Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (92): Kılıçdaroğlu TÜİK önünde, Avrupa Konseyi’nin Kavala kararı, MHP’den Mansur Yavaş’a tehdit

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte yine haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Çok bereketli bir hafta yaşıyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) enflasyon rakamlarını açıklamasının ardından, Kılıçdaroğlu’nun TÜİK’ten randevu isteyip alamaması ve bu sabah, âdeta baskın gibi TÜİK’in kapısına gidip polis engeliyle karşılaşması, başlı başına ilginç bir olay. Kılıçdaroğlu daha önce Merkez Bankası’ndan randevu almıştı ki o da çok önemliydi. TÜİK meselesi de daha farklı bir önem taşıyor. Süleyman Soylu bu olay üzerine Twitter’da şöyle bir şey paylaştı: “Ana Muhâlefet Partisi Genel Başkanı, PKK, DHKP-C ve organize suç örgütlerinin ağına düşüp, onlara özenip, mekân basmaya gitmez.” Devletin önemli bir kurumundan “mekân” diye bahsetmek bir İçişleri Bakanı için ne derece isâbetli, bu da ayrı bir mesele. Yarın da CHP’nin Mersin’de bir mitingi var, ona hazırlanıyorlar. 

Bu son olay, hem “Haftaya Bakış”ta hem “Adını Koyalım”da defalarca konuştuğumuz gibi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun inisiyatifi ele almasının yeni bir örneğiydi. Erdoğan’ın en son TRT yayınında bol miktarda Kılıçdaroğlu videosu göstermesi, hattâ Kılıçdaroğlu’nun kendi evinde çektiği beyaz gömlekli videolardan bile alıntı yapması ne akla hizmet, anlamış değilim. Hep söylüyoruz, ama bu lâfların ne kadar anlamı kaldı bilmiyorum. Sonuçta bu olay iktidarın çâresizliğini ve muhâlefetin de özgüvenini kazanmakta olduğunu gösteriyor. TÜİK ana muhâlefet liderine niye randevu vermez? Hadi vermedi diyelim, kapıya geleni niye polisle engeller? “Devletin mekânını bastırmayız” yaklaşımıyla tam biz âcizlik örneği. Hep aynı kavramları kullanmaktan ben de sıkıldım. Buradaki en önemli husus, artık rollerin değişmiş olması. Normal şartlarda, Kılıçdaroğlu’nun enflasyonla ilgili bir şeyler söylemesi ve TÜİK Başkanı’nın “Efendim, size yanlış bilgi veriyorlar, buyurun gelin biz sizi bu konuda bilgilendirelim” demesi beklenir. Ama tam tersi oluyor. 

Kemal Can: Böyle ironik de bir tarafı var aslında. Hatırlarsan, daha önce Kılıçdaroğlu Merkez Bankası’ndan görüşme talep ettiğinde kendisine randevu verilmişti. Ama şimdi verilmedi. O zaman Erdoğan, “Bakın, işte Merkez Bankası bağımsız. Yoksa Kılıçdaroğlu’nu kabul etmezdi” demişti. Bu son gelişmeler üzerine şunu sormak lâzım: Acaba durum mu değişti? Yoksa TÜİK bağımsız değil mi? Merkez Bankası Kılıçdaroğlu’na bilgi vermeyi kabul ediyor; kendi kendine, bağımsızlığı açısından bunun lüzumlu olduğunu düşünüyor, TÜİK ise böyle bir şeye gerek görmüyor mu? Ya da onun herhangi bir bağımsızlığı yok mu? Merkez Bankası için tâlîmat vermediğini söyleyen Erdoğan, şimdi TÜİK Başkanı’nın kişisel tasarrufuyla bunun olduğunu söylüyor. Böyle ironik bir durum var. Ama bu aslında galiba bir tavır değişikliğinin işâreti. Kılıçdaroğlu daha önce Merkez Bankası’na gitti. Ondan önce, Türk Hava Kurumu’na gitti. Bunu zaman zaman söylüyoruz: Bir cumhurbaşkanı adayı gibi, devlet adamı müdâhaleleri yaparak, bâzen büyükelçilere mektup yazarak, bâzen iş adamlarına birtakım şeyler söyleyerek, bürokratları doğrudan hedef alarak bir başka profil çiziyor. Bu tavır değişikliğinin iki nedeni olabilir. Birincisi, Kılıçdaroğlu’nun bu hamlelerinin sâhiden etki yaratmaya başlaması, bürokraside etki yaratmaya başlaması — ki CHP’den verilen kulis bilgilerine ve Kılıçdaroğlu’nun söylediklerine göre, bürokratlara yönelik doğrudan çağrı yapmasının sonrasında kendisine dosyalar akmaya başlamış. Bundan sonuç aldığını söylüyor. Henüz bunun çıktılarını görmedik; ama en azından böyle bir bilgi var. Zâten iktidar içerisinde ve belki devlet bürokrasisinde de bâzı çatlakların olduğu söyleniyordu. İşin bir tarafı bu. İktidar bu konularda bir tehlike görüyor olabilir. 

