Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (95): Ekonomik kriz kontrol altında mı? & Bakan Nebati’nin farkı & yakılan üç Suriyeli genç

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can ile haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Ekonomik kriz hayatımızı esir aldı. Ama üç günde düze çıkmışız, biliyorsun. Bugün Kemal Kılıçdaroğlu Ankara’da televizyon yöneticileriyle kahvaltılı basın toplantısı yaptı. Toplantıya, Medyascope adına Ankara Temsilcimiz Hıdır Göktaş katıldı. Kılıçdaroğlu toplantıda aslında ekonomiyle ilgili bildiğimiz şeyleri söylemiş. 

Bu sabah da İYİ Parti, İstanbul Kongre Merkezi’nde “İYİ Kalkınma Kongresi” başlığıyla çok ciddi ve kapsamlı bir panel düzenliyor. Ben de sabah oraya uğradım, arkadaşlarımız orada. İYİ Parti Kalkınma Politikaları Başkanlığı tarafından düzenlenen panel, ekonomi temelli dört farklı başlıktan oluşuyor. Aralarında Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın da olduğu çok sayıda panelist ve katılımcının olduğu panel, gün boyu sürecek. Biliyorsun, Pennsylvania Üniversitesi Wharton School’dan Prof. Bilge Yılmaz, Ekim ayında İYİ Parti Ekonomi Politikaları Başkanlığı’na getirilmişti. Onların organize ettiği bir olay. Zaten bugün ekonomi ekibinin hepsi oradaydı. 

Ama ortada çok sahici bir sorun var. Dün Ahmet Davutoğlu ile yaptığım yayında kendisine ısrarla bunu sordum. Açıkçası, Davutoğlu biraz kaçamak cevap verdi. Muhalefet liderlerinin birisi Ankara’da, birisi İstanbul’da, birisi Antalya’da, birisi de sosyal medyadan, Çin modeli ya da Türkiye ekonomi modeli, Kur Korumalı Mevduat Hesabı gibi iktidarın uyguladığı ekonomi politikalarını eleştirirken üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylüyorlar. Ama tek tek söyledikleri zaman bir etkisi olmuyor ve yan yana da gelmiyorlar. Mesela bugün, Mansur Yavaş’ın ve Ekrem İmamoğlu’nun İYİ Parti faaliyetine katılması başlı başına çarpıcı bir olaydı. Üç-dört muhalefet liderinin bir araya gelip aynı şeyleri birlikte söylemesi çok etkili olur gibi geliyor bana. Ama olmuyor. Böyle olunca da “Erdoğan yine toparladı. Yaptı yapacağını” diye konuşuluyor. Biz bu konuyu her ne kadar Çarşamba günü “Adını Koyalım”da tartıştıysak da, ben hâlâ ortada, şapkadan çıkarılmış bir tavşan olmadığı konusunda ısrarlıyım. 

Bugün Hazine ve Maliye Bakanı, Kur Korumalı TL Mevduat hesabı ile ilgili bir basın açıklaması yaptı. Sosyal medya hesabından da birtakım şeyler paylaşıyor. Hedef neymiş? Hedef, 280 milyar dolar olan yastık altındaki altınların ekonomiye kazandırılmasıymış. Yıllardır aynı mesele. Dönüp dolaşıp, insanların elindeki birikimleri sisteme katmaktan başka bir çözüm üretemeyen bir iktidar var. Ama muhalefetin seslerinin ayrı ayrı çıkması ve bunun ciddi bir cılızlık olarak kendini göstermesi, iktidarın sesinin ve uygulamasının çok daha yüksek olduğu algısına yol açıyor. Bence bu doğru değil. Sen ne dersin? Çarşamba günü kaldığımız yerden devam edelim aslında. 

Kemal Can: Sen hep söylüyorsun. Kendi yayınlarında da söyledin. Birlikte yaptığımız yayınlarda da söyledik: “Artık şapka kalmadı, şapkada bir tavşan yok” meseleleri doğru. Zaten ortaya atılan formülün de, o formülden bulunan sihirli hamlenin de, hiçbir şeye çözüm olmadığını, hatta senelerdir devam eden tüm sorun başlıklarında da bulunan formüllerin veya geçici çarelerin, bir sorunu çözmek, soruna yeni bir bakış getirmek gibi bir anlamı olmadığını, o sorunu idare edebilmenin yöntemi olarak kullanıldığını, hatta bazen de, iktidarın, özel olarak krizi kışkırtarak, bazen daha da büyüterek ve krizin konuşulma biçimini belirleme tekelini elinde tutarak idare ettiğini çok defa gördük. 

