Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Yaklaşan Kasırga” | Levent Gültekin, yeni kitabını Ruşen Çakır’a anlattı

CHP lideri Deniz Baykal’ın desteğiyle Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılması, AKP’ye kapatma davası açılması, 27 Nisan Muhtırası ve cumhuriyet mitingleri, Ergenekon/Balyoz davaları, 2010 Anayasa değişikliği, Gezi olayları, Hendek savaşları, 2015 seçimlerindeki tuhaf olaylar, 15 Temmuz darbe girişimi, 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki şaşırtıcı oyunlar ve daha fazlası… Levent Gültekin son 20 yılda yaşananları ele aldığı kitabı “Yaklaşan Kasırga”yı Ruşen Çakır’a anlattı.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Stüdyodaki konuğumuz Levent Gültekin ve kendisiyle bugün piyasaya çıkan Yaklaşan Kasırga kitabını konuşacağız. Levent, hoş geldin.

Levent Gültekin: Hoş bulduk.

Ruşen Çakır: Hayırlı olsun.

Levent Gültekin: Teşekkür ederim, sağolasın. Umarım hayırlı olur.

Ruşen Çakır: Okuyanı, tartışanı bol olsun.

Levent Gültekin: Amin.

Ruşen Çakır: İzleyicilerimiz de bize YouTube’dan soru yöneltecekler, duyurmuş olayım. Yaklaşık bir saat buradayız. O soruları da sormaya çalışacağım. Ama burada benim sana soracağım çok şey var tabii. Öncelikle tekrar hayırlı olsun.

Levent Gültekin: Çok teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Bu kitapta Türkiye’nin yirmi yılını okumuşsun; bir senaryodan, hattâ senaryolardanbahsediyorsun. Genellikle olumsuz bir yığın olayı anlatıp, “Bütün bunların olması rastlantı olamaz”diyorsun. Yanlış mı okuyorum?

Levent Gültekin: Doğru. İnsana, bu kadar tesâdüf olmaz dedirtiyor. 

Ruşen Çakır: Nedir onlar meselâ? Ben biliyorum, ama kitabı okumayanlar için soruyorum.

Levent Gültekin: Aslında ben kitabı bunları yazmak için oturmadım. Benim niyetim, insanların kafalarındaki “Ülkem niye bu hâle geldi?” sorusuna bir cevap vermekti. “Niye kimse bir şey yapamadı? Niye engellenemedi? Niçin siyâset bir çözüm üretemedi? Muhâlefet niye böyle davrandı? İktidar niye böyle davrandı?” sorularına kendi bildiklerim, tanıklıklarım, liderlerle yaptığım sohbetler çerçevesinde, alt alta bir liste çıkarayım dedim. Kendimce ona oturdum. Fakat sonra o hikâyelerin her birini anlatınca, sanki orada kendiliğinden puzzle birleşirmiş gibi bir tablo çıktı. Bir anda zihnimde fotoğraf birleşti. Dedim ki, bu kadar olmaz ki… Bunu ancak kursak olur, ya da bir film senaryosu gibi bir senaryo yazarsın, adım adım o senaryoyu uygularsın. Bu kadar olur… Sonra “Acaba ben yanlış mı okuyorum? Zihnim beni yanıltıyor olabilir, komplo teorilerine çok mu kaydım?” diye düşünüp, kalktım Ankara’ya gittim. Devlette tecrübeli bir sürü insanla oturdum, konuştum. Dışişleri bakanlığı yapmış, Meclis başkanlığı yapmış, Başbakan yardımcılığı yapmış insanlarla, muhâlefet liderleriyle görüştüm. “Ben kitap yazıyorum. Farkında olmadan böyle bir resim çıktı ortaya. Buna ne diyorsunuz?” dedim. Birçoğu “Doğru, böyle bir şey var. Bilinen bir şey”dedi. Okurların zihninde şöyle bir şey canlandırmalarını istiyorum: “Size bundan yirmi yıl önce, ‘Alın bu Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesi yapın’ deselerdi, neler yapardınız?” 

AK Parti kuruluyor. Sen de tanıyorsun, “Yenilikçiler” var. Yenilikçilerin gerçek yenilikçileri var, bir de gelenekçidediğimiz, yani İslâmî câmiada gerçekten değişimi dönüşümü hazmedenler var. AK Parti’deki yenilikçi ekip içerisinde bir kişi var: Gelenekçi çizgiyi taşıyan Tayyip Erdoğan. Ben onu kitapta “Akit çizgisi” olarak tanımladım; daha kaba, daha sert, daha tahammülsüz bir İslâmcılık anlayışına sâhip. Bir el, bir şekilde 2002’de karar veriyor, diyor ki: “Tayyip Erdoğan’ın siyâset yasağını kaldırmamız lâzım.” Tamam, kaldıralım, olabilir. Bu anlaşılır bir şey. Tayyip Erdoğan’ın siyâset yasağı, parti kurmasını da kapsıyor. Ama Ankara’da şunu öğrendim: Anayasa Mahkemesi, normalde Tayyip Erdoğan’ın siyâset yasağının parti kurmasını da kapsadığıyla ilgili bir karar vermiş, fakat bunu kamuoyuna açıklamamış. İki yıl çekmecede bekletmişler. Bunun üzerine, partiyi kurmuş, sanki “Dokunmayın” denilmiş gibi partiyi kurmuş. Sonra bir sabah kalkmışız, Deniz Baykal demiş ki: “Bu adam birinci oldu. Yasağının kalkması lâzım.” Bu da anlaşılabilir bir şey. Diyebiliriz ki, o günün şartlarında birinci olmuş bir partinin lideri siyâsî yasaklı olmasın, tamam. Ama siyâsî yasağı kaldırmakla yetinmemişler. Sonra devlet, o dönemin YSK’sı ittifak yapmış. Akıl alır gibi değil. Çünkü devlet o dönem, “Aman, İslâmcılar gelecek mi?” diye zâten tedirgin. Siirt seçimlerini iptal etmişler. Sanki o senaryo gereği demişler ki, “AK Parti içerisindeki en radikalin bir an önce işin başına geçmesi lâzım.” “Sanki”diyorum, dikkat et. Bunu film tadında anlatıyorum, yoksa böyle demişler anlamında anlaşılmasın. Tayyip Erdoğan’ı getirmişler. Demokrasi için Tayyip Erdoğan’ın siyâset yasağını kaldıranların tamamı, bu sefer, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engellemek için ittifak yapmışlar. Sanki bir el diyor ki: “AK Parti’de biraz daha yenilikçiliğe, değişime açık olanları tasfiye edelim”. 2007’yi, kapatma davalarının arka planlarını kitapta anlatıyorum.

2010’a gelmişiz. Türkiye’yi Ortadoğu ülkesi yapmaya karar vermişiz ya… En radikal söylemlere giderek yaklaşan İslâmcı bir iktidar var. Pat!Ana muhalefetin başına, Alevî inancına sâhip biri geliyor. Film desek, “Film yapıyoruz, buraya nasıl bir gerginlik isteyelim?” deriz. Bir de üstüne üstlük, o dönemde Ortadoğu’da mezhep savaşları var. Tamam, Alevî inancına sâhip biri ana muhâlefete geliyor. Diyelim ki bu da tesâdüf. Olabilir, şartlar onu getirdi. Fakat Ortadoğu’da mezhep savaşı var, normalde ülkeyi yönetenlerin “Aman dikkat edelim. Bu ülkeye bu mezhep savaşı sıçramasın. Ülkemizi koruyalım” demesi lâzım. Hayır, tam tersine, köprünün adını “Yavuz Selim” koyuyorlar. Durup dururken… “Niye, nereden çıktı?” diyorsun. Abdullah Gül’e sordum, “Niye Yavuz Selim?” Abdullah Gül “Biz Yunus Emre ismini konuşuyorduk. Ama ben törende Yavuz Selim olduğunu anladım” dedi. “Niye îtiraz etmedin?”sorusu havada duruyor.

