Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: 2021’de Türk-Amerikan ilişkileri, Amerikan dış politikası ve Ortadoğu

Ruşen Çakır ve Gönül Tol, Transatlantik programının bugünkü bölümünde 2021 yılında Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrini, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden’ın göreve geldiği 20 Ocak’tan itibaren Biden’ın ABD dış politikasında attığı adımları ve eski Başkan Donald Trump’ın politikalarıyla farkını, yıl boyunca Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri ve Körfez ülkelerinin attığı normalleşme adımlarını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”in 2021’deki son yayınında Gönül Tol’la birlikte olacağız ve 2021’i değerlendireceğiz. Gönül, merhaba 

Gönül Tol: Merhaba Ruşen 

Ruşen Çakır: Evet, Washington’da değilsiniz. Yeni yıl tatilindesiniz. Evet, seni yakaladık 2021’i değerlendireceğiz. Şimdi birkaç şeyi ele alalım istiyorum: İlkin Amerikan dış politikası, ikinci olarak Türk-Amerikan ilişkileri, bir de tabii ki Ortadoğu‘yu konuşalım. Ve önce ABD’den başlayalım. Şimdi Biden’ın ilk yılı, değil mi? Yani Biden bir yılı geçirdi ve birtakım vaatleri vardı; daha çok iç politika ağırlıklıydı, ama dış politikada da, dünya ile ilgili ciddi vaatleri de vardı. Neler söylemişti? Ne kadarını gerçekleştirebildi? Açıkçası genellikle olumsuz şeyler daha dikkat çekiyor. Ne dersin? 

