Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Gültekin ile Ruşen Çakır tartışıyor | Muhalefet seçimlere hazır mı?

Gülşen‘e soruşturma ve gözaltı kararı, yaşam tarzına müdahale tartışmaları..

Muhalefet seçime hazır mı, seçim güvenliği nasıl sağlanacak?

Ruşen Çakır ve Levent Gültekin, gündemi yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Stüdyoda konuğumuz Levent Gültekin. Kendisiyle muhâlefeti konuşacağız. Levent, hoşgeldin. 

Levent Gültekin: Hoşbuldum, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: Muhâlefet ve Levent Gültekin deyince, en son yaptığımız yayından sonra çok zılgıt yedim senin yüzünden, bu sefer ayağın biraz frende olsun.

Levent Gültekin: Bence seçime kadar bol bol zılgıt yiyeceğiz, öyle anlaşılıyor. 

Ruşen Çakır: Öyle olsun bakalım. Muhâlefet konusuna gelmeden önce, çok güncel bir olayla başlayalım: Şarkıcı Gülşen olayı. Adını biliyorum, ama şarkılarını dinlemedim. Daha önce de gündeme gelmişti adı. Şimdi de, bir konserinde sahnede imam-hatip liselerine yönelik sözlerinden dolayı gözaltına alınacağı iddiaları var. Bugün Ömer Çelik, Numan Kurtulmuş ve Diyânet İşleri Başkanı bu konuyla ilgili koro hâlinde kınama sırasına girmişler. İktidardan gelen böyle bir açıklama kuyruğu olunca da, Türkiye’de adalet…

Levent Gültekin: Memlekette hukuk mu var?

Ruşen Çakır: Ne düşünüyorsun bu konuda?

Levent Gültekin: Bir kere konuşmanın içeriği saygısızca ve ayıp. “İmam-hatiplerden sapık çıkar” cümlesi kabul edilebilir bir cümle değil.

Ruşen Çakır: Tam öyle dememiş.   

Levent Gültekin: Ama o anlama geliyor. “Sapıklık, imam-hatip mezunu olduğu içindir” demeye getiriyor. Bunu hafife alamayız. Bunun başka bir türlüsü, meselâ “Cemevlerinden sapık çıkıyor” ya da “Atatürkçüler’den sapık çıkıyor” gibi. Toplumun bütün kesimlerine böyle kategorik karşıtlık olarak baktığımda saygısız ve çirkin bir cümle. Bir de, böyle lâfını, konuşmasını bilmeyen, sözünün nereye gideceğini bilmeyen insanlar yüzünden muhâlefet çok zorda kalıyor. Çünkü iktidar bunların her bir sözünü alıp tepe tepe kullanıyor. Bir anlamda muhâlefetin hanesine yazdırma çabası var. Ama bütün bu kabalık, nezaketsizlik, saygısızlık, toplumun bir kesimini töhmet altında bırakan yaklaşımın sonucu, gözaltına almak mıdır? Bu da ayrı bir ayıp. Yani en fazla, “Bu çok saygısızca bir cümle” deyip geçiştirebileceğimiz ya da “Haddini bil, ne biçim konuşuyorsun?” denilebilecek bir konuşma için işi gözaltına kadar vardırmak ayrı bir şey.

İktidarın “halkı kin ve düşmanlığa teşvik etme” tanımı, bir tek dindarlara yönelik hakaretlerde işleyen bir kural hâline geliyor. Yobaz bir din adamı çıkıp, “Namaz kılmayanlar öldürülür” dediğinde umurunda değil. Yahut “Müslümanlığı kabul etmeyenlere şöyle yapılır”, “Başı açık gezenlere, yolda gülenlere şöyle davranılır” diye toplumun bir kesimine hakaret edenler, aşağılayanlar zerre kadar umurunda değil. Ama burada hukuk işlemiyor. Burada tek adam rejiminin bir sopası var. O sopa kime işliyorsa ona yöneltiyor. Tekrar söylüyorum: Gözaltı ve hukukî süreç ayıp, abartı. Ama o şarkıcı hanımefendinin sözü de haddini bilmezlik ve terbiyesizlik.

Ruşen Çakır: Ömer Çelik, Numan Kurtulmuş gibi isimlerin böyle bir olayı köpürtmeleri, seçim yaklaştığı için bunu bir malzeme olarak kullanmak istemelerinden kaynaklanıyor.  Ama bu onların işine yarayacak bir şey değil. Zâten böyle bir cümleden rahatsız olan insanlara ulaşmak gibi bir dertleri yok. Birebir aynı değil, ama meselâ festivaller yasaklanıyor. Yasaklattın da ne oluyor? Yani tabiî ülke için, oraya giden sanatçılar için, izleyecek olan gençler için çok kötü bir durum. Bu gençlerin oyunu nasıl alacaklar? Zâten cepte olan oyları garanti altına almak için, tereddütte olan insanları kendilerinden uzaklaştırıyorlar. Eğer iş buraya kadar geliyorsa –ki maalesef geliyor– Gülşen’in gözaltına alınması AKP’ye oy mu getirir? Bence getirmez. Ama tam tersine, onu dinleyen, onu seven birçok insan için ya da bu tür olaylara normal bir şekilde bakan insanlar için keyifsiz bir durum. Siyâseten yanlış bir şey yapılıyor. 

Levent Gültekin: Hayır, her şey oy değil. Her şeyi oy için yapıyorlar diye bakamayız. 

Ruşen Çakır: O açıdan bakanlar için söyledim.

Levent Gültekin: AK Parti’nin böyle bir olay üzerinde tepinmesi bizi şaşırtmıyor, çünkü son birkaç yıldır elinde kalan tek sermâye din. 

Ruşen Çakır: Mağduriyet… 

Levent Gültekin: Toplumu din üzerinden ne kadar bloke edebilir? Muhâlif kesimi “Bunlar din düşmanları” diyerek ne kadar bloke edebilir? Adamın tek sermâyesi bu. Bunun için her şeyi yapıyor. Benim ağzıma almaktan utanacağım sözleri söylemeyi zerre kadar umursamazken, bir başkası yaptığında… Ama burada dikkat etmemiz gereken bir şey var: Ülkelerin psikolojik dönüşüm süreci vardır. Burada zımnen artık dinin, dindarlığın, dinî kuralların hüküm sürdüğü bir ülke atmosferi yaratma çabası var aynı zamanda. İranlılar hep der ya: “Biz fark etmeden, adım adım öyle bir dönüşüm sağlandı ki, bir sabah kalktık iş şerîata dönmüş”. Bütün bunlar Türkiye’deki toplumsal yaşamı dinî bir norm hâline getirme çabasıdır. Festival düzenlemek din dışı, ama dine dâir bir laf söylesen bu ülkede yaşayamazsın. Dini ortak bir kural hâline getirmenin yoludur bu. Kanıksatma, sindirme, kural hâline getirme… Başarır, başaramaz ayrı bir konu — ki bana göre başaramadı. Bunu iktidar gücüyle, polis zoruyla, yargı eliyle yapabilir. Festivalleri iptal etmesi de aynı şey. Üç, beş, on festival engelleyerek Türkiye’deki toplum kesimini baskı altına alabileceğini zannediyor. Ama şunu bilmiyor: Bu toplumun yüzde 90’ı laikliği ülke için temel bir değer kabul ediyor. Meselâ, iktidârın cesâreti varsa, laikliği açık açık referanduma sunsun. Hani “Yiyorsa” derler ya? Ya da “Şerîat istiyoruz” desin, bakalım Türkiye’de kaç kişi varmış… 

Ruşen Çakır: Şimdi o konulara girmeyelim. Muhâlefete gelelim.

