Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (42): Kılıçdaroğlu aday olursa…

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, “Adını Koyalım”da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu‘nun cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağını değerlendirdi, “Kılıçdaroğlu aday olmak istiyor mu?”, “Aday olursa seçilebilir mi?“, “Seçilirse nasıl bir cumhurbaşkanı olur?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta, Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olup olmayacağını, olursa ne olacağını konuşacağız. Ve tabii 28 Şubat Pazartesi günü yapılacak olan altı liderin buluşmasına da değineceğiz. Arkadaşlar, hoşgeldiniz. 

Geçtiğimiz Cumartesi günü “Adını Koyalım” ekibi olarak Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la, izleyicilerin sorularını cevaplandırdık. Şimdi benim sorularımı cevaplayacaksınız. Çünkü ben Pazartesi günü yaptığım yayında bu konuda söyleyeceğim her şeyi söyledim. Aslında size de söyleyecek pek bir şey bırakmadım ama, yine de senden başlayalım Kemal. Kılıçdaroğlu’nun adaylık ihtimâli, bir yıl önceye kıyasla daha yüksek gibi duruyor. Bir yıl önce, “Olur mu canım?”dan, “Ya niye olsun ki?”ye evrilmiş gibi sanki. Kılıçdaroğlu gerçekten aday olmayı istiyor mu? Çünkü bir iddiaya göre, Kılıçdaroğlu’nun blöf yaptığını, gerçek aday yıpranmasın diye sakladığını düşünenler de var. Olursa kazanır mı, nasıl bir cumhurbaşkanı olur? En çok tartışılan husus bu. Olacak, kazanacak ve nasıl olacak? Böyle iç içe geçmiş sorular var. İlk turda bunları konuşalım. Kemal, seninle başlayalım, buyur.

Kemal Can: Aslında bu başlığı konuşurken, benim “5 Soru 10 Cevap” yayınım uçtu. O yüzden ben burada korsan “5 Soru 10 Cevap” yapayım ve kabaca, senin sorduğun soruları, kendi 5 soruma çevireyim. Birincisi, cumhurbaşkanı adaylığı durumuyla ilgili bir soru var: Kılıçdaroğlu, bu ihtiyaç duyulan, çizilen profile uyar mı? Ya da, Kılıçdaroğlu nasıl bir cumhurbaşkanı olur? İkincisi, eğer Kılıçdaroğlu aday yapılırsa, bu seçimin havasını neye dönüştürür ve Kılıçdaroğlu’nun kazanması nasıl bir anlam ifâde eder? Üçüncüsü, senin ve herkesin sorduğu soru, Kılıçdaroğlu’nun kazanma şansı var mı? Dördüncüsü, bu adaylık meselesi daha çok muhâlefet cephelerinde hangi parametreler ve hangi argümanlarla tartışılıyor? Bu tartışma nasıl yürüyor? Bir de diğer adaylar var. En çok ismi geçen, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş seçenekleri. Dolayısıyla kabaca böyle beş sorulu bir tablo var.

Birinci sorudan bakarsak, “Kılıçdaroğlu nasıl bir cumhurbaşkanı olur?” meselesinde, cumhurbaşkanlığı için çizilen profil, bir ittifak liderliği içerdiği için, o konuda en îtiraz edenler bile Kılıçdaroğlu’nun buna uygun olmadığını söyleyerek îtiraz etmiyorlar. “Seçilemez” gibi seçeneklerle îtiraz ediyorlar. Aslında pek çok kişi, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına çok sert karşı olanlar bile, “Kılıçdaroğlu bu profile hiç uygun değil” demiyorlar. Çünkü Kılıçdaroğlu bu ittifakı birlikte tutmak için, üstelik ciddî haklı eleştirilere uğrayarak, büyük bir çaba gösterdi ve masayı toplama noktasına kadar da getirdi. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun yaptığı, sâdece bu seçime ilişkin değil, epeyce önceden başladığı bir misyona dönüştü. Üstelik bunu bir final misyonu olarak tasarladığını hissettiren, zaman zaman da bunu söyleyen bir tutumu var. O nedenle, bu ittifakın başarısı ve bu ittifakın kuracağı geçiş döneminin de yapıştırıcısı olma vaadini canlı tutuyor. Bir kere bu, pek çok kişi açısından “Olsa iyi olur” fikrini besliyor.

Ama bir yandan da, hem Kılıçdaroğlu’nun seçilememe ihtimâli, hem buna yaslanarak “Türkiye’nin gerçekleri” diye bir tez ileri sürülerek, Kılıçdaroğlu’nun adaylık tartışması devam ediyor. Bir kere işin böyle bir tarafı var. Bence de Kılıçdaroğlu iyi bir birleştirici, ittifak sürdürücü bir profili zâten gösterdiği için, buna devam devam edebilir. Peki, Kılıçdaroğlu’nun aday olması nasıl bir tablo ortaya çıkartır? Mevzu burada çatallanıyor. Bir yandan “Türkiye’nin gerçekleri” meselesi hemen gündeme geliyor. Onun mezhepsel kimliği, parti kimliği gibi unsurlar… Türkiye’nin gerçeği, çoğunluğun CHP’li bir adayı desteklemeyeceği, hele Alevî bir adayı asla desteklemeyeceği… İktidar, biraz çirkinleşerek bunu bir vâdede daha yoğun bir biçimde kullanabilir. Ama muhâlefet cephesinde de örtülü veya açık olarak çokça dile getirilen bir şey. 

Kılıçdaroğlu’nun aday olması söz konusu olursa, öncelikle bu “Türkiye gerçeği” ezberiyle ilgili bir şeyi değiştirir. Tıpkı “Amerika’ya siyah başkan olur mu?” meselesinin, Obama’nın seçilmesiyle bir başka kırılmaya uğraması gibi. Onun sonuçlarının ne olduğu ayrı bir tartışma konusu, ama sürekli “Amerika’nın gerçekleri” ve “Siyah başkan olur mu?” gibi temel varsayımlar vardı ve bunun öyle olmayacağı görüldü. İttifakın, tıpkı şimdi “28 Şubat’la ilgili bir kompleksimiz yok” havasını göstermesi gibi, “Türkiye’nin gerçeklerine uymuyor” iddiasına zorlanan bir seçeneği önüne koyarak, bu konuda kompleksi olmadığını gösterebilir. Gayet de mümkün bir şey. İşte o zaman, başka bir tablo ortaya çıkar. Çünkü o zaman, kimlik siyâsetinin belirlediği, iktidârın sınırlarını çizdiği blokların belirleyici olduğu bir siyâsî zeminin dışına taşma ihtimâli ortaya çıkar. Bu açıdan bence dikkate alınması gereken bir şey. Üstelik de, Kılıçdaroğlu’na yenilen bir Erdoğan, başka birine yenilmesinden çok daha ağır bir siyâsî faturayla karşı karşıya kalır. Bunun da hesâba katılması gerektiğini düşünüyorum.

Peki, Kılıçdaroğlu’nun kazanma şansı var mı? Sen girişte bahsettin, Kılıçdaroğlu’nun diğer adaylara kıyasla Erdoğan karşısında daha riskli bir pozisyonda olduğunu görüyoruz. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş, anketlerdeki ikili seçeneklerde Erdoğan’ı çok daha rahat geçiyorlar. Kılıçdaroğlu bazı anketlerde geçiyor, bazı anketlerde geçemiyor; ama ucu ucuna geçiyor. Şu andaki perspektiften baktığımızda durum böyle görünüyor; ama bir yandan da şunu kabul etmemiz lâzım: Bundan dört sene önce, 2018 seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan karşısında ne kadar oy alabileceğini yapan ölçümler, şimdi aldığı seviyenin yarısına bile ulaşamıyor. Birkaç senedir sürekli, “İktidar oy kaybediyor; ama buna karşılık, muhâlefette yükselen bir oy grafiği yok” diye tartışıyoruz. Çoğu anket de bunu doğruluyor. Ama Kılıçdaroğlu ve Erdoğan’ın grafikleri böyle izlemiyor. Tam tersine, orada büyük blok hareketleri var. Yüzde 20 oy bile alamayacağı söylenen, hattâ bu yüzden de iktidârın, “Çıksana karşımıza” dediği Kılıçdaroğlu, geçen dört yıl içerisinde kendi desteğini iki katına çıkartmış oldu. Bu küçümsenecek bir şey değil, çok önemli bir şey. Üstelik “İktidar kaybederken muhalefet kazanamıyor” tablosunun içinde olmakta olan bir şey. O yüzden meseleye şu andaki resim üzerinden bakmanın sorunlu olduğunu düşünüyorum. 