Gönül Tol: Evet Ruşen, Biden seçilmesinin ardından hem iç siyasete hem dış siyasete dâir beklentiler çok yüksekti. Özellikle dünyanın beklentileri çok yüksekti. Çünkü biliyorsun Trump yılları çok inişli çıkışlı yıllardı Amerika’nın dünyayla ilişkisi açısından. Ve Biden bunun tam tersi bir Amerikan dış siyaseti çizgisi vaat etti. Neler demişti seçim kampanyası sırasında dış politika için verdiği sözlerde? Birincisi, ittifakları güçlendireceğinin sözünü verdi ve bu çerçevede de NATO ittifakına çok büyük önem atfettiğini söyledi. Önemli dış politika meselelerinde müttefiklerle çok daha yakın, çok daha sıkı bir işbirliği içerisinde olacağının sözünü verdi. Uluslararası kurumlara ve anlaşmalara bağlılığın yeniden önemli bir Amerikan dış politika prensibi olacağı sözü verdi — çünkü Trump yıllarında, biliyorsun Trump uluslararası kurum ve anlaşmalara karşı çok negatif bir tutum izlemişti. Yani yepyeni bir sayfa açılacağı konusunda söz vermişti. Biden, kendi yönetimi altında, bütün dünyayı ilgilendiren önemli konularda, iklim krizi gibi, otoriterleşme gibi meselelerde Amerika’nın dünyaya liderlik edeceğini söylemişti. Bir de Amerika’nın daha spesifik ülkeler konusunda izleyeceği dış politika noktasında, mesela Rusya ile ilişkiler konusunda çok daha iniş çıkışlardan uzak, çok daha istikrarlı bir Rus politikası izleneceğinden bahsetmişti. Ve Çin konusunda da çok daha sert bir tutum takınacağım demişti. Amerika’nın en uzun savaşı olarak nitelendirilen Afganistan konusunda, artık Afganistan’dan çekileceğini ve Amerika’nın bu en uzun savaşını sona erdiren başkan olacağı sözünü vermişti. Ve son olarak da İran ile 2015 yılında Obama döneminde imzalanan nükleer anlaşmaya geri dönüleceği sözünü vermişti. Yani temel olarak vaat ettiği şeyler, ana konularda vaat ettiği şeyler bunlardı. Şimdi bunları değerlendirdiğimizde, 2021 yılında dış politika alanında attığı adamlara bakıp bu vaatlerin ne kadarını gerçekleştirdiği konusuna baktığımızda, tabii bir başarı hikâyesi görmek güç dış politika alanında. Ama şunu da söylemek gerekiyor: Yani bütün bu konularda tabii bulunduğu vaatleri bir yıl içerisinde gerçekleştirmesi çok çok zor. Ama tek tek attığı adımlara bakarak, hani bu vaatleri gerçekleştirme noktasında ne kadar başarılı adımlar attığı sorusuna belki yanıt arayabiliriz. Dediğim gibi, orada çok büyük bir başarı hikâyesi yok. Farklı bir dış politika dili tutturduğu çok net. Yani Trump’tan belki de en net ve keskin farkı oydu. Farklı bir dil tutturdu. Mesela NATO ittifakına verdiği önemin her fırsatta altını çizdi. İttifaklara verdiği önemi her fırsatta vurguladı. Bu dış politika dili açısından çok farklıydı. Fakat aslında pratikte olanlar açısından da çok farklı bir dönem olmadı. Mesela Biden’ın dış politika konusunda attığı bazı adamlar NATO’daki çatlağı derinleştirdi. Mesela Amerika’nın Afganistan’dan çekilme sürecinde yaşanan kaosa baktığımızda –ki bu çekilme NATO müttefiklerinin yüzde yüz onayı alınmadan yapılmıştı–, bu da Biden yönetiminin NATO ittifakı içerisinde güvenilirliğinin sorgulanmasına sebep oldu. Ya da mesela Rusya konusunda takındığı tutumu yeterince sert bulmayan NATO üyesi Doğu Avrupa ülkeleri var. Mesela: “Ukrayna konusunda istediğimiz ve ihtiyacımız olan kadar sert bir tutum, net bir tutum takınmadı Rusya’ya karşı. Dolayısıyla Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline gidecek bir sürecin önü açıldı Biden yönetiminin altında ve bizi çok daha istikrarsız bir bölgeye mâruz bıraktı” diyen ülkeler var. Bu da NATO içerisinde bir çatlak yarattı. Fakat bence en önemli çatışma alanlarından bir tanesi, NATO içerisinde Amerika’nın ve İngiltere’nin Avustralya’dan denizaltı satın alması Fransa’yı oldukça kızdırdı –ki Fransa’yla ittifakı, Amerikan dış politikasının ana ayaklarından birisi olarak kabul edilir–, orada yaşanan çatlak da aslında Biden’ın NATO konusunda verdiği bütün güvencelere, Amerika’nın uluslararası ittifaklara bağlılığı konusunda verdiği bütün güvencelere rağmen çok da ittifakı güçlendirecek adımlar atmadığı şeklinde yorumlandı. Diğer konu, bu uluslararası kurumlara ve anlaşmalara bağlılık konusunda verdiği sözü büyük oranda tuttu. Mesela Trump Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmişti; yeniden bu anlaşma imzalandı Amerika tarafından. Yine Trump yönetimi altında 2020’de Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilmişti ABD; Biden yönetimi altında yeniden üye oldu. Bunlar son derece pozitif gelişmeler. Ya da mesela iklim krizi konusunda Amerika’nın liderlik ettiği bir zirve toplandı. Ya da bir demokrasi zirvesi toplandı, yine Amerika’nın liderlik ettiği. Fakat bunların ne ölçüde sözü verileni başardığı konusunda soru işaretleri var. İklim krizi konusunda mesela, Biden İklim Krizi Zirvesi’ne gitmek için Amerika’dan ayrılırken medya şu şekilde eleştirmişti: “Sen daha içeride iklim kriziyle mücadele için atman gereken adımları atmak maksadıyla partini bir araya getirememişsin, diğer dünya ülkelerini nasıl ikna edeceksin?” Bu tür eleştiriler gelmişti — ki bence haklı eleştirilerdi. Demokrasi zirvesi konusunda da, Demokrasi Zirvesi’ne kimlerin katıldığını hatırlayalım: Çok da demokratik olmayan ülkeler davetliydi zirveye… 

Ruşen Çakır: Peki, pardon Gönül, O zirveyi konuştuk da, oradan ne çıktı? Bir şey de çıkmış gibi değil herhalde, sanki? Var mı öyle bir şey? 

