Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Çukurdan çıkmak için önce kazmayı bırakmalı

Kuş uçuşu II.Mahmut’tan (pek yad edilmeyen bir ecdad?) Atatürk’ten bugüne bir serüvenin son perdesindeyiz. Herhalde fazla teatral kaçmadı. Hem siyaset hayata, tiyatro da her ikisine birden dair değil mi? Cumhuriyet, imparatorluğun yanıt veremediği sınamaların çözümü ve doğal sonucuydu. Çözüm doğaldı ama kendiliğinden olmadı. Onun olması için bir Mustafa Kemal ve Mustafa Kemal’in Atatürk olması içinde çözümün gerçekleşmesine uygun sahne gerekiyordu: Tarihsel ortam ve bağlam.

Bugün, cumhuriyeti gerçekten laik ve demokratik kılmak gibi bir ödev var önümüzde. Yirmi yıllık islâmcılık deneyimi bize hem demokrasinin laiklik olmadan olamayacağını, hem islâmcılığın en ılımlısının bile demokrasiyle uzaktan yakından bağdaşmayacağını layığıyla gösterdi. Hukuk devleti, yasalar önünde eşitlik, tam ifade özgürlüğü, protesto hakkını dilediğince ve dilediğinde kullanabilmek: Muasır medeniyet seviyesine erişmek, yani insan gibi ve yan yana değil iç içe, bir arada mutlu yaşayabilmek.

Belki özetle, evet: Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet! Bir başka bakımdansa, II.Mahmut ile Atatürk’ün kaygıları ve önlerinde duran meseleler arasında çok da fark yoktu. Yarın Erdoğan’ın islâmcı tek adam rejiminden arda kalan enkazı kaldıracaklar için de pek fark olmayacak. Ivan Krastev FT’de Putin’in Ukrayna’yı işgal girişimiyle ihya ettiğini sandığı “Russkiy mir”in (Rus barışı, dünyası) sonunu getirdiğini savladığı yazısında “imparatorluklar çoğu zaman savaş alanında kurulur ama kitapçıda ölür” diyor: İmparatorluğun yumuşak gücü, düşün dünyasında, kalplerde ve zihinlerde karşılığı kalmadığında.

Michel Houellebecq de “Anéantir” (2022) romanındaki bir karaktere Fransa krallarının bir reform programına, siyasal bir plana, bir ideolojiye sahip olmasalar da büyük devlet adamları olarak tarihe geçebildiklerini söylettiriyor. Romanda kendi de ekonomi bakanı olan karakter kralların önceliklerini toprakları korumak ve mümkünse genişletmek, bu arada mümkün mertebe askeri harcamaları ve vergi yükünü kısıtlı tutmak, başta dinsel olanlar iç savaşları önlemek, sanata ve anıtlara destekle itibarı artırmak olarak sıralıyor. Ardından ilerlemeye ve tarihsel dönüşüme abartılı bir inanca rağmen cumhurbaşkanlarının önceliklerinin de bunlardan pek farklı olmadığını belirtiyor.

Devamla, günümüzde savaşların yerini ekonomik rekabetin aldığının söylenebileceğini ancak devleti yönetenlerin temel sorumluluğunun ulusal çıkarları korumaktan ibaret olduğunu aktarıyor. Ulusal çıkar ile kamu yararı herhalde birbirleriyle çelişen değil birbirlerini tamamlayıp, besleyen kavramlar olmalı demokrasilerde. Sanırım sıkıntı devletin inşasının, ulusun inşasından önce geldiği bizimki gibi ülkelerde. Gerçi örnekse Fransa da bizden pek farklı değil bu konuda geçmişine bakıldığında ama geldiği yer farklı.

Fransa, laiklik uygulamasını yetkinleştirmek için çabalıyor, devlet kapasitesi bizden önde, “parası” daha çok, demokrasisi çok daha ileride. Biz beka saplantısı ve onunla elele giden terörle mücadele boğuntusundan çıkamıyoruz. İmparatorluktan arda kalan hayaletlerle boğuşuyor, yüzleşemediğimiz geçmişimizi bir türlü tarihleştiremiyor, dolayısıyla birlikte ortak gelecekten söz etmeye başlayamıyoruz dahi.