Ama daha önemli husus şu: Bu tutumun kamuoyunda bir karşılığının oluşmaya başlaması ve Kılıçdaroğlu’nun bu tutumuyla dikkat çekmeye başlaması. Senin söylediğin gibi, peşinden miting de gelecek. Hem gündemi ele geçirme anlamında, hem de attığı adımlarla ses getirerek kamuoyunda dikkat çekmeye başlaması. O tavır değişikliği, bu ikisinin verdiği rahatsızlıktan dolayı olabilir elbette. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesi, iki anlam taşıyor. Biri, şimdiye kadar yaptığı çağrılarda olduğu gibi, iktidarla devleti ayrıştırmaya, onların arasındaki –varsa eğer– yumuşak karna müdâhale ederek oradaki çatlağı ve sorunu büyütmeye dâir bir adım atıyor. Ama bir başka sonucu daha var. Bu tür karşılıklar gelince, yani polisleri binanın önüne dikip ana muhâlefet liderinin binaya girmesinin engellenmesi; hattâ ana muhâlefet partisi lideri olması da gerekmez, herhangi bir milletvekilinin herhangi bir devlet kurumundan bilgi alması ya da o kuruma ziyârette bulunmasının polis mârifetiyle engellenmesi aslında tuhaf bir şey. Bu, partizanlaşmış devlet yapısını da ifşâ eden bir şey. Kılıçdaroğlu, bu müdâhaleyle iki şeyi birden harekete geçiriyor aslında: Biri, hep iddia olunan, bu keyfî ve partizanlaşmış devlet işleyişini ifşâ etmiş oluyor. Hem de, hep yaptığı gibi, bürokrasiye “Buradan ayrışın. İktidarın ya da ‘şahsım’ işleyişinin parçası olmaktan vazgeçin. Siz devlet görevlisisiniz. Bunun gereğine ve yasalara göre davranın” demiş oluyor. İktidar neden böyle bir tavır değişikliğine gidiyor? Çünkü daha önce Merkez Bankası olayında böyle davranmadılar. Merkez Bankası bilgi verdi. Sonrasında da bir şey olmadı, gayet yumuşak geçti. Artık bence bu tür hamleler, özellikle de ekonomi konusu, iktidar tarafından daha yüksek bir gerilim konusu hâline getirilecek. Aslında bu değişikliğe işâret ediyor. Sâdece Kılıçdaroğlu’nun yaptıklarından duyulan rahatsızlıktan öte, ekonomiyle ilgili meseleye ya da muhâlefetin inisiyatif alarak gündemi ele geçirme hamlesine gerilimle cevap verme tercihinin daha belirleyici olacağını anlıyoruz. Bunun işâretleri, başka siyâsî alanlarda da görülüyor. 

Ama meselâ “128 Milyar dolar” meselesinde cevap verilmeye çalışılarak ya da Merkez Bankası ziyâretinde bilgi verilerek “daha yumuşak” geçilen meseleler, bu haftaki “Adını Koyalım”da konuştuğumuz MGK Kararı’nın çizdiği çerçeveyle, artık bu meseleyi devletle iktidarın yapışıklığının güvencesi hâline dönüştürmek, ekonomi tartışmasını beka dâvâsına yapıştırmak ve onun karşısında gelişecek her şeyi de problem, hattâ “suç addetmek, dolayısıyla kolluk güçleri eliyle engellemek hâline dönüştü. Sosyal medya paylaşımlarına ilişkin soruşturmalarda da bir artma eğilimi var. Ekonomi eleştirilerinin artık bozgunculuk, bölücülük sayılması meselesinin tırmanacağını düşünüyorum. Bu tür konularda cevap vermek, devlet sorumluluğuyla yumuşak karşılıklar vermek ya da prosedüre uygun davranmak konusunda, iktidarın artık daha sert bir tutuma yöneleceğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: İronik olan, yeni Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin ilk açıklaması, şeffaflığı esas alacaklarını söylemesi oldu. 

