Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (33): Erdoğan durumu toparlıyor mu?

“Adını Koyalım” programının 33. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı “Kur garantili vadeli Türk Lirası mevduatı” sisteminin iktidara getirisi olup olmayacağını tartıştı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Yine bu hafta Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir konuyu enine boyuna tartışmaya çalışacağız. Arkadaşlar, hoşgeldiniz. Bu hafta “Erdoğan durumu toparlıyor mu?” başlığı etrafında konuşacağız. Mâlûm, en son alınan karar neydi? Kur garantili mevdûat hesabı, “Fâiz yok, getiri var” olayı. Onun vatandaşa ne getirip ne götüreceğini bilmiyoruz; ama sanki iktidâra bir nefes alma imkânı tanımış gibi. Kemal, önce seninle başlamak istiyorum. Senin Medyascope’ta Cumartesi günü yazdığın yazı bayağı ilgi gördü. Başlığı şimdi tam olarak hatırlayamıyorum ama…

Kemal Can: “Sürdürülemez, ama ya sürdürebilirse.”

Ruşen Çakır: Evet. Bunu yazdıktan hemen sonra sürdürüyormuş gibi bir durum oldu. “Muş” gibi diyorum. Sence ne oldu? Gerçekten Erdoğan bir toparlama imkânı yakaladı mı? Toparlama varsa, bu sürdürülebilir bir toparlama mı? 

Kemal Can: Sürdürme kavramı, iktidarın son beş-altı yıldır yaptığı bir şey. Sürdürme, aslında bir başarı hikâyesini değil, bir başarısızlığı devam ettirme becerisini anlatan bir durum. Dolayısıyla, aslında siyâsî bir içeriği var. Yani bir şeyi sürdürebiliyor olmak, onun çok başarılı olduğu anlamına gelmiyor; illâ böyle okunması gerekmiyor. Tam tersine, büyük başarısızlıklar, büyük rezâletler, büyük saçmalıklar, büyük haksızlıklar devam ettirilebilir. Bu da bir sürdürme biçimidir. Dolayısıyla, ekonomiyi teknik bir mesele olarak ele alan ve bundan siyâsî bir yorum çıkartmaya çalışan herkes, iktidârın mevcut zorluğunu ve ekonomik krizin içerisindeki sıkışmasını bir zorunlu sürdürülemezlik olarak okudu. “Bu teknik olarak devam ettirilemeyeceği için” –bunu ekonomi biliminin gerekleri olarak ayrıca bir parantezin içine alabiliriz, ki bu da tartışmalı bir konu–, “buna yüklenerek bu sürdürülemez. Yanlış sonuçlar veriyor, bundan büyük bir rahatsızlık oluşuyor ve bunun orta ve uzun vâdede daha kötü sonuçları oluşacak. Dolayısıyla, bu sürdürülemez olduğu için, bu iktidârın sonunu getirecek” diye okudu. 

Benim o yazıda tartışmaya çalıştığım şey, bu sürdürülemezlik iddiasının, sadece iktidârın becerisine odaklı bir siyâsî yorum olursa sorunlu bir yorum olduğudur. Bu durumu sürdürebilmesi, o yapmakta olduğunun başarısıyla ilgili bir şeymiş gibi görünür. Buradan muhâlefet etmek, sürdürebildiği şeyi sürdürebildiği için meşrulaştırmak anlamına gelir. Bu, yanlış bir stratejidir. Bunu anlatmaya çalıştım. Bütün anketlere bakıldığında, muhâlefeti daha güçlü gösteren şey, seçmen davranışlarının değişmesinin ötesinde, beklentinin değişmesiydi. Bu, son yapılan anketlerde daha da belirgindi; AKP’ye ve MHP’ye oy verecek insanların bile iktidârın gidici olabileceğini düşünmeye başladığı bir durum oluşmuştu. Liyâkat, beceri, ekonomi biliminden anlayıp anlayamama, doların iniş-çıkışı üzerine sıkıştırılmış ve iktidârın bunu hiçbir durumda sürdüremeyeceği varsayımına dayalı muhâlefet dili, bir avantaj yaratmıştı. Ve aslında iktidar, tam olarak buraya bir siyâsî cevap üretti. Üstelik de iki yönlü siyâsî bir cevap üretti: Birincisi, kendi yükünü, zenginlerin yükünü, devletin yükünü yoksulların üstüne yükleyip, halkın yanında elitlere karşı bir “Kurtuluş savaşı” veriyormuş havası vererek kendi tıkanmış popülist dilini tâzeledi. Bir avantajı bu. İkincisi, popülaritesi hızla kaybolan Erdoğan, asgarî ücret kararıyla ve son hamlesiyle birdenbire çok merkezî, önemli ve bütün inisiyatifi ele almış bir aktör hâline dönüştü. Üçüncüsü, bu sürdürülemezlik iddialarına karşı, vâdesi belirsiz biçimde, “Ya, biraz daha sürdürebilir galiba” diye düşündürtmeye başladı en azından. İllâ çekilen halaylara, yapılan bayramlara bakmaya gerek yok. Meselâ ben bu yazıyı, Erdoğan son hamlesini, son illüzyon numarasını yapmadan önce yazmıştım. Öyle bir bilgiye de sâhip değildim. İşin daha tuhaf tarafı, bunun, günlerdir pek çok olasılığı tahmin eden ekonomi yorumcularının da çok ihtimal dâhilinde gördükleri bir şey olmaması. Bunun aslında daha önce de düşünülmüş bir formül olduğunu bugün öğreniyoruz. Bunu bilerek veya bir öngörüyle söylemedim. Ama bunun böyle bir sonuç yaratabileceğini söylerken, denk geldi. Döviz hızlı hareket ettiği için hamleyi muhtemelen biraz daha erken yapmak zorunda kaldılar. Ama demin bahsettiğim üçlüyü tamamladılar. 

Birkaç gündür kanallara, televizyon yayınlarına bakıyorum. Son derece sert, muhâlif insanlar bile şunu söylüyorlar: En azından bu illüzyonu üretebildiğine ilişkin bir şüpheyi doğurabildi. Yani, “Kesin bitti” işinin biraz daha kafalarda bulandığı, en azından kararsız seçmen açısından çok da güçlü bir işâret olmaktan çıktığını görüyoruz. Bunun kısa vâdeli olup olmaması önemli bir tartışma. Büyük ihtimalle de sadece ekonomi biliminin gereklerinden değil, siyâsetin de gereklerinden dolayı bu çok uzun ömürlü bir şey olamaz. Çünkü bunun yaratacağı mâliyetler, şimdiye kadar yaşadığımız mâliyetleri hafifletmediği gibi, bir kısmını da artırma ihtimâli olan şeyler. Ama zâten iktidar, sürekli ileriye itebildiği sorunlarla yürüyor. Bunu becerebildiği sürece sürdürebiliyor. Ben, bunu becermiş olmasını bir siyâsî hamle olarak okuyorum. Bütün bu süreç, son derece teknik bir ekonomi meselesi gibi. “Bilmiyorlar, bilmedikleri için gidecekler. Biz biliyoruz, bildiğimiz için geleceğiz” iddiasının karşısına başka bir politik cevap buldu. Yıllardır dış politikada, gerilimde, din kışkırtmasında üretemediği bir siyâsî cevâbı, en sorunlu olduğu ekonomi bahsinde buldu ve kullandı. 

Şimdi başlıktaki “Erdoğan durumu toparlıyor mu?” sorusuna cevap verirsem şunu söyleyebilirim — bir paralellik kurduğum için değil, bir benzetme olarak söylüyorum: Dolar ne kadar toparlandıysa, iktidar da o kadar toparladı. Yani 7’den, 8’den, hatta 4’ten 18’e çıkan şey 12’ye toparlandığında, ne kadar halay çekilecek bir durum oluyorsa, iktidarın yaşadığı erime ve kendi tabanında oluşan rahatsızlık da o kadar geriye gider. Hatırlıyorsan, Özer Sencar’la yaptığın yayından sonra bu konuyu seninle konuşmuştuk. Ben seçmendeki çözülmenin gündelik gelişmeler dışında daha uzun vâdeli bir içerik kazanmaya başladığını, dolayısıyla bunun tâmirinin asgarî ücret gibi küçük hamlelerle olmayacağını söylemiştim. 