Levent Gültekin: Sâdece örnek veriyorum. Ben iktidarla ilgili konuşayım ki sen konuyu rahatça muhâlefete getirebilesin. 

Ruşen Çakır: Esas konumuz muhâlefet ya, o bakımdan söyledim. Yayının başlığını belirlemek için seninle biraz konuştuk ve “Muhâlefet seçimlere hazır mı?” başlığına karar verdik. Aslında ben Mansur Yavaş üzerinden bir şey konuşmayı düşünüyordum, ama sen daha genel bir şey istedin. O zaman soruyu doğrudan sorayım: Muhâlefet seçime hazır mı?

Levent Gültekin: Adaylık tartışması yapalım diye konuştuk seninle; ama ben bu adaylık tartışmasının artık insanları bıktırdığı kanaatindeyim. Bu tartışmaları bizim yapmamızın bir etkisi yok. Çünkü Altılı Masa kendi içerisinde bir isme doğru yönelecek. O isim şu anda Kemal Bey, bu belli. Bizim burada saatlerce Mansur Yavaş’ı konuşmamız, lakırdıdan öteye gitmiyor. Ama “Muhâlefet seçime hazır mı?” kısmını tartışmamız lâzım. Çünkü muhâlefetin önündeki bâzı tuzakları, engelleri görmesi açısından, dürtüklenmeye, iteklenmeye, eleştiriye, yüksek sesle bunların söylenmesine ihtiyâcı var. Son aylarda dikkat ediyorum, en büyük tehlike, muhâlefetin muhâlif kesim tarafından artık neredeyse dürtülemez hâline gelmesi. Muhalefeti dürtmekten kastım, “Aman şuraya dikkat edin”, “Burada böyle bir tuzak var, aman dikkat”, “Bizim baktığımız cepheden şöyle bir eksikliğiniz görünüyor” gibi konuşmalar. Bunun bir nedeni, “Nasıl olsa kazanıyoruz” yaklaşımın verdiği rehâvet. İkinci nedeni ise, toplumun bir kesimi, özellikle partililer diyeyim, bu tip konuşmaları, önerileri, eksiklikleri muhâlefete saldırı olarak yorumluyorlar ve bu konuşmaları boğuyorlar. Artık bu konuşan insanların, yazarların, çizerlerin sıdkı sıyrılmış durumda. 

Ruşen Çakır: Bunların en başında da sen geliyorsun. 

Levent Gültekin: Evet, ben geliyorum, Ahmet Şık var; konuşunca başına gelenleri gördük. Başka programlarda konuşan başka insanlar… Meselâ Ahmet Şık senin programında konuştu, değil mi? Ahmet’in derdi ne olabilir ki? Ahmet’in bütün derdi: Bu muhâlefetin seçimi kazanması lâzım. Ahmet’in, kendince gördüğü aksaklıklar var. Sen hiç tanımadığın altı lidere kefil oluyorsun, ama öbür tarafta senden hiçbir çıkarı olmayan bir yazara burun kıvırıyorsun meselâ. Oyunuzu istemiyoruz, paranızı istemiyoruz, sizden bir talebimiz yok. Şurada yaptığım konuşmayla benim bir talebim yok. Ben bir siyâsetçi değilim, oy istemiyorum, bir partiye kapak atmak gibi bir niyetim de yok. Kemal Bey aday olursa milletvekili olmak gibi bir derdim yok. Peki, ben hangi sâikle konuşabilirim? Ahmet, sen, ben, öteki, bir başkası ülkenin iyiliği için en doğrusunu konuşmaya çalışırız. Ama bunları susturan bir muhâlif kesim var. Şöyle bir havadalar: “Kazanıyoruz. Gereksiz bir çıkıntılık yapmayın”. CHP’li meşhur bir siyâsetçi bana, “Sen pişmiş aşa su katıyorsun” demişti. Ben de, “Gördüğüm eksikler konusunda uyarıyorum” demiştim kendisine. Çünkü benim gördüklerimi sen görmeyebilirsin, senin gördüklerini ben görmeyebilirim. Birimizin fark ettiğini öbürümüz fark etmeyebilir. Ben fark ettiklerimi söylemezsem, hem muhâlif kesime hem ülkeye ihânet ederim.

Ruşen Çakır: Buradaki mesele, “Zâten artık kazanıyoruz, herkes sesini kessin o ânı beklesin” dayatması mı, yoksa hazır olmamak mı? Hazır olmamalarının en önemli göstergeleri nelerdir sence?

Levent Gültekin: Zâten ikinci neden de bu. Bizim baskılarımız, yorum ve eleştirilerimiz, toplumun dikkatini muhâlefete çevirmesine neden oluyor ve muhâlefet asıl yapması gerekenleri yapmadığı için, bu eksikliklerin üzerine bir projeksiyon tutulmasını da istemiyor. Meselâ “Muhâlefet seçime hazır mı?” sorusuna cevap arayalım. Muhâlefet ne yaparsa seçime hazır olur? Ben bunu ikiye ayırıyorum. Bir: Toplum kesimine baktığımda, onlar hazır. Bütün anketler toplumun yüzde 60-65’nin gidişattan memnun olmadığını ve sandığı beklediğini gösteriyor. Peki diğer hazırlık nedir? Buradaki siyâsî temsilcilerin, aktörlerin, buradaki o yüzde 65’i, bir duygu, bir amaç ve güven duygusu etrafında bir araya getirmesi gerekiyor. Meselâ aylardır, yüzde 20-25 bandında bir kararsız seçmen var. Bu kararsız seçmenin oy oranı, seçim yaklaştıkça düşüyorsa, muhâlefetin hazır olduğunu buradan anlarım. Ama düşmüyor. 

Ruşen Çakır: Bir ara düşer gibi olmuştu. 

