Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (124): Tahran’da üçlü masa, Kılıçdaroğlu-Erdoğan rekabeti, Gezi davası

Ruşen Çakır ve Kemal Can Haftaya Bakış’ın bu bölümünde İran’ın başkenti Tahran’da Türkiye, Rusya ve İran arasında düzenlenen üçlü zirveyi, cumhurbaşkanlığı seçiminde olası Kemal Kılıçdaroğlu – Recep Tayyip Erdoğan rekabetini ve Gezi davasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Ben bu sabah Silivri’deydim. Hakan Altınay’ı ziyârete gittim. Biliyorsun, üç aydır içerideler. Oradaki gözlemlerimi ve onların selâmlarını iletmeyi yayının sonuna bırakayım. Bu haftanın en öne çıkan olayları, Tahran’daki üçlü zirve ve hemen ardından Irak’ın Zaho kentinde yaşanan ve sivillerin hayatlarını kaybetmesiyle sonuçlanan saldırı oldu. Türkiye saldırıyı üstlenmiyor. Irak tarafı Türkiye’yi suçluyor. Aslında farkındaysan, suçlarken de olabildiğince dikkatli bir dil kullanıyorlar. Özellikle Irak-Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Türkiye’nin adını geçirmeden birtakım açıklamalar yaptı. Ama Irak’taki Sadr Hareketi lideri Mukteda es-Sadr, daha net bir şekilde Ankara’ya karşı daha tavırlı. Ankara’nın açıklaması ve iddiası, bu saldırının PKK tarafından yapıldığı yolunda. 

Bu olay bir yanıyla dururken, öteki tarafta ilginç olan, Türkiye’nin Tahran Zirvesi’nde Suriye’de yeni operasyonlar için yeşil ışık aramaya gitmesiydi. Tabii sâdece o değil, ama Erdoğan Putin’le baş başa görüştü. Üçlü zirvenin esas amacı buydu. Bir şekilde yeşil ışık almaktı. Alamadığı ortaya çıktı. Alamıyor olması, operasyonu yapmayacağı anlamına gelmiyor bence. Erdoğan’ın, özellikle dönüşte Amerika Birleşik Devletleri’ne yönelik Suriye’yle ilgili söyledikleri de şaşırtıcı değil, ama yine de çarpıcı. ABD’nin Fırat’ın doğusundan çekilmesini istiyor. Çünkü Washington’un orada YPG’yle işbirliği var ve Erdoğan onun sonlanmasını istiyor. Ama sonlanacağa da benzemiyor. Hattâ tam tersine, “Transatlantik”te yaptığımız yayında, Amerikan Kongresi’nin F-16 meselesindeki şartlarından birisinin, Türkiye’nin Suriye’de yeni birtakım operasyonlar yapmaması olduğunu konuştuk. Böyle bir kilitlenme hâli var. Meselâ MGK’dan gelen bildiriyi çok daha sert bekliyordum; ama daha yumuşak bir dil seçilmişti. Daha yumuşak gibi olan Yunanistan meselesinde ise, nedense daha sert bir dil kullanılıyor. Türkiye, Yunanistan konusunu sürekli bir şekilde gündemde tutuyor. Seçim olana kadarki süreçte birtakım askerî operasyonlar ihtimâlinin yüksek olduğu ve bunu da iç siyâsete tahvil etmek istediği iddiaları, beklentileri var hâlâ. Ama gerek Tahran’da açık bir desteğin çıkmaması, gerek Irak’ta yaşanan olaylardan dolayı gelen suçlamalar, Erdoğan yönetiminin elini bir anlamda sıkıştırmış gibi. Erdoğan hem ABD, hem Rusya, hem İran ve tabii ki Suriye yönetimine rağmen, bölgede yine aktif askerî birtakım operasyonlar yapabilir mi? Yapmak istediğini biliyoruz, ama yapabilir mi? Ne dersin? 

