Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (93): Yastık altı ve ekonomik kriz, muhalefette aday tartışması

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Bu haftaki gündemimizde ekonomi ve ekonomide işlerin iyi gitmemesi konusu var. Bugün Merkez Bankası dolar kurundaki yükselişe yine müdahale etti, ama pek bir işe yaramadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen İslâm Ülkeleri Parlamento Konferansı’nda Bakara Sûresi’nin 155. âyetini okuyarak, insanları, dişlerini sıkıp sabretmeye çağırdı. Onun öncesinde, vatandaşların ve kurumların yastık altındaki paralarını ve bankadaki dövizlerini bozdurmalarını ve yeni modelin fırsatlarından yararlanmalarını istedi. Ben dünkü yayınımda bu konuda bir yorum yaptım. Zaten, bu fırsatların ne olduğu belli değil. Varsayalım ki Çin modeline geçiyoruz, yabancı yatırımcı ucuz işgücünü görüp buraya geliyor; ama vatandaş 500 dolarını bozup hangi fırsattan nasıl yararlanacak? Bunlar meçhul. Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin, yaptığı son açıklamada, okuduğu metne hâkim olmadığı da söyleniyor. Kendisinin gerçekten ekonomiye müdâhil olsun diye seçilmiş bir bakan olmadığı da bâriz bir şekilde ortada. Ekonomide sıcak para getirme konusunda en önemli husus: Güven meselesi. Ama bu güveni sağlayabilecek çıkışlar ve kadrolar yok. Sonuçta iş Bakara Sûresi’ne kadar geldi. Ne diyorsun?

Kemal Can: Aslında şu son bir yıldır ilginç bir süreç yaşıyoruz. Aylık bazda birtakım söylem revizyonları yaşadık. Önce, ekonomik kriz açısından inkâr politikası belirleyiciydi. İktidar, “Bir sıkıntı yok. Bunlar algı. Enflasyon da, doların yükselmesi de psikolojik. Bir sorun yok” diyordu. Sonra, yavaş yavaş bazı hükümet üyelerinden, Devlet Bahçeli’den, hatta Erdoğan’dan şunları duymaya başladık: “Tamam, bazı sıkıntılar var. Ama bu bütün dünyada var. Biz bunu daha kolay atlatırız. Biraz dişinizi sıkmanız gerekiyor. Biraz dikkat edersek, biraz kanaat edersek –hatta porsiyon küçültme önerileri de geldi– bu sıkıntıları atlatırız.” Sonra o aşama da geçildi. Çünkü hem enflasyon hem diğer göstergelerdeki bozulma ve asıl olarak insanların özellikle yakın gelecekten endişe duymaları, peşinden mecbur kalınan zam yağmuru derken, bu inkâr politikasının ve “Biraz dişinizi sıkın, geçecek” avutmalarının artık işlemediği bir yere vardık. Şimdi, bir sonraki aşamaya geçmiş görünüyoruz. Sokak röportajlarında gördüğümüz, “Tuvalet kâğıdına zam geldiyse ne var? Deden kullanıyor muydu ki?”, “Telefonunu göster”, “Bir gün soğan ekmek yeriz, ertesi gün aç dururuz. Ama öbür gün gene buluruz ekmeğimizi”,  “Daha önce neler eksikti, nankörlük etmemek lâzım” diyenlere, Erdoğan bu cevap formundan biraz daha ileriye giderek, tıpkı bu son Bakara Sûresi üzerinden söylediği itikadî biçimde dinsel bir göndermeyle, kendi destekçilerine bir tür siyâsî sınamayı getiriyor. Yani “İktisatta ve pek çok alanda zorlanıyoruz. Ama buna gösterilecek direnç aslında bir siyâsî sınav. Bizim memleket olarak da, siyâsî parti olarak da bu sınavı geçmemiz lâzım.’’

Senin söylediğin “fırsattan faydalanın” örneği de, herhalde yükselen dövizle ilgili. “Biz dövizi yeterince yükselttik, bayağı bir fırsat yarattık. Elinde döviz olanlar, yüksek paradan satıp büyük para kazanabilirsiniz” demek istiyor olabilir. Ya da, bu iktidarın yurtdışında önemli destekçisi olduğunu biliyoruz. O bizi kıskanan Batı ülkelerinde, özellikle Almanya’da, dövizle para kazanan ve kazandıkları o dövizleri Türkiye’de çok ciddi bir fırsat hâline dönüşmüş olan bir kitle var. Tıpkı Katar’a, Birleşik Arap Emirlikleri’ne fırsatlar sunarak oradan para gelmesi nasıl bekleniyorsa, aynı şekilde, hem yastık altındakiler hem yurtdışındaki kayıtlı ya da kayıtsız birtakım kaynakların, Türkiye’de doğan bu elverişli indirimli satışlardan faydalanması. Kastettiğim buydu. 