Ayrıca Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Kılıçdaroğlu seçeneklerinin, özellikle muhâlefet cephelerinde, tercihlerde kimin kazanabilir olduğu konusundaki fikre bağlı olarak oluştuğu kanaatindeyim. Yoksa Mansur Yavaş veya Ekrem İmamoğlu seçeneğini söyleyenlerin şu ya da bu biçimde, ikinci turda ya da aday netleştiğinde, Kılıçdaroğlu’na kesinlikle oy vermeyeceğini düşünmek için bir nedenimiz yok. Erdoğan’ın ve iktidârın, AKP ve MHP toplamının, her hâlükârda yüzde 30-35 civarında bir oyu, yani Türkiye’nin seçmeninin üçte biri kadar oyu, hem Erdoğan için hem iktidar partileri için tutacağını biliyoruz. Dolayısıyla “Asla oy vermem” diyen bir yüzde 35 görmek, bir şeyin olmayacağına karar vermek için çok gerçekçi bir analiz zemini değil. Onu da görmek lâzım. Ayrıca, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını zorlaştıran faktör olarak mezhepsel kimlik meselesi, iktidâra otomatik olarak kazandırır mı, bundan çok emin değilim. Çünkü 2019 yerel seçimleri, artık iktidârın çirkinleştiği, politikayı çirkinleştirdiği, saldırganlığın boyutunu artırdığı, “Pontus, Yunan” işlerine girdiği zaman, kaybettiğini gösteriyor. Dolayısıyla çok rijid/katı bir mezhepçilik vurgusuyla yapılan bir yıpratma kampanyası, iktidârın o kadar da işine yarar mı çok emin değilim. 

Peki, bu meselelerin nasıl tartışıldığına baktığımızda ne görüyoruz? Biraz önce de söyledim: Burada bir “Türkiye gerçekleri” perspektifi var. Bu gerçeklerden sâhiden endişe edenler ve tedirgin olanlar var. Bir de, bu “gerçekler” başlığını bir pazarlık unsuruna çevirenler var. Bunu geçen haftalarda “Adını Koyalım”da defâlarca konuştuk, “masa”meselesinde de konuştuk. “Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş kazanır mı?” fikrinin yanında, bu tür bir pazarlığın da bir zemininin olabildiğini görmemiz lâzım. Tartışmaların böyle kapalı ajandası olan bir tarafı da var. Bunu da yok farz edemeyiz. Ayrıca hep 2018 örneği, tek aday meselesi veriliyor. Evet, 2018 seçiminde çok adaylı girildi ve ilk turda Erdoğan kazandı. Ama tek adayla girilse de, Erdoğan’ın aynı oy seviyesini yakalayamayacağının herhangi bir araştırmayla doğrulandığını görmedim. Onu da bilmiyoruz. 

Kılıçdaroğlu dışında, adaylıklarının ihtimal olarak biraz daha düştüğünü îmâ eden Kılıçdaroğlu çıkışı görmemize rağmen, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş seçeneklerine de bir işâret edeyim. Aslında ikisinin de, kazanabilme şansları açısından değil ama çizdikleri profil açısından, cumhurbaşkanlığı adaylıklarında bir sorun var: Ekrem İmamoğlu’nun fazla yüksek bir politik motivasyonunun olması, Mansur Yavaş’ın da bir hizmet adamı ve başarılı bir yerel yönetici olmak dışında hiçbir politik pencere açmayan, bu anlamda son derece düşük bir profil çizen tutumu olması. Her ikisi de tam iki uçta problem oluşturuyor. Çünkü bunlar hem birleştiricilik açısından hem icrâcılık açısından avantaj değil. Bahse konu pozisyon, bir belediyeyi yönetmek gibi bir pozisyon değil. Ayrıca evet, Türkiye’nin âcil olarak çözülmesi gereken sorunları var. Sadece geçiş dönemini yöneten ve muhâlefeti bir arada tutan aktör yeterli olmayabilir; ama illâ bu sorunları çözecek güçlü elin cumhurbaşkanı olması gerekmiyor. Tam tersine, bu geçiş döneminde Parlamento’nun ve Kabine’nin aktive edilmesi, liderin ya da bu ittifakın liderinin de bu birleştiriciliği ve genel sözcülüğü iyi taşıması önemli. Çözülmesi gereken sorunların olması, çok güçlü ve icrâcı bir cumhurbaşkanı olmasını zorunlu kılmıyor bence. Çünkü daha sonraki süreçte asıl olarak Meclis’in aktive olması ve eğer yeterli çoğunlukla Meclis’e gelinirse, anayasa değişikliği gibi temel bir perspektif de olacak. Onun da bir yürütücüye ihtiyâcı var. Bu açılardan bakıldığında, tek parametre olarak uygun aday ya da kazanacak aday seçeneklerinin her şeyi açıklamaya yetmeyebileceğini, bu meseleye biraz daha geniş perspektiflerden bakmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Burak, seninle devam edelim. Şu notu özellikle düşmek lâzım: Kılıçdaroğlu her seferinde, adaylığını, “Diğer liderler de kabul ederse” diye vurguluyor. Yani kendi adaylığı değil de ittifakın ortak adayı ve onların yanında durması kaydıyla diye de not düşüyor. Bunun da önemli olduğu kanısındayım. Ne dersin?

Burak Bilgehan Özpek: Doğru. Çünkü elitler arası ilişkiler aslında halkı pek ırgalamıyor. Tabanda, elitlerden bir arada durma ve bir aday çıkartıp seçimleri kazanma beklentisi var. Siyâsetle çok ilgilenen insanların dünyasında büyük yer kaplayan meseleler, aslında insanların dünyasında o kadar büyük yer kaplamıyor. Onlar bir şekilde elitlerin, seçkinlerin, parti yöneticilerinin bir araya gelip bu ittifakı devam ettirmesini istiyorlar. Bu ittifakı devam ettirmek herkese kazandıran bir şey, onu da söyleyeyim. Çünkü ittifak içerisinde bulunmak demek, kazanma ihtimâli yüksek olan tarafta olmak demek. Kazanma ihtimâli de insanları çeken bir şey. Kimse dışarıda kalmak, kaybeden tarafta olmak istemiyor. O bakımdan ittifakı bozmanın vebâli partiler açısından çok büyük. Bu vebâlin altına hiç kimse girmek istemiyor, istemeyecek diye düşünüyorum. Dolayısıyla ittifakın dışında kalan, benim “Çift Kutuplu Dünya” okumamı Türkiye siyâsetine uyarladığım argümanımdan mütevellit söylüyorum, hakîkaten nasıl Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin dışında bağımsızlar bloku vardıysa, öyle bir blok hâline gelebilir ve siyâseten anlamlı bir yer işgal etmelerini önleyebilir — öyle söyleyeyim.

Kemal Abi’nin söyledikleri ilginç, çünkü şöyle bir durumun altını çizmek gerekiyor: Yapılan araştırmalar iki ayrı veri ortaya çıkartabilir. Erdoğan’a oy vermeyecek seçmen sayısı ile onun karşısına çıkacak adaya oy verecek seçmen sayısı arasında büyük bir uçurum olabilir. Kuzey Avrupa’da yapılan araştırmalara bakıyorsunuz, halkın büyük kısmı Avrupa Birliği’nden şikâyetçi. Avrupa Birliği’nden çıkmayı mantıklı bir strateji olarak görüyor. Fakat Avrupa Birliği’nden çıkma referandumu geldiği zaman daha düşük oy veriyorlar, çünkü alternatifini görmeleri gerekiyor. O yüzden Tayyip Bey’den hoşlanmayan, ona bir daha oy vermeyi düşünmeyen seçmen sayısı yüzde 60-65 olabilir. Fakat bu, onun karşısına çıkacak her adayın yüzde 60-65 oy alma imkânına sahip olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla orada alternatifin ne olduğu çok önem kazanıyor. Bu alternatifin ne olacağı da aday profilini belirleyecek. Kemal Bey orada belirli bir alternatifin uygun adayı gibi gözüküyor. Nedir bu? Eğer biz yeni seçilecek başkandan, yetkilerini kullanmamasını ve Türkiye’yi ivedi bir şekilde Parlamenter Sistem’e geçirmesini bekliyor isek, burada Kemal Bey’in ismi hâliyle ön plana çıkar. Çünkü ittifak kurma ve ittifakı yürütme tecrübesi gerçekten âşikâr. 