Senin bu tavşan-şapka metaforundan gidersek, aslında şu anda yapabildiği şey şapkadan bir tavşan çıkartmak değil, şapkadan tavşan çıkartmış illüzyonu yaratmak. Hatta daha da fazlasını yapmak: Hem şapka yok, hem tavşan yok, hem şapkadan çıkmış bir tavşan da yok. Ama sanki Erdoğan çıkmış ve böyle bir gösteri yapmış gibi, bundan siyasî bir sonuç devşirmenin zemini oluşmuş durumda. Önümüzdeki ayın anketlerinde bunun seçmende nasıl etki yaratacağını, “Erdoğan geldi ve olmaz denileni oldurdu” köpürtmesinin nasıl sonuç vereceğini, asgarî ücret açıklaması, belki emeklilere, memurlara verilecek zamlarla veya başka birtakım yatıştırıcı operasyonlarla, memnuniyetsizliği ne kadar dizginleyebileceğini veya yatıştırabileceğini göreceğiz. Bunun, kendisi için ne kadar çare olduğunu da göreceğiz. Ama o dediğin imajın, şu anda kısmî bir moral üstünlüğü ve biraz da muhalefetin bocalamasını sağlayabildiği bir tablo var. 

Mesela, bugün rastlantı sonucu, Halk TV’nin bir canlı yayınında, Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu Başkanı Bendevi Palandöken’in konuşmasını dinledim.

Ruşen Çakır: Allah kurtarsın.

Kemal Can: Oturmuş şunu anlatıyor: İktidarın, kendi başkanı olduğu meslek grubunu suçlamasıyla paralel, bütün olup bitenin aslında birtakım fırsatçıların eliyle gerçekleştiğini anlatıyor. “Şu anda da bir formül bulundu, dolar düştü, bizim arkadaşlarımız da buna uygun indirimleri yapsınlar” diyor. Bir süredir “Esnaf kan ağlıyor, iş çevreleri bile bu yapılanlardan çok rahatsız, çok ciddi ses çıkartıyorlar” lâflarının bir anda kesildiğini görüyoruz.

Bugün Erdoğan birtakım akademisyenlerle buluşuyor. Ekonomistleri çağırıyor. Anladığım kadarıyla, birkaç TÜSİAD üyesini de özel olarak çağırıp görüştüğünü duyuyoruz. Tek tek seçmenlerin nasıl etkilendiğini bilmiyoruz, ama TÜSİAD’ın, Odalar Birliği’nin, Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu’nun, o seçmenleri etkileyebilme yeteneğinin olduğunu varsaydığımız birtakım kanaat önderlerinin, şapkadan bir tavşan çıkmamasına rağmen çıkmış gibi davranmaya çok da direnmediklerini görüyoruz. Bunun ne kadar sonuç vereceğini, bu hamlenin ekonomik olarak ne kadar işe yarayacağını, ekonomik olarak işe yaramaz ve uzun dönemde riskler oluştursa bile siyaseten bunun ne kadar kullanışlı olduğunu, iktidara ne kadar bir zaman kazandırdığını, kendisini ne kadar toparlayabilme imkânını vereceğini önümüzdeki aylarda göreceğiz. 

Şu konuda sürekli suçlanıyoruz ama, hakikaten bu sorunun cevabını vermekte zorlanıyorum; kimsenin de net olarak verebildiğini düşünmüyorum. Tamam, muhalefet bir sürü şey yapıyor ve yapmaya çalışıyor, sen örneklerini sıraladın. Ama sadece şu son operasyonda bile, bu yaptığı ve senin de bazı eksikliklerini işaretlediğin hamleler için, sadece zamanlama açısından bile baksak, iktidarın, illüzyon hamlesini yaptıktan sonra, muhalefetin, birlikte ya da ayrı ayrı bunları yapmaya başlayıp bir alternatif önerisi gündeme getirmeleri, sanki olanın peşine takılmak veya olanın gerisinde kalmak gibi algılanabilecek bir şey. Halbuki pandemiden itibaren, hatta daha da geriye gidersek yaklaşık yedi yıldır, kişi başına geliri gerileyen, ekonomik sorunları birikmeye başlayan, genç işsizliğin çok ciddi hissedilmeye başladığı bir sürecin içerisinde, özellikle yerel seçimden sonra bir arada durma yeteneğini bulan muhalefetin, bütün bu yapılanlara karşı alternatifini ortaya koyması ve bu konuda daha inisiyatif alması beklenirken, bu konuda biraz geç kaldığını, şimdi de bu tablonun bugünü kurtaran ve iktidarın gerisinden yürüyor gibi bir görüntü yarattığını da kabul etmek lâzım. 