Gönül tol: Orada, sözler verildi. Otoriterleşme konusunda adımlar atılacağı sözü verildi, sivil toplumu geliştirmek konusunda sözler verildi. Özellikle bazı Asya ülkeleri tarafından bazı taahhütlerde bulunuldu. Çin’e karşı adımlar atmak için sözler verildi. Ve şöyle söylendi: “Biz bir yıl sonra tekrar buluşalım, ne kadar ilerleme kaydetmişiz bunu görelim”. Ama bunların hiçbiri böyle güvenilir adımlar olarak yorumlanmadı burada. O yüzden bunlar, güzel sözlerin verildiği, güzel şeylerin söylendiği, pozitif ajandanın ortaya çıktığı bir başka zirve; fakat sonuçta sonuç üretmeyecek bir zirve olarak görülüyor Demokrasi Zirvesi. 

Ruşen Çakır: Şimdi istersen belki şöyle geliştirmek daha iyi olabilir. Arada referanslar veriyorsun. Şimdi Trump döneminden tam bir kopuş iddiasıyla gelen bir yönetim var. Ve senin de vurguladığın gibi, iklim anlaşması, uluslararası kurumların güçlendirilmesi gibi hususlar yine de var. Ama mesela beni en çok çarpan, Trump’ın yaptığı Çin karşıtlığını çok daha sistemli bir şekilde yürüten, yürütmeye çalışan bir Biden var. Ya da Trump‘ın hani “America First”ünün versiyonlarını söyleyen bir Biden da var sanki. Yanılıyor muyum? Yani tam bir mutlak kopuşu yok, ne dersin? 

Gönül Tol: Kesinlikle katılıyorum Ruşen. Şimdi bir sürü konuda aslında dediğim gibi, Biden’ın dış politikasıyla Trump’ın dış politikası arasında temel değişiklik bence dildeki değişiklik. Yani mesela insan haklarına yapılan vurgu, demokrasiye yapılan vurgu, ittifaklara, müttefiklik ilişkilerine yapılan vurgu açısından dilde çok radikal bir değişiklik var. Fakat dildeki, tondaki değişiklik sahaya yansıdı mı, pratikte neler üretti sorusuna benim cevabım: Çok da bir şey üretmedi. Mesela insan hakları konusunda her fırsatta hem kampanya sırasında hem bugün Amerikan Dışişleri Bakanı’nın ya da Biden yönetimi yetkililerinin konuşmalarını dinlediğinizde hep, “İnsan hakları bizim dış politikamızın merkezine oturdu” diyorlar. Bunu çok sık duyuyoruz; fakat diğer taraftan, “Pratikte bir şey yaptınız mı?” sorusuna, pratikte yapılan bir şey yok. Benim her zaman ilk aklıma gelen: Suudi Arabistan meselesi, yani Muhammed Bin Selman. Mesela Selman’a karşı Kaşıkçı’nın öldürülmesi konusunda çok daha net, sert adımlar atması bekleniyordu. Bu olmadı. Ha tamam, Biden belki Muhammed Bin Selman ile görüşmedi, Trump!tan farkı oydu. Yani mesela Muhammed Bin Selman Beyaz Saray’a gelemedi, ama yine de özellikle insan hakları örgütlerini tatmin edecek düzeyde, o sertlikte bir adım atılmadı. İkincisi, mesela Mısır konusunda: Biliyorsunuz çok büyük Amerikan yardımı alan bir ülke Mısır, bu verilen yardımın bir kısmını insan hakları konusundaki ilerlemeye endekslemişti Amerikan tarafı. Hiçbir etkisi olmadı. Çünkü o kadar küçücük bir kısmı buna bağlandı ki; Mısır daha birkaç hafta evvel yine insan hakları aktivistlerini hapse aldı, birkaçını öldürdü; yani ihlâller devam ediyor ve bölgede de hiç bundan Biden yönetiminin endişe duyduğuna dâir bir hava hissetmiyorsunuz. O anlamda dil değişti; fakat pratikte bir şey değişmedi. Çin meselesinde yüzde yüz katılıyorum. Şimdi Çin konusunda hep burada şöyle bir söylem var Biden yönetiminin Çin politikasına dâir; İşte, Amerika’nın 40 yıllık o “stratejik muğlaklık” denen, yani Tayvan konusundaki stratejik muğlaklık politikasını sona erdirdi Biden. Ve bu çok büyük bir kopuş aslında geleneksel dış politikada. Halbuki Trump, 2020’de başkanlığının son günlerinde zaten bu adımı atmıştı. Yani Amerikalı yetkililerin Tayvanlı yetkililerle görüşmesinin önünü açmıştı. Yani o 40 yıllık siyaseti bitiren aslında Trump’tı. Biden bunu devam ettirdi. Onun dışında mesela Biden, “Eğer Çin Tayvan’a karşı bir müdahale bulunursa biz Tayvan’ın yanında olacağız” dedi. Fakat sonra bu açıklama tersine çevrildi. Yani Çin politikasında da aslında Trump yönetiminden çok büyük bir kopuş söz konusu değil. Trump yönetiminde başlatılan o ticaret savaşı Biden yönetimi altında da devam ettiriliyor. Trump yönetimi altında yaşanan Avrupa’yla yaşanan sıkıntılar belki bir nebze hafifledi, ama bütünüyle de ortadan kalkmadı. Mesela Çin konusunda Biden Avrupalı müttefiklerini ortak bir siyaset konusunda ikna edebilmiş değil. O nedenle Trump’tan çok da bir kopuş görmüyorum bu konuda da. Rusya konusunda da yani, Biden şey dedi: “Mümkün olduğu kadar Putin’i angaje etmeye çalışacağız, yeni krizlerin önünü almaya çalışacağız. Daha öngörülebilir bir ilişki inşa edeceğiz” dedi. Fakat işte, Ukrayna sınırına Putin asker yığınca, bütün bu söylem havada kaldı. Rusya konusunda da Avrupalı müttefiklerin yüzde yüz desteğini alamıyor. Bu da bence Trump yönetiminden çok da farklı bir politika izlenmediğinin göstergesi. 

