Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Bireysel özgürlükleri güçlendirmekten başka çare yok!

Hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor. Değişiyor kontrolümüz dışında. Bazen hızlı, bazen de yavaş oluyor bu değişim.

İçinde bulunduğumuz milenyumda dünya, yirminci yüzyılın sanayi toplumunun alışkanlıklarından, inançlarından ve kurumlarından yavaş yavaş arınmaya başladı. Ama süreç çok sancılı devam ediyor. Siyaseti ve ekonomiyi ele almakta yeni yaklaşımlara ihtiyaç var. Eskinin alışkanlıklarıyla günümüzün sorunlarına cevap bulunamıyor; insanların taleplerine cevap verilemiyor.

Uluslararası düzende II. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan dengeler ve ülkeler arasındaki hiyerarşik düzen bugün birer birer sorgulanır hale geliyor. İşlevleri test ediliyor çıkan krizlerle. Bu değişim taleplerinin münferit, lokal sonuçları olacak taleplerden mi oluştuğu, yoksa kategorik olarak mevcut yapının tümünü hedef alan topyekûn bir değişim talebi mi olduğu bugün için çok net değil. Ancak günümüz sorunlarına geçmişin alışkanlıklarıyla çözüm bulmaya devam edip, başarısız oldukça, bu değişim ihtiyacı gelecekte çok daha bariz bir hal alacaktır diye düşünüyorum.

Ekonomide hem küresel ölçekte coğrafik kaymalar hem de üretimin süreçlerinin içeriği bakımından yirminci yüzyılda oluşturulan küresel organizasyondan sapmalar yaşanıyor. Bugün karşı karşıya kaldığımız değişim taleplerinin kaynağı da bu sapmaların ekonomide oluşturduğu yeni koşullar. Bir taraftan sermaye ve mallara serbestlik kazandıran ama emeğin hareketliliği gündeme gelince isteksiz davranan, emeği belli sınırlara hapsetmek üzerine inşa etmiş “küreselleşme” anlayışı, uluslararası göç gerçeğini yirminci yüzyılda olduğu kadar göz ardı edemiyor artık. Dünyada yaşanan eşitsizliklerin bir sonucu olarak uluslararası göç, bugünlerimizin yeni gerçeği olarak karşımıza çıkıyor.

Bundan sonra mevcut refahının devamı için yaptığı üretime dayanan değil de “finansallaşmaya” bel bağlayan bir sistemin, küresel ekonomide yol açtığı çarpıklıklardan medet umması bugün yaşadığımız sorunlarda biri sadece.

Üretimdeki avantajlarını kaybetmeye başlayınca, geçmişte “silah zoru” ile inşa edilmiş bir uluslararası finans sisteminin sağladığı avantajları hiç de adil olmayan bir şekilde kullanan ve bu şekilde kendi refahını sürdürmeyi garanti altına alan, dahası küresel mali sistemin üzerindeki hâkimiyetini kullanarak bu refahı başkalarına finanse ettiren bir sistemin sonuna gelmekteyiz. Son yıllarda giderek artan finansal piyasalardaki mali kriz ihtimaline yönelik tartışmalar bunun önemli bir göstergesidir.

Ekonomideki bu değişim ihtiyacının siyasi ve iktisadi bakış açılarımızda da değişimi zorladığı çok açık. Öncelikle yirminci yüzyıl boyunca ulus-devlet olmaya çalışan ve bu nedenle vatandaşları arasında bir “milli şuur” oluşturup, milli bir devlet inşasını önceleyen, bireyin tüm varlığıyla bu devletin amaç ve hedeflerini gerçekleştirmek için çabalaması gerektiğini herkese aşılayan yaklaşımın terk edilmesi gerekiyor. Bu yapılmadığında ne gerçek anlamda özgürleşme ne de gerçek anlamda refah artışı sağlanabilir. Çok daha önemlisi, bu yeni milenyumda ülkeler için büyük tehlike teşkil eden “iklim yıkımı” ve “teknolojik değişimin” etkilerine karşı direnç mekanizmalarının geliştirilebilmesi mümkün olmayacaktır.

Değişim baskısının hem toplumsal hem de ekonomik yansımaları olacaktır. Yaşadığımız siyasi ve ekonomik sorunlar geçmişin kurumlarının, politika ve uygulamalarının bugünün sorunlarına cevap verememesinden büyük ölçüde. Kısmen de eskinin direncinden.

Elbette yirminci yüzyılın değerlerini benimsemiş, çaresizce bunları ve bu değerlere körü körüne sarılmış kişi ve kurumları geleceğe taşımak isteyen “muhafazakârlar” olacaktır. Ancak bugün yaşadığımız değişimin hızı yirminci yüzyıldakilerden çok fazla. Kökleri bu çağda olmayan, demode olmuş ve yeni milenyumda hiçbir pratik fonksiyonunun olmayacağı görülen değer ve kurumların çok uzun süre muhafaza edilebilmesinin mümkün olmayacağı çok açık.

Yeni milenyumun koşulları “devlete” karşı “bireyin” öne çıkarılmasını zaruri kılıyor artık. Bununla birlikte bireyin üretimde artan önemine bağlı olarak işlev kazandığı bir büyük dönüşüm yaşıyoruz. Özellikle yirminci yüzyıl boyunca üretim faktörleri arasında kendisini tanımladığı “emeğin” sınırlarının dışına taşarak, sermayenin kapsamını belirleyen bir pozisyona gelmesini gözlemliyoruz.