Ruşen Çakır: Şimdiden çok sayıda soru gelmeye başladı. Şunu özellikle söyleyeyim: Senin bu kitabında, katıldığım, katılmadığım çok husus var. Ama şahsen, Alevîlik vurgusu bana abartılı geldi. Şöyle abartılı geldi: Dediğin olayların hepsi doğru. Ama o olaylar yüzünden Türkiye’de çok büyük bir mezhep gerginliği yaşamadık çok şükür. Küçük çaplı birtakım şeyler oldu, evlerin duvarlarına işâretler konuldu, ama bir Alevî-Sünnî gerginliği yaşamadık. Kılıçdaroğlu ile ilgili söylediklerin, Yavuz Selim Köprüsü hakkında dediklerin doğru. Ama bir şey olmadı.

Levent Gültekin: Zâten ben, “Buradan bir iç savaş kurgulanıyor, Alevî’yle Sünnî’yi çatıştıracaklar” demiyorum, dikkat et. Köprünün adını Yavuz Selim koyuyorlar değil mi? İki sene sonra Gezi oluyor. Nasıl oluyor da Gezi’de sadece Alevî çocuklar öldürülüyor? SadeceAlevî çocuklar. Yedi tâne Alevî çocuk… Bunu niye anlatıyorum? Orada bir kurgu var. Bir ayrıştırma var. Siyâseti aynen Ortadoğu’da olduğu gibi Sünnî, Alevî, Kürt ayrımı olacak şekilde üç sacayağı kurmaya çalışıyorlar. Bunun sonu mutlaka bir çatışmayla sonuçlanır.

Sedat Peker’in Alevîlerle ilgili anlattıklarını ne çabuk unuttuk? Bir de oraya atıf yapalım. Bu bir çatışmaya döner ya da dönmez, mesele çatışma değil. Mesele şu: İslâmcı bir iktidârın varlığını sürdürmesi için, bu işin mezhep yarışına dökülmesi gerekiyordu. Kemal Bey’in tercih edilmesi, köprüye Yavuz Selim adının koyulmasıyla Alevîlerin kışkırtılması… Hatırlıyorsan, kitapta bir şey anlatıyorum: Gezi sürecinde eski AK Partili arkadaşlarım beni çağırıp, “Sen ne yapıyorsun, Gezi’ye destek vererek ne yapmaya çalışıyorsun? Bu Alevîler bizi kesecek. Deli misin onlara destek veriyorsun?” dediler. O korku gerçek bir korku. Öyle empoze edildi. 

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu’nun bugünkü adaylık ısrârını eleştirirken, bu boyutu da özellikle vurguluyorsun.

Levent Gültekin: Ben bunun kurgulandığını, buraya sürüklendiğini, muhtemelen böyle bir seçim atmosferinde, hem köprüye Yavuz Selim isminin koyularak, hem Gezi’de cemevinde çocuk öldürerek, Alevîlerin bile isteye kışkırtılmış olduğunu düşünüyorum. Yedisi de Alevî, birini de Gezi’nin yıldönümünde cemevinde öldürdüler.

Şimdi senaryonun akışına baktığında, o senaryonun akışına göre 2023’te Kemal Bey’in adaylığı çıkıyor. Nasıl olabilir ki? Bu ülkede yeni aktörler çıkmış, beğeniriz, beğenmeyiz… Ekrem İmamoğlu çıkmış, Mansur Yavaş çıkmış, başka isimler tartışılıyor. Son dört ayda hepsi devredışı kaldı, herkesin aklında bir tek Kemal Bey kaldı.

Ruşen Çakır: Bu arada senin için çok yoğun bir şekilde, “Aday olarak Abdullah Gül’ü pazarlıyor” diyorlar.

Levent Gültekin: “Abdullah Gül’ü pazarlıyor” diyenlerin tamâmı ya ahlâksız ya da sahtekâr. Kaldı ki pazarlayabilirim. Ben neyim? Yazarım. Beğendiğim her adayı söyleme hakkım var. “Bana göre Türkiye’nin kurtuluşu Abdullah Gül” deme hakkım yok mu? Ya da sen demez misin, “Bana göre İmamoğlu’nun olması lâzım. Çünkü genç, parlak.” Bir başkası çıkıp diyebilir ki “Mansur Yavaş olabilir”. Hepsi faşist. Tayyip Erdoğan gibi oldular. Onu diyenleri kastediyorum. Kardeşim, ben diyebilirim, ama demedim ki…

Ruşen Çakır: Ama kitapta şu çok net anlaşılıyor, hattâ kendi adaylık öykünü de anlatmışsın. Ama sonra, kitapta okuduğum zaman, o tarihte Muharrem İnce yerine Abdullah Gül’ün aday olmasının iyi bir fikir olduğunu düşünüyorsun.

Levent Gültekin: Evet. Çünkü o târihteki bütün anketler… Ben yapmadım ki anketleri. Kemal Bey’i Abdullah Gül adaylığına ben mi iknâ ettim? Meral Akşener’i ben mi iknâ ettim? Abdullah Gül’ün adaylığı ortaya çıkana kadar benim haberim bile yoktu, kitapta da yazdım. Zâten kendi adaylığımla meşguldüm o dönemde. Niye dört parti Abdullah Gül’ü aday göstermek istedi? Çünkü Bekir Ağırdır dört liderin önüne anket koydu, “Elimizde anket var, %60’la kazanıyor” dendi. Peki, Tayyip Erdoğan niye Abdullah Gül’e helikopter göndermek zorunda kaldı? Çünkü onun da elinde Abdullah Gül’ün kazanma ihtimâlinin yüksek olduğunu gösteren anketler vardı. Peki, niye Abdullah Gül’ün ortak adaylığı engellendi? Demek ki kazanma ihtimâli vardı. Niye bir muhâlefet partisi bir gecede fikir değiştirip engelledi? Abdullah Gül meselesi değil ki… Orada bir olay dönüyor. Tayyip Erdoğan, “’Ruşen kazanacak” diyor, Ruşen’i engellemeye kalkıyor. Bakıyoruz, bâzı muhâlefet aktörleri de Ruşen’i engellemeye kalkıyor. 

Şunu anlamıyorlar: Ben bugüne kadar tek bir yazımda, tek bir konuşmamda, “Abdullah Gül aday olmalı. İyi bir aday olur” cümlesi etmiş miyim? Hayır. Ama buna rağmen, bu senaryo gereği sırf Kemal Bey’in yalnızlaştırılmasını engellemek için, “Aman muhâfazakâr siyâsetçilere hakaret etmeyin. Çünkü hakaret ettiğinizde uzaklaşıyorlar” cümlemi alıp, “Abdullah Gül reklamı yapıyor” diye kullanıyorlar. Dertleri Abdullah Gül değil, dertleri sözümün etkisini kırmak. 

Ruşen Çakır: Kitapta şöyle bir tasvir var. Benim de gazeteci olarak çok yakından izlediğim bir süreç bu. Hatta “yenilikçi”tanımının adını ben koymuştum: “Yenilikçi bir İslâmcı anlayış doğuyor. AKP bunun taşıyıcısı oldu. Erdoğan sözcüsü, ama temsilcisi değil” diyorsun. 

Levent Gültekin: Değiltabii.

Ruşen Çakır: “Onu dillendiriyor, onu kullanıyor, ama yapısı gereği buna yatkın değil” diyorsun. Bütün bu yirmi yıl boyunca onun rüzgârıyla gidip, o yenilikçi hareketin tasfiyesinin öyküsünü anlatıyorsun aslında.