Ruşen Çakır: Bugün Yeni Şafak, “Bavullar uçaklara sığmadı” manşetiyle çıkmış. Arkadaşlarımızdan Dilek Şen de bugün Bulgaristan’dan Edirne’ye alışveriş için gelenlerin haberini yapmak için Edirne’ye gitti. Senin geçen gün söylediğin, “Batan geminin malları bunlar. Kapanın elinde kalıyor” olayını yaşıyoruz. Türkiye neyi nasıl kazanıyor çok emin olamadım. Diyelim ki Bulgaristan’dan, Almanya’dan, şuradan buradan insanlar, “Türkiye ucuz” diye alışverişe geliyor. Bu, Türkiye’nin ekonomik sorunlarına nasıl bir çâre olacak? Bu aldatıcı bir şey. 

Kemal Can: Hatta bazı sorunları büyütecek bir etkisi de var. Hem ihracat artışı hem bavul ticareti gibi birtakım imkânların, aslında dış ticaret dengesinin lehine bir sonuç üretebileceği söyleniyor; ama bunun enflasyonist bir baskı yarattığını da görmemiz lâzım. Mesela, özellikle Türkiye’de üretilen gıda maddesi, tekstil gibi ürünlerin, dış pazardan gelen yoğun talep nedeniyle –Türkiye ucuz bir ülke olduğu için– Türk mallarına talep artıyor. Orada oluşan fiyattan dolayı bu ürünleri ihracata yönlendirmek, üretici için de, bunun ticaretini yapanlar için de daha kârlı hâle geliyor. Bir yandan ihracat büyürken, bu malların iç piyasadaki arzı düşüyor. Çünkü önemli bir kısmı dış pazara gitmeye başlıyor. Aslında bu dolaylı bir enflasyonist baskı yaratıyor. Ama iktidar herhangi bir yapısal sorunun çözülmesi üzerinden bakmadığı için ve şu anda, daha önceki politikasına benzer ama araçlarını değiştiren bir biçimde, para girişini sağlamak istiyor… Geçenlerde Erdoğan, “Sıcak parayı istemiyoruz. Biz daha kalıcı yatırımlar peşindeyiz” dedi. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi büyük fonların buradan doğan fırsatlara gelip, burada kalıcı olabilecekleri, mülk almaları, şirket almaları gibi şeylerin peşinde oldukları anlaşılıyor. Ama bunun gündelik hayatta karşılığı, hiçbir ekonomik sorunun çözülmesi değil. Bu, ne enflasyonun düşmesine yarayabilir ne doların yükselmesiyle ilgili bir iyi tablo oluşturabilir. Ayrıca bu göstergelerin daha gerisinde, daha uzun bir süredir devam eden gelir dağılımı bozulması artık iyice hızlanmış durumda. Üstelik son ekonomik krizle ilgili değil. Türkiye, çok daha uzun bir süredir, özellikle beş yıldır, çok düzenli ve hızlı bir gelir dağılımı bozulması yaşıyor. Çalışan, sabit gelirli kesimlerin düzenli olarak yoksullaşması anlamına geliyor bu. Hem kişi başı gelir düşüyor, hem de bu yüzden, yoksulların, çalışanların, sabit gelirlilerin kaybı daha büyük oluyor.