Fakat eğer biz seçimden sonra çok daha karmaşık bir Türkiye bekliyorsak, meselâ Parlamento’da AK Parti ve MHP’nin sandalye sayısı yüksek çıkarsa, bürokrasi içerisinde bir dirençle karşılaşırsak veya çok hızlı bir şekilde başkanlık yetkilerini kullanmak îcap ederse, yani umulduğu gibi seçimleri muhâlefet adayının kazanmasından sonra Türkiye ve bürokrasi hızlı bir şekilde seçilmiş iktidara bir şekilde râm olmayı reddederse, Parlamento yolları tıkamaya çalışırsa ve iktidarı kaybetmiş Adalet ve Kalkınma Partisi daha radikal bir yöne savrulursa, orada bizim arayacağımız başkan adayının profili daha farklı olacak. Bu Kemal Bey midir ondan emin değilim açıkçası. Bizim nasıl bir gelecek tasarladığımız ya da tasavvur ettiğimiz, bizim aslında başkan adayımızı belirleyecek olan şey. Burada meselenin, mezhebin ötesinde veya Kemal Bey’in politikasının, vizyonunun ötesinde bir tarafı olduğu konusuna ben de katılıyorum. Bu da, eğer biz hızlı bir şekilde Parlamenter Sistem’e geçişi arzuluyor isek, oradaki liderin daha bilge, daha hırslarından arınmış ve geçişi daha kolaylaştıracak, yetkilerini paylaşma konusunda inatçı olmayan bir kişiden oluşması gerekiyor. Fakat eğer Adalet ve Kalkınma Partisi’ni mağlup etme süreci seçimle bitmeyecekse, sonrasında da devam eden bir süreç olacaksa –ki bu içerisinde olumlu ve olumsuz taraflar da barındırır– o zaman lider profili başka birisi olacak. Daha genç, siyâset yapmaya daha hevesli, daha idâre etmeye hevesli ve yürütme yetkilerini tam olarak kullanan bir isme ihtiyaç duyacağız. Bunu söylemek lâzım.

Ruşen Çakır: Peki orada isim olarak İmamoğlu mu öne çıkıyor sence? 

Burak Bilgehan Özpek: Öyle. Çünkü baktığınız zaman, o yaş faktörü sanılandan çok daha önemli. Bildiğim kadarıyla, Kemal Bey 74-75 yaşında, Ekrem Bey de 51-52 yaşında; çok genç bir siyâsetçi sayılır. Siyâset yapma yeteneği yüksek, gündemlerde boğulmuyor, kendisi gündem belirleyebiliyor. Yönetme arzusu var, bunu görebiliyorsunuz. O yönetme arzusunun da kötü bir şey olmadığını, rahatsız edici olmayabileceğini insanlara hissettiriyor. Aslında seçmen de biraz buna meyledebilir. Çünkü yetkiyi verip köşesine çekilmek gibi bir tavır da sergileyebilir. Ağırlıklı olarak böyle bir tavrın baskın olabileceğini düşünüyorum. Elimde veri yok, ama böyle bir şey.

Öte taraftan, takdir edersiniz ki Ekrem Bey’le Parlamenter Sistem’e ivedi bir şekilde geçiş ve başkanlık yetkilerinin tamâmıyla kullanılmaması gibi bir senaryoyu düşünmek çok mantıklı değil. 51 yaşında genç bir siyâsetçiden cumhurbaşkanı olup yetkilerini kullanmamasını ve dönemi bittikten sonra emekli olmasını bekleyemeyiz. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı profilinin kim olacağı konusunda bir uzlaşı içerisinde olmamız gerekiyor ki, biz, Kemal Bey’in adaylığının mantıklı mı mantıksız mı olduğunu tartışabilelim. Burada bir kafa karışıklığı var. Geçen haftaki “Adını Koyalımda da söyledim: Altılı masada tabii ki kafa karışıklığı vardı. Ortaya koyulan irâde bir anayasa çalışması irâdesi mi? Öyleyse niçin diğer partiler yok? Yoksa ortaya konan irâde bir siyâsî ittifak irâdesi mi? Öyleyse niye DEVA ve Gelecek partileri var? Burada bir kafa karışıklığı var. O yüzden, muhâlefet partilerinin ivedi bir şekilde netleşmesi gerekiyor. Çünkü Ankara’da, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, yüzlerce metin üzerinde uzlaşıldı ve bu metinler kayboldu gitti. Metin üzerinde uzlaşmanın çok da anlamı olduğu kanaatinde değilim. 

Bu başkanlık makamı öyle bir makam ki, hakîkaten dokunduğu her şeyi altına dönüştüren büyücü nasıl açlıktan öldüyse, başkanlık yetkisini eline alan kişinin de o yetkiyi kullanmamasını ve istismar etmemesini beklemek de biraz siyâsetin doğasına aykırı bir şey. Bu noktada Tayyip Bey aslında çok dürüst bir oyun oynuyor. Ne diyor? “Başkanlık siyâsî bir pozisyon. Bu siyâsî pozisyonun gerekliliği, benim ülkeyi hiç kimseye hesap vermeden yönetmemdir ve ben halk irâdesini yönetim kademelerine olduğu gibi yansıtacağım.” Bu, demokrasi açısından çok yanlış bir pozisyon, ama çok net bir pozisyon. Başkanlık makamını çok siyâsî bir pozisyon olarak değerlendiriyor. Ama Kemal Bey, başkanlık pozisyonunu siyâsî bir pozisyon olmaktan çıkartıp, hukukî bir geçiş sürecinin, yani bir anayasa değişiklik sürecinin moderatörlüğü gibi algılamaya çalışıyor ve kendisinin adaylığı da zâten sâdece bu şekilde mümkün olabilir. Ama sormamız gereken soru, gerçekten böyle bir şeye ihtiyâcımız var mı? 

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, sen ne diyorsun? 

Kemal Can: Araya gireceğim, ama eklemem gereken bir şey var: Aslında bunu çok ayrıştırıyoruz, Burak da öyle bir şeye işâret etti. Evet, böyle bir algı var. Ama Kılıçdaroğlu’nun son performansıyla, pek de “yetkileri kullanmayacak, tamâmen sembolik bir cumhurbaşkanı olma” seçeneğinin adayı olduğu görünmüyor. Tam tersine, birinci tekille “Şunu yapacağım, bunu yapacağım” diyor. Şu önemli: O performansı ve yetkileri, cumhurbaşkanı olduktan sonra kendi siyâsî geleceği için kullanıp kullanmayacağı belirleyici. Yani İmamoğlu’yla Kılıçdaroğlu arasındaki farkı oluşturan şey, cumhurbaşkanlığı yetkilerini birtakım problemleri çözmek için kullanmaktan imtinâ edip etmemeleri değil. İkisinin arasındaki değerlendirme farkı, bunu daha sonraki siyâsî kariyeriyle ilişkilendirip ilişkilendirmeyeceği farkı. Bence mesele bu. Şöyle bir varsayım bana çok gerçekçi gelmiyor: “Kılıçdaroğlu bu yetkileri kullanmayıp sembolik bir cumhurbaşkanı olacak.” Niye öyle olmak zorunda olsun ki? 

Ruşen Çakır: Anladığım kadarıyla daha çok şöyle bir husus var: İlk başta, kim seçilirse seçilsin geçiş döneminde yetkileri kullanacak; ama sonra Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçiş başarılırsa, o seçilmiş cumhurbaşkanı, esas yetkinin başbakanda olmasına râzı olacak. Kılıçdaroğlu bunu yapabilir, ama Ekrem İmamoğlu buna pek râzı olmaz gibi bir tartışma var. 

Kemal Can: Ben tersini de söyleyeyim: İmamoğlu da râzı olabilir. Ama siyâsî kariyerini devam ettirmek niyetindeki genç bir siyâsetçinin, kaçınılmaz olarak sonraki perspektifteki kendi pozisyonunu aklında tutmaması, ne insan fıtratına uyar ne siyâsetin gereğine uyar. Mesele bu.

Ruşen Çakır: Şöyle söyleyelim: Aradaki en büyük fark, Kılıçdaroğlu için bir nevi jübile olan, Ekrem İmamoğlu için tam tersine esas siyâsî kariyerinin en ciddi startı. Arada böyle büyük bir fark var. 

Kemal Can: Jübile yapacak olanın da yetki kullanmayacağı gibi kesin bir argümanla hareket etmenin bir anlamı yok. Onu söylüyorum. 

Burak Bilgehan Özpek: Ben şöyle bir şey söylemek istiyorum Kemal Abi: Yetkiyi kullanabilir de; burada mesele, siyâsî bir pozisyon olarak tanımlayıp, yürütme erkini sonuna kadar kullanma mesajı, Ekrem İmamoğlu tarafından verildiği takdirde mi daha inandırıcı olur? Yani o imajın adamı Ekrem İmamoğlu mudur? Yoksa Kemal Kılıçdaroğlu mudur? 