Muhalefet, sorunları dillendirmekte çok etkili oldu. Gündemi bir süreliğine kuvvetli biçimde ele geçirdi. Sorun odaklarına ses verdi, onların sorunlarını yansıtmakta etkili oldu. 128 milyar dolar meselesi gibi, iktidarın çuvalladığı beceriksizlik noktalarına doğru hamlelerle müdahale etti. Ama son bir haftada yaşananlara ve evveliyatına baktığımızda, Erdoğan’ın bir tür maksatlı kışkırtmayla, sadece fâizi indirerek değil, kuru yukarı doğru itmeye çalışması, üstelik sürekli konuşarak bu krizi büyütmesi, sonra da bu büyümüş krizi önemli bir noktada son derece manipülatif ve –şimdi öğrendiğimize göre– bazı arka kapı operasyonlarıyla destekleyerek böyle bir imajı yaratabilmesi, aslında inisiyatifi ele alması demekti. Bu, daha önceden başlamıştı. Ama son bir haftayı dikkate alsak bile -işe yarar yaramaz, illüzyondur değildir– bu konuda bir şey yaptığını kabul etmek lâzım. 

Ama daha önemlisi, buna izin verilmiş olması. Çıkan tavşan iyice eski bir şey; 70’lerde denenmiş, 90’larda tekrar denenmiş, çok da itibar edilmeyen bir yöntem. Ama asıl olarak, iktidarın oynadığı siyasî oyun zaten çok bilindik bir oyun. Hatırla, Çarşamba günü de konuştuk: Bu sadece ekonomiyle ilgili değil. İktidar S-400 krizi meselesinde de bunu yaptı. Milyarlarca doları boşa attığını, yetmezmiş gibi F-35 gibi çok önemli bir şeyden milyarlarca dolar zararı bunun üstüne koyduğunu konuşturmayıp, “S-400’ü aktive eder mi, edemez mi? Bunu yapabilir mi, yapamaz mı?” konusunu tartışarak, gündemi dar bir koridora sıkıştırdı. O konuda kendi yarattığı krizi, sanki dünyaya meydan okuyan bir lidermiş imajını çizdi. Şimdi ekonomide “Kuru kontrol edemiyor. Faizi artırabilir mi, artıramaz mı? Ekonomi ilminin kuralları” filan denilirken, birdenbire, gözümüzün önünde söyleye söyleye, yapa yapa kendi yükselttiği kuru, yine kendi manipülatif operasyonlarıyla belirli bir miktarda geriye çekerek bir başarı hikâyesi uydurdu. 

Ruşen Çakır: Kemal, biz bunları söyleye söyleye yorulduk artık. İstersen gözlerimin içine bak… Yeni Bakan Nebati’den biraz bahsedelim. Dün Ahmet Davutoğlu çok net bir şekilde, ekonominin iplerinin esas olarak Berat Albayrak’ta olduğunu söyledi. Söylediği çok ilginç bir şey daha var: Bakan yardımcılarının âdeta birer kayyum olduğunu söyledi. Milli Eğitim Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı örneğini verdi. Biliyorsun, bakan yardımcıları esas olarak siyasî işleri takip ederler. Ama bakanlar istifa edince, yerlerine hemen bunlar geliyor. Bunların pozisyonlarının bakanları çok tedirgin ettiğini söylüyor. Davutoğlu tabii ki Nebati’yi çok iyi tanıyor. Ve hiçbir şekilde bu işi yapabilecek birisi olmadığını söylüyor. Zaten eğitiminin de ekonomi olmadığını biliyoruz. Mesela Bakan Nebati’nin en son söylediği çok acayip. Galiba NTV’de söylemiş. “Burada para kaybedenler büyük yatırımcılar değil ki, onlar uyanıktır, bu işleri bilirler. Olan ufak fırsatçılara oldu” demiş, tam kelimeyi bilmiyorum ama fırsatçı demese bile…

Kemal Can: “Küçük tasarrufçular zarar gördü” dedi.