Ruşen Çakır: Kemal, burada sözünü keseyim. Biraz önce MetroPOLL Araştırma Şirketi’nin kurucusu ve yöneticisi Özer Sencar’la bir yayın yaptım. Özer Bey, Erdoğan’ın, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en çok seçim kazanan lider olduğunu ve seçim kazanmayı en iyi bilen isimlerden birisi olduğunu, bu nedenle, ciddi bir seçim ekonomisi uygulayıp baskın bir seçim yapabileceğini söylüyor. Seçim ekonomisi derken de, özellikle asgarî ücret ve işçi, memur ve emeklilere yapılacak ekstra zamlarla, kısa dönemde ve enflasyonu körükleyecek bir şekilde para dağıtımı yapıp, ondan sonra baskın bir seçim yapmayı düşünebileceğini söyledi. Zira AKP’den ya da iktidardan kopma eğilimindeki seçmenin esas dürtüsünün ekonomi olduğunu ve buradan kopmuş gibi görünen seçmenin henüz başka partiye geçmemiş kararsızlar olduğunu, dolayısıyla para dağıtımıyla, kısa vâdeli, enflasyonist bir seçim ekonomisiyle bir baskın seçim yapabileceğini ve o kararsızları tutabileceğini söylüyor. Ne dersin?

Kemal Can: Kısmen katılıyorum, ama özüne katılmıyorum. İki nedenle katılmıyorum: Birincisi, evet, bugün belirleyici olan, seçmen kararlarını veya siyâsî aritmetiği değiştiren ana dinamik: Ekonomik sorunlar. Ama ekonomik sorunlarla ilgili, seçmen, artık gündelik hamlelerden çok, gelecek endişesiyle hareket etmeye başladı. O da şu demek: Şu anda herkesin cebine para koymanız, onların daha sonra daha iyi olacak fikrini yaratmasına yetmiyor. O eşik şöyle geçildi bence: Mesela tüketici ve genel ekonomik güven endekslerindeki gerileme ve anketlerde ortaya çıkan genel eğilim, seçmenlerin gündelik zorluklar yanında, geleceğe ilişkin umutsuzluklarının çok artmaya başlaması. Aslında muhalefetin büyük ivme kazanamamasının nedeni de bu. İktidarın kaybetmesi, ama muhalefetin aynı ölçüde destek sağlayamamasının nedeni de bu. Çünkü asıl mesele, gündelik olarak neler sağlanacağı, sorunlarına küçük pratik ve bugünü kurtaracak çareler bulunması meselesi, seçmen açısından yeterli bulunmuyor. Bugüne kadar basit seçim ekonomisi hamleleriyle hızlı sonuç almak mümkün oluyordu. Ama bugün gelinen noktadaki krizin derinliğiyle, mesela 4.000 TL olan bir asgarî ücretle “Tamam, durum düzeldi” hissini yaratmanın, bundan 5-10 sene önceki kadar kolay olmadığı kanaatindeyim. Çünkü bunu yapacaksa bile, bunda çok geç kaldığını ve artık bunun insanların kafasında ve özellikle kendi tabanında bir ilişki bozulmasına yol açtığını düşünüyorum. Evet, bunu çok uyguladı. Bunun işleyebileceği, Türkiye’deki seçmen eğilimleri açısından da, seçim ekonomilerinin böyle şok etkiler yaratabildiğini biliyoruz. Ama şu anda yaşanan krizin derinliği nedeniyle çözülmenin niteliği biraz daha değişmiş gibi geliyor bana. Ama bu tür bir tablo karşısında, kısmî olarak bir seçim ekonomisi uygular ve buna karşılık muhalefet, baskısını artırarak güçlü bir seçenek olduğu intibâını vermezse, bu küçük şok, iktidar lehine bir sonuç yaratabilir. Geçici olarak birtakım göstergelerde ve dolayısıyla anketlerde de nispî bir düzelme yaratabilir. Ama bence, bu hamleyi yapmak için hem geç kaldı, hem de elinde bunu yapabilecek enstrümanlara sahip değil. 

Ruşen Çakır: Bu son söylediğini Özer Bey’le de konuştuk. Onun muhalefet açısından söylediği en önemli husus: Aday meselesi. Özer Sencar, aday meselesinin netleşmesinin çok hayatî olduğunu, insanların muhalefeti birlikte ve güçlü görmeyi beklediklerini ve bunun gecikmesinin insanlardaki motivasyonu düşürdüğünü söyledi. Bu arada Meral Akşener’in kabul etmediği bir adayın seçim kazanmasının mümkün olmadığını çok net olarak vurguladı. Bunu da biraz sonra konuşacağız zaten. Aday konusunda, İYİ Parti’de Meral Akşener dışındaki aktörlerden birtakım sesler çıkmaya başladı. Bu arada, Özer Sencar’ın söylediği bir hususu da özellikle vurgulamak lâzım: İYİ Parti’de, kurmaylarıyla Meral Akşener arasında ciddi farklar olduğunu ve onların Akşener’i bir anlamda yavaşlattığını söylüyor. Bu konuda pek haksız da değil. 

