Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (104): Pakdemirli’nin istifası, Ukrayna savaşında son durum & Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete” çıkışı

Ruşen Çakır ve Kemal Can“Haftaya Bakış”ın bu bölümünde, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin istifasını, Rusya-Ukrayna savaşındaki son durumu ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete” çıkışını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Bu hafta biraz erken yapıyoruz yayını. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Tabii ki gündemin en önemli maddesi Rusya-Ukrayna Savaşı — daha doğrusu, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi. Bir ara Rus ordusu zor durumda dendi, ama sonrasında Rusya’nın bâzı şehirleri ve en son Avrupa’nın en büyük nükleer tesisini de ele geçirdiği söylendi. Bir yandan savaş sürerken, bir yandan da müzâkereler ve yaptırımlar sürüyor. Çok karışık ve kötü bir durum. Sen Pazartesi günkü “5 Soru 10 Cevapta Ukrayna’yı konuşmanın zorluğunu işledin. Ben de dünkü yayınımda tarihe kayıt düşmek için kendi pozisyonumu tanımladım. Burada Rusya’nın saldırganlığına karşı NATO’cu olmanın da özellikle sol açısından çok mantıklı olmadığını söylemeye çalıştım. Çünkü burada bireysel bir şeyden bahsediyoruz. Sen nasıl bakıyorsun, öyle sorayım. Kemal Can olarak savaştaki pozisyonunu bir anlatır mısın?

Kemal Can: Aslında bu çok gizli saklı bir şey değil. Çünkü sâdece bu savaşta değil, daha önce yakın dönemde yaşadığımız pek çok şeyde de çok net pozisyon alınabilecek bir şey savaş. Suriye’de, Libya’da, başka yerlerde ve şimdi Ukrayna’da da yaşadığımız şey; savaşın korkunçluğunu defâlarca gördük; bu savaşta da, güçlü aktörlerin pozisyon alışlarındaki ikircikli tutumlarını, hiç de samîmî olmayan duruşlarını her seferinde tekrar tekrar deneyimliyoruz. Sanki her seferinde büyük bir kafa karışıklığı varmış gibi ortaya çıkan şeyin, aslında kafa karıştırma olduğunu düşünüyorum. Kafa karışacak bir şey yok. Çok açık biçimde savaş, onun zeminini yaratanlar, onu fiilen başlatan ve uygulayanlar îtibârıyla korkunç bir suç. Bunun karşısında olmanın hiç de zor bir tarafı yok. Kafa karıştıracak hiçbir tarafı da yok. Senin de demin söylediğin gibi, NATO’yla ilgili pek çok şey söylenebilir, Batı’yla ilgili çok şey söylenebilir — ki bunların çoğu çok belirgin bir sicil olarak herkesin hâfızalarında. Ama bunların hiçbiri, Putin’i bir anti-emperyalist kahraman yapmaya yetmez. Tam tersine, onun, eli kanlı bir diktatör gibi davrandığını ve gerekçe ne olursa olsun, bir ülkeyi işgal etmeyi hak gördüğü bir durumu karşımıza getiriyor. Bence burada hiç kafa karışacak bir durum yok. 

Ama karışıklık yaratan şey şu: Bu durumun kendisine, bir tarafı işâret ederek, “Burada taraf Ukrayna ve Rusya” diye koyduğumuzda, tabii ki saldırıya uğrayan ve mağdur olanla ilgili bir taraf değerlendirmesi yoktur. Ama buna bir üst pencereden bakmanın da hiçbir yanlış tarafı yoktur. Ama bu, Putin’in yaptığının senelerce mâkul bir gerekçesi olduğuna inanmamızı ya da buna iknâ olmamızı gerektirmiyor. Senelerce bütün şiddet olaylarında, kadına karşı şiddette, çocuklara karşı şiddette, bunun defâlarca örneklerini gördük. Bunun gerekçeleri üzerine konuştuğumuzda, o eylemin karşısında olmayı zorlaştıran bir durum var. Ama burada yaşanan şey çok açık bir ihlâl ve saldırganlık. Buna karşı durmak gerekiyor. Tıpkı daha önce Irak’ta, Suriye’de ve diğer bütün savaşlarda durduğumuz gibi. Daha da öncesine gidebiliriz. 