Levent Gültekin: Evet. İslâmcı câmiada gerçek bir değişim vardı Ruşen. Sen benden daha iyi bilirsin, çünkü ömrün o mahalleyi incelemekle geçti. İslâmcı câmiadaki değişim, aslında hayâtın doğurduğu bir değişimdi. Hayat onları mecbur etti. Dediler ki: “Cumhuriyet’le kavga olmaz. Çünkü hayat yürümüyor. Herkesi dindar yapamayız, herkesi Müslüman yapamayız. Uzlaşalım, doğru düzgün bir ülke olsun. Atatürk’le barışalım, ama Atatürkçülük üzerinden bize hakaret edenleri de geçmeyelim. Laiklik sorununu sorun etmekten çıkaralım, ama laikliğin kaba ve katı uygulamalarını değiştirelim.” 

Ben, bunun sosyolojik arka planını biliyorum. Evlerde, kahvelerde yapılan sohbetleri anlattım. AK Parti bir gecede değişmedi. 28 Şubat sürecini sen de biliyorsun. İslâmcı câmia, Erbakan’ın yaptıklarından dolayı kendi içerisinde büyük bir tartışma yaşadı. Ben bir tânesini kitapta anlattım: Erbakan, tarikat liderlerini Başbakanlığa çağırdığında, en büyük rahatsızlığı dindar İslâmcı câmianın aklı başında olanları hissetti. “Ne yapıyorsun kardeşim, bu mudur?” dediler. Bütün onlar, İslâmcı câmiayı değiştirmişti. AK Parti o değişimin doğurduğu bir sonuçtu. İçlerinde değişmeyen bir kişi vardı: Tayyip Erdoğan. Değişmeye çalışıyordu. Çünkü kişiliği, karakteri, daha gelenekçi bir İslâmcılık anlayışına sâhipti. Diğer isimlerin tamamı, bu yenilikçiliği destekliyordu. 

Fakat şöyle düşün: Normalde Türkiye’deki Atatürkçüler açısından bak. “Burada bizim için tehlikeli olan bir görüş var” demeleri gerekmez mi? İslâmcılık Cumhuriyet felsefesine ters değil mi? Bunlar içerisinden değişmiş olanlarla veya değişmeye yatkın olan, gerçekten Atatürk’le barışmak isteyenlerle mi iş tutarsın? Yoksa tam tersine, terse çevireceklerle mi? Nasıl oluyor da gidiyorlar ve en terse çevirecek adamla iş tutuyorlar? Bunun îzâhı var mı? Gelsinler tesâdüfdesinler. Tayyip Erdoğan’ı hepimiz tanıyorduk, onlar da tanıyordu. Sinirli, fevrî olduğunu biliyorlardı. 

Aslında şu: Nasıl ki HDP’nin Türkiyelileşmesi bir el tarafından engellendiyse, Türkiye’deki İslâmcıların Türkiyelileşmesi de engellendi. “Ortadoğululaşma”dediğim o. Türkiye’de, “Ben değişiyorum” diyen insana, toplum kesimine, “Değişemezsin, orada kalmalısın” diyen bir mekanizma var.

Ruşen Çakır: Kitapta iki tür İslâm yorumundan bahsediyorsun: Birisi Akit gazetesi.

Levent Gültekin: Sembolik olarak. 

Ruşen Çakır: Birisi de Yeni Şafak gazetesi. Birisi daha yenilikçi, birisi daha gelenekçi. Ama sonunda Yeni Şafak da aynı noktaya geldi.

Levent Gültekin: Evet. Çünkü içerideki herkes, Tayyip Erdoğan’a destek verdiği için, Tayyip Erdoğan’ı mağdur ettiği için, Tayyip Erdoğan üzerinden politika ürettiği için… Benzer tartışmalar bütün Ortadoğu’da da vardı. “Değişmemiz lâzım, buradan çıkmamız lâzım. Artık bu dar İslâmcılık anlayışı bizi bir yere götürmüyor” tartışmaları vardı. Türkiye, o tartışmaları 70’li yıllarda yapıyordu. Türkiye’nin kırk yıllık kazanımı vardı. Türkiye’de eğer muhâfazakâr İslâmcı kesim değişmiş olsaydı, Cumhuriyet’le ve Atatürk’le barışmış olsaydı, Türkiye bugün başka bir ülkeydi. Bu nasıl olabilir? İçlerinde en radikalini getirdiler ve sabah akşam Cumhuriyet mitingleriyle, kapatma davasıyla mağdur ettiler. Dikkat et, AK Parti’de ne kadar gerçek yenilikçi varsa tamâmı tasfiye edildi. Nasıl olabilir bu, aklın alıyor mu? Radikaller kaldı, “Akit çizgisi” dediğimiz o küçük İslâmcı câmiada bile çok küçük olan o damar, Yeni Şafak’ı da içine kattı. Bütün bir mahalleyi aldı, kapladı. Bunu Erdoğan tek başına yapmadı. Buna Bahçeli destek verdi, Baykal destek verdi, muhâlefet destek verdi, adaylar destek verdi, devlet kurumları destek verdiler. İstemiyormuş gibi yaparak da destek verdiler.

Ruşen Çakır: Burada sana klasik, son dönemde Levent Gültekin deyince akla gelen şeyi sormak istiyorum: “Hem muhâlefeti destekliyor, hem de devamlı eleştiriyor. Çok karamsar değil mi?” diye bir soru gelmiş. 

Levent Gültekin: Hayır. Gerçekçiyim. O arkadaşımıza şunu söylemek istiyorum: Eleştiri düşmanlık değil. Eleştiri, bir şeyin iyi olmasını istemektir. Ben “Muhâlefet bir şey yapamaz, muhâlefet bunun altından kalkamaz” diyenlerden değilim. Muhâlefet çok daha büyüğünü yapabilir. Bu saatten sonra Erdoğan’ın yaptıklarını anlatmamızın bir kıymeti yok. Çünkü Türkiye buradan ancak muhâlefetin göstereceği başarıyla çıkabilir. Muhâlefet ortaya koyacağı dirâyetle ve kararlılıkla çıkarabilir. Niye bunu söylüyorum? Anketler bize toplumun yüzde 70’inin “Erdoğan artık gitsin” dediğini söylüyor, değil mi? Tamam. O yüzde 70’i almak muhâlefetin görevi. Biz muhâlefeti niye eleştiriyoruz? O yüzde 70’i alabilsin diye. Hâlâ alamıyor. Anketler geliyor, seçmenin yüzde 25’i kararsız duruyor. Bu belki kendi bildiğim, yanılıyor olabilirim; ama benim baktığım yerden, muhâlefet o kararsızları hâlâ alamıyorsa burada bir sorun var. Adam zâten AK Parti’den kopmuş. Sana gelmiyorsa, ben sana dönüp, “Ya Ruşen, bu insanları almak için şöyle davransana, bunu etsene. Şunların bir gönlünü al veya güven ver” derim. Muhâlefete de bunu söylüyorum. Yoksa sabah akşam Erdoğan’ı eleştireyim, bir kıymeti yok ki… Sabah akşam eleştirelim. Bütün muhâlif kanallar yirmi dört saat Erdoğan eleştirisi yapıyor. Bugün de değil, on yıldır yapıyoruz. Sonuç var mı? Yok. Demek ki muhâlefetin o seçmeni iknâ edecek bir üslûp, bir yaklaşım geliştirmesi lâzım. Bizim muhâlefete katkımız da bu. 