Dönüp dolaşıp yine aday meselesine geliyoruz. Öncelikle, muhalefet adayının, Kürtlerin itiraz etmeyeceği ve oy vereceği bir isim olması gerekiyor. Aylardır “İttifak, seçimle olacak; seçim için olacak. Daha ortada bir seçim olmadığı için, şimdiden aday gösterip yıpratmayalım” konusu konuşuluyor. Ama diğer taraftan, artık adayın ekibiyle çıkıp bir şeyleri söylemesi ve birlikte bir şeyleri değiştireceği havasının verilmesi gerekiyor. Ama bu sürekli erteleniyor. O zaman da, Koray Aydın’ın, Kılıçdaroğlu’nun olası cumhurbaşkanlığı adaylığına yönelik yaptığı açıklama gibi, bu aday meselesi olduğu yerde duruyor. 

Kemal Can: Eğer muhalefet seçmene ve kamuoyuna, birlikteliğiyle üreteceği çözüm formülü üzerine bir program çıkartmış olsaydı, “Aday meselesi o kadar mühim değil. Bunu kişiselleştirmek, bir şahıs özelinde kurgulamak önemli değil” diyebilirdik. Muhalefet birlikteliğiyle üreteceği çok kuvvetli bir program çıkartmış olsaydı; ortaklık zemininin çerçevesi çok iyi çizilmiş olsaydı; hedefleri, iddiaları ya da asıl olarak mevcut duruma ilişkin eleştirileri bir dil birliği içinde bir programa dönüşseydi; “Bu programın adayı kim olacak?” meselesini, “Yıpratmamak için şimdilik erteliyoruz, doğru bir taktik hamle” diye düşünülebilirdi. Ama ne aday çıkartıp onun etrafında bir imaj örmeye niyet edip bunu düzenleyen bir muhalefet var, ne de, “Tamam, aday önemli değil, asıl olan ilkeler” diyorlarsa, ilkeler etrafında da bir program, bir bütünlük, mutabakat oluşmuş değil. Birtakım toplantılar yapıyorlar. “Bu muhalefet iyi anlaşıyor. Bir arada duracaklar gibi görünüyor” dışında, “Tamam da ne diyorlar? Ne yapacaklar, nasıl yapacaklar?” konusu hâlâ belirsiz. “Birtakım komisyonlar kuruyoruz, buluşuyoruz, konuşuyoruz, bir çerçeve çiziyoruz” sınırında kalıyor. İkisini birden yapmayınca şöyle bir tablo oluşacak: Seçim sath-ı mâiline girildiğinde, erken seçim, ister muhalefetin baskısıyla ister iktidarın baskın hamlesiyle yapılsın, sonuçta iki taraf da çok kısa bir zamanda kendini anlatma sorunuyla karşı karşıya kalacak. 