Kemal Can: Senin sorduğun sorunun bence şöyle birkaç boyutu var: Birincisi, Erdoğan “Böyle bir şeyi hazır olunca yapacağız” diyerek deklare etti. Erdoğan’ın söyleyip yapmadığı pek çok şey de oldu; ama genellikle bu tür şeylerde, söylediğini, söylediği biçimde olmasa bile uzun bir zaman dilimine yayarak bir biçimde yapıyor ve onu çok erken söyleyerek de, o ihtimâli çeşitli platformlarda pazarlık kozu hâlinde kullanıyor. Bunu iç politikada da, dış politikada da defâlarca gördük. İstanbul Sözleşmesi hâdisesinde gördük, hattâ ekonomide bile fâiz meselelerinde gördük. Dış politikada çok sayıda örneğini gördük. Bu konudaki bir veri, Erdoğan’ın “Bunu yapacağız” demiş olması. 

Dolayısıyla ben şöyle düşünüyorum: Hem iç politikadaki ihtiyaçları hem dış politikadaki dengeleri okuma biçimi açısından, Erdoğan, sınırları biraz önce senin saydığın pazarlıklarda kendisine açılmış alanla mahdut olmak üzere bir şey yapmayı deneyecek, yapacak. Hem Astana’daki üçlü zirvede hem Amerika ve Batı’yla NATO zemininde yapılan pazarlıklarda yapılan şey, bunun alanını, hedefini ve vardırılabileceği yeri genişletmeye dönük birtakım arayışlarda bulunmak. Yine senin özetlediğin gibi anlıyoruz ki, bunlardan istediği ölçüde cevaplar alamadı ya da senin tâbirinle “yeşil ışıklar” yakılmadı. Ama hem NATO meselesinde hem de Rusya’yla olan ilişkilerde, anladığım kadarıyla çok net bir kırmızı ışık da yok. Sâdece Türkiye’nin iddia ettiği gibi, oradaki bütün dengeyi değiştirecek bir hamleye, hattâ belki konuyu mülteci sorunuyla da bağlayacak biçimde bir operasyon yapmaya pek imkân olmayacak. Bunun en azından şimdilik böyle olduğu görünüyor. 

Zâten aslında bu üçlü zirvede, Rusya’nın da, İran’ın da başka dertleri vardı ve aslında başka bir şeyin müzâkeresini yapıyorlardı. Erdoğan buraya kendi taleplerini sıkıştırmaya çalıştı; bundan da çok yüksek bir verim alamadı. Yine NATO kozu karşısında bir mutâbakat imzâladı, terörle mücâdelesinde “haklılığı” gibi yine yuvarlak birtakım sözler temin etti. Ama her cephede, hem Batı ve Amerika açısından hem Rusya-İran penceresinden, Suriye’de mevcut statükoyu değiştirecek, hattâ oradaki kontrol alanlarını iyice değiştirecek bir şeye şu an için izin yok. Ama bu, dediğim gibi bir operasyon yapmayacağı anlamına gelmiyor. Tıpkı şu anda Irak’ta uzunca bir süredir süren operasyon gibi. 

Oradan Zaho hâdisesine gelelim. Onun da birkaç boyutu var: Birincisi, Türkiye’nin Roboski gibi bir sicili var. Yapılan açıklamalarda ya da sosyal medyada, “Ordumuzun yanındayız” gibi hashtag’lerin altında asla böyle bir şey yapılmadığı söyleniyor ama, üstü kapatılmış olsa da, sorumluları yargılanmamış olsa da, Roboski artık inkâr edilebilir bir şey değil. Bu ülkenin silâhlı kuvvetleri, uçaklarla kendi vatandaşlarını vurdu ve çok sayıda sivilin ölmesine neden oldu. Savaş söz konusu olduğunda bu tür şeyler her zaman önümüze gelebiliyor. Amerika da çeşitli yerlerde, Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da ve daha pek çok yerde yine sivillere dönük, bazen hatâyla, bazen hatâ kılığındaki birtakım hamlelerle böyle şeyler yaptı. 