Levent Gültekin: Hayır. Kararsız seçmen oranı hâlâ yüzde 20-25’lerde. İkincisi, “Ülkede en temel sorun nedir?” diye sorulduğunda, yüzde 75’i “ekonomi ve işsizlik” cevâbını veriyor. “Bunu kim çözer?” diye sorulduğunda, “Muhâlefet çözer” diyenlerin oranı yüzde 40’ı geçmiyor. Buradan da baktığımızda bir terslik var: Güven duygusu eksik. Üçüncüsü, Altılı Masa bir heyecan yaratmıyor.  Altı aydır toplanıyorlar. Bu bir şey, tamam. Ama bizim, halk olarak onları daha da zorlayıp iteklememiz, standardımızı yükseltmemiz ve muhâlefeti, toplum olarak beklentilerimiz doğrultusunda konforlarından çıkmaya zorlamalıyız. Nedir o konfordan çıkmak? Bir tânesini söyleyeyim. Bunu Altılı Masa’dakilerden biri söyledi bana. Kendim uydurmuyorum. Şöyle anlattı: “Altılı Masa’ya dedim ki: ‘Arkadaşlar, seçime gidiyoruz. Ortak bir aday çıkaracağız. Bu ortak adayın, seçim sürecinde yapacağı propagandanın dilini oluşturmamız gerekiyor. En azından 15 maddelik ortak bir dil oluşturalım”. Meselâ Kemal Bey, “Beşli çetenin malına el koyacağız” diyor. Ama İYİ Parti’li Bilge Yılmaz, “Hayır. Devlette devamlılık var, dikkat etmemiz gerekir” diyor. Burada bir ayrım çıkıyor.  Biri diyor ki — diyelim CHP olsun: “Mültecileri göndereceğiz”. Ama DEVA Partisi, “Hayır, o şekilde gönderme olmaz, şöyle bir yol çizelim” diyor. Seçim sürecinde bütün bu farklılıklar ister istemez seçmenin güvenini zedeler. “Bunlar daha kendi aralarında anlaşamıyorlar” duygusuna kapılır seçmen. Bunları bana anlatan lider, “Bunu ortadan kaldıracak ortak bir dil oluşturmamız lâzım. Konuşalım, anlaşalım; 15 maddede bir dil belirleyelim. Aday kim olacaksa onun eline verelim — ki yarın o miting meydanında konuşmaya başladığında biz, ‘Hayır, biz öyle düşünmüyoruz’ demek zorunda kalmayalım” dedi. Masadaki liderlerden biri cevap olarak, “Gerek yok. Biz farklı partileriz. Bu kadar da birbirimize angaje olmayalım” diyor. O zaman niye oradasınız? Niye birbirinizden kaçıyorsunuz? Türkiye’nin çok temel sorunları var ve seçime 8 aylık bir süre kaldı. Aday tartışması muhâlefetin bütün enerjisini yerle bir ediyor. Mesela İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu, “Biz cumhurbaşkanı adayı olarak sokakta en çok Mansur Bey’in adını duyuyoruz” diyor. Ertesi gün CHP’li Gürsel Tekin bu açıklamayı nezâketsizlik olarak tanımlayıp Buğra Kavuncu’yu eleştiriyor. Burada bir terslik var. Seçime böyle dağınık bir havayla gidilmez. 

Başka bir örnek daha: Davutoğlu iki gün önce çıkıp, daha önce kendi ortaya koyduğu Suriye politikasını sonuna kadar desteklediğini ve hâlâ en doğru politikanın o olduğunu söylüyor. Ama geriye kalan beş parti, Suriye politikasının ülkeyi mahvettiğini söylüyor. Eh siz bunu masanızda konuşmuyor musunuz? Bir Suriye politikasında anlaşmanız gerekmiyor mu? Diyelim ki cumhurbaşkanı adayı Kemal Bey oldu ve çıkıp, “Mültecileri göndereceğiz” diye bir açıklama yaptı. Ahmet Davutoğlu, “Hayır, biz buna katılmıyoruz” dedi. Babacan da, “Teknik olarak bu mümkün değil, biz de katılmıyoruz” dedi. Bunun o kararsız seçmen üzerinde yaratacağı etkiyi hesâba katmaları lâzım. 

Bir diğer hazırlık şu: Meselâ insanlar parmak boyası konusunu tartışıyor. Bununla ilgili bir hazırlık var mı, ortak bir şey yapıyorlar mı? Bize şunu söylemeleri lâzım: Biz altı parti olarak şehirlerde öyle bir hazırlık yaptık ki sandıklar kontrol altında…

Ruşen Çakır: Altılı Masa Seçim Güvenliği Komisyonu var. 

Levent Gültekin: Var, ama sonuç anlamında söylüyorum. Bir işi komisyona havâle ediyorsan, geçmiş olsun o işe. Belki 3 ay sonra çıkabilir, ben çıkmaz demiyorum. Ama zaman kaybediyoruz. Sekiz ayımız var. Muhâlefetin bu sekiz ayda olağanüstü hal îlân etmesi lâzım. 

Ruşen Çakır: Daha çok yeni olarak Altılı Masa Halkla İlişkiler Birimi oluşturulduğunu okudum. 

Levent Gültekin: Tamam. Hazırlıkla ilgili bir başka konu daha: İYİ Parti Ekonomi Politikaları Başkanı Bilge Yılmaz televizyonlara çıkıp neredeyse tek başına iktidâra geliyormuş gibi açıklamalar yapıyor. Kendisine çok saygı duyuyorum. Üslûbunu, yaklaşımını, siyâset tarzını da çok beğeniyorum, bunlar ayrı. Ne diyor? “Kadrolarımız hazır. Merkez Bankası’na şöyle isimler atayacağız. Ekonomi politikalarını şöyle uygulayacağız”. Peki, siz mi uygulayacaksınız? Nasıl olacak? Ekonomi İYİ Parti’ye mi devredildi? Ya da tarım DEVA Partisi’ne mi devredildi? Bunlar bir an önce netliğe kavuşmazsa… ki kavuşmuyor…

Ruşen Çakır: Geçenlerde “İYİ Parti sorunları çözer mi?” başlığıyla bir yazı yazmış ve Meral Akşener’in çelişkisini vurgulamıştın. Hattâ yine en son, “Benim cumhurbaşkanı adaylığımı gündeme getirmeyin. Ben başbakan olacağım” açıklamalarını yaptı. Akşener’i birkaç şehirde yaptığı esnaf ziyareti ve toplantılarında izledim. Her yerde “Başbakan” diye karşılanıyor. Kendisine de söyledim. Garip bir durum bu. Çünkü Akşener’in başbakan olması, seçim olduktan sonra en iyimser tahminle iki üç yıl sonra. O da, muhâlefet çoğunluğu sağlayabilirse. 