O yüzden dolarla ilgili meselede de benzeşiklik kuruyorum. Dolar tekrar 4’lere, 6’lara, 8’lere inmeyecek. Büyük ihtimalle buradan da küçük çıkmalar söz konusu olacak. Ama sonuçta, 18’e çıkmış bir şeyi 12’ye indirmiş görüntüsü, illüzyonu, çarpıtması, demagojisi, kullanılabilir malzeme olarak iktidârın eline düşmüş durumda. Bunun bir sonucu var. Nasıl ki tıpkı ekonomide olduğu gibi, “Bu asgarî ücret hamlesi yapıldı, dövize endeksli mevdûat trick’i bulundu. Tamam, şimdi ekonomi toparlandı” diyemeyeceksek, nasıl ki bunun denmesi sadece o iddia edenlerin söylediği gibi ekonomi biliminin gerekleri değil, toplumdaki karşılığı açısından da gerçek değilse ve nasıl ki insanların üzerindeki yükün arttığı, üstelik yoksulların artık zenginlerin riskini de finanse etmekle yükümlü hâle gelmelerinin görüldüğü bir tablo varsa, tabii ki burada bir düzelmeden ve bir toparlamadan bahsedemeyiz. Ama bir uzatmadan, bir ileriye süpürmeden, bir sürdürülebilirlikten bahsedebiliriz. Bu tür bir ekonomik tabloyu, ekonomideki bu sıkışmışlığını dövizi buralarda tutarak, kısmî olarak birtakım ücret artışlarıyla yükselen reaksiyonu yumuşatarak bunu sürdürebildiğini göstermekten kaynaklı bir güven tâzelemesiyle, biraz daha ilerletmesi mümkün. Bunun benzer biçimde siyâsî tabloda da oluşması mümkündür, olasıdır. Çünkü bu meselenin yapısal bir mesele olduğunu ve asıl olarak siyâsî cevaplar üretilmesi gerektiğini defalarca söyledik. İkinci turda belki bunu biraz daha çok konuşuruz, ama soruya cevabı netleştireyim: İktidar, ekonomide sağlayabildiği kadar, kendisine de bir vâde üretebilmiş görünüyor. Bu, toparlama anlamına mı gelir? Farklı bir sürü faktöre bağlı. Bu yaptığı siyâsî hamle, ekonomik liyâkat ve bilimin gereklerine, yani sanki “o bilimin gerekleri herkes için aynıymış” iddiasıyla söylenen şeye siyâsî bir cevap üretti. Başka bir siyâsî cevapla buna karşılık verilmediğinde, kendi taraftarlarına halay çektirme durumunu birilerine seyrettirmesi, bundan da bir sürdürülebilirlik üretmesi mümkün. 

Yazımın başlığına dönersem, sadece sürdürülür-sürdürülemez, bunu yapabilir-yapamaz meselesi değil. Şunu da görüyoruz: “Ekonomik program” dedikleri şey, rastlantısal çalışan tarafları olmakla birlikte, bir siyâsî karşılığı olan ve siyâsî yönü ekonomik veçhesinden daha belirli olan bir şeydi. Herkes “Buna ekonomik program denemez” dedi. Ama zâten onların da ekonomik program üretmek gibi bir dertleri olduğunu sanmıyorum. Çok sıkıştıkları bir yerde, acayip çâresizliklerle attıkları adımlarını bir politik dile çevirip insanların önüne koymaya ihtiyaçları vardı; bunu yapmış oldular. Bunun ne kadar işe yarayacağı ayrı bir konu. Ama bunun görülmeyip, tam da bunun üzerine başka bir şey kurulmamış olması da ayrı bir problem. O, ikinci turun konusu.

Ruşen Çakır: Burak, aynı soruyla devam edelim: “Erdoğan yine ne yaptı ne etti bir çıkış yolu buldu” şeklinde yaklaşımlar da var. Kemal’in de söylediği gibi, en muhâlif görünenler bile şaşkınlar. Kemal’in söylediği illüzyon benzetmesi çok önemli. Sen ne dersin? Erdoğan gerçekten bir sürdürme imkânı yakaladı mı? Ekonomiye bizden daha fazla vâkıf olduğunu varsayarak, bu atılan adımın hakîkaten bir işe yarayıp yaramayacağı konusunda kişisel olarak ne düşündüğünü aktarırsan sevinirim.

Burak Bilgehan Özpek: Tabii. Burada üç kavram var, onlardan bahsetmek lâzım: birincisi, liderin kendisi; ikincisi, onun bir performans sanatçısı gibi kendisini sergilediği izleyiciler, yani halk; üçüncüsü de kriz. Popülist yönetimlerde bu üçlü şu şekilde işliyor: Dediğim gibi, lider, aslında bir performans sanatçısı; yani orada derinlikli bir ideoloji yok, derinlikli bir siyâsî program yok. Halk da aslında lideri bekleyen bir halk değil; sürekli olarak inşâ edilme sürecinde. Kendisini bekleyen halk, lider tarafından inşâ ediliyor. Sanki sürekli olarak oradaymış ve sürekli olarak çoğunluğu teşkil ediyormuş gibi. Dolayısıyla, kendisini kimin alkışlayacağını da tâyin eden, onu da inşâ eden, kurgulayan bir lider var. Bu ikisi arasındaki ilişki, en çok kriz zamanlarında dikkat çekici hâle geliyor. Çünkü krizler, seçkinlerin, teknokratların anladığının aksine, popülist liderler tarafından çok kaba, çok vulgar ve çok basit şekilde yaklaşılan kavramlar. Ekonomistlerin, sosyologların, siyasetbilimcilerin uzun uzadıya üzerinde konuştuğu, sebeplerini ve sonuçlarını açıklamaya çalıştığı fenomenler, popülist liderler tarafından bir parmak şıklatmasıyla –yeter ki gerekli irâde gösterilsin– çözülebilecek kavramlar olarak algılanıyor. 

Açıkçası Pazartesi günkü mesele de tam olarak 18 liraya çıkmış bir kurun, çok basit bir hamleyle popülist lider tarafından çözülmesi gibi algılanıyor. Bütün mesele bundan ibâret. Krizin gerçekten çözülüp çözülmediği, insanların gerçekten mutlu olup olmadığı, popülist liderin gerçekten bu krizi çözme yeteneğine sâhip olup olmadığı burada mevzu dışı. Ama burada böyle bir temsil sergileniyor. Yapay krizler bulup, onları liderin inisiyatifiyle çok kısa vâdede çözümlemek, otoriter sistemlerin genel îtibâriyle yenilmezlik algısını tahkim etmek için de sıklıkla başvurdukları yöntemler. Akşamları ana akım dediğimiz televizyonlarda gördüğümüz yorumcuların bütün misyonu, hükümetin bir doğal fenomenmiş gibi algılanması, sosyal veya siyasal sübjektiviteden muaf olması. Yani, orada hâlihazırda yıkılmaz, devrilemez bir hükümet meselesi var ve bu insanlar onun üzerinden yorum yapıyorlar. Çok temel önermeleri atlayarak, hükümetin niçin var olduğunu, hükümetin eylemlerinin meşrû olup olmadığını, hükümetin temel rasyonalitesinin ne olduğunu tartışmadan, çok küçük meseleleri tartışırlar farkına varırsanız. Bunun sebebi, hükümetin diğer konuları asla tartışmaya açmaması, açılmasını istememesidir. Dolayısıyla o yenilmezlik, devrilemezlik, kaybetmeyecek olan hükümet algısı bir şekilde tahkim edilir. Kriz anları açıkçası bunun için birebirdir. 

Geçen haftalarda da konuştuk, aslında “Çin modeli” diye bir şey yok. Hükümetin Çin modeline geçiş gibi kapsamlı bir programı yok. Fakat kontrolü kaybetmiş gibi gözükmemek için, Tayyip Bey’in zihninin arkasında kimsenin bilmediği, anlayamadığı bir planı varmış gibi gözüksün diye, bir söylem ortaya atıldı. Bu söylem insanların gerçek hayatta yaşadıkları sıkıntıları çözmediği için krize bir müdâhale etme ihtiyâcı doğdu. Bu müdâhale, Tayyip Erdoğan’dan mûcize bekleyen, onun liderliğine inanan, onu alkışlamak için tetikte bekleyen insanlar için de hakîkaten çok büyük moral yaratmış olabilir. Zâten alkışlamaya niyetli olan herkes alkışladı. Tayyip Bey’e bir sihirbazlık atfeden, onun kriz çözme yeteneğine bir kerâmet vehmeden insanların hepsi saniye geçmeden alkışlamaya başladılar. Bu, hükümetin murad ettiği bir şey. 

Bu, Kemal Abi’nin söylediği gibi aslında uzun zamandır muhâlefeti atâlete sürükleyen bir dönemin de sonu. Bir wake up call, “Artık uyanın” çağrısı. Çünkü sürekli olarak Tayyip Bey’in kişisel inançları ve ekonomi fantezileri sâyesinde kötüleşen bir ekonomi üzerinden kendisine bir siyâsî ikbal devşirme peşinde olan muhâlefet aktörleri görüyoruz. Ve bu iş öyle bir raddeye geldi ki, “Erdoğan’ın karşısına kimi koysak kazanır. O yüzden, yüzde 0,1’lik aday da olabilir, yüzde 50-55’lik aday da olabilir, hiç fark etmez. Yeter ki bundan sonrası için daha doğru bir aday olsun. Bizim mönümüz birden zenginleşti. Tayyip Bey nasıl olsa gidecek” konusuna iknâ olduk. O zenginleşen menü, kendi içinde muhâlefetin aktörlerinin de farklı yönlere savrulmasına sebep oldu. Bunun adını koyalım: Dört-beş aydır muhâlefette büyük bir atâlet, her muhâlefet aktörünün “Nasıl olsa seçim kazanılacak ve Türkiye başka bir faza geçecek. Bir sonrası için hazırlık yapmalıyız, bir sonrası için masaya güçlü oturmalıyız” gibi bir tavrı vardı.