Türkiye, bir süredir Irak’ta ve Suriye’de, kendi sınırının dışında bir seri operasyon yürütüyor ve bu operasyonların önemli bir kısmı da, oranın aslında fiilî hâkimi sayılan, hâlâ uluslararası statüler açısından hâkim devlet olan devletle eşgüdüm içinde yapılmıyor. Yapılan operasyonlarda, ne Irak hükûmetiyle ne de Suriye hükûmetiyle bir temas yok. Dolayısıyla, özellikle Zaho’da sivil kayıplara neden olunmasının altında da önemli bir mesele olarak bu gündeme geliyor. Çünkü daha önce o bölge, Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından artık güvenli sayılmış ve bir tür mesîre yeri olarak açıklanmış bir yer. Bu açıklamadan sonra, oraya giden insanların peşinden böyle bir hâdise gerçekleşiyor.

Astana Zirvesi, Türkiye’nin operasyon beklentisi ve bu nevi gerilimler, burada provokasyon ihtimallerini hiç de azımsanmayacak biçimde güçlendiriyor. Türkiye de bu tür şeylerin arkasında birtakım provokasyonlar olabileceği iddiasına yaslanarak, senin de söylediğin gibi olayla bir ilgisi olmadığını söylüyor. Ama olayın gerçekleşmesinden sekiz saat sonra açıklama yapılması, yapılan açıklamanın son derece muğlak taraflarının olması, o bölgede sistemli biçimde bir süredir operasyon yürütülüyor olması, daha önemlisi yine Türkiye’nin ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin ve güvenlik birimlerinin iddiasına göre, kuş uçurtulmayan bir gözlem ve denetim hâlinde olması söz konusuysa, nasıl olur da bu provokasyon –eğer bir provokasyonsa–, üstelik de senin söylediğin gibi Irak’ın çok açık suçlamalarına karşı hemen açığa çıkmaz, ortaya çıkmaz? 

Bu yüzden bütün bunları bir araya koyduğumuzda, Türkiye, hem Suriye’de mevcut ve olası operasyon açısından hem Irak’ta şimdiki Zaho olayı dolayısıyla içine girdiği sıkışma açısından, şimdiye kadar elini rahatlatmaya dönük pazarlıklardan büyük bir sonuç almamakla birlikte, kendisini bazı açılardan da sıkıntılı bir sürecin içine sokmuş durumda. Tabii bunun nasıl sonuçlar vereceği, bölgede etkili diğer aktörlerin nasıl karşılık vereceğiyle ilgili. Senin de dediğin gibi şu an kimse bunu çok fazla yükseltmiyor. Ama bu, bir kenarda daha sonra da kullanılabilecek bir mesele olarak önünde olacak diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, Eyüpsultan’da birtakım açılışlar yaptı. Mâlûm, Eyüpsultan Belediyesi AKP’nin. Orada bir yüzme havuzu açmış ve yüzme havuzunu açarken, “Bu Bay Kemal’in yüzme havuzu değil. Bizim Eyüpsultan Belediyesi’nin yüzme havuzu” demiş. Çok çarpıcı bir lâf. Artık her şeyi “Bay Kemal”le konuşur oldu. Bu haftanın en çarpıcı olayı da, Kabine’nin öğrenci kredilerinde fâiz alınmayacağı açıklaması oldu. Hazine, bayağı yüksek bir miktar paradan vazgeçti. Ama tabii ki burada esas husus, bu konuyu Kılıçdaroğlu’nun vaat etmiş olmasıydı. Aslında iktidârın bir düzenleme yapacağı söyleniyordu, ama herhalde bir indirim yapılması bekleniyordu. Sonuçta Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun söylediği şekilde,KYK öğrenim kredilerinin geri ödemelerinin enflasyon ve fâiz farkı olmaksızın, ana para miktarında olacağını duyurdu Tabii bu da, sonuçta Kılıçdaroğlu’nun lehine yazdı. Hatta sosyal medyada Kılıçdaroğlu’na teşekkür edildi. 

Ama biliyorsun, bu ilk defâ olan bir şey değil. Erdoğan, garip bir şekilde, kendisinin baş hasmı olarak tercih edip saptadığı Kılıçdaroğlu’nun peşinden gider oldu. Bu, Erdoğan’ın çok yaptığı bir şey değil. Ama son dönemde birçok konuda, özellikle dar gelirlileri, toplumun daha alt kesimlerini ilgilendiren meselelerde, çalışanlarla ya da öğrencilerle ilgili meselelerde, Kılıçdaroğlu’nun açık ve net vaatlerinin, iktidar tarafından kimi zaman birkaç gün sonra, kimi zaman birkaç ay sonra hayata geçirildiğini görüyoruz. Hattâ Kılıçdaroğlu’nun “EYT loading” tweet’i var. Şimdi de sıra onda ve nitekim Bakan da EYT konusunda çalışma yaptıklarını söyledi.