Ruşen Çakır: “Onlar dolar yükseliyor diye dolar aldılar, şimdi de cezasını çeksinler” gibi söylüyor. Küçük tasarrufçunun dolar yükselirken dolar almasının sebebi kendi açgözlülükleri değil ki. İktidara, devlete güvenmedikleri için alıyorlar. Çünkü Türk Lirası’nın değeri düşüyor. Ondan sonra da “Gördüler günlerini” diyor. Bu çok acayip. Daha önce Sevilay Yılman’a da, “Benim işçilerim var, bordrolular düşünsün” gibi bir şey söylemişti. Değişik bir profil. Berat Albayrak’ın sinik bir hali vardı. Lütfi Elvan’ın bir şeyini görmedik; konuştuğunu da doğru dürüst gördüğümü sanmıyorum. Ama Nureddin Nebati TRT’ye çıktı, NTV’ye çıktı, sürekli bir yerlere çıkıyor, sürekli sosyal medyayı kullanıyor. Bir gayret içerisinde. Üç günde gelen bir başarı öyküsü anlatıyor bize. Tabii orada sorulacak basit bir soru var: Bu üç günde gelebilecek başarı öyküsünü niye bu kadar beklettiniz? Öyle değil mi? Dolar kuru indi, çıktı, bir şeyler oldu. Bu arada da eminim çok kişinin hayatı mahvolmuştur. Para kazananların olduğunu tahmin ediyoruz, ama bir de batanlar vardır. Bu bakan profili, aslında tam Erdoğan’ın tek adamyönetiminin çok ciddi bir simgesi hâline geldi. O arada belli ki Lütfi Elvan, Naci Ağbal araya karışmışlar. Şimdi gerçek profil ortaya çıkıyor. Ekonomiyi yöneten kişinin ekonomi eğitimi almasına da gerek yok. “Bir iki hızlı hamle yaparız, bir iki lâf söyleriz” diyorlar. “Gözlerimin içine bak” diyerek illüzyonu tamamlıyor. Bu senin demin verdiğin illüzyon örneğine de çok uyuyor. İllüzyonistler de öyle yapar ya, gözlerinin içine bakarlar. Gerçekten ilginç bir profil. Ama bu profilin uluslararası ve yerli piyasa çevrelerine de bir güven verebileceğini hiç sanmıyorum. 

Kemal Can: Anlaşılan o ki, eğer önümüzdeki günlerde konuşmaya devam ederse, daha fazla örnek de vereceğiz. Daha önce başka siyasetçiler ve bakanlar için de böyle fıkraya dönüşmüş hikâyeler vardır. Yeni Maliye Bakanı, siyasî mizah için çok verimli malzeme üretecek bir portreye benziyor. Her konuşmasında böyle bir incisi var. Biraz şakalara konu olabilecek, trajik ama bir yandan komik gelen birtakım gaflar yapıyor, ama aslında senin de işâret ettiğin gibi, bütün bu yapılıp edilenin arkasındaki zihniyete ilişkin de bir şey söylüyor. Kuru çıkarırken de, indirirken de, formül bulurken de, ararken de, aslında kimi öncelediklerini, kimin durumunu kollamaya çalıştıklarını, kimin zaten kurban olacağını, zaten kurban görüldüğünü ve çok da önemsenmediğini açık eden konuşmalar bunlar. “Bu nasıl da bilmiyor işi” deniliyor. Ekonomi çok teknik bir mesele olarak konuşuluyor ya, ekonomi iyice para politikasına sıkıştı. Tabii ki para politikası uzmanlarının ve ekonomistlerin bunları anlatmaları gerekiyor. Ama işin siyasî tarafına baktığımızda, kimi kolladıkları ve kimi kurban ettikleri çok açık. Aslında bu, senelerdir süren bir şeyin çok açık biçimde ifâde edilmesi. 

Sen örnek verdin, burada yine küçük yatırımcı harcandı. Yatırımcı da denmez onlara, bunlar aslında parasını korumaya çalışan ve az buçuk parasının değer kaybetmesine engel olmaya çalışan insanlar. Hatırlarsan, zamanında “Ne yapalım, kendileri ettiler” denilen koca bir banker fâciası yaşanmıştı. 

Ruşen Çakır: Evet, tabii.

Kemal Can: O zaman da binlerce insan, binlerce küçük tasarrufçu çok büyük paralar kaybetmişti. Ama “Ne yapalım? Tamah ettiniz, fazlasına gittiniz. Bu bir riskti, bunun cezasını görüyorsunuz” gibi gösterilmişti. Pandemideki “Hasta olmayın, sorun çözülür” aklını hatırla. Burada her mesele insanların üzerine yüklenerek, hem kendilerini kurtarmalarının yükü onların üzerine bırakılıyor, hem de başkalarının riski onların üzerine yükleniyor. Bunu defalarca bir sürü insan anlattı: Hem Bakan kendi ağzıyla bu operasyondan kimin zarar gördüğünü anlatıyor, hem de bu operasyondan sonra riskin kimin üzerinde kaldığını da bütün ekonomistler anlatıyor. Çünkü bu kur riski bindirilmiş mevduat hesabının yükleneceği Hazine kaynağı, ya da şu anda para basarak sürekli para pompalanmasının enflasyon mâliyeti de yine insanlara dönecek. 

Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir not düşeyim — bu konuyu dün Davutoğlu da vurguladı, çok önemli bir ayrıntı, komik gibi geliyor ama aslında trajik: Biliyorsun, Bakan Nebati’nin kardeşi, faiz indirimini 1 gün öncesinden bildi. Tahmin etti de tutturdu değil. Belli ki içeriden bilgi almıştı. Ve bunu da kamuoyuna gayet fütursuzca söyledi. Şimdi orada da görülüyor ki bu tür hayatî sırlar, aile içinde, eş dost ortamında konuşulan şeyler. Fâiz indirimini bu kadar net bir şekilde bilen birisinin, sermaye piyasasında nasıl para kazanabileceğini tasavvur edebiliyor musun? Aynı şekilde, son yaptıkları uygulamayı da belli ki birileri biliyordu, birileri de bilmiyordu. Birileri gafil avlanırken birilerinin kazanması, Bakan’ın ağzından kaçırdığı “Büyükler zaten bunları anlar” demesiyle ortaya çıktığı gibi, çok zeki olduklarından değil. “Ya, bunlar bir sabah döviz endeksli bilmem ne yapacaklar” diyeceklerini sanmıyorum. Belli ki kaynaklarından öğreniyorlar. 

Kemal Can: Birtakım bilgiler, kulisler, çeşitli haberler ortaya çıkıyor. Zaten bunun hazırlanmış bir operasyon olduğu, banka yöneticileriyle yapılan toplantılarda gündeme geldiği, bunun zemininin önceden hazırlandığı, sadece Pazartesi ve Salı yapılan açıklamayla değil, o açıklamayla eşzamanlı olarak yapılan birtakım operasyonlarla yürüdüğü biliniyordu. Bu formülün daha önce konuşulduğunu şimdi öğreniyoruz.

Ruşen Çakır: Halkbank reklamını biliyor musun? Türk Lirası üzerinden yaptıkları bir reklam. Salı günü hemen yayına girdi o reklam. Nasıl bir hız? Belli ki kamu bankaları biliyorlardı. Zaten iddiaya göre de kamu bankaları üzerinden döviz satılmış. “İçeriden bilgi” dedikleri olayın Türkiye’de çok sıradanlaştığını düşünmek için elimizde çok neden var. Ve bu arada birileri, Bakan’ın söylediği gibi parasını korumak için davranan birçok kişi, hakikaten çok kötü kaybetti. Onlar kaybederken, birileri de kârlarına kâr kattılar. Tabii ki bu da senin söylediğin gibi gelir dağılımı uçurumunu iyice açıyor ve bütün bunlar alt sınıfların, yoksulların üzerine biniyor. Bu bilgiyi bankada bin doları olan kendi hâlinde insan bilse ne olur, bilmese ne olur? Bin doları en fazla on dolar kazanır, yüz dolar kazanır. Ama çok daha büyük meblağlarla oynayan insanlar, o biner dolarların kayıplarını toplayıp ceplerine atıyorlar. Çok basit. Aslında karikatür gibi bir şey. 

Kemal Can: Bu haftaki özetlerden ve senin söylediğin gibi, Bakan’ın bile saklayamayıp itiraf ettiği tablodan çıkan şey şu: Kendi ürettikleri bir krizden hem para kazanan hem itibar devşiren, bir de siyasî fayda umabilen acayip bir gösteri seyretmiş durumdayız. Şimdi de durum, tekrar daha önce yapılan hataya benzer bir hataya doğru gidiyor. “Bu örtülü faiz artırımı mı? Nas’a uygun mu, değil mi? Üstüne kılıf uydurularak fâiz yapılıyor” konularını tartışmanın bir âlemi yok. Çünkü sen de çok iyi bilirsin, İslâmcılığın fâizin arkasından dolanmak için bir şeyler uydurması yeni bir durum değil. Katılım ortaklığından kâr payına kadar otuz tane formül uydurulmuş durumda. Bu böyle işleyen bir şey. Dolayısıyla bunu yeniden tekrar ediyorlar. Şimdi yine “Rekabetçi kurdu, bu yüzden yükseltiyordunuz. Şimdi düşürdüğünüze niye seviniyorsunuz?” diye eleştirmeye çalışıyorlar. Eleştiriler, yine o teknik alana sıkışıyor. Bunun bir önemi yok ki. Ne rekabetçi kur iddiasının bir anlamı vardı, ne o bir tutarlılık meselesiydi, ne de kuru düşürdüğünde bunun bayram havasına dönüşmesi bir tutarlılıktı. Bunların içinde tutarlılık aramanın bir âlemi yok. Ama o operasyonun, gösterinin bütününe baktığımızda, siyasî okuması açısından böyle bir sonuç doğurdu. Ekonomik sorun açısından ise, Çarşamba günü de konuştuğumuz gibi, iktidar kendi krizini ve memleketin krizini ileriye doğru itti. Muhalefeti, bugünü eleştiren değil, gelecekteki riskleri konuşan bir pozisyona itti. Ama bugününü şimdilik kurtarmış görünüyor. En azından bugüne ilişkin edebileceği hiç lâf yokken, şimdi kendince bir başarı hikâyesi anlatıyor. 