Ruşen Çakır: İkinci turda muhâlefeti ağırlıklı olarak konuşacağımızı hatırlatayım. Başka söyleyeceklerin de vardır, muhâlefetle ilgili bütün sözlerini burada söyleme. 

Burak Bilgehan Özpek: Temel olarak şunu söylemek istiyorum: Bu durum, halk-lider-kriz üçlüsü içerisinde nasıl bir simbiyotik ilişki olduğunu, Tayyip Bey’in bu kavramları nasıl kullanabildiğini, iktidârın ülkeyi yönetmek, ulusun menfaatini korumak, halkın refah seviyesini artırmak veya halkı daha güvenli kılmak yerine, aslında bütün enerjisini bu gösteriyi daha şâşaalı kılmak için harcadığını gösteriyor. Ve bu şâşaalı gösteri, tam olarak iktidârın kurulduğu yer. Bu tip krizleri çözme becerisi ve bu tip krizleri çözdükten sonra kendisini alkışlatma becerisi, aslında bu iktidarın ruhunu oluşturan bir şey. Dolayısıyla, iktidarın kurduğu söylem ve politika üzerinden sürekli olarak reaksiyonel bir şeyler vermek, bütün çıpaları sadece oraya bağlamak ve bunun üzerine siyâsî gelecek inşâ etmek, kriz ortaya çıktıkça, Tayyip Bey onu çözdükçe ve halk alkışladıkça inkıtâa uğruyor. İnsanlarda büyük bir moral bozukluğu oluşuyor. Ben insanlarda çok gereksiz bir pesimizm olduğu kanaatindeyim. Karar açıklandıktan sonra sosyal medyadan cenâze çıkmış gibiydi. En azından benim timeline’ım öyleydi. “Reis yine her şeyi çözüyor” düşüncesiyle birdenbire moralleri çok bozuldu. Bir de, bildiğimiz muhâlifler de buna çanak tuttular. Aslında bu moral bozukluğu da çok normal değil. Ama bu moral bozukluğu neyin sonucu? “Tayyip Erdoğan kesinlikle kaybedecek, o yüzden kimi koysak kazanır” düşüncesi de normal değildi. Bu işi ciddiye alıp o şekilde devam etmek lâzım. O açıdan önemli bir wake up call

Ruşen Çakır: Dün Halk TV’nin internet sitesinde Barış Soydan’ın çok önemli bir yazısı vardı. Bu formül iki kere gündeme gelmiş: Birisi Rahip Brunson Krizi zamanında. İkincisi de Lütfi Elvan’ın Hazine ve Maliye Bakanı olduğu dönemde. İkisinde de ekonomiyi yönetenler bunun çok sorunlu olduğunu söylemişler. Sanki hep bir yerde duran, ama riski nedeniyle kullanılmayan bir silâha başvurma olayı yaşanmış sanki. Sana da öyle geliyor mu? 

Burak Bilgehan Özpek: Öyle gözüküyor. Ama orada şöyle bir durum var: Bir zaman aralığı var. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarı kurduğu periyot bu periyot. Bir adım atıyor, bu adımın doğru mu yanlış mı olduğunu biz pek tartışamıyoruz. Bu dış politikada da böyle, Afrin Operasyonu’nda da böyle oldu, S-400’lerin alınmasında da. Adım atıldığı andan îtibâren, bir kere o çok faydalı, çok rasyonel bir politika olarak benimseniyor ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurduğu makine, toplumun üzerine âdeta bağırıyor. Ona îtiraz edemiyorsunuz. Kamusal bir tartışma zemini oluşamıyor. 

Hatırlarsanız, 2018 senesinde Afrin Operasyonu’nun Türk-Rus ilişkilerini başka bir boyuta taşıyacağı, Türkiye’yi Suriye’de başka bir konuma getireceği, Türkiye’yi daha riskli bir pozisyona sokacağına dâir hiçbir eleştiri medyada yer almadı. Ya da Barış Pınarı Operasyonu başarı mı, başarısızlık mı? Niçin o operasyona giriştik? Rasyonel olarak çıkarlarımız neydi? Ödediğimiz mâliyetler neydi? Bunlar tartışılmadı. S-400 meselesi de öyle. Biz S-400 yüzünden 12 milyar dolara yakın bir kayıp yaşıyoruz ve S-400 alındığı zaman, bizim tartıştığımız tek şey, “Bir ülke hava savunma sistemine sâhip olmalı mı, olmamalı mı?” konusuydu. S-400’e karşı çıktığınız zaman, hava savunma sistemine karşı çıkmış gibi bir durum vardı. Bu yanlış adımın sonuçları bir zaman sonra ortaya çıkıyor. Sosyal bilimleri doğa bilimlerinden ayıran şey maalesef bu. Tepki ânında gelmiyor. Adalet ve Kalkınma Partisi, o zaman periyodunda iktidar kuruyor. Ve acı sonuçlar ortaya çıktığı zaman, zâten AK Parti hâlihazırda seçimi kazanmış, iktidârını kurmuş, pâyeleri dağıtmış, kendisini tahkim etmiş oluyor. O yüzden, bu politikanın rasyonel olup olmaması, ulusun menfaatine hizmet edip etmemesi, fakirlerin cebinden aldığı parayla zenginleri finanse edip etmemesi şu anda mevzu değil. Buradaki tek mevzu, Adalet ve Kalkınma Partisi, oluşabilecek birkaç aylık rahatlama periyodu içerisinde bir seçim sıkıştırabilir mi, sandığı alıp kaçabilir mi? 

Ruşen Çakır: Onu ikinci turda konuşalım. 

Kemal Can: Ben bir şey ekleyeceğim: Burak’ın söylediği önemli bir şey. Bu, ilk defa yaşanmıyor. Aslında büyük buluş, sihirli formül gibi çıkartılan şeylerin hepsi sandıkların diplerinden, hatta tedâvülden kalkmış şeyler. Dış politikada da bunu yaşadık. Muhâlefetin politikası, sürekli, iktidarın, yapmakta olduğunu devam ettirip ettiremeyeceğini söyleyerek, mesela, “Doğu Akdeniz politikasını yapabilecek mi?” “S-400’ü aktive edebilir misin? Hadi et” tavrı üzerinden kurulduğu zaman, şu oluyor: Tam da Burak’ın söylediği gibi, insanlar, iktidarın iktidarını kurduğu ve onu yapmaya devam ettiği şeyi tartışmayıp, onu devam ettirip ettiremeyeceğini, onun liyâkatinin kendi programını yapmaya yetip yetmeyeceğini tartışmaya başlıyor. Bu saçma bir şey. Yoksulların daha çok yoksul olmasını sistematik biçimde devam ettiren bir şeyi becerememesini ben niye tartışayım? Zâten bunu becermesi sorun, becerebilmesi sorun, bunu yapıyor olması sorun. Dış politikadaki sorun, biraz önce Burak’ın saydığı şeyleri becerip beceremediği, diplomasiyi kıvırıp kıvıramadığı değil ki. Bu konuda uyguladığı temel tercihler yanlış. Dolayısıyla ben bunu konuşmuyorum. Burada bir tuhaflık var. Bunu yapabildiği zaman da, “E yapabiliyor işte bunu” oluyor ve iktidarı kendiliğinden kurmuş oluyor. Bilim kurgu ya da fantastik filmlerden, dizilerden herkes bilir: Düşmanının gücünü toplayabilen ve bunu tekrar onların üstüne salabilenler vardır. Yüzüklerin Efendisi’ndeki Saruman’ı hatırlasınlar. Bilimden anlamıyorlarsa ona baksınlar. O bile bir şeyler anlatıyor. 

Ruşen Çakır: Ayşe Hanım, siz, ilk kutlayan Bayburt’un şerefli bir hemşerisi olarak, halkımızın bir kısmının bundan mutlu olmasının sâhici bir karşılığı olduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa hep söylenen, demin Burak’ın anlattığı mesele gibi, bir lider ve kitlesi ilişkisi mi var?

Ayşe Çavdar: Ben bu defa hem Kemal’e, hem Burak’a katılıyorum. Öyle başlayayım. 

Kemal Can: Oy birliğiyle karar çıktı.