Ben üç gün önce bu konuda bir değerlendirme yaptım. Açıkçası Tayyip Erdoğan’ın siyâsî kariyerinde çok sık rastlanır bir olay değil. Bana göre, aslında siyâseten ne kadar sıkışmış olduğunu gösteriyor ve Kılıçdaroğlu’nun birtakım net vaatlerle iktidârı pekâlâ peşine takabildiğini de gösteriyor. Burada tabii ilginç ve önemli olan husus, bu, Altılı Masa’nın ortak hareketi değil. CHP’nin tek başına yaptığı bir hareket. Meselâ muhâlefet hep birlikte iktidâra böyle bir gündem dayatabilse, herhalde işin rengi çok daha değişir ve Erdoğan’ın aleyhine bir durum olur sanki. Ne dersin? 

Kemal Can: Muhtemelen. Hatta CHP’nin bile değil, aslında doğrudan Kılıçdaroğlu’nun yürüttüğü bir şey. Geçen gün ben de, “5 Soru 10 Cevap”ta “Kılıçdaroğlu faktörü başlığıyla iki tâne yayın yaptım. Kılıçdaroğlu’nun, özellikle son bir yılda çok net görülen, ama aslında beş yıl kadar geriye gidebileceğimiz, belki Adalet Yürüyüşü’nden başlayarak, onda çok olmayan bireysel siyâsî aktör karizmasını, başka bir gündem ilişkisiyle yaratabildiğini gördük. 

Senin söylediğin sürecin iki boyutu var: Bir, Erdoğan’la ilgili kısmı var. Ona katılıyorum. Senin de söylediğin gibi, Erdoğan için çok alışılmadık bir şey. Erdoğan, yirmi yıllık iktidârının çok önemli bir bölümünde, aslında siyâsî bir pozisyon alarak şöyle bir iddiayı gündeme getirdi: “Benim dengim ya da benim yarıştığım herhangi biri yok. Onların hepsi bir alt lig. Benim bulunduğum seviyede, benim muhâtap alacağım kimse yok.” Bu, tartışma programlarına ve televizyona çıkmamaktan başlayarak devam eden bir strateji. Bu stratejiye göre, Erdoğan eşitler arasında birinci değil. Eşiti olmayan bir birinci pozisyonu iddiasıyla politika yaptı. Hattâ çok uzun bir süre ana muhâlefet partisi liderini, herhangi bir şeyin liderini, hiç kimseyi muhâtap almadı. Onlarla denk olabileceği hiçbir platformda da bulunmadı. Ama bir süredir, biraz politik sıkışmanın ve gündemin baskısıyla, biraz da muhâlefeti sıkıştırma arzusuyla, daha önce 2018’de yapabildiği gibi, bir kalabalık olarak, bir ortak zemin olarak hepsini karşısına alarak muhâlefeti kolayca hırpalayabileceği zemin artık çok güçlü biçimde mümkün olmadığı için, oradan hedefler seçerek, onları îtibarsızlaştıracak bir söylem kurmaya başladı. Bir süre Meral Akşener’le de uğraştı. Ama son zamanlarda, biraz atakla kendisini de öne çıkartmış olan Kılıçdaroğlu’nu hedefe koydu. “Bay Kemal” söylemiyle sürekli onunla uğraşmaya başladı. 