Kemal Can: Evet, ertesi gün de bu olay yaşandı. 

Ruşen Çakır: Ben dün yaptığım ikinci yayınımda da bahsettim: Nureddin Nebati ile yıllar önce Çanakkale’de bir anma etkinliğinde tanışmıştık. Aslında bakan yardımcısıyken fotoğraflara çıkıyordu, “Acaba o mu?” diyordum. Ama bakan olunca, o olduğuna hükmettim. Dün yayında da söylediğim gibi, aslında Türkiye ekonomisinin kendisine teslim edilmesine herhalde kendisi de şaşırmıştır. Meselâ ben kendisiyle tanıştığım zaman ona, “Keşke ekonomiyi sizin gibi birisi yönetse” deseydim, herhâlde bana kahkahalarla gülerdi. Çok acı bir durum. Bir de, bugün yaşanan Merkez Bankası’nın dolara müdâhalesi var biliyorsun. Bir saatliğine doları indirip, harcayıp, olmadan parayla piyasadan alıp, sonra kaldığı yerden tekrar dönmesi. Her neyse.

Şimdi bir not düşmek istiyorum: Bugün Prof. Dr. Erinç Yeldan’ın, mezun olduğu Boğaziçi Üniversitesi’ne girişine izin verilmedi. Bu olay Kılıçdaroğlu’nun TÜİK’e alınmamasıyla birebir aynı değil, ama çok benzer. Erinç Yeldan, Kadir Has Üniversitesi İktisâdî, İdârî ve Sosyal Bilimler Fakültesi dekanı, Bilim Akademisi üyesi ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu, özellikle ekonomi konusunda Türkiye’nin saygın hocalarından. Boğaziçi Üniversitesi’ne alınmamasına, Erinç Hoca’nın bir sosyal medya paylaşımı gerekçe gösteriliyor. Bu gerekçeyi kim gösteriyor? Boğaziçi Üniversitesi’nin kayyum rektörü Naci İnci. Mantık aynı işte. Sorulduğu zaman herkes “şeffaflık”, “açıklık” diyor, ama pratikte öyle olmuyor. Bugün Boğaziçi Üniversitesi mezunlarından bir grup, oradaki dayanışmaya destek vereceklerdi. Ama Rektör İnci içeri alınmalarına izin vermemiş. İktidarla böyle bir yarışa giriyorlar, ama yarın öbür gün işler değiştiği zaman ne yapacaklar? Meselâ TÜİK Başkanı ve yöneticileri, şimdi Kemal Kılıçdaroğlu’nu içeri almıyorlar ama, seçimden sonra iktidar değiştiğinde, herkes, “Bakalım sonra TÜİK ne yapacak?” demeyecek mi? 

Kemal Can: “Sonra ne yapacaklar?” diye soruyorsun ya? Liyâkat-sadâkat dengesinin sadâkat tarafına basmaya başlamasını bir süredir konuşuyoruz aslında. O yüzden bu soru biraz anlamsızlaşıyor. Çünkü buralara konulan rektör, büyükelçi, bir kurumun başına gelen, hattâ bakan olan isimlerin “Sonradan ne olacak?” diye düşünecekleri bir şey yok. Çünkü o bulundukları mevkie gelmelerinin sebebi zâten bu durum. Dolayısıyla bu iktidardan sonrası için kurabilecekleri bir tahayyül, kurabilecekleri bir gelecek, bir kariyer olmadığı için, yüzlerce, binlerce öğretim üyesi, bürokrat şu bu, sanki hiç gelecekleri yokmuşçasına bu iktidarla yapıştılar. Dolayısıyla artık onlar için “Sonra ne olacak?” sorusunun bir cevâbı yok. Onlar için sâdece bu durum var ve bu durum için ancak böyle baş edebilirler.