Ayşe Çavdar: Kesinlikle. Başka bir kelime dağarcığıyla işin başka bir tarafına bakacağım ve aşağı yukarı aynı noktaya gideceğim. Biraz dilini değiştireceğim diyeyim; siyâsetin veya ekonominin diliyle değil, biraz duygu diliyle konuşacağım. Çünkü sürekli muhâfazakârları, İslâmcıları, dindarları ve Erdoğan’ın onlarla nasıl bir dil kurduğunu çalıştığım ve bunu duygu üzerinden anlatmaya çalıştığım için, biraz oradan bahsedeceğim: Ben Erdoğan’ın bir hayli zamandır, yaklaşık olarak 2010’dan beri aslında bir tür “avatar” gibi işlev gördüğünü düşünüyorum. Fakat bu, bütün muhâfazakârların, dindarların ve milliyetçilerin “avatar”ı olduğu anlamına gelmiyor. Geçen gün Medyascope’un yaptığı, Cumhur İttifakı’nın kalelerini ziyâret etme hikâyesinde –ki bence dâhiyâne bir iş yaptı Medyascope–, bir şey oldu ve Cumhur İttifakı’nın güçlü olduğu bir sürü yer ziyâret edilmesine rağmen, en çok dikkat çeken ve izlenen Kasımpaşa oldu. Ben onu biraz haksızlık gibi okudum. Kasımpaşa’ya da gidilmemeliydi artık; çünkü orası Erdoğan’ın evi, onun çekirdeği, çıktığı yer. Kasımpaşa videosu insanların morallerini çok bozdu. Sâdece, “Erdoğan’ın iktidarı devam edecek, bizim bundan bir kurtuluşumuz yok” kırgınlığı, yorgunluğu ya da karamsarlığı değil sadece. “Allah’ım bu toplum böyle, böyle devam edecek. Bu millet, bu insanlar böyle” düşüncesi. Çünkü dünyayı sürekli en kötüye ve en kötünün dışında ona en çok bağlı olana odaklanarak okuyoruz. İkinci turda konuşuruz, ama işin en kötü tarafı, muhâlefet de ona en çok bağlı olana, ondan bir türlü kopmayana odaklanarak siyâsetini yürütmeye ve siyâsî dilini kurmaya çalışıyor. Bence kilitlendiğimiz yer, Kemal’in ve Burak’ın da târif ettiği gibi, burası. “Ondan kim vazgeçmiyor?” meselesi.

Ben şimdi ondan vazgeçmeyenlerin onda ne bulduğunu târif etmeye çalışacağım: Erdoğan’ın etrafında, 90’larda belediye başkanı olduğu andan îtibâren ona tutkuyla bağlı olan insanlar oldu. Mesela, Erdoğan’ın çok ciddi bir Sakaryalı tutkunları vardır. O zamanlar güvenlik görevlilerini Sakaryalılar’dan, hepsi birbirleriyle akraba olan birtakım insanlar arasından seçerdi. Ve Erdoğan’ın onlarla bu türden kurduğu güven ilişkisi, bütün Sakarya’da ona dâir bir tutku yaratırdı. İstanbul’dayken Kurtuluş son durakta oturdum. Biraz havayı yoklamak için Kasımpaşa’ya arada çorba içmeye giderdim. Orada herkesin bir akrabalık ilişkisi vardır. Kasımpaşa’da herkes Erdoğan’la ya akrabadır, ya eski komşudur, ya çocukluk arkadaşıdır. Olmasa bile, bu hikâye gerçek olmasa bile öyledir. Çünkü semt orasıdır. Kasımpaşa’da yaptığım bir söyleşide, “Erdoğan sizin için neyi temsil ediyor?” diye sorduğumda, konuşan kişi şunu demişti: “Erdoğan benim için bir şey temsil etmiyor. Erdoğan benim.” Zâten bu nedenle ben ona “avatar” demeye başlamıştım. Erdoğan bir şeyin avatarlığını yapıyor. Peki, neyin avatarlığını yapıyor? Bir hissiyat hamûlesinin, bir sürü duygudan oluşan bir tür amalgamın… Kendi etrafındaki çekirdek ekipten, çekirdeğini kendisinin oluşturduğu bir hayâlî topluluktan bahsediyorum. Orada bir korku var. “O olmazsa ne yaparız?” korkusu. Bu korkuyu, idâre edemediğimiz bütün konular oluşturuyor. “Döviz üstümüze geliyor, dünya koptu gidiyor, Almanlar bizi kıskanıyor…” “Almanlar bizi kıskanıyor” cümlesinde bile, nazarda olduğuna benzer bir korku var. “Dünya bize acayip bakıyor. Her şeyimizde gözü var dünyanın ve hepsi üstümüze üstümüze geliyor.” Bu korkunun avatarı Erdoğan. Haset var. Meselâ yan yana komşulardır, aynı koşullarda çalışıyorlardır, hattâ aynı fabrikada, aynı koşulsuzlukta çalışıyorlardır. Ama Erdoğan taraftarı için, Erdoğan taraftarı olmayan elittir. O komşu aynı zamanda Kürt’tür meselâ. Aynı koşullarda, aynı fakr-ü zaruret içinde yaşadığı komşu Kürt’tür, ama onun haklarını koruyan bir parti vardır, entel danteller onun haklarını korumaktadır. Dolayısıyla o hâlâ elittir ya da elitler tarafından sarmalanmaktadır. O nedenle ötekine bu türden bir haset vardır. Yalnızca, ötekinden korku, ötekini dışlamak değil, hasetten bahsediyorum: “Hiçbir zaman onun yerinde olmayacağım ve onun yerinde olmayacağım için de onu istemiyorum” gibi bir duygudan bahsediyorum. Bir de inat var. Erdoğan’ın avatarı olduğu duygu durumunda inat vardır. Haset duyulan, ‘öteki’ olan, korkulana, “Sen bu adamı istemiyor musun? Onun yaptıklarını, onun söylediklerini beğenmiyor musun? Ben, senin inadına onu istiyorum. Senin inadına onu onaylıyorum” diyen bir grup var. Bütün bunların etrafında da bir ambalaj var: O da, Erdoğan’a yönelik bir sevgi, bir tutku, bir onaylama zorunluluğu. Bu ambalajın içindeki hissiyatı az önce söyledim. 

Kutuplaştırma siyâsetinden bahsettik. Esasında kutuplaştırma, hayat tarzlarıyla değil duygularla oynayarak gerçekleştirilir. Hayat tarzı çok geniş, çok siyasal ve çok gündelik çıkarlarla ilgilidir; içinde bol miktarda rasyonalitenin ve elbette duyguların bulunduğu olgulardır. Çünkü biz hayat tarzını tek başımıza oturduğumuz yerde kurmayız. Komşumuzla, toplumla, cemiyetle, mahallemizle müzâkere hâlinde kurarız. Müzâkere de zâten aklı çağırır. Fakat bu bahsettiğimiz yerde, yani kutuplaştırma hikâyesinde, aklı öteleyen ve bir şeye inatla, hasetle, korkuyla, onu çevreleyen bir tutku ve sevgi söylemiyle tutunma hikâyesi var. “Erdoğan neyin avatarı?” dediğimizde, bir siyâsetin değil, bu duyguların oluşturduğu bir tür dinamiğin, gücün, enerjinin avatarı. Burada sürdürdüğü siyâset şu: Her kriz döneminde, bu duyguları biraz daha tahkim edip, meselâ dolar 18’e gelene kadar bekleyip bekleyip, bir hamleyle aşağı indirmesi. Bence orada en azından 20’lere kadar bekleyecekti, ama biraz erken davrandılar. Çünkü bir şeyleri tehlikeli gördüler. Onun da ekonomiyle ilgili değil, tam da bu duygu siyâsetiyle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu türden bir kriz yaratıp, bir tür insanlara eşeklerini kaybettirip “Eyvah! Yeniliyoruz, kaybediyoruz. Bitti. Avatarımız yeniliyor, bu sefer altından kalkamayacak” duygusuna geçirip, bir hamleyle “Evet! Yine başardı. Yine oldu” hikâyesini yaratabilmek. Bir hikâye varsa o da burada. 

İkinci turda söyleyeceğim şeylere kapı açarak bitireyim: Bu ne yapıyor? Erdoğan’ın rakiplerini, Erdoğan’ın siyâsetini, bilgi, akıl ya da liyâkatle karşılayamaz hâle getiriyor. Sadece rakiplerini değil, toplumu da. Çünkü bu defa tıpkı Kasımpaşa’da olduğu gibi bir durum var. Bakın, Ümraniye’de değil. Çünkü Ümraniye’de ondan vazgeçmeyenler olduğu kadar, vazgeçenler de var. Ama Kasımpaşa’da vazgeçen yok, mümkün değil. Fakat biz hissiyat olarak o kadar korkmuş, o kadar birbirimizden de biraz umudu kesmiş vaziyetteyiz ki –burada muhâlefet sorumludur– ondan en vazgeçmeyene, ona en tutkuyla sarılana bakma eğilimindeyiz. Onun yarattığı, onun sürdürebildiği şey de bu. Onun çekirdeğini oluşturduğu, ona avatar olarak bakan insanların sayısı istediği kadar azalsın, yüzde 15 bile olsa, o tutkunun akıldışılığı ve akıldışılığı oranında görkemliliği var. Akıldışılık o görkemi azaltmıyor, aksine çoğaltıyor. Çünkü bu kadar akıldışıyken, Bayburt’un, Urfa’nın, Malatya’nın yaptığı gibi, hâlâ böylesine bir tutkuyla sokaklara çıkıp halay çekerek, daha da yoksullaşmalarını kutlayan insanların varlığı umutsuzluk veren bir şey. 