Yayına başlarken, Ukrayna’nın direnişi ve aslında Rusya’nın zorlandığını söyledin. Bence, şu andaki savaşın seyri nasıl giderse gitsin, Putin ve Rusya’nın buradan ciddî bir hasar alacağı çok açık. Putin, kişisel iktidârı için oynadığı bu riskli oyunu, tam tersine, onu kaybederek de sonuçlandırabilir. Böyle bir tarafı var. Ama bu savaşta, başından îtibâren, “Ukrayna ve Rusya, denk güçler ve kim kimi yenecek?” gibi bir durum söz konusu değil zâten. Bu konuyla ilgili daha önce öngörülerde bulunmaya çalışan uzmanların, Ukrayna’nın çok kısa direnebileceği konusundaki öngörüleri biraz haksız çıktı. Ukrayna biraz daha yüksek bir direnç gösterdi, Rusya’nın da biraz daha zorlandığı görüldü. Ama hiçbir sayısal veri, Ukrayna ve Rusya’nın denk güçler olmadığını, bu denk olmayan güç dolayısıyla Rusya’nın burada mutlaka kazanacağı anlamına gelen bir tablo olmadığını ortaya koyuyor. Evet, şu andaki fiilî savaş çok büyük bir yıkımla devam ediyor, çok sayıda insan evinden ve canından oldu ve olmaya devam ediyor. Ama bu savaş, üstelik de artık bir denge savaşı olmaktan çıkıp bir sıcak çatışmaya dönüştüğü için, bundan başka yan bedeller de ortaya çıkmaya başlayacak. Henüz onların oluştuğu tabloyu görmüyoruz. Dolayısıyla şu andaki tabloda, Rusya’nın durumu kontrol ettiği ve tekrar avantajlı duruma geçtiği, yaptırımlara karşı da biraz bağışık olduğu iddiasının da çok mesnedi olmadığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: “Çehov’un Silahı” diye bilinen bir kural vardır: Anton Çehov, “Bir oyunun birinci sahnesinde duvarda asılı bir silah varsa, o silah ikinci ya da üçüncü sahnede patlamalıdır. Eğer patlamayacaksa o silah orada asılı olmamalıdır” der. Burada da beni en çok tedirgin eden, nükleer meselenin çok fazla telaffuz ediliyor olması. Zaten doğrudan Putin tarafından telaffuz edildi. Rus yetkililer her vesîleyle bir şekilde buna gönderme yapıyorlar. Batı’ya yönelik olarak da birtakım “çağrımsı tehditler”debulunuyorlar. Nükleer tesisin saldırıya uğraması, yangın çıkması, sonra da Rusya tarafından ele geçirilmesiyle, bu savaşın sadece Ukrayna’yla sınırlı kalmaması ihtimâlini hep akılda tutmak gerekiyor sanki. 

Bir diğer husus da bununla bağlantılı: Nükleerin bir şekilde gündeme gelmesi, bu kadar çok konuşuluyor olması, savaşın genişleme ihtimâlini çok daha artırıyor. Bu anlamda baktığımız zaman kimse buradan muaf değil. Özellikle Türkiye ve Doğru Avrupa ülkeleri gibi yakın ülkeler. Her ne kadar Türkiye bunu göstermese de, özellikle Ukrayna’ya yakın olan eski Doğu Avrupa ülkeleri, hatta hep tarafsız kalan Finlandiya gibi ülkelerde bile bir tedirginlik olduğu gözüküyor. Yani bunun sınırlı bir savaş olmadığını söyleyenler, hattâ şimdiden bunu Üçüncü Dünya Savaşı olarak tanımlayanlar da var. Böyle bir olaya doğru evrilme ihtimâli az da olsa var. Ne dersin?