Ruşen Çakır: Sen bir yerde “Gültekin Uysal’a o tweet’i kimin attırdığını biliyorum” demişsin, Bir izleyicimiz “Meral Akşener mi?” diye soruyor. Biliyorsun Demokrat Parti Başkanı Gültekin Uysal, bugün, önce Kemal Kılıçdaroğlu, arkasından Temel Karamollaoğlu’nu ziyâret ediyor. Salı ve Çarşamba günleri de Ali Babacan, Meral Akşener ve Davutoğlu ile görüşecek. İsmail Saymaz, cumhurbaşkanı adaylığı için Demokrat Parti lideri Uysal’ın, “20 yıllık AKP iktidarında sorumluluğa ortak olmamış olmak” şeklindeki tweet’inden sonra, Kemal Kılıçdaroğlu’nun biraz da gönül almak için Ahmet Davutoğlu’nu aradığını yazmış. Biliyorsun, bu altılı masa buluşmalarında bu ayın ev sahibi Gültekin Uysal. 24 Nisan Pazar akşamı altı lider Demokrat Parti Genel Merkezi’nde buluşacaklar. Sen de Gültekin Uysal’ın tweeter’da yaptığı bu paylaşımın, özellikle Gelecek ve DEVA partilerini hedef aldığı için yanlış olduğunu söylüyorsun. “O tweet’i kimin attırdığını biliyorum” demişsin.  

Levent Gültekin: Bu kitabı bitirdikten sonra, kitapta çıkan tabloyu konuşmak üzere hem Kemal Bey’in görüşlerini almak hem kişisel görüşlerimi paylaşmak üzere Ankara’ya, Kemal Kılıçdaroğlu’na gittim. Yaklaşık 1 ay kadar önceydi. Gültekin Uysal daha o tweet’i atmamıştı. Kemal Bey’e şunu söyledim: “Ben kitapta çıkan senaryonun akışına baktığımda, o akışa göre bir adım bekliyorum. Sizin yanınızdan muhâfazakâr partileri uzaklaştırmaya çalışacaklar. Zâten çalışıyorlar” dedim. Kemal Bey kim olduğunu sordu. Kendisine birkaç isim verdim. Şimdi korktuğumu zannedip isim vermediğimi düşünüyorlar. Hayır, nedeni o değil, elimde belge yok. Ben, diyelim Ruşen ismini verdim. Ruşen çıkıp “Hayır, yalan söylüyorsun” dese nasıl ispat edeceğim? Ama duyduklarım var, kulis bilgilerim var, kendi okumalarım var. Kemal Bey’e şu şu isimler diye söyledim. “Nasıl yapacaklar?” diye sordu. Öyle bir kampanya yapacaklar ki, senaryonun akışına göre muhâfazakâr partilerin sizin yanınızda olmaması gerekiyor. Çünkü bu senaryonun akışına göre, seçimde cumhurbaşkanı adayı olarak sizin Tayyip Bey’le baş başa kalmanızı istiyorlar. Aradan 20 gün geçti, Gültekin Uysal böyle bir tweet attı. Zaten kimi siyâsetçilerin sağda solda Millet İttifakı’na dâir konuştuklarını, “Babacan ve Davutoğlu’nun hâinliklerini unutamayız” dediklerini duyuyordum. Bunu Kemal Bey’e de aktardım: “Kemal Bey, aynı masada oturuyorsunuz. Bu insanlar hakkında böyle konuşulursa, bir süre sonra o insanlar masada oturamaz hâle gelirler. Bu insanlar o masadan kalkarsa, kararsız seçmen sizden iyice uzaklaşır. Onların sizin yanınızda kalması gerekiyor ki kararsız seçmen bir şekilde bunun AKP-CHP yarışı olmaktan çıktığını anlamış olsun.” Kemal Bey de hak verdi, “Beni de çok üzüyor” dedi. Burada en çok zora düşen Kemal Bey. Bu görüşmenin ardından, Gültekin Bey çıkıp böyle bir tweet attı. Nasıl olabilir? Senaryonun akışına bakıyorum ve bu akışa uygun bir tweet geliyor. Bu kadar mı tesâdüf olur? Ben daha Gültekin Uysal’ın o tweet’ini görmeden Kemal Bey’le görüşmüştüm. 

Bâzı gazeteciler Babacan ve Davutoğlu’nu yerden yere vuruyorlar. Niye? Buradaki senaryonun akışına göre bu adamların o masadan kalkması ve Kemal Bey’le Tayyip Bey’in baş başa kalması gerekiyor. Bunu Türkiye’de kimin yaptığını durup düşünmemiz lâzım. Bu konuyu sâdece iktidar mensuplarında arıyoruz. Okurlarımız kitabı okuduklarında görecekler: Şu anda siyâsî aktörlerin önemli bir kısmı sürecin bir parçası. Bir gecede karar değiştiriyorlar. Aklım almıyor. Diyelim ki seninle Cuma günü bir program yapmak konusunda anlaşıyoruz. Sen ertesi gün beni arayıp vazgeçtiğini söylüyorsun. 

Ruşen Çakır: Böyle bir olayı Hanefi Avcı’da yaşadım. Hanefi Bey kitabını yazmış. Biz de NTV’de kendisini programa çıkartmak için büyük bir heyecanla aradık. “Ben söz verdim CNN Türk’e çıkacağım” dedi, isim de verdi. 

Levent Gültekin: Bu anlaşılabilir. 

Ruşen Çakır: Hayır ama, şöyle bir şey oldu: Hanefi Bey ertesi gün beni aradı, “Arkadaş programı yapmaktan vazgeçti” dedi.

Levent Gültekin: Çünkü tâlîmat gitti.

Ruşen Çakır: Evet, Fethullahçılardan tâlîmat gitmiş. 

Levent Gültekin: E tabii. Aynı şey işte. Bize aptal muamelesi yapıyorlar. Yani niye bir gecede kararını değiştiriyorsun? Kitapta o senaryo akışını ortaya çıkardığımda, Selahattin Demirtaş’ın niye tutuklandığını anlıyorsun. “Biz burayı Ortadoğu ülkesi yapacağız. Barışçı bir Kürt hareketi olmaz, çünkü ayrılıkçı olması lâzım. Dışarıda bir adam var, bizim senaryomuza zarar veriyor. Bunun içeri atılması lâzım” diyorlar âdeta. Biz bir sabah kalkıyoruz, bütün muhâlefet iknâ olmuş, adamın dokunulmazlığını kaldırıyorlar. Biri de kalkıp demiyor ki: “Bu adamı içeri atıyorsunuz. Kürt hareketi içerisinde en çok ‘barış’ diyen, uğraşan, didinen adamı. PKK’yı zayıflatmak istiyorsak bu adamı desteklememiz lâzım” demesi gerekenlerin tamamı, bir gecede iknâ olmuş ve adamın dokunulmazlığını kaldırıyorlar. 

Ruşen Çakır: İki ayrı izleyicimiz “el” sorusu sormuşlar. Dış eller mi, dış güçler mi? Yani bir senaryodan bahsediyorsun, kim bunlar? Hatırlarsan, bir zamanlar “1 numara” diye bir şey vardı. Son dönemde “üst akıl” diye bahsediyorlar. Sen “Bu kadar da tesâdüf olmaz. Türkiye’yi âdeta ortadoğululaştırmak istiyorlar” diyorsun. Kim istiyor?