“Bunun karşısında siyâset nasıl kurulur?” kısmını ikinci turda söyleyeyim. Ama Kemal’in sorduğu, “Neyi sürdürüyor?” sorusunun cevâbı, bu görkemli akıldışılığı kabul edecek insanları bulabilmesi. O insanlar zâten etrafındalar. Sürdürdüğü şey, o insanlarla arasındaki hissiyat bağlarını, her seferinde biraz daha güçlendirerek her krizden çıkma hikâyesidir. Bu ne anlama geliyor? Belki etrafındaki halka giderek daralıyor. Daha da daraldığını göreceğiz. Belki bu ay îtibâriyle anketlerde biraz artacak, ondan vazgeçenler vazgeçmiyormuş gibi yapacaklar. Bence bu durum hâlâ sallantıda, çünkü bu defa hikâye çok büyüktü. Ama esasında yaptığı şey, onlarla arasındaki ilişkinin kopmazlığı yolundaki imgeyi sürdürmesi. “Böyle bir kitle hep var. Hep benden yana olacaklar ve bunlarla aramdaki bağ muhâlefet edilemez bir bağ, çözülemez bir bağ.” Bu şunu yaratıyor: Kendimizden, içinde yaşadığımız toplumdan, ülkenin geleceğinden, bir türlü rasyonel temeller üzerine oturamayacağından, o insanları bir türlü iknâ edemeyeceğimizden dolayı umutsuzluğa kapılıyoruz. Süren şey de bu umutsuzluk. Hülâsa, Erdoğan’ın sürdürdüğü bir şey varsa, hissiyat amalgamı ve o hissiyat amalgamından karşı tarafa yansıyan umutsuzluğu sürdürmek. Yoksa ekonominin sürdürülebilirliğiyle ya da mevcut iktidar düzeninin sürdürülebilirliğiyle bir ilgisi olduğunu zannetmiyorum. Sadece bu görkemli akıldışılığı ve umutsuzluğu sürdürüyor.

Ruşen Çakır: Evet, şimdi muhâlefet konuşacağız. Zâten ilk turda da hepiniz ayrı ayrı muhâlefetten bahsettiniz. Ama şimdi odak olarak muhâlefeti ele alalım. Sonuçta, muhâlefetin, bütün bu yaşananlarda bir rolü olması lâzım; ama bu son olayda da gördük ki, ürkek bir muhâlefet var. Biraz önce Kemal’in bahsettiği o televizyonlarda en sert görülen muhâlefetin bile şaşkınlığının bayağı geniş bir alana yayıldığı kanısındayım. Her ne kadar eleştiriler yapıldıysa da, Erdoğan’ın yaptığı çıkışı karşılayan bir eleştiri göremedim. Bu benim beceriksizliğim mi, yoksa hakîkaten olmuyor mu? Erdoğan’ın yaptığı hamleye denk bir muhâlefet hamlesi görmedik. Demin bahsedilen S-400 örneğinde de olduğu gibi, bunların aktive edilemeyeceği netleştiği zaman, yapılacak eleştirinin çok fazla anlamı kalmıyor. Yarın öbür gün “Kur garantili vadeli mevdûat dediniz. İşte gördünüz, dolar yine aldı başını gidiyor” eleştirisini altı ay sonra yaptığınız zaman, aradan geçen altı ayda iktidar yürümüş olacak. Ne dersin Kemal?

Kemal Can: Senin söylediğin ve benim de gözlemlediğim gibi, birtakım yorumcular televizyonlara çıkıp, “Biz de fâize karşıydık, doların düşmesine de tabii ki sevindik” demek zorunda hissediyorlar. Çok tuhaf. Bundan bir hafta, on gün önce hep şunu konuşuyorduk: “Moral dengeler değişti. İktidar savunma pozisyonuna geçti. Muhâlefet soru soruyor, gündem kuruyor.” Sonra birdenbire bu durumun tersine döndüğünü, îzah etmek zorunda kalanın muhâlefet olmaya başladığını fark ediyoruz. Bu neden oluyor? Bu, siyâsî bir model olması sebebiyle, ilk turda Burak’ın bahsettiği otoriter popülizmin kullanım kılavuzu îtibâriyle nasıl işlediğini anlattığı o siyâsî modele cevap üretme yeteneğini geliştirmek yerine, sâdece bu iktidarın beceri kapasitesine odaklanmış bir muhâlefetin, bu tür hamleler karşısında cevapsız kalması sebebiyle oluyor. Şimdi ne görüyoruz? Bir moral bozukluğu. Aslında, ilk turda konuştuğumuz gibi, Erdoğan’ın durumu toparlayıp toparlayamadığını henüz bilmiyoruz. Ama muhâlefet cephesinde, Erdoğan’ın toparlayabildiğinden daha fazla bir moral bozukluğu üretebildiğini görüyoruz. Yani halaylar ne kadar saçmaysa, bu tarafta da “Bu milletle bir şey olmaz” düşüncesi de öyle. 

Zâten daha önceden, tam da böyle olabileceğini tartışmaya çalışan, uyarmaya çalışan herkese, “Muhâlefete muhâlefet etmeyin” diye suçlamalar yöneltenler, sanki bu formülü onlar üretmiş gibi onları suçlamaya devam ediyorlar. Özellikle sosyal medyada çok yaygın biçimde, “Zâten bu milletle bir şey olmaz, bunlara ne anlatılabilir ki? Bu millet zâten hep böyle” söylemlerinin envâi çeşidini görüyoruz. Ama aynı insanlar, bundan bir hafta önce, “Artık bu iş bitti” derken, aslında iktidar tabanının nasıl eridiğini söylüyorlardı. İktidar tabanı erirken bu milletle bir şey yapılıyor. Ama iktidar çok basit, çok kaba, çok uyduruk, defalarca tekrarlanmış bir numarasını tekrar seyrettirecek insanlar bulduğunda ve bunu köpürtebildiğinde, “Bu milletle bir şey olmaz” oluyor. Aynı insanlar, aynı toplum için birdenbire iktidarın yaptığı hamlelerle bütün kanaatlerini değiştiriyorlar. Bu çok tuhaf bir şey. Peki, bunu ne yaratıyor? Siyâset, muhâlefetin, iktidarın yaptıkları ettikleri, becerdikleri beceremedikleri üzerine kurduğu bir anlatı üzerine devam ettiği için, siyâseti hâlâ iktidârın kurduğu bu oyun parametreleri belirlediği için, orada bir numara çekebildiğinde –ister gündemi etkileyerek, ister siz gündemi ele geçirdiğinizi düşünürken aslında yine kendi gündemini konuşturarak– kurabildiği denklemi bozamıyorsunuz. Onun sürdürdüğü şeyi tartışmaya açamıyorsunuz. 

Muhâlefet açısından çok temel bir şey var. Biraz önce Ayşe değindi: Onu terk etmeyeceklere dert anlatmak, muhâfazakârlara çok sevimli görünmek, milliyetçilere daha çok milliyetçilik yaparak sinyal vermeye çalışmak, onların endîşelerini azaltmak. Tamam, bunların hepsinin anlaşılır bir yönü var. Böyle bir politik perspektifin de anlamı var. Bunu tamamen bırakmamak gerekir. Yani “Gidenler gitti, kalanlar bizimdir” demek gerçekçi olmayabilir. Ama şunun anlaşılır bir tarafı yok: “Onu asla terk etmeyecekler” değil, ama onu terk etme işâreti vermişler üzerine nasıl bir politika ürettiniz? Onlar için nasıl bir seçenek sundunuz? Seçenek olarak sunduğunuz şey, “Onların yaptığını onlar artık yapamaz, çünkü becerilerini kaybettiler. Biz yaparız” demek. Bu mu yani? Onlara söylediğiniz bu mu ve onlar buna mı iknâ olsunlar? Onlar artık iktidarı desteklemekten vazgeçme niyetlerini göstermiş durumdalar. Bu “kararsız” tartışması bu yüzden önemli. “Kararsızlar gerçekten kararlı mı? Kararsız blok olarak görülen şey aslında örtülü bir kararlılıkla, bir eğilimle mi o arafta duruyorlar?” tartışmaları çok geniş. Ama şunu görüyoruz: Bundan beş-altı sene önce yüzde 60-40 olan dengenin, yüzde 40-60 olarak değiştiği ve bundan dolayı da “İktidar gidiyor. Geliyor gelmekte olan. İşte bütün aritmetik değişti” denmesine neden olan değişimin üretildiği bir gri alan olduğu. Bu gri alanın, “Biz mevcûdu daha iyi yaparız” diyerek kazanılmayacağını ve mevcûdu sürdürmekte olanlar, sürdürme yeteneğini tâzelediklerinde buna siyâsî bir cevap verme yeteneğinin olmadığı defalarca görüldü. 

Ayrıca, dünyadaki genel eğilimde, ne Şili’de ne Biden’ın kazanmasında, “Ben onun yaptığını daha iyi yaparım” söylemi yoktu. Trump karşısındaki, onun saçmalıkları üzerine kurulan muhâlefet dilinin çok sonuç alıcı olamadığı, başka bir seçenek söylemeye başladığında Biden’ın oy oranının arttığını gösteren pek çok şey vardı. Senelerce alay konusuydu: “Trump şöyle bir saçmalık yaptı. Trump şöyle bir cahillik yaptı. Şunu da bilmiyor, ne acayip adam” diye onunla alay eden bir Amerikan medyası vardı. Ama popülaritesi sürekli artıyordu. Sonra, “Bu adam kötü bir şeye neden oluyor. Sizin ve herkesin aleyhine bir şeye neden oluyor. Yaptığı şey, kendi beceriksizliğinden bağımsız olarak tercihleri îtibâriyle yanlış” demeye başladığında bir ivme kazandı. 