Kemal Can: Benim anladığım kadarıyla Rusya… Aslında “Rusya” demek ne kadar doğru olur bilmiyorum. Çünkü Rusya’da da, görebildiğimizden daha fazla insanın bu durumdan rahatsız olduğunu söyleyebiliriz. “Putin Rusyası” diyeyim, daha doğru.  Putin Rusyası şuna oynuyor: Hem nükleer îmâsı, hem de açıkça sıcak bir çatışma konusunda NATO’nun ve Batı’nın Rusya’yla bir çatışmadan kaçınma konusundaki net tutumlarını bir avantaj olarak kullanmak istiyor. Bu sâdece nükleer îmâsı da değil. Aslında Zelenski’nin sürekli talep ettiği ve Batı tarafından Rusya’yla sıcak bir çatışmanın nedeni olabileceği için reddedilen uçuşa kapalı bölge talebinin yerine getirilmemesi, defâlarca Rusya’yla bir çatışmaya asla girilmeyeceğinin söylenmesi, şimdi çok büyük alkış alan ve büyük bir Batı birlikteliğinin zemini olan yaptırımlar ve yüksek direncin, daha çatışma ve işgal başlamadan çok net biçimde gösterilip, bunun durdurulması çabasına girilmemesi gibi nedenleri ortaya koyunca, Putin’in, Ukrayna’yı değil, bütün Batı’yı ve NATO’yu önüne koyarak, çatışmadan sakınmaya ve kendi zararını minimize etmeye göre bütün adımlarını oluşturduğu fikrine dayalı olarak bir sıkıştırma politikası izliyor. Bu da, bâzen îmâlarla, bazen tehditlerle oluyor.

Ama buradaki denklemde önemli bir faktör daha var: Batı, bu birliktelik ve kendi inisiyatifini artıran durumu, Putin’i durdurmak konusunda bir irâde göstererek mi, yoksa Putin tehlikesini kullanarak mı devam ettireceğine karar verecek. Bence asıl belirleyici olan şu: Putin’in, şu anda Batı ve NATO için sağladığı büyük bir birlik ve giderek askerî bir içerik da kazanabilecek olan yeniden bir hegemonya tâzelemesi fikrinin oluştuğu görülüyor. Hattâ Almanya’nın bile savunma harcamasını artırması üzerine konuşuluyor. Ama bu, Putin’i durdurmaya mı yarayacak, yoksa Putin tehlikesinin varlığı mı bu durumu devam ettirecek? Bu önemli bir denklem. Ama şu açık: Putin’in bu denkleme oynadığı ve arada kalan Ukrayna’nın, iki taraf açısından da kurban edildiği görülüyor. Putin’in iddia ettiği gibi mesele, “Ukrayna’da neo-Naziler var, ben de onları durdurmak istiyorum” değil. Son yaptığı konuşma dâhil hepsinde açık bir işgal var ve bu açık işgalin varacağı hedefler ve niyeti konusunda da gayet açık biçimde, başka muhâtapları işâret ediyor. Başka muhâtaplar da, onu durdurma konusunda yüksek bir direnç gösteren Ukrayna’yı destekliyorlar. Bu konuda kendilerini riske sokmayan veya en az riskle, en yüksek reaksiyonu da göstermiş durumdalar. Fakat hâlâ bunun bir denge durumu oluşturmadığı ve kararsız hâlinde durduğu görülüyor. Tehlike ve tedirginliği yaratan da bu. Ama bu tehlike ve tedirginliği, şu anda tehditleriyle Putin kullanıyor. Karşımızda böyle bir tablo var. Dolayısıyla senin dediğin gibi, risk, Putin tarafından saçılabilecek biçimde canlı tutuluyor.

Ama bir yandan da, karşı blok, Putin tehlikesini tamâmen durdurma konusunda o kadar risk alacak mı, ya da yaptıkları onu durdurmaya yetecek mi, ondan bir türlü emin olunamıyor. Bu konudaki sorular tedirginliği büyütüyor.

Ruşen Çakır: Savaş bir an önce biter diye temenni ediyorum, ama açıkçası pek mümkün gözükmüyor. İç siyâsete geçelim Kemal. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli görevden “affını istemiş” ve Cumhurbaşkanı da onu kabul etmiş. Pakdemirli teşekkür de etti, biliyorsun; şükranlarını dile getirdi. Ama anladığım ve tahmin ettiğim kadarıyla bu bir aftan çok, görevden alma. Fakat kendisini çok da fazla rencîde etmek istememişler. Erdoğan’ın kabinesinde çok değişiklik oldu. Pakdemirli, en başarısız ve kamuoyunda da sempati yaratamayan, belki yaratmak da istemeyen bir profildi. İlginç bir âile: Bekir Pakdemirli, Ekrem Pakdemirli’nin oğlu. Bir diğer kardeşi de FETÖ suçlamasıyla tutuklu eski bir rektör. Bu yaz çıkan orman yangınlarında iyice başarısız olduğu görüldü. Tarım zaten apayrı bir konu. 