Levent Gültekin: O bile dâhil değil. Diyelim sağladılar. Üçüncü partiye kim başbakanlık verir o Meclis’te?

Ruşen Çakır: Ben, o aşamaya gelirse, İYİ Parti’nin birinci parti olma ihtimâlinin çok yüksek olduğunu düşünüyorum. AKP’nin kaybettiği ve çözüldüğü bir ortamda, Türkiye tekrar Parlamenter Sistem’e geçerse…

Levent Gültekin: Yeni bir seçimde diyorsun.

Ruşen Çakır: Evet. Yeni bir seçimde sağın lokomotifi İYİ Parti olabilir. Ama bu arada geçen süre içinde ne yapacaksınız? Meselâ “Ekonomide Kurtuluş Programı” hazırlıyorsunuz ve her yerde duyuruyorsunuz. Bu program Altılı Masa’nın programı mı? Yeni gelecek olan cumhurbaşkanı –ki Meral Akşener kendisinin olmayacağını söylüyor– bu programı mı benimseyecek? Senin söylediğin gibi, ekibe onlar mı onay verecek? Meral Akşener cumhurbaşkanı yardımcısı mı olacak?

Levent Gültekin: Benim hazırlıksızlık dediğim de bu işte. Ben, o bahsettiğin yazımda “kusursuz çelişki” olarak tanımlamıştım. Meral Hanım Türkiye’yi şehir şehir, ilçe ilçe dolaşıyor. İnsanlara, “Ülke sorunlarını ben ve partim çözeriz” diyor. Dikkat edersen orada “biz” yok. Sâdece Meral Hanım da değil; diğer hiçbir partinin açıklamalarında, “biz” yok. DEVA’ya sorsan: Seçim sabahı iktidâra geldi, ülke sorunlarını çözüyor. Davutoğlu’nu dinle: O da seçim sabahı iktidâra geliyor ve ülke sorunlarını çözüyor. Kemal Bey zâten artık…

Ruşen Çakır: Ama Kılıçdaroğlu “Ben” diye konuşuyor. “Ben” diye konuştuğunda diğer partilerin de desteğini alan bir hava yaratmış gibi oluyor. 

Levent Gültekin: O ayrı. Kemal Bey diğerlerinden desteği almış bir pozisyonda. Meral Hanım şehir şehir dolaşıp, “Ben ve partim çözeriz” diyor. Bir taraftan, Meral Hanım’ın Bilge Yılmaz gibi kurmayları ekrana çıkıyor, ekonomi programı açıklıyor, sunumlar yapıyor. Ama diğer taraftan Meral Hanım, sürekli, cumhurbaşkanlığına yani iktidâra tâlip olmadığını açıklıyor. Burada bir çelişki çıkıyor. Aday değilsen sorunları nasıl çözüyorsun? Sorunları çözeceksen niye aday değilsin? Ben aday olsun anlamında söylemiyorum. Siyâsetten az buçuk anlayan insanların ittifak edeceği bir kural vardır: Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir siyâsetçi elini bu kadar açık etmez. Burada bir ittifak varsa, o ittifakta baştan kendini yok etmezsin. Kendi partin açısından da, ülke açısından da, birlikte şartları zorlamak, o ittifâkın en doğru şekli almasını sağlamak için elini teslim etmezsin. Bunun îzâhı yok. O yazımdan sonra beni arayan İYİ Partililerle de konuştum. Dediler ki: “Biz ‘başbakanlık’ cümlesini Parlamenter Sistem’e vurgu olarak söylüyoruz”. Aynen senin söylediğini ben de onlara söyledim: “Parlamenter sisteme geçişte teknik olarak pek ihtimal dâhilinde görünmüyor bu söylediğiniz”. Birincisi, en az 360 milletvekili gerekiyor. Birincisi, şu anda hiçbir anket, muhâlefetin 360 çoğunluğunu alabileceğini göstermiyor. İkincisi, böyle bir durum olsa bile memleketin âcil sorunları var. Özellikle CHP’de giderek yaygınlaşan bir görüş var ve bence bu çok sakıncalı. Altılı Masa’daki liderlerden birisi de, “Bunu çok tehlikeli buluyoruz. Böyle olursa masadan kalkarız” anlamına gelen bir şey söyledi. O da şu: Kimi CHP’lilerde giderek yaygınlaşan, “Biz cumhurbaşkanlığını kazanacağız. Ülkedeki bu yıkımı toparlayana kadar, bu yetkileri bir süre kullanacağız” söylemi. Belli ki kolay kolay geçme ihtimâli de yok. Böyle bir ortamda, bir başbakanlık makamı yokken, ikinci ana muhâlefet parti liderinin sürekli “Ben cumhurbaşkanı adayı değilim, başbakan olacağım” cümlesi havada kalıyor. Tamam, bunu diyebilir. Ama o zaman şehir şehir dolaşıp insanlara, “Sorunları ben ve partim çözeceğiz” diyemezsin. Bu dilin düzeltilmesi gerekiyor: “Biz Millet İttifakı olarak bir aday çıkartacağız. Bu sorunlarımızı o adayla berâber çözeceğiz. ‘Biz’ varız. Artık burada bir ittifak var. İşbölümü yapacağız. Her birimiz en yetkin olduğu konuda sorumluluk alacak. Berâber çözeceğiz. Göreceksiniz, ülkemizi çok kısa bir sürede bu yaşadığı girdaptan çıkaracağız” denebilir. Ama bu dil yok. Hem bu dil yok, hem “Aday değilim” dili var. Kemal Bey’in adaylığını meşrûlaştıracak bir üslûp da yok. Ama aynı zamanda karşı çıkan bir üslûp da yok. 

Başka bir hazırlık daha söyleyeyim: Bana göre, süreç içerisinde muhâlif seçmenin bir entegrasyonu gerekiyor. Diyelim ki yarın Kemal Bey aday oldu. Buraya gelirken bir anket şirketiyle konuştum. İYİ Parti seçmeninin yüzde 25’i Kılıçdaroğlu’na oy vermeyeceğini söylüyormuş. Bu insanların entegre edilmesi lâzım, onlara anlatılması lâzım. İYİ Parti ile CHP seçmeninin, DEVA ile Saadet Partisi seçmeninin psikolojik birlikteliğinin kurulması lâzım. Bu, ortak mitinglerle olur. Ama bunu da görmüyoruz. Seçim sürecinde muhtemelen yapacaklardır. 