Geçmişte emeğin karşısında yer alan “sabit sermaye” sahipleri bir grup olarak emek ile mücadeleye girişmiş, kendi ekseni etrafında bir toplumsal düzenin oluşumuna çabalamıştır. Sermayenin siyaset ve ekonomik yapılardaki bu belirleyici konumu günümüze kadar sürmüş ve sürmektedir. Yirminci yüzyıl boyunca sermayeye erişilebilirliğin ve birikiminin zorlukları toplumsal örgütlenmede sermayeyi esas alan örgütlenmelerin önünü açmıştır. Bu zorluklar karar alıcıların da ister gönüllü olsun, isterse istemeden sermayeyi gözeten bir pozisyon benimsemelerine neden olmuştur.

Devlet ve toplum sadece emek ve sermaye arasında kendi pozisyonlarını belirlemekle kalmamışlardır. Aynı zamanda bu mücadelede devletin pozisyonu konusunda bir sonuca varılmış ve devlet, sermayeyi kontrol edenlerin yanında yer alarak, ekonomik politikalarında onların ağırlığını hissettirecek uygulamaları benimsemiştir. Bu sayıca az sermayeye yönelik pozisyonunun meşruiyetini ise büyük ölçüde millik, yerlilik gibi hamasi söylemleri kamuoyuna belletmekle sağlamıştır. Uygulamalarında bireyin yerine devletin yararını öne çıkaran anlayışa yaygınlık kazandırarak yaptığı örgütlenmeye siyasi rıza üretmiştir.

Yirminci yüzyılın üretim modellerinde sabit sermayeye verilen merkezi rol sebebiyle, sermaye bu çağın en önemli ekonomik faktörlerden biri haline gelmiştir. “Kıtlık” üzerine kurulan bir ekonomik anlayışta, miktarı kıt olan sermayenin taleplerine daha duyarlı olunması doğal karşılanabilir. Ama sermayenin yanında durulmasında bundan daha önemli bir konu var. O da, rekabetçi üretim teknolojilerinin büyük miktarda sabit sermaye kullanımını gerekli kılmasıdır.

Artık günümüzde üretim faktörleri arasındaki bu tercihin tekrar yapılmasının zamanı gelmektedir. Devletin emek ve sermaye arasındaki kimin yanında yer alacağını tekrar tanımlarken, üretim faktörleri arasında kuracağı ilişkinin de nasıl bir ilişki olması gerektiğini yeniden belirlemesi gerekmektedir. Bugün olmasa da yarın, tüm toplum olarak, böyle bir tercihle karşı karşıya geleceğimiz zaman yaklaşıyor.

Bu değişimin kaynağı değer yaratan üretim teknolojilerinin ve günümüz ekonomisinde ihtiyaç duyulan sermayenin niteliğindeki değişimdir. Geçmişe göre, “fiziki sabit sermaye” yanında, “beşeri sermayenin” çok daha önem kazanmasıdır. Daha da önemlisi, beşeri sermayenin artan önemi ile birlikte, sermayenin giderek “bireyselleşmesidir”. Artık yeni yüzyılda yeni sermayemiz bireyin yaratıcılığıdır.

Devletin yeni pozisyonu ise, bireyin yaratıcılığını destekleyip, geliştirecek politikaların uygulanmasıdır. Kısaca “beşeri sermaye” oluşumunu sağlayacak politikalardır. Geçmişin emek-sermaye arasındaki mücadelesi, şimdi beşeri sermayenin gelişimini sağlayacak politikaların uygulanması için girişilecek mücadelelerdir.

Yirminci yüzyıl boyunca ülkelerin kalkınmaları sabit sermaye birikimi gerçekleştirmek ve bir şekilde bu sermayenin miktarını arttırmak üzerine bir mücadele şeklinde yürüdü. Ama şimdi öyle mi? Değer yaratmanın yolu sabit sermaye birikiminden değil, büyük ölçüde bireysel yaratıcılıktan geçiyor. O yaratıcılığı destekleyecek, gelişimini sağlayacak iklimi, çevreyi oluşturmaktan geçiyor. Bu da bireyin özgürleşmesine götürüyor bizi. Daha özgür bireyler, daha iyi eğitim alan, daha demokratik bir toplum içinde, adilce yaşayabilen insanlardır.

Devletler artık kendilerini, yirminci yüzyılda olduğu gibi milli sınırlar içine hapsederek, sadece sahip oldukları demode üretim teknolojilerini çalışır halde tutmaya yarayacak emek-sermaye mücadelesinde pozisyon alıp, bunun etrafında bir siyaset inşası yerine, kendilerini yeni çağın gereklerine açıp, beşeri sermayenin oluşumunu sağlayacak bireysel özgürlüklerin yanında yer alması beklenir.

Görünen o ki, siyasiler üretim teknolojilerindeki değişimin farkına varmış durumdalar. Ancak siyasetin bugünkü sorunu bu dönüşümün siyasi ve toplumsal organizasyonda yol açtığı zaruri değişimlerin önüne geçip, geçmişi koruyabilmek. Bu nedenle günümüzün değer zincirlerini tam manasıyla ülke içine adapte edebilmekte zorlanıyorlar.

Sanırım devletler farkına vardıkları dönüşüm ihtiyacını bir süre daha ötelemeye çalışacaklar. Umarım o zaman geldiğinde, yirminci yüzyılında olduğu gibi, bizim için zaman geçmiş olmaz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.