Kemal Kılıçdaroğlu’nun kritik noktalarda birtakım icraatları, hem iktidârın zayıf karnına dokundu, hem de KYK olayı, elektrik zammı ya da EYT gibi toplumda kolay karşılık alınabilecek olaylara doğrudan müdâhale ederek ya da söz söyleyerek, bir anlamda Erdoğan’ı bu konularda adım atmaya mecbur bıraktı ve senin söylediğin o tablo oluştu. Erdoğan, muhâtap almak zorunda kaldı. Hiç yapmadığı ve neredeyse yirmi yıldır yapmayarak kendisini güçlü gösterdiği bir şeyden vazgeçmek zorunda kaldı. Çünkü karşısındaki, buna rağmen güçlenen şeyi zayıflatmak için ona doğrudan saldırmak zorunda olduğuna inandı. İkincisi, kendi icraatlarıyla oluşan memnuniyetsizliğe başkalarının hakîkaten etkili cevaplar vermesi durumunda, kendisinin de cevap vermek ya da atım atmak zorunda olduğu, yani inkâr politikasını sürdüremeyeceği, “Yok öyle bir şey, yok öyle bir sorun” diyemeyeceği alanlara sıkıştı. İşin bir tarafı bu. 

İkinci tarafı ise Kılıçdaroğlu tarafı. Kılıçdaroğlu, bireysel olarak çok sistematik ve dozu artan biçimde çıkışlar yapmaya başladı. Bu çıkışların bir kısmı muhâlefet içerisinden de bâzı kesimler tarafından eleştirildi. “Bir aktivist gibi davranıyor, biraz bireysel davranıyor, muhâlefet ittifakının ortak zeminini riske sokabilecek bireysel çıkışlar yapıyor” gibi yorumlandı ya da eleştirildi. Bu tür rahatsızlık duyanlar olduğunu da biliyoruz. Ama şu açık ki, Kılıçdaroğlu gündemi ele geçirerek ya da gündemde kendisine yer açarak, Erdoğan’la denk olabilecek ve onun bütün eşitsizlik iddiasına rağmen, eşit bir mücâdele zemini açabilecek bir aktör konumuna yerleşti. 

Bu ikisi karşısında bugün gelinen bu nokta îtibâriyle Erdoğan’ın tekrar, “Ben tek, hepsi toptan alt lig” söylemini yeniden kurabilmesi imkânsız. Dolayısıyla bu tablo bence devam edecek. Eğer Kılıçdaroğlu adımlarını sıklaştırıp bu tür hamleler yaparsa, Erdoğan daha fazla cevap vermek ya da bir şey yapmak zorunda kalacak. Yaptıkça bu denklik, seçmende daha belirgin hâle gelecek. Zâten bunu anketlerde de görüyoruz. Bundan beş sene önce Erdoğan’ın üçte biri bile oy alamayan Kılıçdaroğlu, bugün anketlerde, “İki puanla mı geçiyor, iki puan mı yaklaştı?” diye konuşulur bir aktör hâline geldi. İşin bu sayısal kısmını ve anketleri yok kabul etsek bile, senin söylediğin tablo çok net. Artık Erdoğan açıkça kendisinin mücâdele ettiği bir rakip olarak Kılıçdaroğlu’nu tanımak zorunda kalıyor. 

Ruşen Çakır: Biliyorsun bir zamanlar, “Erdoğan böyle yapıyor, çünkü rakip olarak Kılıçdaroğlu’nu görmek istiyor” diye bir yorum yapılıyordu. Ben buna çok îtibar etmedim ve hâlâ, Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nu karşısında rakip olarak görmek istediğini, tercihinin Kılıçdaroğlu olduğunu sanmıyorum. Çünkü Kılıçdaroğlu’na karşı kaybetmek, kayıpların en beteri olur. Bunu hep söylüyorum, tekrar söyleyeceğim. Sen ne dersin? Böyle bir boyutun olma ihtimâli var mı? “Kılıçdaroğlu’nu çok fazla dillendirerek karşısına onun çıkmasını istiyor, diğerlerini devre dışı bırakmak istiyor”türünde, bana göre komplo teorisi olan yorumlara ne dersin? 