Ruşen Çakır: Bu sorunun cevâbını Ayşe Çavdar’a bırakırız. Buyur Ayşe Hanım. 

Kemal Can: Hadi Ayşe,çöz bakalım. 

Ayşe Çavdar: Olur. Elimden geleni yapayım. Ben problemin, tek bir güç târifi yapmamızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Sanki bir çeşit güç varmış gibi –ona “siyâsî güç”diyoruz– ve elimizde değil, o gücü de yirmi senedir bir adam üzerinde taşıyor ve çeşitli şekillerde performe ediyor. Onun idârî alışkanlıkları ve yönetim performansı üzerinden değerlendiriyormuşuz gibi geliyor. O yüzden böyle bir kafa karışıklığı var. 

Kılıçdaroğlu’nun yetki kullanmaması gerekmiyor. Yetki kullanacak, elbette çok önemli yetkiler kullanacak. Ama ondan beklediğimiz şey ve onu avantajlı yapan güç şöyle bir güç: Aynı yetkileri sınırlamayı becerebilecek bir güce de sâhip aynı zamanda. Hem yetkileri kullanmasına, hem de o yetkileri sınırlamasına iknâ edecek bir güce de sâhip. Hazırladığım notlarıma sondan başlamış oldum, ama ben Kılıçdaroğlu’na avantaj kazandıran şeyin, tam da onun zaafı gibi görünen şeyler olduğunu düşünüyorum. Dönüp baştan söyleyeyim: Kılıçdaroğlu’nun sâhip olduğu türden gücü ön plana çıkaran şeylerden bir tânesi, çok ciddî stres testlerinden geçmiş olması. 2010’da genel başkan olduğundan beri, “CHP zihniyetinin Bay Kemal’i” olarak çok ciddî bir stres testinden geçti. Her şekilde ona saldırıldı. Sâdece kendisiyle değil âilesiyle ilgili her ayrıntı ön plana çıkartıldı, onlar üzerinden zayıflatılmaya ve yıpratılmaya çalışıldı; bu hâliyle iktidar mahfilinin âile terbiyesini de gözler önüne serdi. Bu kadarının söylenmesi lâzım. Saldırılara uğradı, hayâtî tehlikeler atlattı, linç edildi. Ama bütün bunlara rağmen, belki de başından îtibâren kafasında bir ittifak planı vardı, istikrarla, o ittifak planını uyguladı, hayâta geçirdi. Yaptı ve o masayı kurdu. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu, Erdoğan’dan farklı olarak, masaları parçalayan, yaptığı ittifakları yine kendi eliyle ortadan kaldıran, insan harcayan değil; sürekli olarak, kurduğu masaya birilerini alan önemli bir arabulucu figür olarak çıktı. 

Önce şunu söyleyeyim: Ben “Kılıçdaroğlu olsun” demiyorum. Ekrem İmamoğlu kolay kazanacak bir aday olarak düşünülüyorsa, Ekrem İmamoğlu olsun. Ben Mansur Yavaş’ın bir alternatif olduğunu şu anda düşünmüyorum. Çünkü Mansur Yavaş aday olduğu anda ortaya çıkacak başka sorunlar var. Dolayısıyla, açık konuşmak gerekirse, biz esâsında “Ekrem İmamoğlu’mu, yoksa Kılıçdaroğlu mu?” gibi bir şeyi tartışıyoruz. Burada yapmaya çalışacağım şey de, ikisi arasındaki avantajları ve dezavantajları söylemek. Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun daha avantajlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Ekrem İmamoğlu’nun tek bir avantajı var, o da popüler olması. Şu aşamada popülaritenin Millet İttifakı’nın ve Türkiye’nin, Türkiye’deki muhâlefetin ihtiyaç duyduğu türden bir güç oluşturduğunu düşünmüyorum. Başka türde bir güce ihtiyâcımız var. O güç de, bir şekilde Kılıçdaroğlu’nda cisimleşiyor.

Birincisi, dediğim gibi, çok ciddî stres testlerinden geçti ve bu stres testleri esnasında bu ittifakı kurdu. Her şeye rağmen kurdu. O insanlarla arasında her türlü fikir ayrılığı, ideolojik ayrılık, perspektif ayrılığı, Türkiye’nin geleceğine dâir dünya görüşü ayrılığı olmasına rağmen bunu kurdu — üstelik böyle bir baskı altındayken. İkincisi, biraz terbiyesizce bulduğum bir şey: Alevî olması dolayısıyla kazanamayacağı hikâyesi. Ben, Aleviliğinin Kılıçdaroğlu’nun dezavantajı değil avantajı olduğunu düşünüyorum. Bu da, “Türkiye dinî, mezhepsel konularda ne kadar toleransı olan bir ülke, bunu unutuyoruz” diye düşündüğümden değil, hiç de öyle bir ülke değil. Ama şöyle bir durum var: Mevcut siyâsî kavga, sağın çıkardığı aktörler arasında. O sağ aktörler, aynı zamanda Sünnî aktörler. Kendi aralarında buldukları her arabulucu, yeni bir hizip yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Geçtiğimiz on yıl içerisinde buna defaatle tanık olduk. Bugün var olan sağ ve Sünnî aktörlerin her biri, zâten bu türden arabuluculuklar yapma iddiasıyla çıktılar ve bütün siyâsî performanslarını da buna koydular. Bir ara yol, bir orta yol, bir ortak akıl da onlar ürettiler. Her bir ortak akıl, her bir ara yol, yeni bir sağ hizip çıkmasına sebep oldu. Burada Marshall Sahlins’i anmak istiyorum. Çok önemli bir antropologdu, kendisini geçen yıl kaybettik. Onun, “Kralın yabancı olması zorunluluğu”ndan bahsettiği şey şu: Kral, idâreci, yönetici iki nedenle yabancı olmalıdır: Bir, eğer biz kendi aramızda kavga ediyorsak, kendi aramızdan biri kavgayı durduramaz; çünkü o da, kavgaya müdâhil olduğu andan îtibâren, zâten kavgaya dâhil olacaktır. Dolayısıyla bir başkasının olması gerekir. Elimizdeki vakada, yani Kılıçdaroğlu vakasında, bu “bir başkası” zâten o kavgayı kısmen durdurmuş vaziyette. 

Sağ aktörler arasındaki kavga, Sünnîler arası kavga dedim. Bir taraftan da bir kuşak çatışması. Sağ içi bir kuşak çatışmasından bahsediyoruz. Kılıçdaroğlu’nun on yıldır emek emek kurduğu masaya bakıyoruz: Kendisiyle berâber, herkesin birbirleriyle de eşitlenecekleri bir masa kurdu.  O masada kimler olduğuna bakıyoruz. Temel Karamollaoğlu, kusura bakmasın, o düşüncenin, o sağ, Sünnî ve erkek segmentin “dedesi”. Babacan ve Davutoğlu’na da, “küçük kardeş” diyebiliriz. Orada bir “büyük abi”var, o da Erdoğan. Kavgayı çıkartan da, sürekli hâneyi dağıtan da o. Böyle bir durumda sekülerlerle muhâfazakârlar arasında bir köprü kurmuyor. Ne yazık ki bunu görmüyorlar ve buradan gidiyormuş gibi davranıyorlar. Kılıçdaroğlu, sekülerler ve muhafazakârlar arasında bir arabuluculuk yapmıyor. Ben böyle bir arabuluculuğa ihtiyaç olduğunu da düşünmüyorum. Seküler-muhâfazakâr veya seküler-dindar arasındaki mevzunun da, kutuplaştırma hikâyesinde biraz fazla altı çizildiği için, çok yukarıda bir şey olarak kaldığını düşünüyorum. 

Ama dediğim gibi, ortada sağ içi bir kavga ve bu kavgada bir arabulucu var. Bu arabulucu Kılıçdaroğlu. Ve sadece sağcılıklar arasında değil, Sünnîlikler arasında değil, bir de sağ kuşaklar arasında, yani o evin içinde bir tür arabuluculuk yapıyor. Dolayısıyla bu, bence en önemli özelliklerinden bir tânesi. Üstelik bunu da ciddî bir stres testi arasında yapıyor. Çünkü dediğim gibi, AKP ve MHP’li tâife de sürekli buradan onun gücünü azaltmaya çalışıyorlar. Bu güç, Erdoğan’ın temsil ettiği türden bir siyâsî güç değil. Bu da bir siyâsî güç; masa kuran, ara bulan, taraflar arasında hukuk oluşturan; sâdece kendisiyle değil, masaya oturttuğu herkesi birbiriyle eşitleyen ve böylece birbiriyle konuşabilir kılan bir siyâsî güçten bahsediyoruz. Bu, bir de Erdoğan’ın liderliğinden farklı bir şey. 