Ruşen Çakır: Aday açıklandıktan sonra yapacaklardır. CHP’nin Maltepe’deki “Milletin Sesi” mitingini izlemiştim. Bâzıları burun kıvırdı, ama bence başarılıydı. Diğer parti liderlerinin de orada olması gerektiğini düşündüm. En azından Meral Akşener olsaydı…

Levent Gültekin: Bambaşka bir hava olurdu. Onu söylemek istiyorum. O havanın yaygınlaştırılması gerekiyor. Altılı Masa’daki aynı isimleri bir miting meydanında berâber görsek, her bir liderin sırayla 10’ar dakika konuştuğu bir atmosferin, Türkiye’deki muhâlefete bakışı değiştireceğine adım gibi eminim. Bu enerjiyi ve umudu da yükseltir. 

Ruşen Çakır: Senin, bizlerin ve başkalarının da yaptığı eleştiriler var. Muhâlefetin çelişkilerini, sorunlarını gündeme getiriyoruz. Bunları kendileri de biliyor herhalde. Ama muhâlefetin bütün bu çelişkisine rağmen iktidar, özellikle Erdoğan, bunlardan yararlanamıyor mu? Normal şartlarda, bunlar aynı zamanda kırılganlıklara, birtakım hassasiyetlere yol açıyor. Biraz önce bir parti liderinin, “Böyle olursa biz masadan kalkabiliriz” dediğini anlattın. Erdoğan bu detayların daha fazlasını biliyordur herhalde. Oyunu niye çeviremiyor?

Levent Gültekin: Sence çeviremiyor mu?

Ruşen Çakır: Çeviriyor mu?

Levent Gültekin: Nereden baktığımızla ilgili. 

Ruşen Çakır: Ben çevirebildiğini görmüyorum. 

Levent Gültekin: Ben de tam tersini söylüyorum. Enflasyonun yüzde 100 olduğu, ev kiralarının el yaktığı, milyonlarca öğrencinin barınma sorunu yaşadığı, açlık sınırının 7-8 bin liralara vardığı bir ülkede, en karşıt anket şirketinden en yandaşına kadar, adamın oyu kararsızlar dağıtılmadan, hâlâ yüzde 27 bandında. Kararsızlar diye bir grup duruyor orada. Erdoğan’ın bir şey yapmasına gerek yok ki. Seçmen duruyor. Muhâlefetin bir şey yapması, o seçmeni oradan alabilmesi lâzım. Onu alamıyorsa bile, en azından kararsızı alabilmesi lâzım. Bence Erdoğan şuna hazırlanıyor: Süreci bugünden kendi lehine çevirmese bile, muhâlefetin lehine dönmesini zâten engelliyor. Muhalefet engelliyor, Erdoğan da izliyor. 

Erdoğan’ın muhâlefete göre şöyle bir avantajı var: Devlet imkânları elinde, para onda, yargı onda, polis onda, medya onun kontrolünde. Bu seçim devletle millet arasında olabilecek bir seçimdir; bunu hep söylüyorum. Bu imkânlarla yapacağı hamleler var. Meselâ dün 30 milyarlık borcu silme hamlesini yaptı. İnsanların, icrâya düşmüş, 2500 TL’ye kadar olan elektrik, su, doğalgaz faturalarındaki hacizleri silme hamlesi. Buna benzer hamleler yaparak, kararsız seçmeni kendine çevirme şansı muhâlefetten daha yüksek. 

Ruşen Çakır: Ama o hamleyi daha önce Kılıçdaroğlu yaptı. 

Levent Gültekin: Ben çok yanlış buluyorum. Kemal Bey içeriden bilgi alıyor. Arada 1 saat var. Birisi, iktidarın açıklayacağı kararla ilgili bir bilgi gönderiyor, Kemal Bey bunu video ile paylaşıyor… Ben bunu çok yakışıksız buluyorum. Muhâlefetin böyle şeylere ihtiyâcı yok. 

Ruşen Çakır: İçeriden aldığı bilgiyle o videoyu yaptığını düşünüyorsun. 

Levent Gültekin: Başka türlü bu kadar tesadüf olmaz. Yani Kemal Bey çıkıp bir video koyuyor ve “Ey halkım…” diyor…

Ruşen Çakır: Ama biz Kemal Bey bunu yapınca iktidar apar topar bir düzenleme yaptı diye algıladık.

Levent Gültekin: 1 saatte mi? Böyle bir çalışma 1 saate çıkar mı Ruşen? 30 milyarlık bir af çıkıyor. Meselâ diyor ki: Elektrik, su, doğalgaz şirketleri, 2500 TL’ye kadar olan birikmiş ve hacze düşmüş borçları almayacak, onu gider olarak yazıp vergiden düşecek.

Ruşen Çakır: Aklıma bizim İlhami (Işık) geldi. Biliyorsun, yoksul ve ödeme gücü olmayan vatandaşların elektrik, su ve doğalgaz faturalarını sosyal medya hesabından paylaşıyor ve ödenmelerine vesîle oluyor. Bayağı da sevâba giriyor. 

Levent Gültekin: Evet, epeydir yapıyor bunu. Şimdi, Kılıçdaroğlu 1 saat öncesinden haber alıyor, apar topar video çekip paylaşıyor. Muhâlefetin buna ihtiyâcı yok. Bunlar muhâlefetin inandırıcılığını kaybettirir. Olmaz. Kemal Bey’e yakışmıyor. Bir kere, muhâlefet olarak Kemal Bey’in ahlâkî üstünlüğü var. Ülke yıkılmış, adam milyonlarca insanı hacizli hâle getirmiş. Senin 1 saat önce çıkıp, “Bak, ben dikkat çektim, o da yaptı” gibi atraksiyonlar yapmana gerek yok ki. Toplum bu tip şeylere prim vermez. Aynı şeyi burada ben yapayım, insanlar “Bu ne biçim gazeteci?” diye bana tiksinerek bakar. İnandırıcılık, önce birliktelikten gelir, ama gelmiyor. 

Bizi izleyenlere şunu söylemek isterim: Derdimiz yermek, yok etmek değil, muhâlefet kazansın. Eğer onlar bizi muhâlefeti itmek, zorlamak, eleştirmek için bırakmazlarsa, 2023’ün sabahında hepimiz çok ağlarız. Ağlamamak için bize düşen, bu mevcut siyâsetçileri, “Hadi kardeşim, niye duruyorsunuz?” diye dürtmek, zorlamak. 