Levent Gültekin: Bu sorunun cevâbını bilsem yazardım. Elimde bir belge yok. “Türkiye’de bir senaryo oynanıyor. Oturup inceleyeyim” diye bir kitap yazmış da değilim. Sâdece, yazdığım kitapta böyle bir fotoğraf çıktı. Ama bu fotoğrafı kim çekti, kim kurguladı bilmiyorum. Ben komplo teorilerine inanan bir adam da değilim ki “Bunları bir üst akıl, dış güçler yapıyor” diyeyim. Çünkü elimde bir belge yok. Meselâ Amerika ya da İsrail desem, nereden biliyorsun onlar olduğunu? Elimde bir belge yok ki. Ama 20 yıllık akışın tesâdüf olma ihtimâlinin çok zayıf olduğunu söylüyorum. Eğer tesâdüfse Türkiye kaderini yaşıyor. Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi. Bir cinâyet işlenecek. Herkes biliyor. Çıkarına geldiği için göz yumuyor, sessiz kalıyor. Türkiye’de de böyle bir şey var. Türkiye’nin cinâyeti işleniyor. Siyâsetçiler, bütün aktörler, kendi çıkarına uygun olduğu için –ki bu da olabilir; bir el de olmayabilir– herkes gerçekten “vatan hâini”. O zaman böyle bir durum ortaya çıkıyor.

Ruşen Çakır: Bir izleyicimiz sormuş: “Levent Bey’in bu kitabında FETÖ ve yaptıkları yok mu? Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı dâhil, son 20 senede yaşanan birçok şeyde FETÖ’nün etkisi yok mu?” Kitapta FETÖ ve Fethullahçılık var.

Levent Gültekin: Ayrıntılı bir şekilde var hem de. 

Ruşen Çakır: 15 Temmuz darbe girişimi konusunda bir şeyler söylüyorsun, ama bir ayağın gazda, bir ayağın frende sanki. 

Levent Gültekin: İnsan tedirgin oluyor sanki, kolay değil. Senaryonun akışına göre gideyim yine. Senaryoyu yazan adam –o kimse, bilmiyorum, ya da öyle bir senaryo varsa– “Bizim senaryomuza göre Türkiye’nin otoriter bir yönetime geçmesi lâzım” diyor. Tabii ben kurgu olarak anlatıyorum, okurlarımız yanlış anlamasınlar. Tayyip Erdoğan diyor ki: “Ben bunu yapamam, benim gücüm yetmez, Meclis de yetmiyor”. Senaryoyu yazanlar, “Biz hallederiz” diyorlar. Biz bir sabah kalkıyoruz, 15 Temmuz olmuş. Çünkü senaryonun akışına göre, tek adam rejimine geçilmesi gerekiyor. 15 Temmuz’la ilgili cevaplarını bilmediğimiz tonlarca soru var. Ama sâdece biz değil, Binali Yıldırım da bilmiyormuş. Çünkü kitapta Binali Yıldırım’ın Tayyip Erdoğan’la yaptığı bir konuşmayı aktarıyorum. Meğer kimse bilmiyormuş. Sonuçta, fiilî bir tek adam rejimi îlân ediliyor. Sanki senaryo diyor ki: “Fiilî yetmez. Türkiye’nin Ortadoğu olması için anayasal dayanağının da olması lâzım.” Erdoğan “Benim gücüm yetmiyor, Meclis’te bu kadar milletvekilim de yok” diyor. Senaryoyu yazanlar “Biz hallederiz korkma” diyorlar. Biz bir sabah kalkıyoruz, Devlet Bahçeli, “Anayasa değişikliği teklifini getir, değiştirelim” diye fikir değiştirmiş. Niye bunların hepsi birer birer Tayyip Erdoğan’ın işini kolaylaştıracak şekilde fikir değiştiriyorlar?

Mesela 2015’te Deniz Baykal meselesi. Güyâ, bize söylenen, CHP Genel Merkezi’ne rağmen Deniz Baykal, “Meclis Başkanıyım” demiş. Halbuki o günün şartlarında Meclis çoğunluğu muhâlefette. Muhâlefet ortak bir Meclis Başkanı çıkarsa, alıyor. Ama Baykal çıkmış, apar topar kendisini Meclis Başkanı îlân etmiş. MHP de Ekmeleddin İhsanoğlu’nu Meclis Başkanı îlân etmiş. Meclis otomatik olarak AK Parti’ye geçmiş ve senaryo kaldığı yerden devam etmiş. Bana çok tuhaf geliyor.

Ruşen Çakır: Berk Bey’in bir sorusu var. Son günlerin en popüler sorularından birisi: “Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimleri için adaylığını açıklamamasını nasıl yorumlarsınız?”

Levent Gültekin: Şu anda Erdoğan adaylığını açıklamıyor muymuş?

Ruşen Çakır: Resmen söylemedi henüz. 

Levent Gültekin: E adam ona uğraşıyor. Bunu demesine gerek yok ki. Mâlûmun ilâmı gibi bir şey. Erdoğan aday ve bunun için uğraşıyor. “Ben 2023’te adayım” cümlesi, insanın kendisinden şüphe etmesi anlamına gelir. Erdoğan zâten aday, çalışıyor. Doğal olan bir şey. Doğalın îzâhı olmaz, îlânı da olmaz. Kendi akışına göre hedefler koyuyor, “2023 bizim için çok önemlidir” konuşmaları yapıyor. Adını söylemesine gerek olmayacak bir doğal akış içinde yürüdüğünü düşünüyorum. Kimileri, “Erdoğan 2023’te aday olmayacak” yorumlarını yapıyor. Erdoğan aday olmayabilir, sağlığı elvermeyebilir, bunlar olabilir. Ama bu, “Erdoğan kaybedeceği bir seçime girmez” demek değil. Gerçekten Türkiye’nin önündeki tabloyu görmüyorlar. 

Ruşen Çakır: Peki, o zaman Yaklaşan Kasırga’yı anlat. Şimdi bu ismi okuyunca insan, “Kasırgaya iyi bir anlam mı atfediyor?” diye düşünüyor. Halbuki kötü. Bundan daha kötü ne olabilir?

Levent Gültekin: Biz zâten şu anda kasırgayı yaşıyoruz. Şöyle düşün: Kasırga gelmek üzere, ülkeye yaklaşmasına 1 km. kaldı. Bu kadar yaklaştığında biz bunun etkisini, yaptığı tahrîbâtı görürüz değil mi? 2002’den başlayarak geldiğimiz sürece bakalım: eğitim çökmüş; Cumhuriyet felsefesi yerle bir edilmiş; derin bir yoksulluk dalga dalga yayılmış; gençlerin yüzde 70’i ülkeyi terk etmeye kalkmış; ülkede demokrasi, Anayasa rafa kalkmış. Bunun yarattığı tahrîbatla toplumda çürüme, çoraklaşma yaygın bir hal almış. Toplumsal barış zedelenmiş. Bundan daha büyük kasırga ne olabilir? Peki, “Yaklaşan” derken neyi kastediyorum? Türkiye 2023 seçimlerinde bu gidişâtı durduracak bir yaklaşım ortaya koymazsa, ben 2023’te Türkiye’nin önünde şu seçeneği görüyorum: Ya iç çatışmalara düşmüş bir Ortadoğu ülkesi olarak hayâtına devam edecek. Ya da Cumhuriyet’in kurulduğu yıllar gibi yüzünü medenî dünyaya dönecek, cumhuriyetini, laikliğini, demokrasisini, hukukunu yeniden inşâ edecek. 2023’te ortadoğululaşmış bir Türkiye, kasırga yemiş bir ülkedir. Zaten şu anda bile ağır bir tahrîbat var. Bunun 2023 ve sonrasını hiç düşünemiyorum. 