Kılıçdaroğlu’nun Ekrem İmamoğlu’na göre en önemli avantajı, liderlik performansı söz konusu olduğunda, Erdoğan’la yarışamayacak olması. Ne güzel, çünkü yarışması gerekmeyecek. O zaman, biz bir yarışı oylamayacağız; hikâyeyi bir yarış üzerinden kurmayacağız. Ne üzerinden kuracağız? İttifak üzerinden, stres ve baskı altında birbirimizle müzâkere etme yöntemleri geliştirmemiz üzerinden kuracağız. Bence bu, İmamoğlu’nun avantajıymış gibi görünen popülerliği, şu koşullar altında, birçok krizi aynı anda ve bir sürü katman hâlinde ve üstelik bir can havliyle yaşıyor olduğumuz bir durumda, önemli bir avantaj sağlıyor. 

Yaşı îtibâriyle devam etmeyecek olması meselesine gelince: Burak, “Gerçekten icrâcı bir Başkanlık Sistemi’ne ihtiyâcımız yok mu?” diye sordu, ama burada Burak’a katılmadığım bir şey var: Anketlere baktığımızda, mevcut partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne verilen onay, Erdoğan’a verilen onaydan çok daha düşük çıkıyor. Dolayısıyla, evet, bizim böyle bir problemimiz var, bundan kurtulmamız gerekiyor. 

Peki, Erdoğan’sı bir liderliğe ve güce, daha önemlisi, Erdoğan’ın geçmiş hikâyesini tekrarlamakta olan birine ihtiyaç var mı? Bence İmamoğlu’nun başka bir dezavantajı da şu: Siyâ performansı, söylemi, konuşma biçimi, insanlarla iletişim kurma biçimi, bulunduğu yer îtibâriyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve oradan doğru bir siyâsî hikâye yaratması dolayısıyla, Erdoğan’ın adımlarını biraz fazla tâkip eden biri. Elinde olarak ya da olmayarak, bilemiyorum. Bunu her seferinde merkezî idâreyle belediye arasındaki çelişkide de görüyoruz. Ben bunun kötü bir hal olduğunu ve bunun bir dezavantaj olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir Erdoğan tecrübesi yaşandı, bir başkasına daha ihtiyaç yok. Özellikle muhâfazakâr seçmen açısından.

Onu da şöyle söyleyeyim, gerisini bir sonraki tura bırakayım. Endişeli muhâfazakârlar iki şeyden korkuyorlar: Bir, özellikle arada olan ve kararsızlar. Son günlerde birtakım Whatsapp gruplarında tanık olduğum bazı tartışmalar, bu konuda iyice iknâ olmama neden oldu. Korktukları şeylerden bir tânesi, ama birincisi, AKP’nin gitmemesi. Ondan sonraki korku, “Laikler gelirse ne yapacak?” korkusu. Bir, “AKP gitmezse, hele açıkça beyanda bulunduğumuzda, yerimizi belli ettiğimizde, bize ne olacak?” korkusu. İkincisi, “CHP’nin liderlik ettiği masa geldiğinde bize ne olacak?” korkusu. İki aşamalı bir korkudan bahsediyorum. Muhâfazakâr endişeyi böyle özetleyebiliriz. 

İmamoğlu’nun henüz CHP üzerinde bir etkisi yok, dolayısıyla kontrol edemez. Hattâ CHP teşkilâtlarıyla ve parti örgütüyle ciddî problemleri var. Cumhurbaşkanı olduğu durumda bile, başta kendi partisi olmak üzere –bir de ittifakın içerisinde başkanlık için yarıştığında ileride rakip olacağı adaylar da var–, onlarla gireceği kavgada alacağı yol, onu, geçiş dönemi için istikrarsız bir adaya dönüştürüyor. Bu, endişeli muhâfazakârların ikinci korkacağı şeyin başlarına gelip gelemeyeceği konusunda bir belirsizlik yaratıyor. Oysa Kılıçdaroğlu’nun böyle bir sorunu yok. Çünkü nasılsa o yetkileri bertaraf edecek. Yaşı, konumu ve vaatleri îtibâriyle kendisi de gidecek. Yani istese de devam edebileceği bir durum yok ortada. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu, hem masayı kuran kişi olması, hem o masanın vaat ettiği geçiş döneminin sonunda çekilecek biri olması, hem de Erdoğan’la aynı nitelikte olmayan bir siyâsî güce sâhip olduğunu çoktan kanıtlamış biri olması dolayısıyla, daha avantajlı. Ama geçiş dönemi için. Burak’ın dediği gibi önümüzde hiç böyle bir geçiş dönemi sorunu olmasaydı, halk Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nden memnun ama Tayyip Erdoğan’dan memnûniyetsiz olsaydı, o zaman “Kesinlikle İmamoğlu olsun” derdim. Yine de “Kılıçdaroğlu olsun” demiyorum. 

Aslında olması gereken şu: Madem böyle bir masa kuruldu, bu masanın eksiği ne? Adayın belirlenmesi konusunda kapsayıcı bir prosedür belirlemek ve adayın o prosedürün içinden çıkmasını sağlamak. O zaman herkesin kafası rahat olur. Çünkü “Bu çıktı” deriz. Keşke bu altılı masa, keşke, başkanın kim olacağına karar vermek yerine, o prosedürün nasıl işleyeceğine karar verse. Yalnızca partilerin değil, sivil toplumun da, toplumun her kesiminin de görüşü alınarak belirlense ve biz de seçmen olarak gönül rahatlığıyla, “Böyle bir şey kurduk ve içinden bu çıktı. Biz de hakkımıza râzıyız” desek. Ama verili durumda, beş kişinin bir diğerini aday gösterdiği bir durum, sözünü ettiğim Kılıçdaroğlu’nun sâhip olduğu türden siyâsî gücü gölgede bıraktıran bir şey. Çünkü dediğim gibi Kılıçdaroğlu’nun gücü, masa kurmak ve masa etrafında herkesi birbiriyle eşitlenmeye “râzı etmek”.Bir rızâ oluşturma gücü. Şimdilik bu kadar söyleyeyim, teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: İkinci turda, Ayşe’nin bıraktığı yerden devam edelim. İlk yapılan buluşmayı, geçen haftaki “Adını Koyalım”da değerlendirmiştik. Ama benim CHP kaynaklarımdan öğrendiğim kadarıyla, CHP’liler bu buluşmadan çok memnunlar. Her ne kadar adayın kim olacağı hususu konuşulmasa da, bu toplantının uzun sürmesinin iyiye işâret olduğunu söylüyorlar. Bu tür toplantılar kimi zaman saatlerce sürer ve taraflar anlaşamazlar. Ama burada bir mutâbakatın olduğu ve hemen her şeyin konuşulduğu bir buluşma olarak târif ediliyor. Şimdi 28 Şubat Pazartesi günü Ankara Bilkent Otel’de tekrar bir araya gelecekler. Bu seferki buluşma basına açık olacak. 

Ama onun öncesinde, 27 Şubat’ta İstanbul’da, Saadet Partisi’nin ev sahipliğinde Necmettin Erbakan’ı anma töreni düzenlenecek. Bu altı liderin büyük bir kısmının bu törene katılacağı bekleniyor. HDP’nin de katılacağı törene, AKP’de herhalde bir temsilci yollayacaktır. Şu anda konuştuğumuz bütün bu konuları artık daha fazla konuşuyor olacağız. Fotoğraflar daha sık verilmeye başlanacak ve sanki altı parti de ittifakta yer alıyormuş gibi bir tablo ortaya çıkmış olacak. İlk buluşma, o fotoğrafın verilmesi önemli bir eşikti. 28 Şubat’tan itibaren altı partili ittifak olayına giriyor muyuz? Ne dersin Kemal?