Bakınız 13 Kasım 2015 tarihinde Stade de France, sokak kahveleri ve Bataclan gece kulübünde DAEŞ’in üstlendiği ardında 130 ölü ve 350 yaralı bırakan terör saldırılarının 9 ay süren davasında 19 sanığa beş yıldan (bugüne dek yalnızca dört kez uygulanmış) ağırlaştırılmış müebbete varan cezalar açıklandı. Mağdur avukatları, devletin savcıları eliyle cerrahi bir titizlikle kurduğu iddianameden tatminlerini açıkladı. Davanın görülmesi ve tüm mağdur yakınlarının izleyebilmesi için 550 kişilik yepyeni bir duruşma salonu da inşa edilmişti. Aynı günlerde 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Garı önünde yine DAEŞ’in yaptığı ardında 105 ölü ve 500’ü aşkın yaralı bırakan saldırının akıbeti ne oldu? Adalet yerini buldu mu? Demokrasimiz bu sınamadan daha güçlenerek mi çıktı?  

Bir başka güncel örnek, bizim PKK’ye yardım ve yataklıkla itham ettiğimiz İsveç’in yanıtı, orada “terör örgütü üyeliği” diye bir suç olmadığı somut eylemlere dayalı terörizm suçu bulunduğu, PKK flamalarıyla eyleme katılmanın ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirildiği ve iadesi talep edilen kişilerin de İsveç vatandaşı oldukları. Oysa terör biz neye terör diyorsak o olmalıydı ve terör suçu denilince hukukun askıya alınması gerekmekteydi. Komşu iki ülke Suriye ve Irak topraklarında ağır silâhlarla yürütülen askeri harekâtlar da terörle mücadelenin en güzide birer uygulamalarıydı.

Murat Sabuncu, Evren Balta hocamızın Dürer’in dört atlısına atıfla yaklaşan kıyameti “salgın, savaş, kıtlık ve göç” olarak tanımladığını aktarıyor. Yakın tarihte görülmedik sertlikte bir küresel ekonomik bunalımın pandemi ve Ukrayna’nın işgalinin ardından üzerimize geldiği belli. Kuzeyimiz ve güneyimiz yangın yeri. Doğumuz demokrasi fakiri ve İran’ın nükleer anlaşmasıyla bölgesel katakullileri arasında çözümü güç bir gerilim denklemi var. Batı’yla da kendi elimizle çıngar çıkarıyoruz. 

Kasamız boş, verimlilik düşük. Düzensiz göç başıboş, nüfus artışı plansız. Yeşil dönüşüm ıskalanmış, tarım unutulmuş, aksine yağma doludizgin. Barınma hakkı, gelecek güvencesi hak getire. Delik kovayı doldurmak, arka kapıdan döviz rezervi yakmak, yolsuzluk yahut düpedüz kleptokrasi cabası. Üzerine, pencereler ışık ve hava sızdırmamak üzere tıkalı, kaşlar çatık, yüzler gergin; en gençlerimiz, en iyi yetişmişlerimiz umutsuz. Çıkış yolu olarak restorasyondan söz ediyoruz ama neyi restore (ihya) edeceğimiz belirsiz: Kurumlara itibarlarını kazandırmak, memuriyette liyakatı sağlamak, eğitimi çağdaşlaştırmak, yargıyı elden geçirmek. Liste uzun ama bu bir program değil sanki.   

Tüm evrensel doğruları hemen yarın uygulamaya koysak da bu karanlık ve çeperleri kaygan çukurdan çıkmak açıkçası güç ve kestirmesi yok. Daha fazla acı çekeceğiz, daha fakirleşeceğiz, özgürce ve mutlu yaşamak için daha fazla zorlanacağız. Kalkınmadan vazgeçmeden enflasyonu dizginlemek olanaksız, kalkınmayı askıya alınca istihdamı artırmak da öyle. Baskın olasılıkla aramızdan en iyi eğitimliler ve gençlerimiz başta artan oranda göç vereceğiz.

Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak sanmam seçmenin önceliği olsun. Hayat pahalılığı/alım gücü ve düzensiz göç/sığınmacılar: Seçeceğimiz onkolog önce bunlara ilaç ve ışın tedavisi uygulayarak bize pek tatsız bir deneyim yaşatacak; “şükür kurtulduk” derken ameliyata alınacağız. Masada kalmazsak asıl büyük meseleleri konuşmaya o zaman başlayacağız.     

Alelusul yine kendi kendime hayıflanır gibi, dört duvarla dertleşir havasında bir yazı yazdım; koydum şişeye, attım denize. Ne diyon sen amca, genç arkadaş hem fevri hem saf, Kürtçü müdür nedir üstelik ayyaş, solcu sanırdık sağcıyım diyor, her şey güzel olacak, az kaldı, şimdi bağnazca muhalefeti savunmak zamanı, bütün bunlar hep olur aslan parçası, şimdi fazla da şey etmemek lazım, tatava yapma bas geç, peyderpey, kısmetse, inşallah…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.