2017 referandumunda ne söylediysek oldu: “Tek adam rejimi geçerse, ekonomi çökecek, tarım şöyle olacak, iç politika böyle olacak, dış politika şöyle olacak…” Daha ne olabilir ki bir ülkede? Gençlerin yüzde 70’i, imkân bulsa yurtdışına kaçmanın yolunu arıyorsa, bundan daha felâket ne olabilir Türkiye’de? Ben karamsar değilim, umut vermeye çalışıyorum. “Yapabiliriz” diyorum. Ben sen o ayırımını bırakırsak, o Alevî bu Sünnî, öteki muhâfazakâr ayrımını bırakırsak, “Bu ülke bizim ortak vatanımız. Burayı ayağa kaldırmazsak, yaşayacak yer kalmayacak” duygusuna gelmezsek, bunu parti yarışı olmaktan çıkarmazsak mahvoluruz. Çıkarırsak toparlayıp ayağa kaldırırız. Evet, ülke çok tahrîbat gördü, ama toparlarız. Yeter ki o birliktelik olsun. 

Ruşen Çakır: İzleyicilerden Faik Bey’in bir sorusu var: “Muhâlefet sizin akıl vermeleriniz yüzünden bu hâle geldi” yorumları hakkında ne düşünüyor?

Levent Gültekin: Muhâlefet bu kadar benim etkimdeyse geçmiş olsun zâten.

Ruşen Çakır: Bir komplo teorisi sorusu var: “Sizce ortada bir AKP-FETÖ ortaklığı var mı? Bütün bu olanlar bir tiyatro olabilir mi?”

Levent Gültekin: Hayır. Eğer o senaryoyu yazan bir el varsa, o senaryonun aktörü olarak bir dönem FETÖ’yü kullandılar bana göre. Sonra FETÖ bir şekilde tasfiye edildi, şimdi başkalarını kullanıyorlar. Her dönem birilerini kullanmışlar. FETÖ sâdece bir dönem kullanılmış bir aktör. Meselâ: “Türkiye’de İslâmcı bir iktidar kurulacak, Türkiye Ortadoğu ülkesi olacak”; buna karşı çıkması en muhtemel kim var? Ordu. O dönemin TSK’sı. 2007’de FETÖ kullanılarak Ergenekon-Balyoz üzerinden ordunun beli kırılıyor. Yahu hepsi mi tesâdüf? Hepsinin amacı aynı şeye çıkıyor. Ben Ergenekon-Balyoz bütünüyle FETÖ operasyonudur demiyorum. Tabii ki orada sıkıntılı alanlar, eksilikler vardı, darbecilik vardı. Kendini memleketin sâhibi görüp, başkasının ensesinde boza pişirmeler vardı. Ama 2002’den beri kurgulanan her şey gelip aynı amaca çıkıyor. Şu anda FETÖ’nün Erdoğan’la bir oyun içinde olduğunu zannetmiyorum. FETÖ bir dönem kullanıldı. Bu senaryonun akışına göre Tayyip Erdoğan da oyuncu gözüküyor. Erdoğan bir oyun kurucu olarak gözükmüyor. Tayyip Erdoğan’ın Bahçeli’yi iknâ etme şansı yok. Baykal’ı iknâ etme şansı da yok. Teknik olarak edemez. Çünkü birisi –derin devlet midir, kimdir bilmiyorum– aynı anda Bahçeli’yi de, Baykal’ı da, Kemal Bey’i de, Meral Hanım’ı da, Tayyip Erdoğan’ı da canı istediğinde iknâ ediyor. 

Ruşen Çakır: Ulvi Bey’den, “Siyâsetteki bu müdâhaleyi onarmak için millet ne yapmalı?” sorusu gelmiş. 

Levent Gültekin: Hemen söyleyeyim: Taraftarlık duygusundan vazgeçmemiz, “Biz ve Onlar” ayrımını süratle bırakmamız lâzım. Çocuğumuz rehin alındığında onu kurtarmak için ne yapıyorsak aynı duyguyu hissetmemiz lâzım. Bu bir iktidar seçimi değil. “Ülkeyi CHP mi yönetsin AKP mi yönetsin? Cumhur İttifakı mı yönetsin Millet İttifakı mı?” seçimi değil. Bu, bir ülkenin ayakta kalıp kalmayacağı seçimi. O yüzden bu ülkede huzur içinde yaşamak isteyen herkesle, hiç sevmediğimiz, görüş olarak hiç anlaşamadığımız, hiç konuşmadığımız insanlarla bile, “Gel abi, el ver, bu ülkeyi berâber ayağa kaldıralım” diyecek duyguya gelmemiz gerekiyor. Milletin yapması gereken bu. İsim seçmek, isimler üzerinden kavga etmek, A Partisi, B Partisi kavgasını etmekten hızla uzaklaşmamız gerekiyor. 

Meselâ şu anda mülteci politikasını hiç konuşmuyoruz. Mülteci deyince aklıma geldi: Suriye sınırında mayınlar vardı. Bir kampanya yaptılar, mayınları temizlediler, arkasından mülteci akını oldu. Hattâ o dönemde bu mayın temizleme işi için İsrail, “Biz bedâva yapalım” diye kampanya yapıyor. Avrupa Birliği ihâle açıyor. Sonra Türkiye kendisi temizliyor. 30 yıllık mayınlar temizleniyor, arkasından mülteci akını başlıyor. Bu senaryoya baktığımda, mülteci akınının da ortadoğululaştırmanın bir parçası olduğunu görüyorum. Bunların hepsi mi tesâdüf? Nasıl bu kadar üst üste geliyor?

Ruşen Çakır: Senin bir Finlandiya modeli örneğin var. Bir izleyicimiz, “Türkiye nasıl çıkar bu çöküşten? Finlandiya modeli mi, kendine özgü bir model mi?” diye sormuş.

Levent Gültekin: Finlandiya modelini daha önce, Medyascope’ta yaptığım “Bi Kahve” programında anlatmıştım. Şimdi onun dönemi geçti. Bence Macaristan’ın da oradan ders alması lâzımdı. Macaristan da o yüzden başarılı olamadı. Altı parti bir araya geldiğinde, “yamalı” bir hava veriyor. Finlandiya modeli dediğim şu: Diyelim ki bir ortak hareket kurulacak. Her partiden isimler katılacak. Oradan bir aday belirlenecek. O aday tek isim olarak, kadrosunu da açıklayarak, ülkenin geçiş sürecini temsil edecek. Bu modeli o dönemde liderlerin hepsine anlattım. Hepsi de çok sıcak baktı ve doğru bir model olduğunu söylediler. Ama yapmadılar. Biraz önce bir izleyicimizin, “Millet olarak ne yapmalıyız?” sorusuna cevap olarak da söylüyorum. Şu anda o masadaki partilerin hepsi, kendi partisini koruma duygusuyla o masaya gidiyor. Bu çok doğal bir şey. Siyâsetin akışı da böyledir zâten. Ama bu gidişâtı durdurmak için siyâsetin kurallarını alt üst edecek bir yaklaşıma ihtiyaç var. Birinin çıkıp bir anda şok edecek bir yaklaşım göstermesi lâzım. Örnek vereyim: Meselâ Meral Hanım, “Ülkemiz öyle bir hâle geldi ki, bunu engellemek için gerekirse HDP ile masaya otururuz” diyecek. Bu bir anda şok dalgası yaratacak. Toplum, “Ülkemiz nasıl bir halde ki Meral Hanım HDP ile bir araya gelmeye mecbur kalmış” diye düşünecek. Ya da Kemal Bey, “Ülkemiz öyle bir hâle geldi ki, bu yıkımı önlemek için ben gerekirse Tayyip Erdoğan’la bile işbirliği yaparım” diyecek. Şimdi aklıma geldi. Senin bir değerlendirmeni izledikten sonra dikkatimi çekmişti: Tayyip Erdoğan son yerel seçimden sonra yaptığı konuşmada “Türkiye İttifakı”ndan bahsetmişti. Hattâ sen de, “Niye vazgeçtiğini anlamadım. Orada bir şey oldu” diye yorumlamıştın. Peki, niye vazgeçti Erdoğan?

Ruşen Çakır: Sen cevâbı biliyorsundur.

