cephesinde birkaç kişi ikna edebilirsin belki. Ama o kimlik siyâsetinin dışında bir siyâset dinamiği üretmek, başka bir şey söylemek zorundasın.

Çakır: O anlamda Babacan, en büyük iddialarından “yeni, farklı, ileriye yönelik” siyâsetçi imajını ciddi olarak yaralamış oldu. Bu herhalde bir hata olarak geçecek. Bakalım tepkiler nasıl olacak?

Geçen gün Gökçe Çiçek Kösedağı, Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile bir yayın yaptı. Kendisine yeni partiler sorulduğunda, İYİ Parti’nin merkezin sağında konumlanmayı başardığını, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin, Türkiye’ye yeni bir siyaset sunmadıklarını, kendilerini yenilemediklerini söyledi. Bunu Özer Sencar’a aktardığımda, o da Ali Çarkoğlu’nun çok isabetli bir şey söylediğini belirtti. Anlaşılan Gelecek ve DEVA partilerinin yeni olduklarını kanıtlama sorunları hâlâ önlerinde duruyor. Ali Babacan, kongre konuşmasında anlattığı o anekdotla, bu konuyu tekrar masaya koymuş oldu. Bu iki partinin üstüne yapışabilecek “AK Parti’nin küskünleri” imajının siyasî bir karşılığı olmadığı muhakkak.

Can: Bu reform söylemlerinin havasıyla, AK Parti’deki çözülme biraz yavaşlama sağlamış olabilir. Özer Sencar, MetroPOLL’ün son araştırmasına göre AK Parti’nin bir iki puan yükseldiğini söylemişti ya, bu bir iki puanlık yükselme, “Acaba?” tereddütünün doğurduğu bir iki puan. İktidar seçmeninde, “At değiştirmesek de böyle devam etsek” diye düşünenlerin sayısını artırmış olabilir. İkincisi de, bu reform söylemleri, rahatsız olduğumuz şeyler biraz azalırsa… 2021 itibariyle, bunlardan umudunu kesen bir kesim tekrar kararsız cephesine doğru akmaya başlayacaktır. Orada, kararsızlar için büyük bir alternatif seçenek olmayı beceremediklerini, oy oranındaki hareketlilikten görüyoruz. Sadece “Oy veririm” diyenlerin oranından söz etmiyorum, orada gayet düşük zaten. Ama onun dışında, dikkat çekicilik, şahıs olarak öne çıkma anlamında da… Hatırlarsan, İYİ Parti daha kurulmadan bile Meral Akşener’in popülaritesi, kamuoyunda konuşulurluğu ve ona ilişkin ilgi çok yüksekti; hatta partinin oy oranının üç dört katına çıkan bir ilgi görüyordu. Gelecek ve DEVA’da böyle bir ilgi görmüyoruz. Önce ilgiyi yaratacaksın ki onu daha sonra oya çevirebilmen lâzım. O konuda bile zayıf olduklarını görüyoruz. DEVA ve Gelecek Partisi açısından, hem Özer Sencar’ın hem Ali Çarkoğlu’nun söylediklerine ben de katılıyorum.

Çakır: Kemal, son olarak vurgulamak istediğim bir şey var, senin de katıldığını tahmin ediyorum: Parlamento içi siyâset büyük ölçüde kısırlaşmışken, yeni partiler de heyecanın ötesinde çok büyük bir ivme yaratamamışken, 2020 Türkiye’sine, kadın hareketi damgasını vurdu. Kadına yönelik şiddet, cinayetler, taciz, tecavüz, cinsel istismara yönelik büyük bir reaksiyon yükseldi. Toplumun birbirinden farklı kesimlerini içine katan bir harekete tanık olduk. Bu da aslında sivil toplumun, toplumsal hareketlerin ve toplumsal muhalefetin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Mesela iktidar İstanbul Sözleşmesi konusunu bir oldu-bittiye getirmek istedi; ama her meselede “Ben yaptım, oldu” ile hareket eden Erdoğan iktidarının, bu konuda hâlâ tereddüt içerisinde olduğunu gördük. En azından 2020’de yapamadılar. Yapabileceğe de benzemiyorlar. Burada bir riski göze almak istemiyorlar. Bu konunun, siyasî açıdan, 2020’nin en önemli ve en öne çıkan konu olduğunu düşünüyorum. Sen ne dersin?