Gerçekçilik tartışmasına dönecek olursak, buradaki muhâlefetin böyle bir ortak program çıkartabileceği iddiasında değilim. Böyle bir şey beklediğim için de söylemiyorum. Çok mümkün de görmüyorum. Ama şu çok açık: Sadece bütün sorunları teknik bir alana daraltarak, sadece iktidârın yaptıklarını ve yapabilme kapasitesini tartışarak bir sonuç almak belki mümkün. Belki iddia edildiği gibi iktidar kendi kendine, muhâlefet bir şey yapmasa da kaybediyor. Muhâlefet, bazen iktisat uzmanlarının, bazen medyanın yerine geçen bir rolü oynayarak da muhâlefet yapmaya devam edip sonuç alabileceği bir taktik uyguluyor olabilir. Ama böyle hamleler karşısında dilsiz olmaya mecbur. Eğer böyle bir tercih kullanıyorsa, meseleyi buradan kuruyorsa buna mecbur. 

Şimdi daha zorlu bir şey var: Bu hamle olduktan sonra, olumsuzluk yayan muhâlefete fatura çıkartan bir acelecilikle davranmıyorum. Ben senelerdir bunun olabileceğine ilişkin bir uyarı yapmaya çalışıyorum. Üstelik çok önceden, “Bu iktidar referandumdan geçince artık tutulamaz” diyenlere tam tersini söyleyerek, “Tam tersine, yapısal bir çözülme var. Bunun üzerine politika ve muhâlefet kurmaya başlarsanız, bu iktidarın kurduğu siyâsî hegemonyayı buradan bozabilirsiniz” iddiasını ve bunun işâretlerinin olduğunu söylemiş biri olarak söylüyorum. O zaman bizi iyimserlikle suçlayanlar, sonra birden iyimserliğin dibine vurdular. Şimdi de şaşkınlık yaşıyorlar. Ama şu önemli bir şey: İktidardan vazgeçmeyenlere değil, asıl olarak vazgeçmeye niyeti olanlara, bunun işâretini vermiş olanlara başka bir şey anlatmanız lâzım. İktidardan vazgeçmeyenlere de bir şeyler söyleyin, onların da saçmalığını değiştirmeye çalışın. Ama bunu onların kimlikleri üzerinden yapamazsınız. Onu başka bir bağlamda düşünmekle, meselâ yoksul olduğunun farkında olarak, bunun kendisine ne getirdiğinin farkına vardırarak yapabilirsiniz. Bunu kurmadığınız sürece, bu tür taktik hamlelerle siyâset taktik alana daraldığında, iktidar gücünü elinde tutan ve böyle popülist araçları kolayca kullanabilen, bunun da ideolojik mensubiyetlerle kolay işlediği bir şeyi yerleşikleştirmiş halde olanlar avantajlı hâle gelir. Taktik alanda bu muhâlefetin sonuç alması mümkün değildir. 

Başka bir uyarıda daha bulunayım: Çok uzun bir süre “Daha vakit var. Biz onlara koz verip aceleden adayımızı niye gösterelim? Programımızı ortaklaştırmaya çalışıp farklarımızı niye sivriltelim? Acelemiz yok” diyorlardı. Şimdi, “baskın”, hatta“süper baskın” seçimden bahsediliyor. Hadi bakalım, şimdi ortaklaşacaksınız. Ortak iktidar perspektifi açacaksınız. Bunu kimlerle yapacağınızı söyleyeceksiniz. Adayınızı belirteceksiniz, onu tanıtacaksınız. Bu tartışma, neredeyse yerel seçimden ve muhâlefetin birlikte durma yeteneğini kazandığı andan îtibâren yapılıyor. “Dur bakalım, sonrayı sonra konuşuruz”… “Sonra” geldi. 

Ruşen Çakır: Bunları sonra konuşalım. 

Kemal Can: Şunu söyleyeceğim: İkinci bir uyarı da, buna vakit kalmayacak bir alana daralıyor ve muhâlefetin önüne ikinci bir mesele daha gelecek.

Ruşen Çakır: Baskın seçim, hatta süper baskın seçim diyerek beni çok memnun ettin. 

Kemal Can: Hayır “Baskın seçim olacak” demiyorum. Siyâsetin üzerinde baskın seçim baskısının oluştuğunu söylüyorum. 

Ruşen Çakır: Eyvallah.

Kemal Can: Baskın seçim olup olmayacağını bilmiyorum. Çünkü iktidârın da bir-iki ay bunun sonuçlarını görmek isteyeceğini düşünüyorum. Halaylara bakarak karar vereceklerini sanmıyorum.

Ruşen Çakır: Bir an önce yapsınlar da ben de mahcup olmayayım dedim. Burak, ilk turda muhâlefet için rehâvetten bahsetmiştin. Şimdi artık yumurta kapıya dayandı mı?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, öyle oldu. Teşhisimizi doğru koyalım. Bir demokraside üç farklı aktörün birbiriyle etkileşimine şâhit oluruz: Bir tanesi devlet, birisi siyasal alan, diğeri sivil toplum. Başkanlık sisteminin demokrasiye yaptığı en büyük ihânet, siyasal alanı ilga etmesi oldu. Bunu iki şekilde yaptı: Birincisi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendisini devletle özdeşleştirmesi, bir anlamda siyasal alanın diğer aktörlerini kriminalleştirmesi, marjinalleştirmesi. İkincisi, Başkanlık Sistemi’yle birlikte muhâlefetin bir arada durması, dolayısıyla kendi rengini veya kendi temsil ettiği sivil toplum alanının çıkarlarını savunmaktan imtinâ etmesi. Dolayısıyla biz, siyâsî alanın olmadığı, sivil toplumun bir bölümünün herhangi bir devlet kısıtlaması olmadan tamamiyle iktidarı ele geçirdiği, bir bölümünün de büyük bir baskı ve yoksulluk içinde yaşadığı bir ülkede yaşıyoruz. Burada demokrasinin olmamasının teorik açıklaması bu. Bu, Kemal Ağabey’in sorduğu, “Muhâlefet niçin taktiksel yöne savruluyor?” sorusunun da bir açıklaması. Çünkü eğer yapısal bir îtiraz geliştirmek zorunda kalıyorsanız, baştan aşağı siyasal sistem üzerinden yapısal bir îtiraz geliştirmeniz gerekiyor. O da parlamenter sisteme dönüş çabalarını ihtivâ etmek zorunda. Bu yapısal îtirazı buradan yaptınız. Başkanlık Sistemi’nin siyasal alanı öldürdüğünü söylediniz. Siyasal renkliliğin savunusunu yaptınız. Fakat gerçekten bu siyasal alan savunusu, şu anda toplumun ihtiyâcı olan şey mi? Yani, oy verme davranışını etkileyecek olan şey siyasal alanı savunmak mı? Olabilir. Bütün ekonomik başarısızlıklardan dolayı, biraz önce öne sürdüğüm denklemi ortaya koyup, parlamenter sistem, zayıflatılmış başkanlık sistemi veya yeni bir sistem arayışı içerisine girebilirsiniz. Bu soyut neden-sonuç ilişkisi bence doğru; ama toplum tarafından anlaşılıp bir şekilde olumlu reaksiyon alacak mı? Muhâlefet partileri bundan pek emin değiller. Arka planda devam eden parlamenter sisteme dönüş görüşmeleri var. Ancak bununla pek yetinmiyorlar ve daha gündemi domine edebilecek, sosyal medyada bir dalga uyandırabilecek ya da halkın ilgisini çekebilecek flaş, manşet söylemlerle gündeme gelmeye çalışıyorlar. Bunun da işe yaramadığı, geçen pazartesi günü ortaya çıktı. Siz bu şekilde politika yaptığınız zaman da bir duvara çarpıyorsunuz. Dolayısıyla, burada bir ikilem var. Yapısal bir îtiraz geliştirdiğiniz zaman çok soyut konuşmuş oluyorsunuz; daha taktiksel bir şeyler yaptığınız zaman da Erdoğan’ın duvarına çarpmış oluyorsunuz. Bunu aşabilmenin üçüncü yolunu bulmamız gerekiyor. Muhâlefet olarak bunu yapmamız gerekiyor. 