İktidar, özellikle son beş senedir, bu yeni ittifak formülüyle aslında ne olduğunu anlatıyor. “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatı” şeklinde bir resim ortaya koyuyor. İnandırıcı bul, bulma. İşte, mesela beka davası. İster “Zarar görüyor” de, ister “İşine yarıyor” de. Kutuplaştırma meselesi bu. Sonuçta kamuoyunun bu konu hakkında bir fikri var. Bununla ilgili, yaşadığı erimenin de düşünüldüğü kadar büyük olmadığını görüyoruz. MetroPOLL’ün anketinde de, AKP’nin en düşmüş hâlinin, 2002’de gümbür gümbür geldiği oy seviyesi olduğunu görüyoruz. Bu resmi “çok oy kaybetti” diye de okuyabilirsin. Tıpkı yarım bardak su meselesi gibi: Ne kadarı dolu, ne kadarı boş? Evet, 15 puan kaybetmiş, ama bir yandan da, iktidara geldiği tarihteki oy oranını hâlâ koruyor. Alternatifi olan kesimin, potansiyel olarak topladığı oyu değil, bunu artıracak bir dalgayı yaratması lâzım. Henüz bu oluşmuş değil. Erken seçimi ister kendileri zorlayarak bastırsın, ister iktidar yapsın, bu süre yetecek mi? Adayınızı tanıtacaksınız. Adayınızın iddiasının altını dolduracaksınız. Birliktelik zeminini oluşturacaksınız. Bunu bütün kamuoyuna açıklayacak ve ikna edeceksiniz. Onların, daha iyi bir şey olacağına ilişkin sizin arkanızda önemli bir destek olarak sandığa gitmesini sağlayacaksınız. Ayrıca, devletin bütün imkânlarını kullanan ve daha fazlasını kullanmaya niyetli iktidar karşısında, seçim güvenliğini sağlayacak organizasyonu oluşturacaksınız. Üstelik burada hâlâ, bu ittifakın içerisinde merkez olduğunu iddia eden bir parti, “Onunla yan yana durmam. Bununla yan yana görünmem” demeye devam ediyor. Bu zaman, bütün bunları anlatmaya yetecek mi? Birbirinize derdinizi anlatmaya zamanınız yetecek mi ki kamuoyundan destek almaya yetsin? Bu, çok önemli bir mesele. Ben daha önce de birkaç kere bu yayınlarda da söyledim, yazdım da. “Öyle çok netleşmek iyi değil. Muhalefet biraz daha gevşek olsun. Birbirleriyle sorun çıkar. Bir arada durmaları için, biraz hafif hafif gitmeli” deniyor. Ama bu hafif hafif gitmenin mâliyeti de var. Bırak erken seçimi, normal seçime 1,5 yıl var. Yirmi yıllık bir iktidarı değiştirme iddiasıyla ortaya çıkan bir muhalefetin anlatmak zorunda olduğu daha fazla şey var. Bunlar için de ciddi bir zaman sorunu artık eşikte. O yüzden, hem aday tartışmaları bakımından hem ortaya çıkmaya başlayan pürüzler açısından, hem de hâlâ bütün kamuoyunu peşine takacak bir ortak programın netleşmemesi açısından baktığımızda, muhalefetin, “İktidar bu kışı daha fena hırpalanarak geçirir. Biz yükleniriz. Zaten koşullar kötü. Millet zaten canından bezmiş. Dolayısıyla, bu erime devam eder. Erime devam ettiği için biz kazanırız” söyleminden başka fazla bir şey yok elinde. Bunun karşısında da iktidar, “Yine ben seçim ekonomisi araçlarını kullanırım. Ortalığa biraz para dağıtırım. Zaten burada daha iyi bir seçenek yok. Yine bana dönün. Ben size bu durumu atlatacak kadar imkân sağlarım. Daha sonra durum düzeldiğinde, at değiştirmeden yolunuza devam edersiniz. Bir belirsizlik riskine girmeyin” argümanıyla, 2018’de yaptığına benzer bir hamleyle kurtulmaya çalışıyor. Aslında bu iki stratejinin de boşlukları ve yüksek riskleri var. 

Ruşen Çakır: Son olarak Alparslan Türkeş meselesini konuşalım. O olay bir türlü kapanmıyor. MHP yeni bir vakıf kuracak. Tehditler devam ediyor. Olayın bir bu boyutu var. Geçen haftaki yayında da konuştuk: Ülkücü harekette bu tür kavgalar eksik olmaz; ama burada işin içerisine Ankara Büyükşehir Belediyesi girdi. Bu olayı Mansur Yavaş üzerinden görmeye çalışıyorlar. Ankara’da üniversite öğrencilerine saldırılar filan da var. Ülkücü hareketin solcu öğrencilere ya da kendilerinden ayrılanlara yönelik bir gerilim tırmandırma politikası var. Bir diğerini de Meclis’te bütçe görüşmeleri esnasında gördük. “Başkanlık sisteminde Meclis ne işe yarıyor?” derken, Meclis ringe dönüşmüş durumda. İktidar sözcüleri de her vesileyle arıza çıkarmaya çok teşneler. Eski futbolcu Alpay Özalan’dan İçişleri Bakanı Soylu’ya kadar… Süleyman Soylu’nun o “Tutmayın beni!” fotoğrafı, CHP vekili Özgür Özel’e ya da HDP’lilere söyledikleri — Meclis kürsüsünden alenen tehdit etti. Süleyman Soylu’nun tehditlerinin hiçbir anlamı kaldığını düşünmüyorum. Ama sonuçta İçişleri Bakanı, kamuoyunun bildiği bir isim. Buradan bir sonuç alamasa bile ortamı gerdiği muhakkak. İktidarın sözcüleri, bu tür gerilim politikalarıyla ne elde edeceklerini sanıyorlar bunu çok anlamış değilim. Bunların çoktan tedavülden kalkmış olması gerekiyordu. Başka bir şey bilmedikleri için mi bunu yapıyorlar? Yoksa hakikaten buralardan kendi lehlerine bir sonuç almayı mı umuyorlar? Ne dersin?