Levent Gültekin: Muhtemelen, Tayyip Erdoğan yerel seçimlerdeki yenilgisinden sonra, “Galiba beni gözden çıkardılar” duygusuna kapıldı. Ve dönüp, onlara –artık onlar her kimse–, “Tamam, ben Türkiye İttifakı’nı kuruyorum” mesajını verdi. 

Ruşen Çakır: Onun üzerine Devlet Bahçeli ertesi gün çıkıp Cumhur İttifakı’ndan başka bir ittifak olamayacağını belirten bir açıklama yaptı.

Levent Gültekin: Evet, Bahçeli ertesi gün çıkıp, “Ne diyorsun sen?” minvalinde bir açıklama yaptı. Erdoğan, “Yok abi, ben öyle bir şey demek istemedim” deyip vazgeçti. Bahçeli bir ayar verdi. Tayyip Erdoğan niye durup dururken Türkiye İttifakı’ndan vazgeçti? Bunun üzerinde biraz düşünmemiz lâzım. Bunların hiçbirisi tesâdüf değil. 

Siyâsette şok edici bir yaklaşıma ihtiyaç var. Kimse şok etmiyor ki. Herkes, “Aman kimseyi ürkütmeyeyim, şok etmeyeyim” diye yaklaşıyor. Eh, şok etmezsen oyun bozulmuyor.

Ruşen Çakır: Bir izleyicimiz, “Levent Bey adayın hâlâ açıklanmamış olmasını nasıl yorumluyor?” diye soruyor.

Levent Gültekin: Aday henüz açıklanmamalı, ama belli olmalı. Belliden kastım şu. Toplum anlar. Eğer muhâlefet birliği bir isim üzerinde anlaşmış olursa, o ismi, adını zikretmeden, “Adayımız budur” demeden, referans vererek, konuşmalarına çağırarak belli eder. Toplum yavaş yavaş onu hisseder. Örnek vereyim: Meselâ “Ruşen, Ahmet’i bir çıkarır mısın? Bir konuştur”. O Ahmet artık ortada dolaşmaya başlar. Hareketleri, tarzı, yaklaşımıyla, toplum bunu anlar. Aday îlân etmek başka, adayı hazırlamak başka. Muhâlefetin eksiği, adayı îlân etmemek değil, o adayı hazırlamıyor olmaları. 

Ruşen Çakır: Mehmet Özkan’dan bir soru gelmiş: Altılı masanın, meselâ İmamoğlu ya da bir başka isim seçildiğinde, cumhurbaşkanı yetkilerini kötüye kullanmamasını sağlayacak bir gücü var mı?

Levent Gültekin: Hayır, yok. Seçildi gitti, geçmiş olsun. O yüzden, altılı masanın, seçeceği kişiye çok güvenmesi gerekiyor. O kişinin hepimize bir güven duygusu vermesi gerekiyor. Şöyle düşün Ruşen: Ben büyük bir tehlike altındayım ve evlâdımı birine bırakacağım. Ancak o güveni duyduğum bir insana bırakırım. Liderlerin şöyle bakması gerekiyor: Öyle birini bulalım ki kazanmasının yanı sıra, o kişi, “Ben geldim, oldu. Vermiyorum” duygusuna kapılmayacak. İkincisi, geçiş sürecinde, bilgisiyle, tecrübesiyle, olgunluğuyla, muhtemel bir çatışmanın önünü engelleyecek. Bütün bunların hesaba katılması lâzım. Sadece bir seçim yapıyor olsak, sadece bir cumhurbaşkanı seçiyor olsak, herkesi yapabiliriz. Ama bu öyle bir seçim değil. Rehin alınan çocuğumuzu kurtarmak kadar ince hassâsiyet gerektiren bir durum. Öyle bir şey yapacaksın ki, rehin alan adamı kızdırmayacaksın. Öyle bir şey yapacaksın ki, o anda çıkacak kargaşadan çocuk ölmeyecek. En sâkin şekilde o çocuğu onun elinden alman gerekiyor. Ama kimse böyle bakmıyor. Bakmadığı için de zâten hâlâ isimler üzerinden, “Ekrem de kazanır, Mansur da kazanır, filan da kazanır” tartışması yapılıyor. Zâten o yüzden ortak aday çıkaramıyorlar. Çünkü kimse, “Cumhurbaşkanlığını alırsa, vermez” eminliğini taşıyamıyor. İmza atılsın. Altı lider bir kâğıda, “Geldiğinde görevi devredeceğine dâir” imzâ atsın meselâ. O lider, “Evet, gelin devredelim” diyerek beş yılı geçirebilir.

Ruşen Çakır: Siyâset dışı bir iki soru var sana Levent. Birisi şöyle sormuş: Dostoyevski’nin hayâtını okuyordunuz. Ne oldu, bitirdiniz mi? O biyografiden çıkardığınız ne oldu?

Levent Gültekin: Okudum, bitirdim, çok oldu. Bir ara paylaşmıştım kitabı. Dostoyevski çok önemli bir yazar. Yanında çalışan genç bir kadına evlilik teklif edecek. Bir yazarın evlilik teklifinin çok güzel bir örneği. Dostoyevski’nin karısı ölüyor, kendisi de 40’lı yaşlarda. Yanında editör olarak çalışan 22 yaşında genç bir kız var. Fakat Dostoyevski yaş nedeniyle çok yadırganır diye nasıl teklif edeceğini de bilmiyor. Genç kadına şöyle soruyor: “Ben bir roman yazıyorum. Romanın kahramanı 40 yaşında ve kendinden genç bir kadına âşık oluyor. Bu adam 20’li yaşlardaki bir kadına evlilik teklif etse, sence bu roman yadırganır mı?” Editörün aklına çok güvendiği için anlayabileceğini düşünüyor. Genç kadın akıllı, “Evlenme teklifinizi kabul ediyorum Bay Mihayloviç” diye cevap veriyor. Hikâye çok güzel. 

Ruşen Çakır: Bir izleyicimiz de, “Pandemi döneminde başladığı piyano çalışmaları devam ediyor mu?” diye soruyor.

Levent Gültekin: Haftada iki gün ders almaya devam ediyorum, fakat çok zor ilerliyor. Bu kitaptan dolayı kafamı tam olarak verememiştim, ama artık daha çok yoğunlaşabilirim. O benim için hobi olarak devam ediyor. 

Ruşen Çakır: Bir izleyicimiz, “Ekrem İmamoğlu’nu Erdoğan’ın sol versiyonu olarak mı görüyor?” diye sormuş. 

Levent Gültekin: İmamoğlu solcu muymuş?

Ruşen Çakır: Anlaşıldı. Bir soru daha gelmiş: “Gezi dönemi tapeler neden ortaya çıkmadı?”

Levent Gültekin: Gezi dönemi tapeler ortaya çıkmadı, çünkü Türkiye’yi ortadoğululaştırma konusunda FETÖ henüz Erdoğan’la ittifak hâlindeydi. Biraz enteresan bir benzetme yapacağım: Bir ağa ve marabaları var. “Maraba” dediğim, ağanın bir elemanı. Marabalar arasında “Kim lider olacak?” kavgası başladığında, bir eleman diğer elemanı tasfiye etti. Gezi olayları başlayana kadar FETÖ ve Erdoğan arasında ittifak olduğu için tapeler çıkmadı. Gezi’den sonra, öbür eleman, yani Erdoğan, “Tek iktidar benim. Siz benim yanımdasınız” dediğinde, öbürleri, “Hayır, bizim de iktidarda payımız var” diyerek tapeleri ortaya çıkardılar. 