Ruşen Çakır: Gönül, galiba Trump yönetiminden en büyük fark, Türkiye ile ilgili… çünkü Trump ile Erdoğan’ın o samimiyetini vs.’sini biliyorduk ve bu dönemde ilk aklıma gelen, Erdoğan’ın Biden’la görüşme zorluğu geldi. Bir de tabii ki ilk çarpıcı olay, Soykırım’ın Biden tarafından telaffuz edilmesi meselesi. Nasıl bir bilanço görüyorsun Türk-Amerikan ilişkilerinde? 

Gönül Tol: Yine Türk-Amerikan ilişkilerinde kullanılan dil açısından farklılık var. Ama aslında pratik adımlara da yansıyan birkaç farklılık görebiliyorsun. Senin söylediğin gibi mesela Biden başkan olduktan üç ay sonra aradı Erdoğan’ı. Halbuki Erdoğan ve Trump arasında çok sıkı bir ilişki vardı. Ya da Türk Dışişleri Bakanı’yla Amerikan Dışişleri Bakanı arasındaki görüşme hemen olmadı. Amerikan tarafının ilk Türkiye ziyareti beş ay sonra oldu. Yani Biden başkan olduktan beş ay sonra oldu ve Wendy Sherman tarafından gerçekleştirildi. Yani Dışişleri Bakan Yardımcısı tarafından, o düzeyde gerçekleşti. Bütün bunlar aslında bana şunu söylüyor: 2021 yılı Türk-Amerikan ilişkilerinde artık o Soğuk Savaş’a dâir varsayımların sona erdiği yıl. Yani neydi Soğuk Savaş varsayımı: Türkiye çok önemli; bir kere, Batı dünyası varoluşsal bir çatışma içerisinde ve Türkiye de bu Batı ittifakının çok kilit bir aktörü. Türkiye dış politikada çok önemli bir aktör, çok önemli bir müttefik varsayımıydı Soğuk Savaş’ın varsayımı. Artık bu varsayımın sona erdiğini görüyoruz. Bana bunu en net anlatan gelişme de Biden’ın soykırımı telaffuz etmiş olması. Çünkü bundan önceki Amerikan başkanları da bunu düşündü. Onların da üzerinde iç siyasetten kaynaklanan baskılar vardı. Fakat bunu yapmamalarının altında yatan temel neden Türkiye ile stratejik ittifaka zarar verecek bir adım atmak istememeleriydi. Çünkü böyle bir adım atarlarsa Amerika’nın dış politikadaki çıkarlarının altının oyulacak olmasından endişe ediyorlardı. Oysa bugün Biden’ın bu adımı atmış olmasının, tabii iç siyasî sebepleri olmakla birlikte, bence temel olarak artık Türkiye’nin Amerikan dış siyasetindeki stratejik öneminin azaldığını ve Türkiye’nin kaybedilebilir de bir müttefik olabileceği anlayışının artık daha sık dillendirildiğini gösteriyor bana. 