Ruşen Çakır: Meselâ eski Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ya da eski Hazine ve Maliye Bakanı Lütfü Elvan, görevden aflarını talep ederek, en azından, “Benim de burama kadar gelmişti, ben de bıraktım” diyerek, sonraki hesaplaşmalarda kendilerini biraz korunaklı bir alana çekebilirler. Her neyse, Mansur Yavaş konusuna gelelim. Ben bu konuda çok fazla konuştum. Hattâ bununla ilgili dün de bir yayın yaptım. O nedenle çok fazla değinmeyeceğim. Ama bu olayda, “MHP hep böyle yapar zâten. Çok da üstünde durmamak lâzım” yaklaşımını çok tehlikeli buluyorum. Çünkü MHP’de Devlet Bahçeli ve Semih Yalçın bir şey söylüyorsa, onun pratik hayatta karşılığı olma ihtimâli yüksek. Belki Mansur Yavaş’a olmaz da belediyeye olur. Belediyenin herhangi bir birimine, bir faaliyetine ya da çalışanına yönelik olabilir. Çünkü çok ciddi bir tehdit var. Biliyorsun Devlet Bahçeli grup toplantısının çıkışında bir soru üzerine söylüyor o sözleri. O soru, belli ki sorulması istenen, cevâbı belli olan bir soru. “Bundan sonra Mansur Bey dikkat etsin. Artık kendisinin arkasında bir ülkücü nefes vardır” lâfı ve sonrasında Semih Yalçın’ın yine Mansur Yavaş’a yönelik, “Rüzgâr eken şiddet biçer” ifâdesi… Bu ifâde, kanunun suç saydığı fiili övmek kapsamına giren bir durum. Hani “Rüzgâr eken fırtına biçer” lâfı tek başına belki çok önemsenmeyebilir, ama sonunda “şiddet biçer” ifâdesini kullandığında işin rengi değişiyor. Belli ki Mansur Yavaş’ın etrafında ve ekibinde yer alan etkili ülkücüler var. Anladığım kadarıyla bu kişilerin, hâlâ MHP ve Ülkü Ocakları içinde yer alan birtakım kişilere de ulaşabildikleri, onları da kendi etki alanlarına aldıkları söyleniyor — buna hiç şaşırmam. Bir taraftan İYİ Parti’nin MHP’den kopması, üstüne bir de Mansur Yavaş’ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olması… Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kendisi zâten önemli bir kurum. Öte yandan, Mansur Yavaş zâten yükselen bir figür; Cumhurbaşkanı adaylığı için adı geçiyor. Belli ki çok tedirgin olmuşlar. O baskın da zâten onu gösteriyor. Alparslan Türkeş Anma toplantısına yapılan baskının gerekçesini zâten Devlet Bahçeli de söyledi. MHP’liler, bu işin arkasında Mansur Yavaş olduğunu iddia ediyor. Ülkücü hareketin tarihinde bu tür kavgalar çok olmuştur. Sonuçta kendi kongresini basmış bir parti. Ama bu yaşanan olay, çıkması şaşırtıcı olmayan yeni bir çatışmanın başlangıcı sanki. Bir ülkücü hareket uzmanı olarak sen ne düşünüyorsun? 

Kemal Can: Senin dediğin gibi, MHP’nin, Ülkücü Hareket’in tarihinde çok sayıda içe dönük şiddet hâdisesi görüldü. Hattâ bu hareket içerisinde Devlet Bahçeli de olmak üzere ismi bilinen pek çok insan, birkaç kez hareket içi şiddete mâruz kaldılar. Çok önemli aktörler, şimdi bâzıları yan yana duran, bâzıları karşı taraflarda olsalar da, çeşitli zamanlarda ya birbirlerine karşı, ya da birlikte başkalarına karşı bu tür hareketler içerisinde oldular. Dolayısıyla, iç şiddet üretme potansiyeli yüksek ve çok da yadırganmayan bir hareket olarak düşünülebilir. Semih Yalçın’ı örnek gösterdin. Semih Yalçın daha önce, bâzı siyâsetçi ve gazetecilere yönelik şiddet eylemlerini nerede üstlenen bâzı açıklamalar da yapmıştı. Meselâ, “Bu hareketin delisi çoktur. Tâlîmat falan dinlemezler” benzeri ifâdelerle, hareketin içerisinden kendine görev vehmederek bu tür eylemleri yapabilecek insanların çıkmasını meşrûlaştırmıştı. Son olayda daha da direkt bir durum var. Önce, resmî unvanı “İl Başkanı” olan, MHP’nin İl Başkanı, doğrudan o organizasyonu hedef alan birtakım paylaşımlar yapıyor. Ama sonrasında, birilerinin bundan vazife çıkartmasını da şansa bırakmayıp bizzat gidiyor. Bâzı görgü tanıklarının iddialarına göre, o arbede sırasında, o il başkanı zâten bizzat oradaymış. Eylemin içinde olduğu ve olayların onun yönlendirilmesiyle olduğu iddiası var ortada.