Tekrar söyleyeyim: Bunun ne sonuç vereceğini bilmiyorum; ama bu gösteriye izin vermek, sadece bu gösteriyi izleyenleri suçlamakla ilgili bir şey olmamalı. Şimdi belki o yüzden, başka türlü bir gündem üretmek, bu durumu da siyasîi olarak yeniden ele almak gerekir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, yakılarak öldürülen üç Suriyeli genç meselesini dün Güne Bakış’ta etraflıca konuştuk. Çok önceden olmuş bir olay ve ancak daha yeni, tesâdüfen aydınlanmış. Ama aslında olay olmadan önce de ihbar edilmiş, biliyorsun. Detaylarını görmüşsündür. Çok acı bir olay ve Türkiye’de birçok şeyi gözler önüne seren bir olay. Abartmış gibi olmayayım ama, hâlâ yaprak kımıldamıyor. Böyle bir olayın yaşanmasına, klasik, “Münferit bir olaydır” deniliyor. Ama üç tane genç yattıkları yerde uyurken yakıldılar. Biz bunun haberini yaptığımız zaman gelen tepkilere bakıyorum: Çok şükür hepsi değil, ama hâlâ “Bunun sorumlusu şudur, budur” diyen insanlar var. “Yanmışlarsa ne olacak? Ülkelerinde kalsalardı” diyenler de var. Her halükârda kayıtsızlık, ilgisizlik, görmezden gelmek, abartmamak,sanki çok sıradan bir şeymiş gibi “Olur böyle vakalar” yaklaşımı çok acı. Bolu Belediye Başkanı’nın söylemlerinden başkalarına kadar, aslında böyle bir zemin olduğu çok açık. Afganistan’dan geleceği sanılan binlerce insana karşı gösterilen tepkileri hatırla. O kadar insanın gelmediği de ortaya çıktı zaten. Bütün bu süreçte, ortaya çıkan ekonomik sorunları ve krizi, sadece Türkiye’deki mülteci sayısıyla ilişkilendirdiler. Muhakkak etkisi vardır, ama esas sorumlu olarak mülteciler gösterildi. Sırf bunun için partiler kuruldu, acayip bir şey. İşleri güçleri göçmenleri, mültecileri suçlamak olan, hedef göstermek olan siyasetçiler var. Sonra da birisi gidip öldürüyor. Neden öldürüyor, neden yakıyor? Tek nedeni Suriyeli olmaları. Dün yayında da söyledim. Adamın ifâdesinde, “Gittim, bilmem ne konusunda aramızda tartışma çıktı. Kafam attı” gibi bir olay yok Kemal. Adamın ifâdesinde, bu insanların sadece Suriyeli olması var. Ve oradan birisine, “Bu Suriyeliler yanacaklar, göreceksin” diye lâf ediyor. Tek mesele Suriyeli olması yani. Söylerken bile insan utanıyor; ama buradaki kayıtsızlık, ilgisizlik çok acı ve çok öğretici. 

Kemal Can: Hatırlarsan, yaz aylarında, Medyascope’a da çok fazla saldırıya neden olan göçmen tartışmaları sırasında şöyle bir şey ileri sürülüyordu: “O kadar dayanılmaz bir gerçek problemle karşı karşıyayız ki, bu iktidarı da götürür, herkesi de götürür. Bu gerçek sorunu dile getirmek yabancı düşmanlığı sayılamaz. Bu daha sahici ve önemli bir sorun.” Bunun ekonomik, toplumsal, siyasal çok önemli bir sorun olduğuna kuşku yok. Ama sadece şuna bakalım: O tarihte, iktidarın yarattığı bu tabloyla ilgili tartışmanın ortaya çıkma biçimi ve sonrasında yaşananlara baktığımızda, hiç de iktidarı zorlayan bir mesele olarak geliştiğini görmüyoruz. Tam tersine, Bolu Belediye Başkanı göçmenler konusundaki söylemleri ile giderek el artırdı. Ama çok yakın bir süre önce, pek çok iktidar politikasında iktidarla birlikte davranabileceğini açıklayan bir tutum da aldı. Ve hiçbir açıklamasında iktidarı hedef aldığını görmedik. Doğrudan göçmenlere ilişkin bir şey söyledi. Yabancıları, burada bulunan mültecileri, göçmenleri doğrudan hedefe koyarak yapılan tartışmaya bakarsak, aslında bu sorunun birinci sebebi olan iktidarın uzağına taşınmasına yaradığını herkesin görmesi lâzım. Bu olay, iktidarı sıkıştıran meselelerden biri olmaktan çıktı. Hatta Erdoğan o tarihten sonra çıkıp, “Biz bu kadar yükü taşıyamayız, bir kişi daha alamayız” gibi açıklamalar yaptı. Bir dönem “Sınır namustur” tartışması üzerinden, sanki bir politik tartışmaya doğru tırmanıyor gibi göründü. Ama çok kısa bir sürede, senin de söylediğin gibi, önce Altındağ’da, sonra İzmir’de yaşanan olaylara benzeyen birtakım saldırılarla, sadece göçmenlerin üzerinde kalan bir mesele hâline dönüştü. 