Ruşen Çakır: İstersen bunu şeyle de bağlayalım. Ortadoğu’nun öneminin azalması da herhalde ABD açısından Türk-Amerikan ilişkilerinde bayağı kritik bir rol oynuyor. Zaten kötüye gidiş var, ama öte yandan ABD’nin Ortadoğu’ya olan ilgisinin azaldığını, biz “Transatlantik”lerin hepsinde ele aldık. Çin’in, Pasifik’in daha öne çıkması, dolayısıyla Türkiye’nin o hep kendine önem atfettiği stratejik konum meselesinde de Washington nezdinde bir itibar kaybı var, öyle değil mi? 

Gönül Tol: Evet, kesinlikle ve bu aslında Biden’la başlamış bir şey değil Ruşen. Hem Ortadoğu’ya dâir dikkatin azaldı, hem Türkiye’yle sorunlar artık öyle bir noktaya geldi ki hani bunlar stratejik ortaklık kavramının bile altını oydu. Şimdi bu, yeni başlamış bir trend değil. Obama’yla başladı. Trump altında devam etti. Ve Biden yönetimiyle hızlandı. Şimdi Ortadoğu’dan başlayalım: Obama’nın hep söylediği bir şey vardı. Hani o Asya’ya kayış, “pivot to Asia” (Asya’ya yöneliş) dediği bir politika vardı Obama’nın. “Artık bu bölgeye Amerika’nın ayırdığı kaynakları azaltmamız gerekiyor. Ve diplomatik dikkatimizi Ortadoğu’dan başka, Asya gibi yerlere kaydırmamız gerekiyor. Yükselen Çin tehdidinin önünü almak için bu diplomatik kaynaklarımızı, askeri kaynaklarımızı Ortadoğu’dan kaydırmanız gerekiyor” söylemi vardı. Buna da Obama doktrini diyorlardı. Tabii Arap ayaklanmaları başlayınca bu olamadı. Fakat o zamandan itibaren Obama’nın bunu telaffuz etmesinin de getirdiği bir travma oldu bölgede. Şimdi Trump bunu devam ettirdi. Nasıl devam ettirdi? Bölgeyle angajmanını azalttı. Hani bölge liderleriyle, Körfez liderleriyle, İsrail’le ilişkiler daha kişisel bir hal aldı. Fakat bu ilişkiler güçlendirilse de, aslında bölgeden yavaş yavaş Amerika’nın çekildiğini gördük. Şimdi Biden altında bu hızlandı; mesela bir sürü Patriot çekti Amerika Biden yönetimi altında bölgeden. Ya da ne bileyim mesela Irak‘taki askerlerini çekti Amerika. Şimdi bütün bunlar da aslında bölgede bir şey yarattı; Amerika hakikaten çekiliyor bölgeden. Ve bence bu anlayış, bu algı bölgede Arap ayaklanmaları sonrası yeni bir bölgesel düzeninin inşasının mihenk taşını oluşturmuş oldu. Çünkü şunu da konuşabiliriz: 2021’de neler yaşandı bölgede? Herhalde en önemli gelişme, bir normalleşme arayışı ve diplomasiye yapılan vurguydu. Bence bölgedeki en büyük gelişme buydu. Bir kere Körfez ülkelerinin Katar’a ablukasının kaldırılmasıyla başladı 2021 yılı. Ondan sonra Körfez ülkelerinin İran’la ilişkilerini yeniden değerlendirmeye açması, İran’la böyle kafa kafaya geldiği, askerî çatışmanın daha göze alınarak bütün askerî araçlar kullanılarak geliştirilen bu bölgesel politikanın değiştirildiği, değiştirilmeye çalışıldığı bir yıl oldu 2021 yılı. İşte bu çerçevede, Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında, Suudi Arabistan’la, Birleşik Arap Emirlikleri’yle bir yakınlaşma söz konusu. İşte, “Mısırla normalleşelim, İsrail’e normalleşelim” dendi. İsrail’in diğer Arap ülkeleriyle normalleşmesini, hatta mesela Esad’la diğer Arap ülkelerinin ilişkilerinde bir normalleşme görüyorsunuz. Mesela Ürdün Kralı ile konuştu ya da yakın bir zamanda Lübnanlı yetkililer Lübnan’daki kronik elektrik kesintileri için Esad’ın yardımını istediler. Yani Esad yeniden bu bölgesel diplomasiye, diplomatik vurgunun yapıldığı bu bölgesel denkleme de Esad dâhil edildi. Bu anlamda çok dramatik gelişmeler oldu 2021 yılında. Ve bu dramatik gelişmeleri tetikleyen başat faktörlerden bir tanesi de Amerika’nın bölgeden çekildiği algısı… O anlamda Türkiye’nin azalan önemini ona da bağlamak gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Bu arada bir not da şimdi seni dinlerken aklıma geldi. Mesela biz bu sene dikkat edersen cihadcı şiddetten, IŞİD’den, El Kaide’den çok az bahsettik; en fazla kendilerine yapılan operasyonlardan hareketle bahsettik. O tehdit daha çok sanki Afrika’ya kaymış gibi ve Afrika da en azından Türkiye’de böyle fazla ilgi uyandırmıyor. Bilmiyorum Amerika Birleşik Devletleri’nde Afrika’daki IŞİD varlığı falan o kadar büyük bir heyecan ve endişe yaratıyor mu çok da emin değilim. O olayı da bir yere koymak lâzım sanki, eskiden IŞİD’in Irak’ta ve Suriye’de çok güçlü bir şekilde varlık sürdürüyor olmasının getirdiği bir zorunlu ilgi de büyük ölçüde azalmış gibi sanki? 