Bu, olayın bir kısmı. Artık Pakdemirli bakan değil. Daha önce de konuştuk, belli ki başka isimler de olacak. Çünkü artık gemi yürümüyor. Erdoğan’ın, en son milletvekilleriyle yaptığı konuşmada söylediği, “Ekonomi öyle kolay kolay düzelmeyecek, elimizden geleni yapıyoruz ama…” sözlerini görmüşsündür. Tam bir tıkanma hâli var, üstüne bir de savaş eklendi. Savaştan bir fırsat çıkarılabileceğini hiç sanmıyorum. Fırsat çıkarılabilecek bir savaş değil. Zâten daha önceki krizlerde ve pandemide de böyle yapmıştı biliyorsun. Krizden fırsat çıkaramadı. Tam tersine, bu savaşın, özellikle en büyük beklentisi olan turizm sektörünü de çok olumsuz etkilemesi bekleniyor. Böyle çıkmaz bir durum var. Bunun da devam edebileceği, böyle birtakım vitrin değişiklikleriyle durumu toparlamak istediği görülüyor. Tabii bu olayın, bir siyâsî yönü var; bir de, bir bakanın görevden “affını istemesi”, Cumhurbaşkanı’nın bu talebini kabul etmesi, sonra bakanın Cumhurbaşkanı’na şükranlarını iletmesi gibi demokrasiyle hiçbir alâkası olmayan garip bir yönü var. 

Kemal Can: Yine “Cumhurbaşkanı’nın tensipleriyle” yaşanan bir görev değişikliği ve ona şükranlarını sunarak ayrılan bir bakan var. “Velinimet”meselesi… Göreve gelirken de niye geldiğini bilenler, görevden giderken de niye gittiğini biliyor. Her iki durum için de şükranlarını sunuyorlar. Bu da Cumhurbaşkanı’nın tensipleriyle cereyan ediyor. Bu döngü sürüyor. Ama senin başta söylediğin gibi, bu görev değişikliklerinin bâzıları ihtiyâca binâen oluyor. O ihtiyaç da ne? Aslında daha önce de konuştuk: Daha sadâkat odaklı birtakım pozisyonlara ihtiyaç var. Denileni yapan, denileni yaparken fazla ayak sürümeyen, bunu iştahla savunabilecek insanlara ihtiyaç oluyor ve çeşitli noktalara, bâzen ekonominin yönetimine, bâzen bağımsız kurumların yönetimine, bâzen bakanlıklara böyle atamalar yapılıyor. Çok yakın bir zaman önce Adalet Bakanı değişikliği oldu.

Bir de, senin de işâret ettiğin gibi, iktidar tabanıyla daha çok temâsı olan, hizmet açısından onlarla ilişkisi bazı sıkıntılar yaratabilecek kimi icrâcı bakanlıklarda, başarısızlık sebebiyle görevden almalar oluyor. Bir süre önce eski Çalışma Bakanı’nın değiştirilmesi olayında bu çok belirgin bir şeydi. Şimdi bu olayda yine belirgin bir şey. Çünkü orman yangınlarından, genel olarak tarımdaki pek çok soruna ve özellikle iktidar tabanında hâlâ çok önemli pay sâhibi olan bir kesimin sıkıntılarına hem cevap üretememesi hem de bunları politik olarak, sadece tepeden bir dille iktidarın haklılığını ve îtiraz eden herkesin nankörlüğünü işâret ederek çözebileceğini zanneden, Erdoğan’ın bu yaptığını taklit ederek işini yürütebileceğini düşünen bâzı yöneticiler başarısız oluyorlar. Çünkü aşağıdan gelen tazyik, rahatsızlığı biraz adım atmaya itiyor. 

Erdoğan, çok sayıda meselede, daha politik makamlarda böyle davranmıyor. Çok yıpranmış bakanları bile tutabiliyor. Ama Çalışma Bakanlığı gibi icrâcı bakanlıklarda –orada TÜRK-İŞ, HAK-İŞ çok ciddî biçimde şikâyetçi olmuştu– ve pek çok meselede de çok ciddîi defolar oldu. O yüzden bu görevden alındı. Ama şu anda yürümekte olan, “Cumhurbaşkanı’nın tensipleriyle” ilerleyen sistem, daha çok insan öğütür. “Bu, daha çok insan öğütür” cümlesini, çok uzun ömrü olduğu anlamında söylemiyorum. Bu öğütme şiddetinin artmasından kaynaklanan bir şey. Çarklar bozuk olduğu için çarkların öğüterek dışarı attığı insanlar da fazla olur. Düzenli işleyen çarklarda daha az zâyiat olur, ama düzensiz çalışmaya başlayan bir çark, daha çok hasar vermeye ve daha çok tahrîbat ve zarar üretmeye başlar. Bu kendi içinde de böyle. Bunun benzer örneklerini de muhtemelen her iki anlamda da göreceğiz. Hem ihtiyâca dönük, sadâkati daha sağlam insanların çeşitli görevlere atandığını, hem de sıkıntı yaratan, başarısızlığıyla ayak bağı olan birtakım insanların değiştirileceğini göreceğiz. 