Can: Evet. Hatırlarsan, 2019’dan 2020’ye geçerken, feminist bir kolektif olan Las Tesis’in, kadınlara yönelik şiddete dikkati çekmek için Şili’de başlattığı sokak dans performansı, bir anda bütün dünyaya yayıldı. Bu dalga Türkiye’ye de yansıdı. Hatta buradaki eylemler nedeniyle gözaltına alınanlar oldu, soruşturmalar açıldı. Bu akım Meclis’e kadar da girmişti. 2020’nin en son, en kuvvetli eylemi 8 Mart’ta yapıldı. Yine bir kadın eylemiydi. Pandemi dolayısıyla 2020’de bütün sokaklar kapandı; ama en güçlü hatırlanan sokak eylemi 8 Mart’tı. Söylediğin gibi, İstanbul Sözleşmesi meselesi, biraz önce konuştuğumuz kimlik duvarlarını aşan bir politik direncin sonuç alabilirliğini gösterdi. O kimliklerle davrandığında alamayacağın sonucu, başka bir kimlik alanından konuştuğunda, bambaşka bir içerik kazandığını gösteren çok somut bir şey oldu. Yani kadın meselesinde kadınların birlikte hareket etmesinin dışında, bütün siyâsete öğreteceği bir şey olduğunu da gösterdi kadınlar. Bütün bunları sayınca, dünya ölçeğinde, mesela ABD seçimlerinde de, bütün araştırmalar kadınların çok belirleyici bir rolü olduğunu gösterdi. Kadın meselesinin siyâsî rolünün, o seçimlere etkisi açısından çeşitli boyutları tartışılıyor. Dolayısıyla, söylediğine hem katılıyorum hem de senenin bütün kritik noktalarında bunu çok somut olarak gördüğümüzü düşünüyorum.

Hem bu son başörtüsü meselesi hem de Erdoğan’ın, üstelik de “vitrin mankeni” diyerek yine başörtülüleri son derece rencide edecek ve onların kadın kimliğini aşağılayan sözleri, yine onların bu tür politik tartışmada gündeme getirilmesi, her iki cephe açısından da sorunlu bir durum. Aslında Fikri Sağlar’ın açtığı tartışma konuşuluyor, ama Erdoğan’ın “vitrin mankeni” ifadesi de en az o tartışma kadar sorunlu bir şey. Çünkü yine başörtülü kadınlara ve yine kadın kimliği üzerinden bir söz söylemiş oluyor.

Çakır: Bu yıla damgasını vuran kadınların, yılın son günlerinde yine bir başörtüsü parantezi içerisine sıkıştırılmak istenmesini de çok acı bir durum olarak kayda geçirmek lâzım. Biraz önce sen kısa bir cümleyle andın, ama pandemiden hiç bahsetmedik. İzleyiciler bizimle dalga geçeceklerdir. Evet, salgın çok şeyi belirledi, ama Türkiye’de siyaseti çok da etkilemedi.

Can: Evet. Aslında ne olacaksa daha fazlasına neden oldu. Pandemi Türkiye’de rotayı değiştirmedi.

Çakır: Evet. “Eski tas, eski hamam” olduk. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesi pandemide çok kullanıldı. Büyük ihtimalle dünyada, Türkiye’de, birçok alanda da böyle olacak. Ama siyâsette, eskisinden çok da farklı olmadığı bir yıl olarak kayda geçti. 

Programı burada bitirelim Kemal. 2021 yılının ilk “Haftaya Bakış” programında, 2020 yılını ve içinde bulunduğumuz yılda neler olabileceğini konuştuk. İzleyicilerimize iyi yıllar dileyelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler.

Can: İyi yıllar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.