Gönül Tol: Evet, yapılan değerlendirmelerde, mesela Pentagon’un hazırladığı raporlarda da, IŞİD’in o 2014 -2015 yılından itibaren arz ettiği tehdidin artık ortada olmadığına dâir bir algı var. Tabii Afganistan’da yaşananlar, yani ABD Afganistan çekilirken, hatırlarsan, IŞİD bir saldırı düzenlemişti. 200’e yakın Afgan ve 13 tane Amerikan askerî personeli öldürülmüştü. O yeniden gündeme getirmişti IŞİD tehdidini; ama genel olarak, özellikle de Suriye’ye, Irak’a bakıldığında IŞİD’i eskiden olduğu kadar büyük varoluşsal bir tehdit olarak görmüyorlar. Afrika konusunda da Ruşen, aslında Afrika’yı yeniden angaje etme konusunda bir görüş birliği var Biden yönetiminde. Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken bir Afrika ziyaretinde bulunmuştu yakın bir zamanda. Ve şunu söylemişti: “Biz Afrika’ya yeniden açılacağız, Afrika ile ilişkilerimizi yeniden düzenleyeceğiz, güçlendireceğiz ve bunu sadece Çin bölgedeki gücünü artırdığı için yapmayacağız. Bunun ötesinde, ekonomik ve ticarî ilişkileri geliştirme konusunda ortak global sorunların çözümünde işbirliği yapma –ki bunların içerisine terör de dahil– Afrika ile çok daha yakın bir işbirliği dönemine girmek istiyoruz” demişti. O çerçevede zikredilmişti teröre karşı ortak mücadele; fakat genel olarak IŞİD’e dâir algı hem Washington’daki think tank câmiasında hem de yönetim nezdinde IŞİD’in eskiden olduğu gibi çok varoluşsal bir tehdit olmadığı yönünde. 