Daha önce gazetecilere ve siyâsetçilere yönelik saldırı olaylarında da bunu defalarca konuştuk. “Bunlar neden oluyor? Bizimle ilgisi yok” denilen şeyler olmadı. Bâzıları dolaylı, bâzıları doğrudan, kabul edilen, desteklenen, teşvik edilen şeyler hâlinde yaşandı. Senin de söylediğin gibi, burada asıl önemli olan mesele, bunun göstere göstere, açıkça yapılıyor olması ve bunun bilinmesinde de hiçbir sakınca görülmemesi. Bir de bunun üstüne Devlet Bahçeli’nin grup toplantısı çıkışında, tıpkı Erdoğan’ın daha önce söylediği “Daha bunlar iyi günleriniz. Dikkat edin kendinize” lâfında olduğu gibi, doğrudan Mansur Yavaş’ı hedefe alarak bir uyarı yaptığını görüyoruz. Bu da, sâdece şu anda olup bitenle ilgili bir açıklayıcı tutum değil, bundan sonra olabileceklere dâir bir mesaj içeriyor. Bu olay, siyâsetin genel gerilimi içerisinde, giderek tırmanacak bir gerilim sürecinin başladığını, hattâ önemli bir mesâfe aldığını ve bundan sonra da devam edeceğini gösteriyor. Bu sâdece bununla sınırlı olmayacak. Buna devletin birtakım güvenlik organları da dâhil olacak. Biraz önce Süleyman Soylu’nun Kılıçdaroğlu’nu “mekân basmakla” suçlaması örneğini verdin. Ana muhâlefet liderinin bir devlet kurumundan bilgi almak üzere ziyâreti, suç telakkî ediliyor. Aynı şekilde, bâzı yargı kararlarında, iktidârı değiştirmeye çalışma çabasının, bir darbe girişimi olarak ifâde edildiğini görüyoruz. Bâzı sosyal medya paylaşımlarıyla ilgili açılan soruşturmalarda da görüyoruz bunu. Dolayısıyla topyekûn bir gerilim tırmandırma programının başladığını düşünebiliriz. Bu, sistematik biçimde bâzen doğrudan hedef belirlenerek, önce Meral Akşener, şimdi Mansur Yavaş etrafında benzer bir şey yaratılmış durumda. Kılıçdaroğlu zâten uzunca bir süredir fiilî hedef hâlinde. Bunun yayılabileceğini de anlıyoruz. 