Kemal Can: Ben de senin gibi düşünüyorum, bunları çok mantıklı bulmuyorum. Yani böyle düşünebileceğini akıl etmek şaşırtıcı değil. Erdoğan böyle akıl yürütebilir, ama bu olayda böyle akıl yürüttüğünü düşünmüyorum. Çünkü demin söylediğim nedenlerle, bu denklik ilişkisini kurduğu ve onu muhâtap kabul ederek karşısına çıkmaya zorladığı bir tabloda, geçmişte olduğu gibi avantajlı değil. Dolayısıyla, Erdoğan eğer yenilirse, senin söylediğin gibi bence yenilmeyi en son isteyeceği kişi Kılıçdaroğlu. Ayrıca, bugün de karşısına çıkıp doğrudan ona saldırarak onu denk bir rakip hâline getirmesiyle de, seçimden önceki şansını da zorluyor. Bence yaptığı, böyle bir hinlik veya komplo veya tezgâh değil, biraz mecburiyet yüzünden. Biraz önce neden bunun değiştiğini anlatırken onu söylemeye çalıştım. Erdoğan bir siyâsî oyun tezgâhladığı için değil, mecbur kaldığı için bunu yapıyor. 

Ruşen Çakır: Dolayısıyla burada belirleyici olan Kılıçdaroğlu oluyor. Yani o çok kullanılan lâfla: “Oyun kurucu”Erdoğan değil. Erdoğan, kurulan oyuna dâhil olmaya ve oyunu bozmaya çalışıyor. 

Kemal Can: Sâdece aktörler değil, zemin de artık ona müsâit değil. Çünkü Erdoğan’ın cevap üretme kapasitesi kalmadı. Artık, “Ne yaparsa Reis yapar, yine çözer ya da bize yeni bir şey söyler” fikrini doldurabilecek bir zemin üretemiyor. Dolayısıyla, bence Kılıçdaroğlu ya da Erdoğan’ın bireysel etkileri kadar, şu andaki toplumsal ve siyasal vasatın da buna izin vermediğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Bu sıralar muhâlefette bir hareketlilik var. Biliyorsun, Meral Akşener Karadeniz’de. Giresun ve Ordu’ya gitti, bugün Samsun’da. Kılıçdaroğlu pazar günü Balıkesir’de miting yapıyor. Daha sonra grup toplantısını da Ağrı’da yapacaklardı, ama birtakım altyapı ya da uçak gibi sorunlar nedeniyle toplantıyı Erzurum’a almışlar. Grup toplantılarını artık Türkiye’nin değişik yerlerinde yapıyorlar. Davutoğlu da bugün Giresun’da il kongresi yaptı. Bu yazın sıcağına rağmen, muhâlefette hafif hafif bir hareketlilik var gibi. Erdoğan’ın Eyüpsultan’da yaptığı toplu açılış törenine de bir tür miting havası vermeye çalıştılar ama, bu hafta Adını Koyalım’da da konuştuğumuz gibi, Saraçhane’deki başarısızlık galiba Erdoğan’ın peşini kolay kolay bırakmayacak gibi görünüyor. Kalabalıkları toplayan, coşkun kalabalıklara hitap eden Erdoğan olayı, bu süreçte pekâlâ olmayabilir sanki, bunun işâretleri var. Bunun karşısında muhâlefet coşkun kalabalıklar yaratacak mı bilmiyorum. Ama benim izlediğim CHP’nin Maltepe mitingi beklediğimden daha başarılı geçmişti. Bakalım Balıkesir nasıl olacak? Bilmiyorum.  

Kemal Can: Evet, o görünüyor. En azından, hem Erdoğan’ın bireysel kapasitesi hem o kapasiteyi besleyen önemli bir seçim aygıtı olan AKP’nin, metal yorgunluğu dolayısıyla, artık etkili bir siyâsî makine olmaktan uzaklaşmış olması bu tür imkânları kısıtlıyor. Öyle büyük meydan mitingleri, coşkulu kalabalıklar üretmesi çok zor. Ayrıca bir de riskli. Zâten Erdoğan çok uzun bir süredir böyle sıradan toplanmış kalabalıklara hitap etmiyor. Çok organize, hazırlanmış kalabalıkların karşısına çıkıyor. Hattâ normal temasları bile hep planlı programlı, ayarlanmış ve düzenlenmiş şeyler oluyor. Dediğin gibi, 15 Temmuz gibi bir şeyin yıldönümünde Saraçhane Meydanı’nda son derece sınırlı bir kesimle miting yapması, Eyüpsultan’da açılışlar yapması, Cumhurbaşkanı ya da ülkenin başkanı kıratında bir siyâsetçinin yerel yöneticilerle atışması ya da yerel yönetimlerin yaptığı birtakım şeylerden bir fayda çıkartmaya çalışması ya da bunun övüncüyle gezmesi, yeni belde olmuş bir yerde alınmış seçim başarısını “Gördünüz mü?” diye söylemesi… Bunların hepsi, biraz önce konuştuğumuz ve çok da alışık olmadığımız, iyice zorlanan bir siyâsî aktörü ve onun peşinde, 15-20 yıldır süren motivasyonla hareketlilik yaratamayan siyâsî yapıyı bize gösteriyor.