Çünkü “metal yorgunluğu” iddialarından îtibâren Erdoğan’ın, politik meselelerde yapısal bir sorun olmadığı, konjonktürel bazı sıkıntılar olduğu ve buna cevap verecek politik aracın, yani parti mekanizmasının, yeterince verimli çalışmadığı gibi bir varsayımı var. Aslında sorunun bununla hiçbir alâkası yok. Sorun burada değil. Ama sorunun çözümünü burada arayan bir tutumu var. Bu da, insan değiştirerek, gaz vererek çözmeye çalıştığı bir mesele. Ama büyük ihtimalle, özellikle yakın dönemde tarımda yaşanacak sorunlar açısından, bu değişikliğin ne çiftçilere ne kimseye ne de iktidâra çok büyük bir ferahlama getirmeyeceği açık.

Ruşen Çakır: “Çok geç kalmış bir istifâ”diyeceğim, ama istifâ değil. Geç kalmış bir yer değişikliğidiyelim. 

Kemal Can: Onları da, çok eleştirilince, kelle vermemek için o sırada yapmıyor, bekletiyor.

Ruşen Çakır: Şimdi sırada Kültür ve Turizm Bakanı’nın da olduğu söyleniyor. Dışişleri Bakanı’nın kendisinin ayrılmak istediği söyleniyor; ama şu savaş ortamında herhalde bir müddet daha bekler. Tabii her gün hakkında yeni yeni şeyler çıkan İçişleri Bakanı’nı da akılda tutmak gerek. Neyse… Hepsini birden yapmayacakları muhakkak. Sonuçta bir ara birtakım değişiklikler olacağı konuşuldu. Bir müddet beklendi ve biri gitti. Her ne kadar “kelle vermemek”olarak gösterilmek istense de verildi. Ama burada şöyle bir şey var: Sonuçta, başarılı bir bakanı, sırf birileri eleştiriyor diye yollamıyor. Zâten başarısız olduğu için yol vermek zorunda. Artık daha fazla tutamıyor. 

Son olarak Kılıçdaroğlu’ndan konuşalım: Dün yine randevu verdi ve bu sefer “Beşli çete”meselesini gündemine aldı. “Gözünüzün yaşına bakmayacağım” dedi ve onları oligarklara benzetti. Aslında çok mânîdar ve zekice bir şey. Çünkü şu anda dünyanın gündeminde oligarklar var. Mal varlıklarına el konuluyor, yaptırımlar uygulanıyor. Bazıları Putin’e karşı tavır almaya kalkıyor. Belki gerçekten öyle inandıkları için ya da belki kendilerinin başına bir şey gelmemesi için. Kılıçdaroğlu’nun sürekli gündeme getirdiği, Türkiye’deki “Beşli Çete”nin içerisinde de birtakım kırılmaların yaşanmakta olduğunu duymuştum. İktidârın, Erdoğan’ın kriziyle berâber, çaktırmadan ya da göstererek bu çeteden ya da “çete” diye adlandırılan ekipten ayrılmak isteyenler olduğu yolunda birçok sayıda rivâyet var. Hattâ bazılarının muhâlefetle görüşmeye çalıştığı söyleniyor. Tabii bunlar pek açıktan yapılmıyor. Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışını nasıl buluyorsun? Bana yine can yakıcı bir husus oldu gibi geliyor. Videoyu bu sefer evinden değil de partiden yapmış. Takım elbise ve kravatlı, o beyaz gömleğiyle değil. Halbuki eski hâli daha etkili oluyordu gibi geliyor bana.