Ruşen Çakır: Bu söylediğine şöyle bir şerh düşmek istiyorum. Biz gazetecilik yapıyoruz. Kişisel olarak birtakım beklentilerimiz olabilir, ama sonuçta kamu yararına bir iş yapmaya çalışıyoruz. Ben gazetecilik açısından baktığımda, Türkiye’de mevcut muhâlefetin bizi gazeteci olarak yorması, perîşan etmesi gerekir diye düşünüyorum. Muhâbirleri oradan oraya koşturması, dosyaları, bilgileri akıtması, bizleri bunaltması lâzım. Ama pek olmuyor. Biz Medyascope olarak liderlerin gezilerini tâkip etmeye çalışıyoruz. Meselâ DEVA Partisi’nin bir gezisinde, bir kadının Ali Babacan’a gösterdiği tepkiyi yayınladığımız için, DEVA Partisi’nden bazı arkadaşlar bize gönül koyuyor. Gazeteci işini yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun Yalova gezisinde, konuştuğu meydandaki binâlardan birine, onu protesto eden bir pankart asıldı. Kimin hangi niyetle yaptığını bilmiyorum, ama bu bir haberdir. Kılıçdaroğlu konuşma yapacak, arkasında “Bay Kemal” yazan koca bir pankart asılmış. Fotoğraf başlı başına haber. 

Levent Gültekin: Ben bu konuda senden biraz farklı düşünüyorum. Şu anda burada bir iş olarak bulunmuyorum. Yazdığım yazıları da gazetecilik olarak yapmıyorum. Televizyonlarda yaptığım konuşmaların hiçbirini, “Ben gayet profesyonel bir meslek yapıyorum” duygusuyla yapmıyorum. Allah korusun, bu stüdyoda bir yangın çıktığında, “Biz itfâiyeci değiliz” deyip, su taşımamazlık yapmayız. Bunun iki nedeni var; birincisi: Bu ülkenin bu yıkımdan çıkması lâzım duygusuyla hareket ediyorum. 

Ruşen Çakır: Bu aslında başlı başına bir yayın konusu. Hattâ Kadri’yi (Gürsel) de alalım. 

Levent Gültekin: İkincisi de, mesleğimi yapabilmemin zeminini yaratmaya çalışıyorum bir anlamda. Kalemimi elimde tutabilmek için bu ülkede hukukun olması lâzım. Meselâ senin yaptığın yayınlar, senin gazeteciliğin kamusal hizmet görebilmesi için, eleştiriden korkan ya da senin yaptığın bir yolsuzluk haberine kulak verebilecek bir yargı mekanizmasının olması lâzım. Bu çabamız, mesleğimizi geri kazanmak, zeminini yaratmak. Hem ülkeyi toparlamak hem mesleğimizi yapabilmek. O yüzden ben bu süreçte, muhâlefetle ve iktidarla ilgili konuşmalarımı bir gazeteci olarak ya da profesyonel bir meslek olarak yapmıyorum. Tamâmen bu ülkenin bir evlâdı, bir yazarı olarak, olabildiğince…

Ruşen Çakır: Biz de bu ülkenin evlâdıyız.

Levent Gültekin: Duygu olarak söylüyorum. Ama dediğine katılıyorum. Muhâlefetin, gönül koymak yerine, tam tersine bizi arayıp, “Biz şöyle dedik ama sizce nasıl görünüyor?” demesi lâzım. Ya da sen bir eleştiri yaptığında, seni arayıp, “Ruşen Bey, öyle diyorsunuz ama aslında bizim niyetimiz buydu” demesi gerekiyor. Yani bir konsensüs yaratmak. Meselâ sen liderlerin gezisine gidiyorsun. 5 dakika sohbet etmiyor adam seninle. Sonuçta her gün yayın yapıyorsun, anlatıyorsun, yazıyorsun, yorumluyorsun. 

Ruşen Çakır: Neyse ya.

Levent Gültekin: Sâdece sana değil, diğer arkadaşlara da. Koskoca yazara çizere, fotoğrafını çeken muhâbir muamelesi yapılıyor. Olmaz. Şu anda var olan medyanın yüzde 95’i iktidârın kontrolünde, senin elinde olan yüzde 5. Sen o yüzde 5’i yüzde 100 gibi kullanmak durumundasın. Bir avuç gazeteci, yazar, seni topluma ulaştıracak dilin. O dille irtibat kurmuyorlar.

Ruşen Çakır: Neyse, yarayı deşme. 

Levent Gültekin: Bir de şöyle bir şey var: Muhâlefete, “Şöyle yaparsan iyi olur, böyle yaparsan filan olur” diye yazıp konuşan yüzlerce arkadaşımız var. Biz de okuyup izliyoruz o arkadaşlarımızı. O kıymetli eleştirilerin hiçbiri dikkate alınmıyor; umursamıyorlar. Çünkü bir taraf, “Nasıl olsa bu iş bitti” havasında. Öbür taraf, “Biz sizden daha iyi biliyoruz” havasında. Biz niye kaderimizi altı liderin iki dudağı arasına bırakalım ki? Sebep nedir? Niye güvenelim? Meselâ şu anda beni izleyenler bana niye güvenip teslim olsunlar? Sen nasıl tanımadığın siyâsetçiye teslim olursun? Ben 2023’ün sabahını nasıl bu liderlerin inisiyatifine bırakabilirim? Ne yapmam lâzım? Zorlamak, tetikte durmak, bir yanlış yaptığında sesimi yükseltmek… Ama memlekette bir kesim teslim olmuş, bizi de teslim olmaya çağırıyor. Bu konuda biraz hassasım. Çünkü görüyorum, insanlar giderek susuyorlar ve muhâlefete eleştiri neredeyse sıfıra inmeye başladı. En tehlikeli şey bu. Buradan süratle çıkmamız, iktidârı bırakıp, bütün ışığı muhâlefete döndürmemiz ve muhâlefeti, eksikliklerini gördüğümüz kısımlarda bir an önce eyleme zorlamalıyız.

Ruşen Çakır: Her ne kadar bıkkınlık getirdiğini söylüyorsan da, bu adaylık meselesini sormak istiyorum. Çünkü seçenekler giderek azalıyor sanki. En son yaşanan olayla, Kılıçdaroğlu ve Mansur Yavaş kalmış gibi gözüküyor. Dün biz “Adını Koyalım”da Mansur Yavaş üzerine başlı başına bir yayın yaptık. Çok da verimli oldu bence. İlginç olan şu: Kemal Kılıçdaroğlu sürekli konuşuyor. Yaptığı şeyler ânında ses getiriyor. İktidar tepki vermek zorunda kalıyor. Kılıçdaroğlu gündem belirliyor yani. Öte yandan Mansur Yavaş tamâmen sessiz kalıyor. Bir de ilginç olan, Mansur Yavaş’ı isteyenlerin bir kesiminde, rahatsız edici bir dayatma hâli var — hepsi değil tabiî, haksızlık etmeyeyim. Olay sâdece “Mansur Yavaş kazanıyor” olayı değil, farkındasındır. Çünkü ilk başlarda, anketlerde çok büyük fark vardı. Kılıçdaroğlu sonradan toparladı. Şimdi olay, niye olduğu anlaşılmayan bir şekilde Mansur Yavaş dayatmasına geldi. Meselâ bunu Ümit Özdağ yapıyor. Onun muhâlefette mi iktidarda mı olduğunu hâlâ bilmiyoruz, ama böyle bir durum var. Bu dayatma şu anlamda rahatsız ediyor beni: Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş’a bu kadar sâhip çıkmasının Mansur Yavaş’ın aleyhine olduğunu düşünüyorum. 