Kemal Can: Altı liderin toplanıp sonra “28 Şubat” gibi sembolik bir tarih vermesi, belki siyâsî iletişim açısından faydalı veya reklamcı aklıyla sürekli yeni vâde vererek heyecânı diri tutma anlamında bir işe yarıyor olabilir; ama ben çok hayırlı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Oluşturulan beklentinin, 28 Şubat için biraz ayarsız olduğu kanaatindeyim. Dolayısıyla 28 Şubat’ta, önceki haftalarda tartıştığımız, şimdi tartıştığımız ve daha sonra da tartışacağımız pek çok şeyin netleşeceği bir resim çıkacağından çok emin değilim açıkçası. Sâdece, bunun işaretleriyle ilgili daha fazla veriye sâhip olabiliriz ve biraz daha yazılı çizili, söylenmiş bir çerçeve çıkması ihtimâli var. Yoksa 28 Şubat’ta ne aday meselesi netleşecek, ne ittifak düzeni netleşecek. Bence, onların da orada olacağını varsaymak –özellikle muhâlefet kamuoyunda böyle bir beklenti oluştuysa–, katılanların, profesyonellerin memnun kaldığı, ama oradan bir şey bekleyenlerin arada kaldığı bir tablo çıkarabilir. Bu, olumsuz bir şey değil. Ama 28 Şubat’tan sonra, bu masanın, Burak’ın sorduğu o “kurulacak, geçiş döneminin ana çerçevesinin oluşturduğu bir siyâsî platform mu, yoksa bir siyâsî ittifak mı?” meselesinin biçimleneceği bir yer olacağı ve galiba asıl ona doğru evrilmeye çalışılacağını düşünüyorum. Çünkü artık adının konması gerekiyor. Yine Burak’ın sorduğu, “DEVA ve Gelecek partileri buradalar mı ve nasıl buradalar? Bu, seçim ittifakına doğru bir yola çıkış mı?” sorusunun cevaplanması önemli.

Önceki tartışmamıza bağlayarak konuşursak, en temel mesele şu: Seçmenin beklentileri, muhâlefet seçmeninin yüksek kazanma arzusu ve artık tahammülü zor bir kazanma ihtiyâcı çok belirleyici. Bu, çok büyük bir baskı oluşturuyor. Ama Ayşe’nin söylediği gibi, işi muhâlefet birlikteliğinin, muhâlefet ittifakının… Zâten Millet ve Cumhur ittifaklarının ismen bile böyle bir sıkıntısı var. Birbiriyle yarışan benzerler olarak kodlanması çok ciddî bir sorun. Ayşe, İmamoğlu seçeneğinin, müsâbakacı bir aktörü aday yapmak anlamına geldiğini söyledi. Burak’ın söylediği gibi, sıradan insanlar detaylara bakmazlar. Ama sıradan insanlar bu farkı sezerler. Bunun üzerine çok fazla teorik mülâhazalar yapmayabilirler; ama aynı olan, birbirinin simetriği şeyleri koşturup yarıştırdığında, tercihleri farklıdır. Farklı şeyler arasında bir seçim yaptıklarını düşündüklerinde, tercihleri farklıdır. “Hangisi daha iyi koşuyor?” diye bir seçim yapıyorsanız başka bir tercih yaparsınız. Biri koşuyor, diğeri başka bir şey yapıyorsa, güçlü ve doğru bir yürüyüş öneriyorsa, o zaman seçiminiz değişir. “Kim daha hızlı koşar, kim daha kuvvetli, kimin yumruğu daha güçlü?” diye bakmazsınız. Bunlar, insanların oturup üstüne büyük analiz yaptıkları şeyler değildir. Sıradan seçmenler bununla ilgilenmezler, ama bunu sezerler. AKP’den ayrılan yeni partilerin en büyük sorunu bu. “Onlar kötüsünü yapıyor. Biz aynısının iyisini yaparız” demenin bir fark oluşturmaması gibi bir şey. Dolayısıyla, işi böyle bir müsâbakadan çıkartıp, başka bir şey yaptığını, ama o başka bir şeyin mevcuttan daha iyi sonuç verebileceğine inandırması gerekiyor. Düşük profilli, kendini geri çeken ve gücünden korkan bir şey değil; tam tersine, gücünün farkından geldiğini söyleyen bir şey. Muhâlefet bloku 28 Şubat’tan sonra bunu yapabilirse, seçmene bunu geçirebilirse, önemli bir avantaj kazanır. Üstelik Burak’ın işaret ettiği gibi, “Çoğunluğun alınamadığı ya da ucu ucuna alındığı bir yerde, müsâbakacı, çok cevval, genç, dinamik birinin direksiyonda olması hayırlı mıdır, değil midir?” konusu da tartışma götürebilir. Çünkü müsâbakaya girip müsâbakayı kaybederseniz olacak sonuçla, müsâbakaya girmeyip başka bir seçeneği ortaya koyduğunuzda çıkacak sonuç farklıdır. 

Burada çok önemli temel bir ayrım var. Kılıçdaroğlu’nun bu ittifaka yüklediği kişisel misyonun ve o ittifakla kurduğu ilişkinin diğer aktörlere de geçmesi gerekiyor. O temel sorumluluğun artık hepsinin ortak sorumluluğuna dönüşmesi gerekiyor. Buradaki ortaklığın devam mecbûriyetini, kendileri için değil ortaklığın sürdürülmesi için bir sorumluluğa ve mecbûriyete çevirerek devam etmeleri gerekiyor. Çok öne çıkacak aktörlerin, bu ortaklığı kendisi için devam ettirme riski var. Bu, onun hem iç kimyasını hem algısını bozabilir. 

Bir de, 28 Şubat tablosunda ortaya çıkacak şey, sorunlu kullanımları olan “Türkiye gerçeği” gerekçesinin nasıl konumlandırılacağına bakmak lâzım. Çünkü “Türkiye gerçeği” denilen şey, Türk ve Sünnî çoğunluğu işaret eder. Asıl olarak da çoğunlukçu bir perspektiftir. Dolayısıyla, çoğulcu bir pencere açma iddiasını, bu gerekçeleri dikkate alarak, her şeyi bu gerekçelere endeksli olarak kurgulamak ve o çoğunluğu buraya taşıma yeteneği olmasa bile, sâdece oraya ait olduğu iddiasını biraz daha lâf söylemeye ve kabul görmeye gerekçe saymak sorunlu bir şey. Bunun kırılması gerekiyor. 28 Şubat kompleksinden atlamanın iki taraflı olması gerekiyor. Bence en tehlikeli şeylerden biri, çoğunluğun mağduriyet iddiası üzerinden kurulan perspektiftir. Bu, toplumları, ülkeleri kolayca faşizme taşır. Bu bütün ülkeler için de böyle, Türkiye için de böyle. Muhâlefetin, “helâlleşme” ya da “ortaklaşma” üretebilmesi için bu sorunu da aşması gerekiyor. 28 Şubat, benim baktığım pencereden, bu tür sorulara ne tür açılımlar vereceğiyle önem kazanıyor. Çünkü ben ilk aşamada somut şeylere pek cevap beklemiyorum. 

Ruşen Çakır: Burak, sen ne bekliyorsun 28 Şubat’tan? Ben 28 Şubat’ta Ankara’da olacağım. Sen Ankaralı olarak gitmeyi düşünüyor musun?

Burak Bilgehan Özpek: Hayır, herhalde gitmem. Son iki haftadır öyle programlar yaptık ki, sâyenizde Ankara’da sevenimiz kalmadı. Her neyse. Ben İmamoğlu’nu 2. Erdoğan olarak tanımlama eğiliminin nereden çıktığını anlamış değilim. İkincisi, bu müsâbakacılığın demokrasi açısından niçin bir kabahat olarak algılandığını da anlamış değilim. Demokrasi tam olarak müsâbakacılıktır aslında. 

Kemal Can: “Tam olarak” deyince biraz sorunlu oluyor ama. Tam olarak değildir. 

Ayşe Çavdar: Ondan ibâret değildir. 

Burak Bilgehan Özpek: Öncelikli koşulu siyâsî aktörlerin rekabetidir. Rekabetin kendisi kötü olamaz. Müsâbaka içerisinde olan insanların kendine has stratejisinin, dilinin, politikasının olması da kötü olamaz. Bu, başlı başına yargılanacak, yadırganacak bir şey değil. Bizim burada yargılamamız ve yadırgamamız gereken şey, müsâbaka içerisindeki aktörlerin kullandıkları oyunun, yani rekabetin kendisine zarar verip vermediği. Meselâ, Tayyip Bey’in hikâyesine baktığımız zaman, yüzde 25-26 oyla gelmiş, toplumun geri kalanını gerçek milletin bir parçası olarak saymayan, toplum gruplarını kategorize eden ve bunları birbirine karşı kışkırtan bir söylemle ilerlediğini görüyoruz. Meselâ Ekrem İmamoğlu’ndan, çıkıp Anadolu’da bir mitingde konuştuğunu ve “Atatürkçü Düşünce Dernekleri kışlamız, Kemalistler asker” dediğini duymadık. Müsâbakanın içerisinde kullanılan yöntem ve dilin, müsâbaka kavramının kendisinden ayrışması gerektiğini düşünüyorum. İyi ve rekabetçi siyâsetçinin de bizi hemen tedirgin etmemesi gerektiği kanaatindeyim. 