Söylediğin gibi, Mansur Yavaş’ın bu organizasyondaki rolü nedir bilmiyorum, ama asıl olarak MHP’deki ya da genel olarak milliyetçi câmiadaki sıkıntılardan biri, sâdece İYİ Parti kopmasından ibâret olmayan bir problemin devam ediyor olması. Atila Kaya, Suat Başaran gibi, İYİ Parti’ye geçmemiş, MHP’de kalmaya devam eden isimlerin de Devlet Bahçeli’ye muhâlefet etmeye devam etmesi, bu iktidar ortaklığı meselesine bir sorun olarak yaklaşmaları, bu konudaki sıkıntıların böyle açıkça kendini ifâde edenler dışında birtakım anketlerde de çok net görüldüğü gibi, MHP seçmeni içerisinde, tabanında hâlâ önemli etkisinin bulunması… Çünkü iktidarın performansıyla ilgili değerlendirmeler, ona verilecek destekle ilgili değerlendirmeler ve buna benzer her türlü anket çalışmasında, MHP seçmeninin önemli bir kısmının, pek çok problemde neredeyse muhâlefet gibi düşündüğünü ve iktidara bu kadar yapışık olmaktan rahatsızlık duyduğunu görüyoruz. Türkeş gibi çok önemli bir figürün kimin sembolü olacağı çok önemli bir mesele hâline geliyor. Ya da, daha önce câmia içerisinde saygın ve etkin konumda bulunan insanların açıkça eleştirmeleri ve bunun, bâzı insanların zâten kafasında oluşan soruları canlı tutmaya yaraması, sorunu da büyütüyor. Duyulan endîşe ne kadar büyükse, sertlik de o kadar artıyor. Aslında bu, iktidarın bütünündeki genel tavrın bir uzantısı. Ama bu konuda, kendi geleneksel alışkanlıklarıyla, fiilî eylemlere daha çok rastlıyoruz. Bunu daha önce tek tek insanlara saldırılar hâlinde gördük. Şimdi doğrudan organizasyonlara, birtakım anma etkinliklerine ve daha toplu meselelere doğru yayıldığını görüyoruz. Tabii bu sorunlu bir şey. Bu gerilim politikasının geçici bir durum olduğunu düşünmemizi gerektirecek hiçbir şey yok. Bu bir toplu gerilim tırmandırma politikasının bir parçası diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: En son olarak, Avrupa Konseyi’nin Osman Kavala kararına değinelim. Sen bu konuda sanki “pek bir şey çıkmaz” yaklaşımındaydın, ama Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’ndan, Türkiye’ye yönelik ihlâl ve yaptırım sürecinin başlatılması kararı çıktı. Bugün Medyascope’taki arkadaşlarımız insan hakları hukukçusu Kerem Altıparmak’la konuştular. Kerem Altıparmak’a göre, Osman Kavala’nın tahliyesi dışında bir seçenek artık söz konusu değil. Herhalde Gezi ve Çarşı dosyalarının birleştirildiği dâvânın 17 Ocak’taki duruşması bekleniyor. Belki 17 Ocak öncesinde bile tahliye edilebilir. Avrupa Konseyi’nden bu kararın çıkması şaşırtıcı olmadı. Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasını okudun mu bilmiyorum. Çok acı bir şey, ama “Siz bizim yargımıza müdâhil oluyorsunuz” filan diyemiyorlar. Ama “Kavala kararından daha eski olan ve başka ülkeler hakkında ve konularda da uygulanmayan kararlar varken, özellikle Kavala kararının sürekli olarak gündemde tutulmasını tutarsız bir yaklaşım olarak görüyoruz” diye açıklama yapıyorlar. Özetle, “Bu karar artniyetli bir yaklaşım. Tamam, siz bunu yapacaktınız. Ama Kavala’ya sıra gelene kadar, biz onu daha uzun bir süre içeride tutacaktık. Siz bu dâvâyı öne alarak bize ayıp ettiniz. Artniyetli davrandınız” şeklinde acı bir açıklama. Bana bir îtirafnâme gibi geldi. Avrupa Konseyi bu kararıyla Osman Kavala’nın tahliye edilmesi gerektiğini çok ciddî bir şekilde vurgulamış oluyor. Sence Erdoğan yine, “Onlar öyle diyebilir, ama biz kendi işimize bakarız” mı der? Ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Bu, demin konuştuğumuz gerilim politikasının nereye doğru evrileceği ve dış politikaya dâir kısmının nasıl gelişeceğine bağlı. Dışişleri Bakanlığı, “Bunu niye öne aldınız?” diyor, ama Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği, tam tersine, bu konuyu Türkiye lehine fazla uzatmış durumda. Benim daha önce değindiğim ve eleştirdiğim şey bu ve bu hâlâ geçerli. Çünkü Avrupa Konseyi, Ankara’ya, AİHM’nin Kavala kararını nasıl uygulayacağını belirtmesi için 19 Ocak’a kadar süre verdi. Başta 12 Ocak olarak belirlenen süre, bir sonraki Kavala duruşmasının 17 Ocak’ta olması nedeniyle bir hafta ertelendi. Bu karar bile bunu gösteriyor. Neredeyse AİHM kararı çıktığı günden îtibâren, Osman Kavala’nın içeride kaldığı her günün hukukî sorumluluğu, aynı zamanda Avrupa’nın da üzerinde. Çünkü kendi yasal zorunluluklarını uygulatma konusunda işletmesi gereken prosedürü geciktirdi. Dışişleri Bakanlığı, “Aceleniz neydi?” diyor, ama aslında yapılan şey uzun süre oyalamalara fırsat tanıyan bir tutumdu. Bu tutumun da politik olduğunu biliyoruz. Osman Kavala Dâvâsı hukukî olmadığı gibi, bu dâvâyla ilgili sürecin hiçbir aşaması hukukî gelişmedi. Avrupa Konseyi tarafında bile. Benim eleştirdiğim nokta bu ve hâlâ aynı biçimde düşünüyorum. Ama verilen reaksiyonun tonundan, bunu tırmandırmak, yüksek perdeden bir meydan okumaya dönüştürmek niyetinin olmadığını düşünüyorum. Çünkü çok daha yüksek bir reaksiyon verirlerdi. Senin sevdiğin tâbirle, “hep ummak istediğimiz gibi”, umarım bu, Osman Kavala’nın tahliyesine yarar. Ama sürecin tamâmına baktığımızda, bu dâvânın tamâmı, Osman Kavala’nın içeride tutulduğu her gün hukukdışıydı. Herkes, bu hukukdışılığı bile bile mümkün kıldı. Bunun içerisinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve onun sonrasında bu mahkeme kararının uygulanmamasıyla ilgili, başlatılması geciktirilen sürecin de etkisi var. 

Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’nda bulunan 42 üyeden 35’i, “Türkiye’ye yönelik ihlâl sürecinin başlatılması” yönünde oy kullanmış. Bu, Konsey üyesi ülkelerin yüzde 80’inin bu konuda “Evet” dediğini gösteriyor. Bu yüksek bir oran. Bu da, şimdiye kadar defalarca yapılan ertelemelerin açıklanmasını zorlaştıran bir durum olduğunu gösteriyor. Pek çok ülkenin kamuoyunda ve onların kendi prosedüründe sorun yaratmaya başlayan bir şey hâline geldi. Çünkü bu, Türkiye’ye hesap sorup sormamakla ilgili bir şey değil, kendi iddialarını zayıflatan bir durum. Hani Türkiye’de de, kendi koyduğu kuralları uymayan, dolayısıyla hukukdışı değil, yasadışı olan birtakım eylemlerden bahsediyoruz ya? Bu öyle bir şey. Kendi koyduğu kurala uyulmamasını meşrû görmek ya da kabul edilebilir saymak, aslında kendini inkâr etmek anlamına geleceği için, bu önemli bir aşamaydı. 

Avrupa Konseyi’nin 1 haftalık kaydırmayla, 17 Ocak’taki duruşmada Kavala’nın tahliyesini mümkün kılacak bir fırsat yaratıldığı söyleniyor, ama herhangi bir zamanda, herhangi bir dilekçeye gerek kalmaksızın Osman Kavala’nın tahliyesi mümkün bir şey. Dolayısıyla, Kavala’nın tahliye edilmesi, duruşmanın tarihiyle ilgili bir şey değil. Sürecin hâlâ böyle işliyor olması, hâlâ “Bir fırsat verelim. Bir açık kapı bırakalım” yaklaşımıyla sürmesi… Bu tıpkı, büyükelçiler mektubunun peşinden atılan tweet mesajı gibi oldu. “Kim geri adım attı? Kim fırsat verdi? Kim açtı?” tartışmasını açıkta bırakan bir şey. Bu işin siyâsî ve hukukî tartışması bir yana, umalım ki bu, Osman Kavala’nın tahliyesiyle sonuçlanır ve dört buçuk yıla yaklaşan bu hukuksuzluk ve kanunsuzluk son bulur. 

Ruşen Çakır: Umalım ki son bulur. Kapatmadan önce şunu söylemek istiyorum: İzleyicilerimizden, Medyascope’a sahip çıkmalarını ve desteklerini esirgememelerini isteyelim. Herkes için zor bir dönem. Medyada da büyük alt üst oluşlar yaşanıyor. En son, Cumhuriyet gazetesinde yaşananlar, Milliyet gazetesinin tamâmen kapatılacağı söylentileri… Böyle zor bir dönemde gazetecilik yapmak gerçekten kolay değil. İzleyicilerimizden desteklerini ricâ edelim. 

Bir hatırlatma daha yapayım: Sen de, ben de diğer sekiz arkadaşımızla birlikte, artık Medyascope’ta hafta sonları yazmaya başladık. Cumartesi günü sen, Pazar günü de ben, ikinci yazılarımızı yazacağız. İzleyicilerimizden, bir yandan yayınlarımızı izlerken, yazılarla da “hafta sonu okuma keyfi” olarak Medyascope’a ilgi göstermelerini temenni edelim.

“Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.