Kemal Can: Galiba, başka yapacak fazla bir şeyleri olmadığı için bunu yapıyor olabilirler. Biz hep bunun işe yaramadığını düşünüyoruz — doğru da. Pek çok göstergede, ister kutuplaştırma, ister ötekileştirme, ister baskı ve inat siyâseti, hatta biraz önce konuştuğumuz gibi seçim ekonomisi uygulamaları gibi, eskiden çok kolay kullanılan bu tür siyâsî enstrümanların, artık aynı verimlilikte olmadığını biliyoruz. Ama bir yandan da, hiçbir işe yaramadığı da doğru değil. Çünkü bunları yapmıyor olsalar da, bunu test edecek verilere sahip değiliz. Bunu yaparak daha mı hızlı erimiş olurlardı? Yoksa hep “yavaş erime” diye gördüğümüz tabloyu, bu enstrümanlara başvurdukları için mi mümkün kılıyorlar? Çünkü bir sürü açıdan, gerilim politikasının yeniden seçmen kazanma, kendi etrafında bir kenetlenme yaratma gibi bir işlevi yok. Ama bir yandan da zemini, gerilimi asıl unsur hâline getirerek sağlayabildiği bir üstünlük var. Mesela, Meclis’te iktidarın çok zayıf olduğu bir alan: İçişleri Bakanı’nın şahsında ortaya çıkmış pek çok iddia var. Muhalefet de çok haklı olarak, tam da o zayıf alana hamle etti. Peki, bunu nasıl karşılayıp değiştirmeyi denediler?  Ortamı yüksek biçimde terörize ederek. Bu sadece son bütçe görüşmelerinde değil, İçişleri Bakanlığı’nın komisyondaki görüşmeleri sırasında da yaşandı. Bu, iktidarın hep uyguladığı, belki başka çâresi olmadığı için, ama bir yandan da işe yaradığını düşündüğü için uyguladığı bir yöntem. Burada bir parantez açayım: Süleyman Soylu olayında, Soylu’nun kişisel zorlanmasıyla ilgili bir taraf da var. 

MHP tarafına gelelim. MHP tarafının, iktidarın her cephede ve herkese karşı giderek sertleşen siyâsî bir dil oluşturmak, bunun içerisine zaman zaman açık şiddeti, tehditleri de ekleyerek doz artıran genel stratejisinin bir parçası olmakla ilgili bir tarafı var. MHP bir süredir, daha aktif bir iktidar ortağı rolü oynamaya başladı zaten. Ama bu gerilimde, kendisiyle ilgili bir tarafı daha var. Özellikle yakın döneme kadar, MHP, iki yöntemle, iktidar erimesinden kısmî olarak kendini koruyabiliyordu. Birincisi, iktidarla fazla yapışık olmadığı için. Hatta zaman zaman, “Biz muhalefet partisiyiz” bile diyerek, “İktidara ortak değiliz. Sadece, iktidarı destekliyoruz” açıklamasıyla bir savunma oluşturabiliyordu. İkincisi de, AKP’den eriyen oyların bir kısmı MHP tarafından tutulabiliyordu. Orada ittifak içi bir dengede, iktidarın erimesinden daha çok AKP hasar görüyordu. Ama bu bir süredir değişti. Çünkü artık AKP-MHP iktidarının ittifak tablosu birbirine çok yapıştı. Seçmen açısından da, taban açısından da, artık ayrı ayrı değerlendirmeyi mümkün kılmayacak biçimde, büyük bir ortaklık hâlinde algılanmaya başlandı. Dolayısıyla, fatura MHP’ye de çıkmaya başladı. Ama daha önemli bir gelişme daha var: İYİ Parti’nin ivme kazanmasından sonra, İYİ Parti’nin MHP ile milliyetçilik yarışına girmeyen bir merkez parti olmaktan daha çok, bir “yeni sağ patronluğu” iddiasıyla, milliyetçi tabana ve MHP’de kalmış, ama bu yapışıklıktan rahatsız olan ve AKP iktidarının yarattığı memnuniyetsizlikten etkilenmeye başlayan tabana doğru ilerlemenin görülmesi. İYİ Parti alacağını aldı. 2018 itibarıyla MHP’yle birlikte, ikisi de yüzde 10-10 blokunda yerleştiler. İYİ Parti 5 puan koparttı. 5 puan da merkez sağdan aldı. Ama İYİ Parti yüzde 15’e doğru ilerlemeye başlarken, biraz AKP’den alırken, MHP’den de yeniden almaya başladı. Bu, önemli bir rahatsızlık meselesi. Çünkü MHP için, sağın yeni patronluğuna hamle eden İYİ Parti, merkez sağ parti olma iddiasından daha fazla bir ideolojik tehdit algısı demek. Dolayısıyla hem İYİ Parti’ye dönük hem de bu geçişkenliği sağlayabilen unsurlara dönük tepkiler ve saldırganlık büyüdü. Mansur Yavaş meselesi bu yüzden önemli. Çünkü Mansur Yavaş, Ankara Belediyesi’nde, daha önce Melih Gökçek’in kişisel olarak ürettiği ve çok önemli bir MHP’li kesimin de dahil olduğu bir memnuniyet hâresini, bu sefer tamamen başka bir alana taşıyan, İYİ Parti ve CHP çevresinde, kadro düzeyinde ve birtakım belediye faaliyetleri düzeyinde, o şeyi tekrar eden bir imkân alanı yaratmış görünüyor. Dolayısıyla bu siyâsî risk büyümüş görünüyor. 