Benim görebildiğim kadarıyla, muhâlefet aktörlerinin içinde bulundukları durumu tasvir etmek ve pozisyon alabilmekle ilgili çok ciddi anlamda entelektüel sıkıntıları oluştu. Bu entelektüel sıkıntı şundan kaynaklanıyor: Bir “kararsız seçmen” meselesi var. Anketlerde bu kararsız seçmenin yüzdelik dilimini görüyoruz. Muhtemelen siyâsetçiler, milletvekilleri, genel başkanlar da bunlara bakıyor. Bu kararsız seçmenin sosyolojik analizi pek yapılmıyor. Hangi çıkar grubuna tekabül ettiği bilinmiyor. Çünkü demokrasi dediğimiz şey, aslında çıkar gruplarının bir şekilde siyâsî temsilidir. Avrupa demokrasisi nasıl sınıf çatışması üzerinden evrildiyse, Türkiye’de de belli bir çatışma ummamız lâzım. Fakat biz, bu çatışmayı materyal menfaat yerine, başka düzlemlerde gidermeye çalışıyoruz. Bu kararsız seçmenin niçin kararsız olduğu bilinmiyor. Daha somutlaştırayım, çok uzayda bir yerde konuşmak istemiyorum: Kemal Bey’in Mersin mitingi muz üreticilerinin sorunlarıyla alâkalı bir mitingdi. Ben muz üreticilerinin sorunlarından konuştuğunu dinledim. Kaç tane muz üreticisi olduğunu ve kaçının gerçekten sıkıntı içerisinde olduğunu bilmiyorum. Ya da bizim siyâsetçilerin dilinde bir çiftçi meselesi var. Türkiye’nin yüzde 90’ndan daha fazlası artık şehirlerde yaşıyor. Çiftçi nüfusu azalıyor ve çiftçi nüfusu, Demirel’in 60’larda ve 70’lerde yaptığı siyâsette olduğu kadar önemli değil. Gecekondu meselesinde de, gecekonduların son dönemlerdeki dönüşümüne bakmak lâzım. Ayşe o konuları çalıştı, gerçekten 70’lerin ve 80’lerin gecekondu meselesine mi tekabül ediyor, yoksa orada başka bir dönüşüm mü var? Dolayısıyla, siyâsî partilerin aslında hangi çıkar grubunu temsil ettiklerine dâir bir fikri yok ve entelektüel bir çıkmaz yaşıyorlar. 

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kalelerine gidilen ve orada yapılan röportajlarda benim ilgimi çeken hâdiselerden bir tanesi, üretken olmayan, kahvehanede, kapalı mekânda oturan insanların Tayyip Erdoğan sevgisi, açık mekânda bir yerden bir yere koşturan, çalışan genç kuşağın ise kafasının karışıklığı ve bu hükümete oy vermeyecek olması. Demek ki burada kuşak üzerinden yapılabilecek bir siyâset var. Kuşak üzerinden yapılabilecek siyâset yapılıyor mu? Bence yapılmıyor. Bunu ortaya koymak lâzım. 

Partilerin bir arada durması maalesef bir zorunluluk. Ben bundan çok hoşnut değilim. Bu, sistemin getirdiği bir şey ve bu sisteme îtiraz ederek bu zorunluluğu aşamıyorsunuz. Yapısal îtirazınız sizi bu zorunluluktan kurtarmıyor. Maalesef burada beraber olmak zorundasınız ve bu, partilerin kendi renklerini ortaya koymalarını önleyen bir şey. O zaman bütün siyâsî partilerin ortaya çıkıp uzlaşabilecekleri programın da somutluk seviyesi hızlı bir şekilde düşüyor. Somutluk seviyesi düştükçe belki daha kapsayıcı oluyor, ama söylediği şeyler de azalıyor. 

Peki, bu “ortak program, ortak söylem” meselesini nasıl aşacağız? “Nasıl aşılmalı?” demiyorum, ideal ve normatif olandan bahsetmiyorum. “Kısa vâdede, yarın seçim olursa biz bunu nasıl aşacağız?” sorusuna cevap vermeye çalışıyorum. Bu, herhalde yapısal bir îtiraz üzerinde ısrar ederek değil, Erdoğan’ın karizmasını dengeleyebilecek, topluma güven verebilecek, yönetme irâdesinin sinyalini verebilecek ve günbegün hangi adımları somut olarak atacağını söyleyebilecek bir programla olabilir. “Nasıl olabilir?” sorusuna benim cevabım böyle. Çünkü maalesef bu yapı, partileri sivil toplumu temsil etmekten alıkoyan bir noktada. Gerçeklik muhabbetini yapabiliriz, bunun üzerine konuşabiliriz ama, “Yarın seçim ilan edilse, birkaç ay sonra sandık önümüze geldiği zaman bu işten nasıl kurtulacağız?” sorusuna cevap olarak bunu verebilirim. Tayyip Erdoğan’ı kişisel olarak siyâset yapma yeteneğinde zorlayabilecek, daha güven veren, çalışabileceğine ve enerjisini topluma yansıtabileceğine bizi inandıran, meselâ Merkez Bankası başkanını seçimden iki üç ay önce açıklayan, meselâ “Ben başkan olursam, Daron Acemoğlu Türkiye Merkez Bankası Başkanı olacak ve işlerine karışmayacağım” diyecek bir tutum muhâlefeti bir anlamda başarıya taşıyabilir. Çünkü maalesef yapısal îtirazı yapmak, muhâlefeti yapısal sorunlardan dolayı yaşadığı hoşnutsuzluklardan kurtarmıyor.

Ruşen Çakır: Ayşe, muhâlefet konusuna sen de bayağı bir değinmiştin. Seninle de turun son noktasını koyalım.

Ayşe Çavdar: Ben somut şeyler söyleyeceğim. Çünkü nedenlerini aylardır tartışıyoruz. Sürekli muhâlefeti eleştiren birisi olarak adım çıktı dokuza, inmiyor sekize. Ben somut bir şeyler önereceğim, ama o somut şeylerin soyut bir özü var: Erdoğan’ın az önce sözünü ettiğim duygu siyâseti bir tekin gösterisi üzerine kurulmuş bir siyâset. Yani o, bir avatar. Kimin avatarı? Yüzde 15-20’nin çekirdeğini oluşturduğu bir ekibin avatarı. O ekip adına tüm bu duygu salınımlarını yaratıyor ve tekilliği üzerinden sürekli bir görkemli gösteri yapıyor. Her krizde de bu gösteri tekrarlanıyor. Bu nedenle, onun karşısına konulacak, onunla yenişecek olan gösteri, çoğulun gösterisi olmak zorunda. Orada kimse Erdoğan’ın yerine geçemez veya oturamaz. Çünkü o, bütün o duygu amalgamının avatarı hâline geldi ve “O tek, herkes ona karşı” şeklinde bir oyun kurguladı. Yirmi yıldır, hatta neredeyse otuz yıldır bunu oynuyor. Çünkü biz Erdoğan’ı başarılarından çok, kiminle nasıl kavga ettiğiyle bildik. “Millî Görüş gömleğimi çıkarıyorum” mevzuunda bile, esasında bir baba ile kavga hikâyesi vardı. Dolayısıyla bir avatara dönüştü. Sürekli kavgalarıyla, meydan okumasıyla, bıçkın vücut diliyle maskülen bir avatar oldu. O yüzden, onun karşısındakinin benzer bir tekilliği değil, bir çokluğu –çoğunluğu değil–, yani birbirine benzer olmayanların yan yana gelebilmesi durumunu ifâde ediyor olması lâzım. Çoğulun gösterisi olması lâzım. 

Bu nasıl olur? İki somut şey söyleyeceğim: Burak dedi ki: “Çok az ortak nokta bulabiliyorlar. Bu sebeple de önerileri somut olamıyor.” Millet İttifakı ve çevresinden bahsediyoruz. Çünkü Millet İttifakı esasında CHP ve İYİ Parti’den ibâret ve etrafında da dört parti daha var. Fikir ayrılıkları mı var? Biz bu fikir ayrılıklarını da konuşabildiklerini görmeliyiz. Erdoğan’ınki kapalı kapılar ardında üretilmiş bir imajın, bir imgenin tekliğinin gösterisi. Biz kapalı kapılar ardında olmayan, herkesin gözleri önünde var olmuş bir siyâsî tartışma görmek istiyoruz. Siyâsî tartışmanın alanını genişletmemiz gerekmiyor, bugün bizâtihi siyâsîler kendi aralarında tartışarak yapabilirler. Somut bir örnek vereyim: Muhâlefetteki siyâsî partiler ekonomi programlarını yavaş yavaş aktarmaya başladılar. Meselâ her biri kendi ekonomi programlarını açıklarken, diğerleri o salonda bulunabilir. Bunu bir televizyon programında birlikte tartışarak yapabilirler. Bir adım ileri götüreyim: Ekonomi programını, birisi Adana’da, diğeri Bayburt’da açıklayabilir ve diğer siyâsî partileri davet edebilir, hep birlikte konuşabilirler. Bu, en ortak derdimiz olan ekonominin, herkesin gözü önünde muhtemel geleceği inşâ edecek olan bütün ortaklar tarafından, hemfikir olmasalar bile birlikte konuşulması anlamına gelir. Zâten hemfikir olsunlar diye orada değiller. İttifak, hemfikir olmaları anlamına gelmiyor, güç birliği yaptıkları anlamına geliyor. Bunun şöyle bir etkisi olacak: Dediğim gibi, Erdoğan’ın sunduğu tekilliğin karşısında bir çoğulluk performansı kuracağız. Bu performansın içinde de kararsızlar, o siyâsî partinin ideolojisini belirleyenler, yolunu yordamını belirleyenler, yöntemini beğenenler ya da liderini beğenenler de, onları avatar olarak görüp birbirleriyle konuşmaya başlayabilirler. Erdoğan’ı avatar olarak görenlerin bağlılığına, sadâkatine, onlardan taşan duygu amalgamlarına bakarak yaptığımız siyâsetin yerine, birbirimizin yüzüne bakarak siyâset yapabiliriz. 