Kemal Can: Doğru, olabilir, o açıdan düşünmedim. Ama o iletişim açısından daha samîmî ve muhtemelen daha başka bir efekt veriyordu. Kılıçdaroğlu böyle nokta hedefler tespit ederek… Meselâ bürokratlara çağrı yaptı. Kanal İstanbul dolayısıyla ona yatırımcı olmayı düşünen yabancıları işâret etti. Yargı mensuplarını işâret etti. Kılıçdaroğlu bu çıkışlarla, çeşitli nokta hedefler koyarak, iki tane önemli şeyi bir arada yapıyor: “Tamam, devr-i sâbık yaratılmayacak, endişeye mahal yok, kimse iktidar değişikliğinde büyük kayıplara uğrayacağını düşünmesin. O tedirginliği ve o endîşeyi yatıştırayım” yaklaşımının yanında, burada sorumlu olan, bu iktidârın yarattığı zararlar konusunda çıkarları dolayısıyla buna ortak olanların hesaptan kaçamayacağı, bunun hesâbının sorulacağı fikrini de canlı tutmaya çalışıyor. 

Muhâlefetin kuvvetli biçimde talep ettiği, sorunların düzeltilmesi, bu sorunları yaratan sistemin değiştirilmesi, âcil birtakım noktalarda çözümler üretilmesi talebi var. Ama bunları yaratanlarla ilgili bir hesap sorulmasıyla ve bunun bir siyâsî bedelinin olmasıyla ilgili de bir beklentisi var. Dolayısıyla “Her şeyi sildik, sıfırdan başlıyoruz. Olanlar geride kaldı” denmeyeceğini söylüyor. Bu önemli bir şey. Bunun söylenmesi gerekiyor. Çünkü aslında bu, siyâsetin gereği. Herkes bunu siyâsî gerçekçilik açısından sorunlu buluyor; ama aslında bu, siyâsetin gerekli olduğu bir durum. Çünkü hem beğenilmeyen değiştirilir; bu, siyâsetin normal işleyişi. Hem de yanlış yapan bunun bedelini öder. Bu da siyâsetin bir gereği. Bedel ödenmeden sadece değişiklik yapılması, eksik bir durumdur. Bir kere, bunu işâret ediyor.

İkincisi, şu ânda hâlâ bazıları endîşelerle, bazıları durumlarını korumak için iktidârın yanında durmaya, onu desteklemeye ya da en azından onun talîmatlarına uyumlu davranmaya devam edenleri, bu pozisyonlarından ayrılmaya çağırıyor. Kılıçdaroğlu’nun, milat vererek, bürokratlara, yargı mensuplarına, iş insanlarına söylediği şeyin altında bu var. “Onu desteklemeyi bırakın. Çünkü bir şey değişiyor. Dolayısıyla siz bu noktadan sonra sorumlu olacaksınız” diyor. Bu iki ayrı adrese giden iki ayrı mesaj. Bunların kısmî olarak sonuç aldığını görüyoruz. Meselâ parti yöneticileri ve muhâlefet sözcüleri, bürokratlar meselesinde çok sayıda dosyanın kendilerine ulaşmaya başladığını söylediler. Henüz bunların çok sayıda çıkışını görmedik. Bunu doğru varsayıyorsak, bir sonucu olduğunu iddia ediyorlar. Ama henüz iş dünyası konusunda aynı şeyi söyleyebilir miyiz bilmiyorum. Senin dediğin gibi kulis bilgileri var. Enflasyon meselesi ve fâiz atakları sırasında bazı iş çevrelerinin biraz yüksek perdeden eleştirel tutumları oldu. Ama bir süredir, o konuda bir sessizlik yaşandığını da izliyoruz. Böyle bir tarafı da var. 

Ama sonuçta senin söylediğin gibi, Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı, bu mesajlarının gittiği iki adres açısından da pozitif siyâsî sonuçlar vermeye uygun ve doğru adımlar diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Son olarak dedim, ama şunu da söyleyeyim: Haber merkezimizden Okan Yücel, altı muhâlefet partisi liderinin Mart ayının sonunda yeniden bir araya geleceklerinin haberini yaptı. Altı lider, bu sefer DEVA Partisi’nin ev sahipliğinde, 27 Mart akşamı Ankara’da yemekli bir toplantıda bir araya gelecekler ve bundan sonraki yol haritasını konuşacaklarmış. 28 Şubat’tan tam bir ay sonra tekrar buluşuyorlar. Arayı bu kadar açmalarının nedeni nedir, bilmiyorum. Neden böyle bir zamanlama? Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da konuştuğumuzun bir devamı gibi. Belli ki yan yana durma, yan yana fotoğraf verme olayını sistemli bir şekilde sürdürecekler. Bir CHP çağırıyor, bir DEVA Partisi çağırıyor, belki sonra İYİ Parti çağıracak. Orada her gün yeni bir şey var ve bu, sanki ittifakın genişlemesine doğru gidecek.