Ruşen Çakır: Devrim Zeynep Ateşer şöyle bir soru sormuş: “Kitabı dün aldım ve okumaya başladım. Bu senaryoda, devlet mekanizmasının rolü ve saf dışı bırakılıp bırakılmadığı veya nasıl bırakıldığı hakkında ne düşündüğünüzü öğrenmek isterim”. 

Levent Gültekin: Zeynep Hanım erken okuyucularımızdan. Ben bu soruya birkaç örnek vereceğim. Bir tânesi, Tayyip Erdoğan’ın siyâset yasağının parti kurmayı da kapsadığıyla ilgili Anayasa Mahkemesi’nin kararının, o günün şartlarında, kim hangi güçle çekmecede tutulmasını sağlıyor? Burada Haşim Kılıç’ın kendi kişisel çabası olduğunu da biliyorum. İkincisi, o dönemin YSK’sı, Tayyip Erdoğan için Siirt seçimlerini niye iptal etme ihtiyâcını hissediyor? Üçüncüsü, Abdullah Gül’ün, yani “Yenilikçiler”in AK Parti’den tasfiyesinin yolunu açan, dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığına niye engel çıkarma ihtiyâcı hissediyor? Bunun gibi örneklerde, Erdoğan’ı daha da güçlendirmek ve önünü açmak için, YSK, TSK, Anayasa Mahkemesi gibi devletin bâzı kurumlarının dönem dönem ortak olduğu olaylar var. Meselâ şu örneği çok tecrübeli bir siyâsetçiden dinledim: “Bir mahkûma, soyadı tutmayanlar dışında ziyâret yasaktır. Ama gel gör ki Tayyip Erdoğan, Pınarhisar Cezaevi’nde Kâbe’ye dönmüştü. Küçük bir ilçenin savcısı tek başına herkese izin verme yetkisi aldı. Teknik olarak böyle bir şey mümkün değil. Nasıl oldu bu, hiç düşündün mü?” diye sordu. Belli ki Adalet Bakanı tâlîmat verdi. O günün şartlarında devlet böyle bir şey yapar mı? Nefret ettiği adamı hapse atıyorlar, bir de Kâbe’ye döndürmek istiyorlar. Aklın alıyor mu? Orada da bir terslik var; bir şekilde devlet kurumları da işin içine giriyor.

Ruşen Çakır: Son soru: “Muhâlefet sizi dikkate alıyor. Çünkü neredeyse hepsine ‘Abla, Abi’ diye hitap ediyorsunuz. Mesela Ruşen Bey’i dikkate almıyorlar. Size olan bu teveccüh neden?”

Levent Gültekin: Beni kimsenin dikkate aldığı yok. Dikkate alsalar bu halde olmazdık zâten. Benim siyâsîlerle ilişkim tamâmen Türkiye özelinde. Mesela Kemal Bey’le on yıldır görüşürüm. Bir gün olsun, bir iş, bir makam, bir para, belediyede bir danışmanlık istemedim. Gidip sâdece, “Kemal Bey, şöyle olsa böyle yapılsa” deyip kendisiyle konuşurum. 

İkincisi, muhâfazakâr kesimi biraz daha iyi tanıyor olmam, siyâsetçiler için bir avantaj. Çünkü oradaki toplumun duygusunu, yapılanların o toplumdaki etkisini de aktarıyorum. Meselâ, Meral Akşener’e “Abla” diye hitap ediyorum, ama ekrandan da çok sert eleştiriyorum. Sonra mahcup da oluyorum. Çünkü kendisiyle gerçekten çok sıcak bir diyalogumuz var. Evine gitmişliğim, çay içmişliğim de var. Ama evine gazeteci kimliğimle giderim. Çünkü işim o, ne söylediğini dinleyip anlamak isterim. Ertesi gün ekrana çıkıp zehir zemberek eleştiririm de. Ama bunu kurgulayarak yapmıyorum. O andaki duygum, o sözü söylememi gerektiriyor. Muhtemelen Meral Hanım alınıyordur. Kemal Bey de alınıyordur. Geçenlerde Kemal Bey’e bir videomu göndermişler; onu da kesip cımbızlayıp göndermişler. Sonra kendisiyle görüşmeye gittim. O videodaki konuşmamla ilgili, Kemal Bey’den konuşmanın tamâmını dinlemesini ricâ ettim. “Bana gönderdiler, ama merak etme seni biliyorum, tanıyorum, rahat ol” dedi. Onlarla böyle bir diyalogum var. 

Ruşen Çakır: Ama biliyoruz ki siyâsetçiler arasında eleştiriyi sindiren, kabul eden pek yoktur. Şahsen tanışma imkânım olmadı, ama Erdal İnönü’ye bu anlamda çok olumluluk atfederler. Benim tanıdıklarım arasında, söylediklerimizden, yazdıklarımızdan dolayı, “Sağol, böyle demişsin. Teşekkür ederim” diyen pek çıkmıyor. Ya da yüzüne söylüyor, ama sonra sağdan soldan, “Bunu bunu söylemişsin, ama bilmem kim hanım ya da bilmem kim bey, o söylediklerin için sana çok kızmış” lâflarını duyuyorsun.

Levent Gültekin: Doğru, çünkü “Bunun söyledikleriyle yol alırım, bana bir faydası olur” diye bakılmıyor. “Eleştiri bana zarar verir” diye düşünüyor. Çünkü bizde eleştiri kültürü yok. 

Ruşen Çakır: O zaman ben eleştirimi yapayım. Kötü bir kitap olmuş bu. 

Levent Gültekin: Eyvallah. 

Ruşen Çakır: Tabii ki şakaydı. Kaçıncı kitabın oldu bu Levent? 

Levent Gültekin: Üçüncü kitabım. 

Ruşen Çakır: Daha yolun başındasın. 

Levent Gültekin: Hayırlısı olsun diyelim. Biraz gülelim diye söylüyorum: Kitap yazmanın çıkar amaçlı bir eylem olduğu algısı bir tek Türkiye’de var. “Ne oldu? Gene paraya para diyeceksin değil mi?” diyorlar.

Ruşen Çakır: Kitaptan para mı kazanılıyormuş?

Levent Gültekin: Öyle zannediyorlar. Derdim, bu kitap çok satsın değil, bu olaya dikkat çekmek. Tartışılsın, insanlar ne olup bittiğini görsün istiyorum. 

Ruşen Çakır: Hayır, çok para kazanılıyorsa ben de yazayım. Epeydir yazmıyorum. Hayırlı olsun yeni kitabın Levent. 

Levent Gültekin: Çok teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Bu sabah Halk TV’de Ayşenur Abla’nın (Arslan) programına da çıkmışsın. Beğenmiş mi kitabı?

Levent Gültekin: Beğenmiş. Onun da söylediği, dili çok akıcı, çok iyi. Birçok tanıdığımdan, daha doğrusu erkenden gönderdiğim gazeteci arkadaşlarımdan, “Biz hiç böyle bakmıyorduk. Muhâfazakâr camiayı hiç böyle bilmiyorduk. Şimdi olaylar daha iyi oturuyor” tepkisini aldım. Ayşenur Abla da öyle söyledi. Çünkü o mahallenin röntgenini çektim. Niye Atatürk’e karşılar? Cumhuriyet’le niye kavgalılar? Niye bu kadar radikaller? O yüzden bütün o arkadaşlarımdan, “Hiç fark etmediğimiz noktalara dikkati çekmişsin” eleştirilerini aldım. Umarım bir faydası olur. 

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Levent. Hayırlı olsun tekrar.

Levent Gültekin: Ben de çok teşekkür ederim. İzleyicilerimize de teşekkürler. 

Ruşen Çakır: Levent Gültekin’le yeni çıkan Yaklaşan Kasırga kitabını konuştuk. Sizlerin de sorularınız aktardık. Kendisine teşekkür ediyoruz. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.