Levent Gültekin: Ben de. Hiç şüphe etmiyorum. Türkiye’de belli başlı klikler aday tartışmalarına müsaade etmiyorlar. Herkesin kafasında kendi inandığı, güvendiği bir aday var, onu dayatıyor. Sen ona “Hayır” dediğinde, seni de “kripto bilmem ne” olarak îlân ediyor. Meselâ “Kemal Bey’le bu iş riskli” diyorsun. “Vay! Yine arka planda neler döndürülüyor?” diye bakıyor. Arkadaş, sen başka birinin kazanma ihtimâlini nasıl görüyorsan, ben de kaybetme ihtimâlini görüp bu endîşemi paylaşıyorum. Şu anda sağlıklı bir aday tartışması yok ortada. “En doğru aday kimdir?” tanımı yapılmış değil. Daha ortada bir aday tanımı yok. Var mı öyle bir tanım? “Türkiye’de şöyle bir aday olmalı: Demokrat, toplumun farklı kesimleriyle kucaklaşabilen, altı lideri organize edebilecek bir koordinatör, geldiğinde sistemi değiştirebilecek, şu vasıflara sâhip biri. Ama aynı zamanda yıpranmış olmaması lâzım. Bagajının olmaması lâzım.” Böyle bir tanım yok ki. Önce belli başlı isimlere mahkûm edildi. Ben bunun bilinçli yapıldığı kanısındayım. Çünkü o istikametin nereye gideceği belliydi. Sonra o isimlerin bir kısmı elendi. Kemal Bey tek tartışılan isim hâline getirildi. Mansur Bey ise toplumdan ilgi gördüğü için…

Peki, adayı kim belirleyecek? Toplumun ilgi gösterdiği biri mi olacak yoksa altı liderin ilgi gösterdiği biri mi olacak? Altı lider “Biz sizden daha iyi biliyoruz” mu diyecek?

Ruşen Çakır: Bunun ortası yok mu?

Levent Gültekin: Yok. “Sağlıklı bir tartışma yok” dediğim bu işte. Altı lider bize diyor ki: “Biz sizden daha akıllıyız. Bırakın, biz adayı belirleriz”. Çıkarına göre mi hareket edecek? Bir dosya dayatmasıyla kontrol altında mı? Bunları ezbere söylemiyorum. Yani şöyle düşün: 2011’den önce Deniz Baykal bir şey yaptığında, biz Baykal’ın şantajla mı o işi yapıp yapmadığını bilebilir miydik? Bilemezdik. Ama sonradan anlıyoruz ki birilerinin elinde Baykal’la ilgili bir kaset varmış. Kim bilir daha önce hangi işleri yaptırdılar ki, neyi yaptıramadıklarından sonra o kaset devreye girdi. Bir kere altı lidere kaderimizi teslim edemeyiz. Aydınların, yazarların, sivil toplumun dâhil olduğu sağlıklı bir aday tartışması yapılmalıydı. Bunu yapamadılar. O yüzden herkes kendine yakın gördüğünü dayatıyor. Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş’a verdiği zararı kimse vermezdi bence. CNN Türk’te Mansur Yavaş’ın ismini aday olarak açıkladığında, moderatör “Niye Ekrem İmamoğlu değil de Mansur Yavaş diyorsunuz?” diye sormuştu. “Ekrem İmamoğlu Diyarbakır’a gidiyor. Kürtler’e göz kırpıyor. O yüzden bizim için aday katıksız bir milliyetçi, Mansur Yavaş’tır” diye cevap vermişti. Ancak bu kadar bir darbe vurulabilir.

Mansur Yavaş tartışması, toplumda gördüğü iltifattan gelen bir tartışma. Ama ben Altılı Masa’da bir karşılığının olmadığı kanaatindeyim. Ekrem Bey ve Mansur Bey’in sistem dışına itildiğini, Kemal Bey’in giderek tek aday hâline geldiğini, çok olağanüstü şartlar olmazsa, Kemal Bey’in adaylığından bir dönüş ihtimâlini çok düşük görüyorum. Bir de, masadaki liderler, kendi pozisyonları için en az riskli aday olarak Kemal Bey’i görüyorlar. Mansur Bey ve Ekrem Bey’in adaylıklarını kendi liderlikleri için bir tehdit olarak algılıyorlar. Yani: “Mansur Bey’i aday yapalım, milliyetçilerin liderini kendi elimizle yaratalım.” “Peki, biz ne yapalım? Ekrem İmamoğlu’nu aday yapalım, muhâlif seçmenin liderini yaratalım.” “Eh biz ne yapalım? Kumda mı oynayalım?” diye liderler arasında kanıksanmış bir endîşe var. Onlar, hem pozisyonlarını koruyacakları hem de mevcut sistemden kurtulmuş olacakları bir formül arıyorlar. Onlar açısından buna en uygun isim Kemal Bey. Ama ben Kemal Bey’in adaylığının kazanma açısından hâlâ çok riskli olduğunu ve bu riskin niçin göze alındığını bilmediğimi söylüyorum. Kemal Bey dokuz seçim kaybetmiş. Türkiye’nin kader seçimi dokuz kez seçim kaybetmiş bir adayla onuncu kez denenmez. Türkiye bu seçimi kaybettiğinde, geri dönülmez bir noktaya varacak. Festival iptallerini filan mumla arar hâle geliriz. Ya da birtakım din adamı kılıklı yobazların çıkıp, “Namaz kılmayanlar gerekirse öldürülür” söylemlerinin ileri aşaması demektir bu. O yüzden bu risk alınmamalıydı. Bu saatten sonra geri dönüşü kaldı mı? Benim okumalarıma göre, çok olağanüstü şartlar olmazsa Kemal Bey’in adaylığından pek geri dönüş yok. 