İkincisi, Ekrem İmamoğlu herhangi bir kimlik grubunu, herhangi bir ideolojik grubu dışlayarak, onları hedef göstererek ya da herhangi bir hak mağduriyetinde kendi kabuğuna çekilerek ilerlemiyor ki. Meselâ Diyarbakır Belediyesi’ne kayyum atandığı zaman, Ekrem İmamoğlu ertesi gün Diyarbakır’a gitti, teselli verdi, desteğini belirtti. Ekrem İmamoğlu’nun, sokağa, pazara, çarşıya çıktığı zaman, muhâfazakâr toplum kesimiyle, farklı yaş ve gelir gruplarıyla, çok rahat, önyargısız iletişim kurabildiğini ve bu insanlardan oy alabildiğini görüyoruz. 31 Mart seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nu seçmeyen, sandığa gitmeyenler, asıl olarak onu yeteri kadar Kemalist bulmayan insanlardı. İmamoğlu’nun adaylık sürecine baktığınız zaman, onu yeteri kadar partizan bulmayan, yeteri kadar tutkulu görmeyen insanların eleştirilerini de çok rahat görebiliyorsunuz. Ekrem İmamoğlu’nun tutkulu bir partizanmış gibi, toplumu dönüştürme projesine sâhipmiş gibi veya kendisini diğer aktörlere dayatacak bir aday gibi tasvir edilmesi, bana biraz abartılmış bir endîşeymiş gibi geliyor. Kaldı ki, bir muhâlif olarak benim arzum, rekabetçi aday sayısının çoğalmasıdır. 

Ruşen Çakır: Sözünü kesiyorum ama, şunu da not edelim: Önümüzdeki yayınlardan birinde İmamoğlu’nu başlığa çıkartmak iyi olabilir. Bir yandan söylediklerinizi dinlerken, kafamda da bir yığın şey dolaşıyor. Çok câzip bir konu. Ekrem İmamoğlu’nu tartışırken, Türkiye’yi de tartışma imkânı var; o anlamda çok iyi bir örnek. Her ne kadar 28 Şubat toplantısına dayak yemekten korktuğun için gelmeyeceksin, ama nasıl olsa izleyeceksin. Oradan nasıl bir şey bekliyorsun? Bir önceki buluşmanın tekrârı gibi bir şey mi bekliyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: İkinci îtirâzım da bu konuya yönelik. Ben bu elitler arası müzâkerenin ciddî anlamda, tabandaki aktörleri görmezden geldiğini, dolayısıyla elit mutâbakatının anti-demokratik bir yola evrileceğini düşünenlerdenim. Bunun bâzı sebepleri var. Mesela “Diğer beş genel başkanın onay vermesi durumunda aday olurum” söylemi. Aldıkları oy oranından bağımsız olarak, partilerin hepsinin eşit ağırlıkta olması ve onların, muhâlefetin bir sonraki dönemine karar verecek pozisyonda konumlandırılması, elitler arası bir ilişkinin sonucu. Fakat burada tabanın bu konuda ne düşündüğü, tabanın cumhurbaşkanı adayının kim olması gerektiği konusundaki kanaati ya da tabanın bu ittifaka yaklaşımı önemsenmeden atılan adımlar. Dolayısıyla gerçekten bir demokrasiden bahsediliyorsa, gerçekten sivil alanın ihtiyaçlarının siyâsî alanda temsîlinden bahsediyorsak, burada sivil alanı kontrol edilemez her türlü başıbozukluğa eğilimli, radikalizme ve marjinalizme açık gruplar olarak tanımlayarak sâdece elit mutâbakatının meşrûluğunu sağlayabiliriz. Yani elit mutâbakatını, sâdece o an bunu yaparak meşrû gösterebiliriz. Bunun zararlı olduğu kanaatindeyim. Toplum kesimlerini yaftalamak için kullanıldığı ve toplum kesimlerinin tepkilerinin siyasal alana nakledilmesini önlediği için karşıyım. O bakımdan, 28 Şubat, 1 Mart veya 27 Şubat’ın benim dünyamda neyi çağrıştırdığını sorarsanız, 28 Şubat 1997’ye bir göndermeyi çağrıştırmıyor. Benim dünyamda, toplumun, tabanın taleplerinin bu altı genel başkan tarafından ne kadar dikkate alınıp alınmayacağını çağrıştırıyor. Bugün Parlamenter Sistem’den memnun olmayan insan sayısı çok fazla. Fakat bu Parlamenter Sistem’in ana oy verme eğilimini belirleyeceği anlamına gelmiyor. Bugün toplum uzlaşmadan yana. Fakat uzlaşan aktörlerin, toplumun beklentisi hilâfına karar vermesi gerektiğini de ortaya koymuyor. Bunları ayrı olarak ele almamız gerektiği kanaatindeyim. 

Ayşe endişeli muhâfazakârların korkusundan bahsetti. Aslında toplumun genelinde, “Bize ne olacak?” korkusunun yaygın bir düşünce olduğu kanaatindeyim. Yani sâdece muhâfazakârlar endîşelenmiyor; aynı zamanda toplumun sekülerleri, Kürtleri, Türkleri, Alevîleri, bütün toplumda “Bize ne olacak?” korkusu var. Bu korkuyu ortaya çıkaran hâdise bir kimlik meselesi midir, yoksa onun dışında daha pratik hayata ilişkin kaygılar mıdır? Bu kaygılar, bütün endîşe duyan grupları göbekten mi keser ve onları cepheleştirecek asıl cephe bu mudur? Yoksa onları ayrı kimliklere bölerek, onların kaygılarını tatmin etmek midir? Bütün bu sorulara cevap vermek gerekiyor. “Bize ne olacak?” sorusunun asıl neşet ettiği nokta, insanların kendi hayatlarına dâir kaygıları olduğu için, onların kimliklerine vurgu yapmadan, ortak bir cephede buluşturulabilecek bir politika önerisidir. Bana sorarsanız bunun cevâbı budur. Alternatif olarak, siz toplumu kimliklere ayırarak onlar arasında bir pakt kurmayı amaçlarsanız, bunun cepheyi sağlam tutabileceği kanaatinde değilim. 

Ruşen Çakır: Ayşe Hanım buyurun. Dükkânı sizinle kapatalım. 

Ayşe Çavdar: Teşekkür ederim. Burak’ın ikinci kısımda söyledikleriyle kesinlikle hemfikirim. Yani bu ittifakın bir an önce tabanlara ve topluma yayılması için adımlar atılması lâzım. Tamam, bir masa etrafında oturabiliyorsunuz, ama bu yeterli değil. Bu masanın birleştirici bir masa olması lâzım; yalnızca liderlerin birleşmesiyle yetmez. O masada oturmayı, bir diğerini dengelemek, bir diğerinin yapabileceği kötü şeyleri engellemek diye de sınırlamamak lâzım. Çünkü masa kurulduğu andan îtibâren bir dönüşüm yaşanmaya başladı. Tabii önce, herkes birbirine eteğindeki taşları dökecek. Taşlar dökülecek, dökülecek ve taş kalmadığı zaman o masada rahat edecekler. Ama bunun için, herkesin ittifakın ne kadar gerekli olduğunu yalnızca kendi tabanına anlatması değil, her birinin, bir diğerinin tabanına da anlatması, dolayısıyla o masanın, bir tür çapraz diyebileceğim daha geniş ilişkilere dönüşebilmesi lâzım. Bence Kılıçdaroğlu’nun şimdiye kadar yaptığı iş, o masayı kurması iyiydi. Ama bundan sonrasını hayâl edebilecek bir siyâsete de ihtiyâcı var. Buraya kadar iyiydi, ama önemli olan bundan sonrası. 

Burak’ın ilk kısımda sorduğu, “İmamoğlu ikinci Erdoğan mı?” sorusuna cevabım hayır. Mümkün değil. Ama dediğim gibi, sonuçta mevcut siyâsette Erdoğan’ın hikâyesinin bir belirleyiciliği var. Nasıl “lider” tanımını Erdoğan’a bakarak yapıyorsa — geniş kalabalıklar, pek çok gazetecimiz, aydınımız, analizcimiz de “lider” dendiğinde, masaya yumruğunu koyan ve ortalığı târumar eden, ne istiyorsa onu yapan, bu tür bir güce sâhip olan birini anlıyor. İmamoğlu’na baktığında da aynı şeyi gören pek çok insan var. Sık sık onun, “İstanbul’u alan Türkiye’yi de alır; Erdoğan yüzde 25’le gelmişti. İmamoğlu yüzde 50 ile geldi” gibi karşılaştırmalı cümleler içerisinde geçtiğini görüyoruz. Ben İmamoğlu’ndan bir Erdoğan çıkacağını düşünmüyorum. Ama kendi tarzında hırslı bir siyâsetçi. Bu da, bu kadar dar bir köprüden geçerken, büyük avantajlar sağlamıyor.