Ruşen Çakır: Yayının başında söyledim, bu sabah, uzun zaman sonra Silivri’ye gittim. Biliyorsun, Silivri’de vaktizamânında Ahmet (Şık) ve Nedim’i (Şener) ziyârete giderdim. Şimdi de arkadaşım Hakan Altınay’a gittim.  Nihayet âile dışı ziyâretçileri için görüş izni çıktı. Ama berâber tutuklandığı Can Atalay ve Tayfun Kahraman için henüz izin çıkmamış. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Fikret Adaman’la berâber bu sabah gittik. Biz biraz da şanslıydık diyelim. Biraz onu anlatmak istiyorum. Öncelikle Hakan’ın sana çok selâmı var. Özel olarak sordu.

Kemal Can: Aleyküm selâm, sevgiler.

Ruşen Çakır: Tabii şu çok çarpıcıydı: Tayfun Kahraman’ın kızı Vera’nın hep fotoğraflarını ve videolarını görüyorduk, orada annesi ve babaannesiyle gelmişti. Çok cıvıl cıvıldı. Can Atalay’ın amcası oradaydı. Biz de Fikret’le berâber gittik Hakan’ı ziyârete. Can ve Tayfun’la da biraz konuşma imkânı oldu. Tabii Can, avukat olduğu için hâlâ istînâfı kurcalıyor ve anladığım kadarıyla bayağı yüksek bir beklentisi var. Normal şartlarda, yani biliyorsun öyle acayip bir dava ki, bir dakika bile içeride olmamaları gerekiyor. Tahliye olacaklarına yönelik bir beklenti var. Bu arada özellikle çok sayıda avukat kendilerini ziyârete gidiyor. Dâvâlarını üstlenmiş avukatlar da var. Olayın hukukî boyutunda çok ciddî, çok profesyonel işler yapıyorlar. Ama işin acı tarafı şu ki, olayın hukukî hiçbir yönü yok. Böyle acayip bir durum… Sonuçta bir avukat içeride ve zâten kendisi bu konuların uzmanı. Olayın kendisine baktığın zaman her şey onların lehine, ama olay tamâmen siyâsî. Yine de morallerini çok yerinde gördüm, çok tâkip ediyorlar. Tabii internet bağlantıları olamadığı için Medyascope izleme imkânları yok. Bol miktarda gazete okuyorlarmış ve bol miktarda Halk TV seyrediyorlarmış. Birçok konuyu bizden daha yakından tâkip ettikleri de ortada. Nerede ne olup bittiğine çok hâkimler. Herkese çok selâm söylediler, bunu da aktarmak istiyorum. Hepsini tahminimden çok daha iyi gördüm, onu özellikle vurgulamak isterim. Moralleri yerindeydi. Yalnız olmadıklarını biliyorlar, o çok önemli bir husus. Yalnız kalma hissi olsaydı herhalde daha farklı olurdu. Üç ay geçmiş… Bayağı hızlı da geçti ve çok acı bir durum…

Kemal Can: Osman da beşinci yılına girdi.

Ruşen Çakır: Evet, Osman’la da haftada iki kere havalandırmada top oynuyorlarmış. Zâten tanışıyorlar. Özellikle Hakan ve Osman çok yakın arkadaşlar. Osman’ın da adını birazcık anmış olalım. Onun durumu apayrı bir şey. O başlı başına çok büyük bir hukuksuzluk. Türkiye, bir ülke olarak bunu nasıl telâfî edecek, kestirmek mümkün değil. Çok büyük bir adâletsizlik olarak orada duruyor.