Biraz önce ekonomide de konuştuk ya: İktidar, en zayıf olduğu, en problem ürettiği, en beceremediği alanda güya bir başarı hikâyesi uydurdu. Öbür tarafta bu göçmen meselesinde de, doğrudan sebebi olduğu meseleyle hiçbir alâkası yokmuş gibi bir alana çekildi. O tepki, iktidara yönelen bir tepkiye dönüştürmedi. Öyle bir motivasyona dönüşmedi.

Ruşen Çakır: Burada bir not düşmek istiyorum. Kişisel bir not olacak. Kişisel derken kurumsal anlamda: Bize, “mülteci savunucusu” olduğumuz gerekçesiyle saldıranlar var — ki bu insanî duruş anlamında hiç de utanılacak bir şey değil, bunu Türkiye’de açıkça yapan çok az medya kuruluşu var. Sorunun varlığını kabul edip, insanî boyutunu da ciddi bir şekilde öne çıkartmaya çalışan az medya kuruluşu var ve bunlardan biri de biziz. Çok hakarete uğradık, hedef gösterildik. Senin bahsettiğin, o yaz aylarında yaşanan, Afganistan’dan geleceği beklenen insanlarla ilgili tartışmayla birlikte, önce, bize yönelik operasyonu başlattılar, sonra bunun içerisine iktidar yanlıları da katıldı. Olay mülteci meselesinden çıktı, bir şeytan taşlama gibi birbirinden farklı, içinde Türkiye Komünist Partisi’nin de olduğu garip bir ittifak ortaya çıktı. Buradaki başlangıç noktasının mülteciler olması, aslında çok mânîdar. Bu mesele, insanların duruşlarını gösterme anlamında bir turnusol kâğıdı. Ve şu da çok açık: Bu mesele tabii ki hayatî bir mesele ve bunun çözülmesi gerekir. Bu konuda iktidarın veya muhalefetin çözüm önerileri sunması gerekir. Bunu da, senin saydığın psikolojik, sosyolojik, ekonomik, kültürel boyutunu katarak yapmaları gerekir. Ama aslında, insanlar bu meseleyi hedef alıyormuş gibi yapıp, başka siyasî gündemleri piyasaya sürüyorlar. En kötü ihtimalle siyâseten var kalmak veya dikkat çekmek için bunun üzerinden yürüyorlar. Mesela Bolu Belediye Başkanı öyle. Tamam, Bolu, eyvallah. Ama Bolu’nun Türkiye’deki özgül ağırlığı ne olabilir ki? O kadar büyükşehir belediye başkanı var, kimse adını bilmiyor. Ama Bolu Belediye Başkanı’nın adını biliyoruz. Neden biliyoruz? Çünkü sanki Türkiye’nin en çok mültecisi, göçmeni Bolu’daymış gibi, bu meseleyi Bolu’daki en önemli mesele gibi sürekli gündeme taşıyıp, her seferinde, “Yabancı sığınmacıların elektrik, su parasını artırıyorum. Evlenenlerden şu kadar para istiyorum” deyip medyanın dikkatini çekecek şekilde ayrıntılar veriyor. Bu tamamen şov. Ve senin de dediğin gibi, her fırsatta da, “Cumhurbaşkanımız için dua ediyorum” demeyi de ihmal etmeyen acayip bir siyasî profil. Bu, egzantrik çıkışlara çok elverişli bir zemin. Çok da tehlikeli bir şey. Ondan sonra “İzmir’de üç kişinin yakılmasıyla, sizin bu çıkışlarınız arasında bir bağ görüyor musunuz?” diye soru sorsan, herhalde sana küfreder. Ama bence var. 