Rekabet ve demokrasi hikâyesine gelince: Tabii ki rekabet demokrasinin önemli bir parçası. Ama Türkiye’de mevcut koşullar içerisinde demokrasiden söz edemediğimiz için, demokratik bir rekabetten de bahsedemiyoruz. Dolayısıyla aktörlerimiz de o demokratik rekabeti varsayarak hareket ettiklerinde çeşitli duvarlara toslama riski barındırıyorlar. Ben İmamoğlu’nun o riskleri bolca taşıdığını düşünüyorum. Çünkü arkasında bir teşkilât desteği yok. İkincisi, çok hırslı biri. Çok iyi bir başbakan olabilir, bundan eminim. Ama şu önümüzdeki geçiş dönemini idâre edebilecek sabra ve diplomasi gücüne sâhip olduğunu düşünmüyorum. Bir de üstelik önünde târumar olmuş, aslında var olmayan bir devlet görecek. Az önce söylemeyi unuttuğum, Kılıçdaroğlu’nun avantajlarından bir tanesi de bu. Sonuçta, kendi hikâyesi îtibâriyle, devletin henüz var olduğu dönemdeki alışkanlıkları ve tarzı taşıyor. Bu tarafıyla da bir miktar güven verme potansiyeline sâhip. Bütün bunlar, ondaki bu avantaj ve dezavantajlarla nasıl bir şey kuracaklarına bağlı. “Türkiye zâten şöyle, Türkiye zâten böyle” deyip, ona göre Kılıçdaroğlu’nu yontmak yerine, ondan nasıl bir aday çıkacağı konusuna odaklanmak lâzım. Henüz onu da yapmadıkları için, o adayın kim olduğu konusunda da emin değiliz. 

Altılı masadan ne bekliyorum? Ben, altılı masanın, masa olarak işlevini çoktan görmeye başladığını düşünüyorum. Ama şu aşırı sembolik iletişimden bir an önce vazgeçseler. Yani, siyâsî iletişimi, sembolik tarih ve yerlerle kurmaktan vazgeçseler ne kadar iyi olur. Meselâ bu 28 Şubat’ta yapılacak toplantı bana, Erdoğangiller’in 12 Eylül’de, 12 Eylül Anayasası’nı değiştirme atraksiyonunu hatırlattı. Çok sakil, çok gereksiz, bence tersine çalışan bir şey. 28 Şubat’ta yapacakları toplantıyla, 28 Şubat’ta yapılan şeyleri geri mi alacaklar? 20 yılı geri alabilecekler mi? Böyle bir durumda, hepimize 20 yılımızı geri verebilecekler mi? Bundan şüpheliyim. O yüzden bu kadar iddialı olmaya gerek yok. İddiayı da sembollerle anlatmaya gerek yok. 

Dün akşam Aysuda Kölemen ile yaptığımız ve artık adı ‘’ “Geniş Zaman” olarak değişen programda bunu biraz anlatmaya çalıştım. Sembolik bir dil kurmak, sembolik gösteriler, performanslar, siyâsetçilerin elini kolaylaştırıyormuş gibi gelebilir. Ama aynı zamanda çok riskli iletişim stratejileridir. Kusura bakmayın tâbirim için ama, böyle söyleyeceğim: Hani “Alışmamış uzuvda don durmaz” derler ya? Alışmadığınız türde semboller kullanıyorsanız, üstünden nasıl döküleceğini ve nerenizin açıkta kalacağını bilemeyebilirsiniz. Özellikle de bu kadar nârin müzâkere masalarının kurulduğu yerde bunun olmaması lâzım. Hele bütün siyâsî iletişimini “algı yönetimi” dedikleri, esâsında kalabalıkların yanlış ve kötü bilgilerle kötü şekillerde ve kötü amaçlar için manipüle edilmesine vakfetmiş bir siyâsî tarafla… İşte o yüzden bu yarış demokratik değil ve o yüzden, demokratik yarışın kuralları içerisinden, onun gerekliliği üzerinden konuşamıyoruz. Böyle bir anlayışla, böyle bir rakiple işiniz zor. 

Bundan sonrasında olması gerekeni de az önce söyledim. Artık o liderlerin, o masayı hem kendi seçmenlerine hem de onların seçmeni olmayan taraflara, onlara etki etmek ve masaya katılmak üzere açmaları gerektiğini düşünüyorum. O altılı masa bir tür boş gösteren olsun, insanlar ihtiyaçlarını ve vaatlerini o masaya koysunlar. Masa o partilerden ibâret kalmasın. Çünkü zâten geçiş dönemini bir idrak edeceğiz. Geçiş döneminden sonra bu aktörlerin ne kadarının kalacağı belli değil. O masanın tek işlevi, siyâseti bütün aktörlere açmak olsun. Bunun için prosedürler belirlesinler, mekanizmalar oluştursunlar, Ancak ondan sonra o altılı masa bir işe yarar. Burada Burak’a katılıyorum. Altı lider karar verdi diye belirlenen bir aday, allâme-i cihan olsa o seçimi kazanamaz. Çünkü bu seçimi bir aday kazanmayacak. Bu seçim ancak toplumun kendisiyle, kendi geleceği ile Erdoğan arasında… O endîşe hepimizde var. Muhâfazakâr endîşeden bahsetmemin sebebi, “Onların endîşelerini giderebilir miyiz?” diye değil. Hepimizin, kendimizle, kendi geleceğimizle Erdoğan arasında bir seçim yaptığı kanaatini paylaşmasıyla kazanılacak bu seçim. Bu da, o masanın herkese açılmasıyla olur. O masayı yalnız teşkilâtlara ya da partilere değil herkese nasıl açacakları konusunda bize henüz bir ipucu vermediler. Umarım 28 Şubat’taki o toplantıda değil –orada çıkmasın böyle bir şey, çünkü gölgede kalacak–, ama bir sonraki ve gene umarım 12 Mart’ta olmayacak olan toplantıda böyle bir plan, proje ve dekor koyarlar önümüze. Teşekkür ederim. 

Kemal Can: Belki 27 Mayıs olur. 

Ayşe Çavdar: Umarım öyle gitmez. O çok tehlikeli bir yere gidiyor. 

Ruşen Çakır: Haftaya muhtemelen 28 Şubat toplantısını konuşacağız. Ama öncesinde, 28 Şubat akşamı, Ana Haber Bülteni’nde, yine “Adını Koyalım” ekibi olarak ilk izlenimleri yapacağız. Onu da izleyicilere şimdiden duyuralım. Ben Ankara’da olacağım. Pazar günü de, Necmettin Erbakan’ı anma törenine gitmeyi düşünüyorum. Yoğun bir siyâset kürü yapmış olurum. Hatta Salı günü de Meclis’te grup toplantılarını izleyeceğim. 

Ayşe Çavdar: Sâha gazeteciliğine dönüş. Ne güzel.

Ruşen Çakır: Evet, yavaş yavaş başlayayım. Peki, ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?

Kemal Can: Ben bir not olarak şunu söyleyeceğim: Adayları, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Mansur Yavaş da dâhil, kişisel ya da performansları üzerinden okuyormuş gibi düşünüyoruz; ama şöyle bir şey var: Siyâsî aktörler, diğer aktörler tarafından, hem niyetleri hem de performanslarından bağımsız, bir şeyin adayı hâline dönüştürülebilirler. Dolayısıyla böyle baktığınızda, meselâ İmamoğlu iyi biri mi kötü biri mi göremeyebiliriz; bu başka bir şey. Bence asıl belirleyici olan, gerek o liderler, gerek seçmen, “Neye karar verdiğini düşündüğü için kararını verecek?” sorusunun cevabı aslında. Çoğu zaman, aktörlerin ya da liderlerin veya analistlerin söylediği değil, bunun nasıl oturacağı, hangi parametrelerin belirleyici olduğu önemli. Onun için, İmamoğlu daha hırslı ve tehlikeli bir adam olduğu için değil, ona başka türlü bir misyon biçmeye yatkın bir yaklaşım olduğu için. Ya da, Kılıçdaroğlu, pasif ve inisiyatif kullanamayacak biri olduğu için değil. Bunlar kişisel fıtrat meseleleri de olmayabilir. Bunu vurgulamak istiyorum.  

Ruşen Çakır: Burak, senin ekleyeceğin bir şey var mı?

Burak Bilgehan Özpek: Hayır. 

Ruşen Çakır: O zaman “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.