Ruşen Çakır: Son olarak da istersen biraz Amerikan Birleşik Devletleri’nin kendisini konuşalım. Çok sık konuşuyoruz, özellikle geçen haftaki yayındaydı yanılmıyorsam, bu salgınla mücadelede başta başarılı gibi gözüken Biden’ın çok da başarılı olmadığı meselesi, aşı meselesi, ekonomi, tabii ki Trump’ın hâlâ etkili bir şekilde varlığını sürdürebiliyor olması ve Biden’ın kamuoyu yoklamalarında desteğinin azalıyor olması… Bu kadar kısa süre içerisinde bunu nasıl başardı? 

Gönül Tol: Şimdi, beklentiler çok yüksekti Ruşen. Ve aslında çok tarihî bir dönemden geçiyor. Bir taraftan hani iç siyasette, “Neyi ne kadar başardı? Verdiği sözleri ne kadar yerine getirdi?” sorusunu cevaplamaya çalışıyorsunuz; getirdi ya da getirmedi diyerek bir sonuca varıyorsunuz Biden yönetiminin iç siyasetteki performansını değerlendirirken. Ama diğer taraftan şunu unutmamak lâzım. Yani bir sürü sorun devraldı. Yani Covid gibi bir şey var. Bütün dünyayı etkileyen bir problem var. Ve aslında tabii Trump yönetiminden çok daha başarılı bir performans var o konuda. Hâlâ çok büyük sorunlar var. Mesela test bulamıyorsunuz. Mesela Washington’da iki hafta evvel Covid vakalarında inanılmaz bir artış görüyorsunuz, Washington ve etrafındaki yerlerde. Fakat insanların teste erişimi yok. Test bulamıyorsunuz. Çok uzun kuyruklar var. Ve bütün bunlar şu hissi uyandırıyor: Biden yönetimi verdiği söze rağmen, Covid ile mücadelede yeterince başarılı bir performans gösteremedi. Ama tabii bir sürü faktör var. Yani mesela bu yeni varyantın bulaşıcılığının çok yüksek olması var; ayrıca Amerikan halkının %40’ı hâlâ aşılı değil; aşıya karşı olan önemli bir kesim var Amerikan halkı içerisinde. Şimdi bunun için Biden ne yapabilir? Bir sürü PR (Public Relations) kampanyası yürütülüyor. İşte, önemli figürlerden, sanatçılardan tutun, yerel düzeyde halkın güvendiği önemli isimler mobilize ediliyor aşı karşıtlığını kırabilmek için. Fakat hâlâ %40 çok önemli bir oran. Şimdi bunun için Biden’ın yapabileceği ne var? Dolayısıyla bir sürü problem var ve beklentiler çok yüksekti. Çünkü Trump dönemi o kadar anormalliklerle dolu bir dönemdi ki. Ve Biden normallik sözü verdi. Yani stabilite sözü verdi. Öngörülebilirlik sözü verdi. Oysa insanlar bugün baktığında diyor ki: “Önümüzü göremiyoruz, çünkü yükselen bir yeni Covid dalgası var, ne yapacağımızı bilemiyoruz; işyerleri yeniden kapanacak mı okullar kapanacak mı bilemiyoruz. Teste erişimimiz olacak mı bütün bunları bilemiyoruz. Yarınımızı göremiyoruz. Sözünü verdiğin görünürlük nerede?” İkincisi ekonomi, yani işsizlik azalmış durumda falan, ama diğer taraftan enflasyonun bu kadar yüksek olması yine insanların önünü görememesine, yarına dâir plan yapamamasına sebep oluyor. O da Biden’ın sözünü verdiği o normallik hissinin bir türlü yerleşememesine sebep oluyor. Bir diğer problem tabii, hep Cumhuriyetçiler’den korktuk; yani Biden başkan seçildiğinde, “Cumhuriyetçiler neler yapacak da Biden’ın başkanlığının altını oyacak?” konusunda kafa yorduk. Oysa bugün Biden’ın kendi kampanyası sırasında verdiği sözleri gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel kendi partisi: Demokrat Parti. Çünkü mesela bakalım: Çok önemli bir başarıya imza attı ve altyapı