Kemal Can: Zâten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden karar da çıktı, ama Avrupa bir süre daha, daha önce yaptığı savsaklamanın bir benzerini yapma eğiliminde olabilir. O, işin ayrı tarafı. Senin söylediğin gibi, bu, hukukî tarafı olmayan bir mesele. Çünkü bunun herhangi bir yerinde biraz hukukîlik olsaydı, hem bu sonuçların hiçbiri oluşmazdı, hem konuştuğumuz şeyin bir zemini olurdu. Bu tamâmen bir intikam ya da aslında gözdağı dâvâsı. 

Türkiye’de, yaşadığımız şeyler konusunda bir özet çıkartırsak: Demokrasi tahrip edildi, hukuk tahrip edildi, insanlar özgürlüklerinden oldular. Hiçbir kurum hakkıyla çalışmıyor, liyâkatin yerine sadâkat geldi. İnsanlar büyük bir belirsizlik ve büyük bir güvensizlik içerisinde yaşıyorlar. Büyük bir kutuplaşma var. Aslında bu dâvâ, Türkiye’nin yaşamakta olduğu bu kavramların tamâmını içinde barındıran ve nasıl bir Türkiye tasavvuruyla karşı karşıya olduğumuzu özetleyen bir şey. Burada yargılanıp mahkûm edilen insanların prototipi, o insanların temsil ettikleri şeyler, bu dâvânın sürme biçimi, bu dâvânın haksızlık ve adaletsizliği göze sokarak yapma inadı, aslında Türkiye’de ne yaşadığımızı, Türkiye’de ne yaşatılmak istendiğini, Türkiye için ne tahayyülleri olduğunu gayet net anlatıyor. İktidar, kendi özetini bu dâvânın her aşamasında gösterdi. Ama tabii Türkiye’de bütün bu yaşananlarla birlikte, herkesin yaşadığı mağduriyetleri çok daha ağır biçimde bazı insanlar yaşıyorlar. O insanların bir kısmını sen görmüşsün. Hakîkaten o insanlar için ve birbirimiz için şu anda yapabileceğimiz şey, yalnız olmadığımızı, umutsuz olmamamız gerektiğini, bunun değiştirilmesi için hâlâ güçlü bir enerjiyle direnmek ve mücâdele etmek gerektiğini hatırlamak. İçeride bu mağduriyeti yaşayanlar, bunu çok daha güçlü bir biçimde hissediyorlar. Selahattin Demirtaş’ta da gördüğümüz gibi, sürekli içeriden dışarıya cesâret ve umut mesajları geliyor. Biz de onlara dayanışma ve sevgi mesajlarımızı gönderelim. Aleyküm selâm diyelim.

Ruşen Çakır: Öyle diyelim. Bu arada biliyorsun Hakan Medyascope’ta çok güzel yazılar yazıyor. Ben ona özgürken Medyascope’ta yayın yapması için çok dil dökmüştüm. Hep kaytarmıştı. Şimdi çok çarpıcı, çok etkileyici yazılar yazıyor. Onu on beş günde bir yapıyordu, bugün kendisine bunları haftada bire çıkarmasını söyledim. Umarım öyle olur. Hakan’ın geliştirdiği “küresel vicdan” diye bir kavram var, biliyorsun. Üniversitede onun derslerini de veriyordu. O konsept, o kavram üzerinden çok derinlikli şeyler yazıp söylüyor. Bir de bilmeyenler için aktarayım: Görüşmeler telefonla yapılıyor, açık görüş değil. Hakan’la bugünkü görüşmemizde, sanki cezâevi yüzünden görüşmeyen iki kişi gibi değil, dün kaldığımız yerden sohbete devam ediyormuşuz gibi gayet sâkin bir sohbet yaptık. Meselâ bana uzun uzun ortak aklın önemini anlattı. Umarım hepsi en kısa zamanda tekrar özgürlüklerine kavuşurlar. 

Kemal, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. İzleyicilerimize de çok teşekkür edelim. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.