Burada bir başka faktör de, milliyetçilikte isim hakkını tutmanın önemli bir gerekçesi olan “Türkeş” isminin, bu sembolün kullanılmasıyla ilgili mesele. Çünkü MHP’yi en gerilediği anda bile güçlü tutacak olan şey, o isim hakkı. Milliyetçiliğin tescilli isim hakkını koruyor olması. 

Ruşen Çakır: MHP’nin hedef aldığı kesimlerden birkaç kişiyle konuştum. Tabii ki bir tedirginlik var. Ama bir taraftan da çok memnunlar. Çünkü aslında kendilerinin çalıp kendilerinin oynayacağı olay, MHP’nin saldırmasıyla, birdenbire Türkiye’nin ve ülkücü kamuoyunun gündemine geldi. Bir yandan işin bir tehdit yönü var, bir taraftan da reklam boyutu var. Kendileri de zamanında benzer olayları başkalarına karşı yapmış insanlardan bahsediyoruz. Şimdi saldırıya uğrayanlar, zamanında değişik nedenlerle başkalarına saldıran insanlar; birbirlerini tanıyorlar. Saldırı, olayın bir ayrıntısı. Ama MHP’nin, Bahçeli’nin, kendilerini bu derece önemsemesi ve bir tehdit olarak görmesinden bir şekilde memnun olduklarını da görüyorum. Yaptıkları işin sonuç alabileceğini de gördüler. Bu anlamda, MHP’nin taktik olarak, Vakfın etkinliğini basmakla doğru bir şey yaptığından çok emin değilim. 

Kemal Can: Bunu daha önce de konuştuk. Bazen, yapma nedeni, yapma amacıyla uyuşmuyor; yanlış hamle yapılmış oluyor. Bu anlamda burada da murâd ettiklerinin tersi sonuçlara neden olabilirler. Ama baktığımız şey yapma gerekçesiyse, bu isim hakkını ve ideolojik patronluğu tehlikeye sokacak alanların meşruiyetini sorgulatacak, hatta onu açık düşman hâline getirecek bir müdahale yapılmaya çalışılıyor. Atıyorum, bugün MHP’nin de seçmeni olan birilerinin, “Mansur Yavaş Ankara’da iyi işler yapıyor. Bizim pek çok evlâdımıza da imkân sağlıyor” fikrinin ve onun ürettiği meşruiyetin, üstelik de bunu, o ideolojik patronluğu bozabilecek sembolleri de kullanarak, mesela Türkeş Vakfı’na imkân yaratarak, onun çevresine bir tür hamîlik göstererek yapmaya kalkmasının yaratacağı zararla, bu tür bir saldırının yaratacağı ters etki arasında bir hesaplama yapıyorlar. O hesap tutuyor tutmuyor, ayrı bir şey. Ama yapılan hesabın bu olduğunu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Peki, burada noktayı koyalım Kemal. “Haftaya Bakış”ı bitirelim. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.