Gezi Parkı hikâyesinin en belirleyici yerlerinden bir tanesi, çok güzel ve görkemli anların olmasıydı. Zâten zannediyorum Erdoğan’ın Gezi’yi tehditkâr görmesinin sebeplerinden bir tanesi budur. Onun sunduğu tekilliğin karşısına birbirine hiç benzemeyen, birbirleriyle ortaklığı olmayan insanların birlikte kendiliğinden gösterdikleri performanslardır. Oradaki güzel anlardan bir tanesi “Yeryüzü Sofraları”ydı. Mevzu bu yüzden önemli ve grafik olarak anlatmaya çalıştığım şeyi temsil ediyor: Hatırlarsınız, Yeryüzü Sofrası iftarları yapıldığı zaman, Beyoğlu Belediyesi eski AKM’nin önünde bir iftar düzeneği kurmuştu. O iftar düzeneğinde beyaz satenimsi –bence sahte saten– örtüler ve etrafında da AKP kimi beğeniyorsa onlar, AKP ile karşılıklı beğenme hâlinde olanlar vardı. Geriye kalanlar, yani Yeryüzü Sofrası’ndakiler, bütün İstiklâl Caddesi’ni bir sofraya dönüştürmüşlerdi. Ve öyle bir hâle gelmişti ki, saten örtülü masanın da etrafını kuşatmışlardı. Beyaz masa örtülü iftarı kuşatan bir Yeryüzü Sofrası görüntüsünü vermemek için, polis araya TOMA koymak zorunda kalmıştı. 

Buna benzer bir şeyden bahsediyorum. Madem birbirimize benzemiyoruz, birbirimize benzememe hâlimizle, şakalaşarak bile olsa halleşebiliriz, bunu karşılıklı konuşabiliriz. Ortak meselelerimizi kavgaya ve kıyama dönüştürmeden karşılıklı konuşabiliriz. Erdoğan’ın avatarı olduğu ekiple konuşmak zorunda değiliz. Ama ona bakmaktan, bu yarışı ve bu irrasyonel hikâyeyi seyretmekten yorulanlar olabilir –bunlara kararsızlar da diyoruz–, onlara seyredebilecekleri başka ve daha çoğulcu bir gösteri sunabiliriz. Bunu neden yapmadıklarıyla ilgili bir şey söyleyeceğim: Umutlu bir noktada bırakmak isterdim, ama ne yazık ki öyle yapamayacağım. Biz, mevcut muhâlefetteki, özellikle ana akım muhâlefetteki siyâsî partilerin kadrolarının ve liderlerinin de, 20 yıldır Erdoğan’ın merkezinde olduğu bir siyâsî gösteri içinde olduklarını ve siyâsî tecrübelerinin onunla belirlendiğini unutuyoruz. Dolayısıyla, Erdoğan’ın siyâsetini ve pozisyonunu beğenmeseler de, onun kendi gücünü tahkim etme yöntemini siyâset zannetmek gibi bir sıkıntıları var. Bu sıkıntıyı aşmaya Kılıçdaroğlu biraz yaklaşıyor. “Ben” dediği zamanlarda o sıkıntıyı onda da hissediyorsunuz. O da neden? Yaşı îtibâriyle ve siyâsî kariyerinin geleceğiyle ilgili çok büyük hesapları olmaması dolayısıyla. Ben, o yüzden geçiş dönemi için uygun biri olduğunu düşünüyorum. Ama kazanmaya en yakın adayın belirlenmesi de başka bir avantaj. Dolayısıyla zannediyorum ki o da müzâkere edilecektir. Onun dışındaki herkes, hele Babacan ve Davutoğlu’nun ekipleri, AKP’nin duygu amalgamını örgütleme biçiminde ürettiği siyâsetin öğrencileri. Buna Akşener’i, hatta İmamoğlu ve Yavaş’ı da eklemek lâzım. Bu siyâsetten kendilerini dışarı çıkarmalılar. Onunla yan yana da olsa, kavga ederek de olsa, şu anda bu iktidar için birbirleriyle ve onunla yarışanlar açısından siyâset, Erdoğan’ın yaptığı bir şey. Hem kendi kafalarında hem teşkilatlarında bu duyguyu dağıtmadan da, az önce söylediğim performansı yapamayacaklar. 

Benim umutlu olduğum taraf şu: Toplum, ne kadar karamsar olursa olsun, muhâlefet partilerinin, az önce bahsettiğime benzer bir şenlik, bir sofra kurdukları her durumda teveccühlerini gösteriyor ve umutlanıyor. Bu bizden çekildiğinde de umudumuzu kaybediyoruz. Dolayısıyla, toplumdan yana çok umutluyum. Ama siyâsilerin, özellikle liderlerin ve teşkilatların önde gelenlerinin bunu kavrayabileceklerinden emin değilim. Çünkü onların kültürleri değil ama siyâsî zihniyetleri ne yazık ki Erdoğan tarafından aşırı belirlenmiş vaziyette. Orada da Erdoğan’ın avatarı olduğu bir yer var ne yazık ki. Ben buna “gizli beğeni” diyorum. Erdoğan’ı gerçekten sevmiyor, beğenmiyor olabilirler; ama günün sonunda belki de içlerinden şunu söylüyorlar: “Yahu adam yine yaptı. Yine yaptı, yine insanlar ondan vazgeçmiyorlar.” Ve bu, kendilerinden, kendi yöntemlerinden, düşüncelerinden şüpheye düşüp, gidip yine onun kırmızı çizgileri içerisinde siyâset yapmalarına neden oluyor. Kaç senedir gözlemlediğim şey bu. O yüzden ben umudun olduğunu, umudun önündeki engelin de Erdoğan değil, onun oluşturduğu siyâsî atmosferde, onunla mücâdele ederek ya da onunla yan yana yürüyerek siyâsetlerini üretmiş insanların, Erdoğan’dan zihinsel kopuşu başaramamaları olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Herhalde bu konuyu dönüp dolaşıp “Adını Koyalım”da hep konuşacağız. Burada noktalıyorum. Var mı ekleyeceğiniz bir şey?

Kemal Can: Ben bir şey söyleyeceğim. Hem Burak, hem Ayşe söylediler: Burak bir mecburiyet olarak, Ayşe de bir süreç olarak bahsetti. Ama başlıktaki sorunun cevabı olarak: “Toparladı mı?” Bence Erdoğan belki toparlayamadı, belki toparlayamayabilir. Ama kendi yarış mantığını geri çağırmayı becermeye daha yakın bir durumda. Aslında siyâsî aritmetiği değiştiren şey, onun yarış mantığının bozulmasıydı. Artık seçmenin, onun “kendisi-ötekiler” diye kurduğu şeyi çok doğru bulmamalarıydı. Hem muhâlefetin bunu devam ettirememesi, hem de Erdoğan’ın yaptığı yeni hamleyle yarış yeniden, onun bildiği ve sevdiği yarışa dönüyor. Arkasına devleti ve dini almış Erdoğan’la yarışa girme mecburiyeti doğuyor. Üstelik de tam özgüvenini kaybetmişken, önemli bir hasar alan muhâlefetin mecburiyetiyle. Böyle bir durum var.

Ruşen Çakır: Burak, sen bir şey söyleyecek misin?

Burak Bilgehan Özpek: Son olarak, bu ekonomik oy verme modelini iyi incelemek gerekir diyorum. Ali Akarca Hoca’yı da analım burada. O 1950’den 90’a kadar bütün seçimlerdeki ekonomik indikatörlerle oy verme davranışı arasındaki ilişkiyi incelemişti. Bu, sadece dolara endeksli bir şey değil. Muhâlefetin bu işi sadece anketlerin ilk sayfasına bakıp, “Oylarımız arttı-azaldı” şeklinde değil, kararsız seçmenin maddî çıkarlarının ne olduğu, toplumsal olarak hangi sınıfa tekabül ettikleri, beklentilerinin ne olduğu gibi ekonomik parametreler üzerinden okuması çok daha iyi olacak. Çünkü artık her an seçim olma ihtimâli var, Kemal Ağabey doğru söylüyor. Dolayısıyla çok fazla vakit kalmayabilir. Muhâlefetin çok geç kaldığını, bazı konularda uzlaşmakta çok oyalandığını düşünüyorum. Hâlâ “Adayımız çıkarsa yıpranır” diyen insanlar var. Bir zahmet yıpranacak, siyâset böyle bir şey. Erdoğan 30 senedir yıpranıyor. Biz yıpranmadan, seçim günü gökten zembille sandıkların başına inecek bir peygamber beklemiyoruz. Bu işi biraz daha ciddiye alıp, işin teknik analizini yapıp, hangi toplum kesimine hangi dille seslenileceğini bilmek önemli. Maalesef biraz geç kaldık. Zaman kısıtlamasından dolayı lider odaklı ve kadro odaklı gideceğiz.

Ruşen Çakır: Evet. “Adını Koyalım”a burada noktayı koyuyoruz. Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e, Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.