paketini geçirdi; fakat milyonlarca insan için çok daha önemli olan sağlık sistemine erişim vs. gibi konularda, pek çok insan için çok daha büyük önem arz eden bir başka paketin geçirilmesi konusunda en büyük direnişi kendi partisinden gördü. O da neden kaynaklanıyor? Aslında o da Trump döneminin bir anomalisi. Nedir o? Demokrat Parti’nin içerisinde bir kriz yaşanıyor. Yani partinin geleceğine dâir, partinin kim olduğuna, partinin ruhuna dâir bir sorgulama var. Bazı kesimler partinin çok sola kaydığını söylüyor. Gerçekten de sola kaydı. Yine bu da işte Trump yönetimine bir tepki olarak sola kaydı. Ama diğer taraftan o sola kayışa parti içerisinden şöyle eleştiriler geliyor: Mesela kültürel meseleleri çok ön plana çıkarıyorsunuz –kürtaj vs. gibi– ve bu da bize, çalışan kesimin, işçi kesiminin Cumhuriyetçi Parti’nin içerisinde kalması olarak geri dönüyor. O yüzden partinin kendini yeniden tanımlaması gerekiyor. Şimdi Demokrat Parti bütün bu iç sorgulamaları yaşarken, bunda en büyük kaybı tabii Biden’ın gerçekleştirmek istediği politikalar yaşıyor… Çünkü o tartışma içerisinde parti bir sola bir sağa çekilirken, arada kaynayıp giden Biden’ın verdiği sözler oluyor. Şimdi bütün bunları bir araya getirdiğimizde, aslında önemli bir siyasetçinin söylediği önemli bir söz var — şunu diyor: “Amerikan başkanlarına biz çok fazla kredi veriyoruz; yani başarılı olduklarında da bütünüyle onları takdir ediyoruz. Başarısız olduklarında da tamamen onları suçluyoruz. Halbuki Amerikan başkanları aslında o kadar da güçlü değil. Yani başarısızlıkları da %100 kendi attıkları yanlış adımlardan kaynaklanmıyor. Başarıları da kendi aldıkları doğru kararlarla olmuş değil. Çünkü çok daha komplike bir sistem var. Kamuoyunun çok önemli olduğu bir siyaset mekanizması var. Kongre var bir sürü farklı güç odağı var. Ve bütün bunların arasında yolunu bulmaya çalışan bir Amerikan başkanı var. Şimdi bütün bunların üstüne bir de bütün dünyayı etkilemiş Covid gibi bir meseleyi ekleyelim. Dolayısıyla Biden yapabileceğinden çok daha azını yaptı. Fakat bence Biden’a dâir bu başarısızlık algısının altındaki en önemli sebep beklentilerin çok yüksek olması. O da yine Trump yönetiminden kaynaklı. Yani şunu söyleyebilirim: Biden, Trump nedeniyle başkan seçildi; ama Biden yine Trump nedeniyle bence başarısız oluyor. Çünkü Trump yönetimi döneminde yaşanan pek çok anomali, yükselen beklentiler, bugün Biden’ın başarısız bir Amerikan başkanı olma yolunda ilerletiyor. 

Ruşen Çakır: Evet Gönül, noktayı koyalım. 2021’in de noktasını koyalım “Transatlantik” olarak. Ama biz başarılı bir yıl geçirdik “Transatlantik” olarak, onu söyleyebilirim. Bazen sen olmadın, bazen Ömer olmadı, bazen Kerem fazladan oldu. Çok teşekkürler her şey için… Sen artık Medyascope’ta hafta sonları yazmaya da başlıyorsun. Onu şimdiden tebrik edelim. Yeni yılda ilk yazdığını da Medyascope takipçileri görecek. Ömer’e ve Kerem’e de çok selamlar, iyi yıllar, çok teşekkürler. 

Gönül Tol: İyi yıllar… 

Ruşen Çakır: Evet, 2021’in son “Transatlantik”ini noktalıyoruz. Gönül Tol’a çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi yıllar. Seneye kaldığımız yerden devam etmek üzere… 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.