Bu arada, Erdoğan, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ihânettir” dedi tıpkı Tansu Çiller gibi. O da belli ki rahatsız olmuş. Bu konuya da kısaca değinelim ve bu haftayı sonlandıralım.

Kemal Can: Bunu daha önce, hattâ bu yemek masası kurulmadan önce bile birkaç kez konuşmuştuk. Bu muhâlefet ittifakının bayram ziyâretleri gibi birbirine gidip, şimdi de yemeklerle bir araya gelmesi tamam, pozitif bir şey. Ama aslında, bayağı gündemli bir biçimde, gerek Türkiye’nin sorunları gerek birlikte yapabilecekleri konusunda sık sık konuşmaları ve bu konuda ciddî bir bilgi alışverişinde oldukları hissi önemli. Dolayısıyla tek tek ziyâretler yanında, birlikte konuşmalarının, birlikte bir masada bir araya gelmelerinin seçmen açısından bence önemli bir etkisi olacağını düşünüyorum. Hep fotoğraf vermekten bahsediyoruz ya, bunun artık fotoğraf vermekten fazla bir şeye dönüşmesi lâzım. Tamam, fotoğraf güzel; ama o oturumlardan, artık fotoğraftan başka bir şeyler çıkması lâzım. Dolayısıyla o masanın bir şey yapan, sadece tarafların bir araya geldiği ve resim verdiği bir şey olmaktan yavaş yavaş çıkması gerekir. Bunların çok flaş şeyler olması gerekmez. Ama şu duygunun seçmene geçmesi önemli: “Evet, şimdi iknâ oldukları gibi bunlar birlikte duran politik aktörler ve yan yana durmaya devam edecekleri anlaşılıyor. Dolayısıyla birlikte bir şey yapmak konusunda da çalışıyorlar.” Bu fikir, bence pişecek bir şey. Bunu beslemeleri gerekiyor. Bunun pozitif sonuçlarını da tabii ki alabilirler. Ama dediğin gibi, bu, ayda bir buluşarak, bir sene sürecek bir şey de olmamalı. Çünkü Seçim ve Siyasi Partiler Yasası değişiklikleri yakında Meclis’e geliyormuş. Meselâ, sonuçta sayısal yeterlilikleri yok ama, onunla ilgili bir karşı öneriyi kamuoyuna açıp tartışabilmeleri pekâlâ mümkün. Dolayısıyla iktidar cephesi, yani MHP ve AKP, seçim yasasını Meclis’e getirdiğinde, o platformu kullanacakları bir ortak zemin haline getirebilirler diye düşünüyorum.

Bu arada, 28 Şubat ve muhâlefet ortaklığı konusunda, Erdoğan’ın ve genel olarak iktidar çevrelerinin, düşünüldüğü kadar yüksek bir gürültü de çıkartmadığını düşünüyorum. Ayşe Çavdar öyle bir kullanıma açık olma riskine işâret etmişti. Ben o konuda zâten öyle düşünmüyordum; ama gördüğümüz gibi, büyük bir gürültü de çıkartmadılar. Aslında, bu hikâyeyi biraz alay ederek idâre etmeye çalışıyorlar. Yüksek bir önem atfetmediklerini göstermeye çalışıyorlar. Bence o da bir gösterge.

Ruşen Çakır: Bu hafta yayınımız normalden biraz kısa oldu. Bunun hem gündemle hem de biraz bizimle ilgisi var. Yayın saatimizi de erkene aldık. Çünkü bugün bir yakınımızın gencecik kızının, Leyla Cehan Sabuncuoğlu’nun cenazesine katılacağız. Leyla Cehan, yurtdışında okurken hayatını kaybetti. Kendisi bir müddet Medyascope’ta, dış haberlerde çalışmıştı. Çok zeki, yetenekli bir sanatçıydı. Bizim Ali Deniz’den bir ay önce doğmuştu. Bugün kendisini defnedeceğiz. Nur içinde yatsın diyorum. Yakınlarına, arkadaşlarımıza ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyoruz. 

Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.