Ama Meral Hanım’ın dünkü konuşması biraz kafamı karıştırdı. Kemal Bey’in adaylığıyla ilgili çok enteresan bir cümle söyledi. Çok tuhaf. Bu yayını izleyen İYİ Partililer bir açıklama getirirlerse sevinirim. Meral Hanım’a, “Kemal Bey’in adaylığı hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorlar. “Destekliyorum” demiyor. “Kemal Bey’in adaylığında sorun yok” diye cevaplıyor. Ne demek bu? Aday olabilir yani. Ardından bir cümle daha söylüyor: “Kemal Bey’in adaylığında sorun yok; ama Kemal Bey’in çizdiği aday tanımlarına da bakmak lâzım.” Seçime 8 ay kaldı. Bu kadar yuvarlak, bu kadar kapalı, îmâlı cümleler olmaz. Meral Hanım’ın isim vermesine gerek yok, ama “Aday tanımımız bellidir…” Örnek veriyorum: Kemal Bey’in bundan 1,5 yıl önce dediği gibi, “Parti liderleri aday olmamalı. Partiler üstü bir isim bulacağız” diyebilmeli. Ya da: “Aday tanımımız bellidir. Altı liderden birisi olacaktır. Kemal Bey de olabilir, başka biri de olabilir. O masada karar vereceğiz.” Ne yazık ki toplumun zihnini biraz netleştirme çabası yok. O yüzden, isim tartışmaları muhâlif kesimi kendi aralarında ayrıştırıyor.

Ruşen Çakır: Herhalde masada epeyce bir pazarlık var. 

Levent Gültekin: Pazarlık yok, elense çekme var. Henüz masaya oturup konuşma yok, el altından birbirlerine elense çekme var. İYİ Parti’den Buğra Kavuncu’nun, “Sokaklarda en çok Mansur Yavaş’ın adını duyuyoruz” cümlesi bir elense çekmedir. Onun peşinden Gürsel Tekin’in çıkıp, “Bu yaptığınız nezaketsizliktir” demesi yine bir elense çekme. Saadet Partisi’nin, “Kemal Bey’in adaylığında bizim için sorun yok” demesi bir elense çekme. Şu anda birbirlerini yokluyorlar. Ben, ayıp diyorum. Türkiye bunu kaldırabilecek bir durumda değil. Türkiye altı siyâsî partinin kişisel ikbâlinin masası da değil. Kişisel ikbal güdülebilecek, partilerin kendi çıkarlarının hesâbını yapabileceği bir dönemde de değiliz. “Ülke bu yıkımdan çıksın, gerekirse ben siyâsetten çekilebilirim, yeter ki ülke buradan çıksın” diyebilecek durumda olması gerekiyor. “Ülkenin buradan çıkması benim siyâsî hayâtımın bitme pahasınaysa, olsun. Ben de görevimi böyle tamamlamış olurum.” Böyle bir içtenlik, böyle bir dürüstlük ve samîmîyete ihtiyaç var. Bunu “Filan kişiyi aday yaparsak, bizim siyâsî hayâtımız biter” diyorlar anlamında söylemiyorum. Yapmazsan, öbür türlü de bitiyor. Kazanabilecek –ama sâdece kazanması da yetmez–, ülkeyi toparlayabilecek, bu yıkımdan çıkarabilecek, yumuşak bir geçiş yapabilecek bir aday koymazsan ve Erdoğan muhtemel hamleleriyle kararsız seçmeni yanına çektiğinde, siz 2023’ten sonra zâten yoksunuz ki. Meclis’te olsan ne olacak? Kimse dönüp bakmaz, toplum kulak vermez. Hiçbirimizin anlamı olmayacak. 

Risklerden bir tânesini daha söyleyeyim: Muhâlefet bütün umudunu Türkiye’deki yıkıma bağlamış. “Aslında bizim bir şey yapmamıza gerek yok. Ekonomi Tayyip Erdoğan’ı götürecek. Onu götürdüğünde yerine biz gelmiş olacağız” diye bakıyorlar. Bu yaklaşım da çok tehlikeli. Son bir ayda Merkez Bankası’na 15 milyar para girdiği söyleniyor. Bu paranın nereden geldiğini kimse bulamıyor. Bu paranın Ekim-Kasım aylarında artacağı söyleniyor. Bir para geldi, dün yaptığı gibi, “Elektrik su borçlarını siliyorum. Yarın başka bir şeyi karşılıyorum. Öbür gün asgarî ücreti 7000 TL yapıyorum, emekli maaşını şöyle yapıyorum” deyip, yapacağı hamlelerle kararsız seçmenin fikrini kendi lehine dönüştürme ihtimâli çok yüksek. Burada muhâlefetin hamlesi yok. Bütün umudunu memleketteki ekonomiye bağlayamaz. Ama muhâlefet şöyle yapıyor: “Ekonomiye bağladık. Ey halkım, bu adam sizi mahvetti. Eh artık tercihinizi ona göre verin. Biz gelirsek düzelteceğiz.” Siyâset sâdece seçmenin refleksiyle değil, o seçmeni yönlendirmek, güven vermek, o seçmenin duygusunu yönetmek, ülkeyi yönetebileceği duygusu yaratmak, o birliktelikle ilgili bir hazırlık, bir çaba yok. Sandık hazırlığı yok. Duygu birliği oluşturmak yok. Ne yazık ki muhâlefet geç kalıyor. Bana göre altı ay çok kısa bir süre.

Ruşen Çakır: Sürekli ayları değiştiriyorsun. Altı ay mı, sekiz ay mı? Kafam karıştı. 

Levent Gültekin: Altı ay adaylık belirleme süreci. Sekiz ay da, seçim süreci açısından. Altı ay sonra adaylar belli olacak. Seçimden iki ay önce mecbûren adayların belirlenmiş olması gerekiyor. Muhâlefetin altı ayı bile yok. O bir ay da öyle gider. Aslında dört-beş aylık bir süresi var. 

Ruşen Çakır: Levent, seni susturalım artık. Sonunda muhâlif seçmen kendini göstermek için bizi basabilir. Tekrar geçmiş olsun diyeceğim, ama sen alışıksın. Biz daha dayak yemedik. 

Levent Gültekin: Muhâlif seçmenin de artık sesini çıkarması lâzım. Sesini çıkarmak demek, muhâlefeti yıkmak, yok etmek demek değil. Tam tersine, “Gözümüz üzerinizde, dikkat edin” demektir. Muhâlif seçmen bunu yapmazsa, bugünden mevcut siyâsî partilerin, aktörlerin fanatiği olup, “Onlar zâten yapıyorlar. Bize de bir şey kalmadı, gidip sandıkta oy vereceğiz” kolaycılığına teslim olurlarsa, 2023 sabahı felâkete uyanırlar. Uyanmamaları için, dayak yeme pahasına bugünden hep berâber bu dürtmeyi ve bu eleştiriyi yapmak zorundalar. 

Ruşen Çakır: Ne oldu senin dâvân?

Levent Gültekin: Hiçbir şey olmadı. O konu kapandı gitti. 

Ruşen Çakır: Levent, çok teşekkürler. 

Levent Gültekin: Ben de çok teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Levent Gültekin’le yine ilgi çekici bir söyleşi yaptık. Kendisine tekrar teşekkür ederiz. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.