Kemal Can: O zaman da tartışmıştık: İnsanların buraya gelmesine neden olan süreçten başlayarak, iktidarın bu meseledeki rolü hiç konuşulmadan bu tartışılmaya çalışılıyor. Zaten sorunları vardı. Mesela, hemen bu tartışmaların sıcağı sıcağına, Altındağ’da, iktidar seçmeninin yoğun olduğu bir bölgede bir şeyler yaşandı. “Muhalefet bundan rahatsız. İktidar seçmeni ya da onun destekçileri ideolojik veya dinsel gerekçelerle bunun taraftarı” diye bir şey yok. Buradaki çarpıtma, asıl problemi konuşmayıp, problemin çeşitli kurbanlarını birbirlerinin aleyhine kullanabilmek. Bu, bütün dünyada başka sorunlarda da yaşanan bir şey. 

Şimdi büyük ihtimalle, asgarî ücretle ilgili meselenin de bu işle bir ilişkisi oluşacak. O da şu: Asgarî ücrete yüksek bir zam yapıldı. Tamam, onun içerisinden işveren desteği biraz düşürüldü. Ama büyük ihtimalle pek çok işletme, asgarî ücretin üzerinde paralarla çalışan ve mâliyeti büyüyen işçilerinden kurtulup, asgarî ücretin bile altında çalışabilecek Suriyelileri çalıştırmayı düşünebilecek. Bu sefer, bu uygulanan ücret politikası değil, enflasyon karşısında insanların ezdirilip işsizliğin artırılması politikası değil, o işlere giren Suriyelilerin düşmanlaştırılması üzerinden bir tartışma açılacak. Halbuki burada işten atılan insanlar da, açlık seviyesinde ücretle çalıştırılanlar da, aynı politikanın kurbanları. İşin böyle bir tarafı var. Bunu da böyle noktalayalım.

Ruşen Çakır: Evet, son olarak Osman Kavala meselesine de kısaca değinelim ve programı onunla bitirelim. Osman Kavala’ya yine tahliye verilmedi — artık şaşırmıyoruz. Ama Osman Kavala olayını sürekli gündemde tutmak da gerekiyor. Çünkü yıllardır süren çok büyük bir adaletsizlik söz konusu. Bir iş insanının, Türkiye’de sivil topluma kendini adama çabasının cezalandırılması meselesi. Osman Kavala’nın cezalandırılması, Türkiye’nin cezalandırılması anlamına geliyor. Bu notu muhakkak düşmek lâzım. Yine bir umutla, “Kazârâ bırakırlar mı?” diye düşünmedim değil. Ama yine şaşırmadık. Biraz fâiz indirimi meselesine benzedi. Belliydi ne çıkacağı. Maalesef böyle oldu ve Osman Kavala’nın mağduriyeti yine uzatıldı. Artık “Avrupa ne der? Batı ne der?” gibi meseleleri konuşmaktan da yoruldum. Bilmiyorum senin söyleyeceğin bir şeyler var mı?

Kemal Can: Biliyorsun, o konuda daha önce de söyledim: Osman Kavala’nın yaşadıklarının vebâli, senin söylediğin gibi hepimizin birlikte yaşadığımız bu garâbetin, açık bir ibret zulmünün vebâli, pek çok kişiyle birlikte, aynı zamanda, bu kendi koyduğu normların ısrarında olmayan her hukuksal pozisyonun da boynundadır. Bunlardan biri de Avrupa Konseyi’dir. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, defalarca çeşitli bahâneleri haklı görerek ya da meşru sayarak, bazı kararları çok uzun süre geciktirdi. Bazı kararlarının yerine getirilmemesiyle ilgili harekete geçmekte yavaş davrandı. Avrupa Konseyi de hâlâ böyle davranıyor. İşin bir tarafı bu. 

Bir başka tarafı da şu: Senin söylediğin gibi, Osman Kavala’nın ve onun temsil ettiği şeyin bir tür cezalandırılması var. Ama aynı zamanda, bu cezalandırmanın ve ona yapılanın, bir ibret olarak, aslında herkese dönük olduğunu hâlâ fark etmemiş olan insanlar olduğunu görüyoruz. Çünkü Osman Kavala’ya özel olarak çok büyük bir haksızlık yapılıyor; vicdânen, hukuken buna karşı çıkmak gerekir. Ama aynı zamanda, insanların, bir ibret olayı olarak kendilerine dönük bir tehdit olduğunu da görmeleri gerekiyor. Bu önemli. Aslında Osman Kavala’nın içeride tutulduğu her gün onun için bir zulüm, ama aynı zamanda, onun bu durumda kalmasına rıza gösteren ya da yeterince ses çıkartmayan herkes için de bir zül. Bu zülü her gün, herkese de yaşattığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Osman Kavala’nınbir an önce özgürlüğüne kavuşmasını ve özgür kaldığında, kendisini bu stüdyoya davet etmeyi umuyorum. Kemal, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.